2 Haziran 2025 Pazartesi

***LEYLA İPEKÇİ'nin yazısı:Kanda ezeliyet sırrı

Hac'cı anlatan mukemmel bir yazı!

... Bir bakıyordun ki, her uzvuna nur inmiş. Allah'ın nuru yerleri ve gökleri kaplar ne demekmiş... İnsanda seyretmeye başlıyordun. Bütün o helak olmuş vücutların nura gark olduğuna şahitlik ettikçe... Ben'inden ve ten'inden soyunarak o nur deryasına dalmanın asıl yolculuk olduğunu görüveriyordun. Bir anda. Milyonlarca kişinin ameli tek bir amel oluyordu. Ve size içinizdeki en güzel amel ile muamele ediliyordu...

...İnsanın o karanlıkta küçük orta ve büyük günahlarının muhasebesini yapması müthiş bir tecrübe...


...Mina'da avucuna aldığın kendi suçların, vicdan azapların, pişmanlıkların. Kendi kanın, terin, gözyaşın idi. Avucuna alıp fırlatıyordun onları. Varlık bir; içinde celal de var cemal de. Terk ettikçe nefsinin putlarını... Şeytan da dahilmiş, fark ediyordun. Sana 'gayrı hak' olarak gözüken şeytana rağmen, Hakka yaklaşıyordun. Ondan istiyor, ondan bekliyordun. Her şey O oluyordu derken.
Artık kurban edeceğin kendi nefsindi:...


...Anlıyorsun ki, akıttığın kan da bir. Senin kanın. Bıçağı dayadığın oğlun sensin. Boğazını kestiğin koyunun canı senin canın. Kurban da sensin, kesen de. Kanda ezeliyet sırrı var. Vücud bir. Hepsi Kendi. Bazen bu külli aşka; direnirken katledilenler şahit, bazen de Mina'da üst üste yığılanlar.


Yazının tamamı için:

http://www.yenisafak.com/yazarlar/leylaipekci/kanda-ezeliyet-sirri-2022033

TÖVBE- İSTİĞFAR EDİYORUZ

Tövbe edecek kimsenin iki rek'at namaz kılması, akabinde Allah’a hamd, Resûlü sallallahu aleyhi ve selleme salât ve selâm getirdikten sonra tövbe ve istiğfar etmesi ve salavat ve hamd ile bitirmesi tövbenin adabındandır.

Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in, bağışlanması için yaptığı pek çok duadan ikisi şudur:
اللَّهُمَّ إِنِّي ظَلَمْتُ نَفْسِي ظُلْمًا كَثِيرًا وَلاَ يَغْفِرُ الذُّنُوبَ إِلَّا أَنْتَ فَاغْفِرْ لِي مَغْفِرَةً مِنْ عِنْدِكَ وَارْحَمْنِي إِنَّكَ أَنْتَ الغَفُورُ الرَّحِيمُ.

"Allâhümme innî zalemtü nefsî zulmen kesîran ve lâ yağfirü’z-zünûbe illâ ente, fağfir-lî mağfireten min indik, ve’rhamnî inneke ente’l-gafûru’r-rahîm."

“Allah’ım! Ben kendime çok zulmettim. Günahları bağışlayacak ise yalnız sensin. Öyleyse tükenmez lütfunla beni bağışla, bana merhamet et. Çünkü affı sonsuz, merhameti nihâyetsiz olan yalnız sensin.” (Buhârî, Ezân 149 [834]; Müslim, Zikir, 48 [2705]).
رَبِّ اغْفِرْ لِي خَطِيئَتِي وَجَهْلِي وَإِسْرَافِي فِي أَمْرِي كُلِّهِ وَمَا أَنْتَ أَعْلَمُ بِهِ مِنِّي اللَّهُمَّ اغْفِرْ لِي خَطَايَايَ وَعَمْدِي وَجَهْلِي وَهَزْلِي وَكُلُّ ذَلِكَ عِنْدِي. اللَّهُمَّ اغْفِرْ لِي مَا قَدَّمْتُ وَمَا أَخَّرْتُ وَمَا أَسْرَرْتُ وَمَا أَعْلَنْتُ أَنْتَ المُقَدِّمُ وَأَنْتَ المُؤَخِّرُ وَأَنْتَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ.

“Allâhümmağfirlî hatîetî ve cehlî ve isrâfî fî emrî ve mâ ente a‘lemü bihî minnî. Allâhümmağfirlî ciddî ve hezlî, ve hataî ve amdî ve küllü zâlike indî. Allâhümmağfirlî mâ kaddemtü vemâ ahhartü, vemâ esrartü vemâ a‘lentü, vemâ ente a‘lemü bihî minnî, ente’l-mukaddimü ve ente’l-muahhir, ve ente alâ külli şey’in kadîr"

“Ey Rabbim! Günahlarımı, bilmeden ve haddimi aşarak işlediğim kusurlarımı, benden daha iyi bildiğin bütün suçlarımı bağışla!
Allah’ım! Bilerek, bilmeyerek ve umursamadan yaptığım yanlışları! Bütün bu kusurların bende bulunduğunu itiraf ederim.
Allah’ım! Şimdiye kadar yaptığım, bundan sonra yapacağım, gizlediğim ve açığa vurduğum günahlarımı affeyle! Öne geçiren de sen, geride bırakan da sensin ve Senin gücün her şeye yeter.” (Buhârî, Deʽavât, 60 [6398]; Müslim, Zikir, 70 [2719]).

Pişmanlık tevbenin ilk şartıdır. Hakiki bir tevbe için nefsin kendisi ile hesaplaşması, mücadele etmesi ve bir daha o günaha dönmemesi gerekir.

Ardından istiğfar etmek, yani, Allah"tan, affetmesini istemek gelmelidir ki, tevbe tamamlanmış olsun.

Tevbe dil ucuyla söylenen bir iki kelime ile geçiştirilmemesi gereken bilinçli bir eylemdir.

Tevbe-istiğfarı samimi olarak yapmak ve Allah Teala"nın “Tevvâb”, “Afüv”, “Gafûr” yani tevbeleri çok kabul eden, çok affedici ve çok bağışlayıcı sıfatlarına sahip olduğunda tereddüt etmemek önemlidir.

Tevbeyi tamamlayan unsurlardan biri de, günahın derhâl terk edilmesi ve bir daha ona dönülmemesidir

Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: “İzzet ve celâl sahibi Allah buyurur ki: "Ey kullarım! Benim affettiklerim dışındakiler günahkâr (kalır). Benden bağışlanma dileyin, sizi bağışlayayım. Kim benim affediciliğimi bilir ve af dilerse onu affederim, (hatasını) önemsemem..."İbn Hanbel, V, 152

Tevbe-istiğfar ederken insan istediği ifadeleri seçebilir; yeter ki, içten ve samimi olsun. Ancak pişmanlık ve af dileği en güzel sözcüklerle dile getirilmek isteniyorsa, o zaman Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellemin ifadelerine bakmak gerekir. İşte O"nun dilinden “seyyidü"l-istiğfar” yani tevbe-istiğfarın en güzeli:

SEYYİDÜL İSTİĞFÂR:

اللَّهُمَّ أَنْتَ رَبِّى ، لاَ إِلَهَ إِلاَّ أَنْتَ ، خَلَقْتَنِى وَأَنَا عَبْدُكَ ، وَأَنَا عَلَى عَهْدِكَ وَوَعْدِكَ مَا اسْتَطَعْتُ ، أَعُوذُ بِكَ مِنْ شَرِّ مَا صَنَعْتُ ، أَبُوءُ لَكَ بِنِعْمَتِكَ عَلَىَّ وَأَبُوءُ بِذَنْبِى ، اغْفِرْ لِى ، فَإِنَّهُ لاَ يَغْفِرُ الذُّنُوبَ إِلاَّ أَنْتَ

“Allâhümme ente Rabbî, lâilâhe illâ ente halaktenî ve ene abdüke ve ene alâ ahdike ve va’dike mesteda’tü eûzü bike min şerri mâ sana’tü, ebû uleke, bi ni’metike aleyye ve ebû ü bi zenbî fağfirlî fe innehû lâ yağfiru zünûbe illâ ente”

Resûl-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurur:
“Her kim, bu Seyyidü’l istiğfârı sevâbına ve fazîletine bütün kalbiyle inanarak gündüz okur da o gün akşam olmadan ölürse Cennetlik olur. Yine her kim, sevâbına ve fazîletine gönülden inanarak gece okur da sabah olmadan ölürse Cennetlik olur.” (Buhârî, Deavât, 2, 16; Ebû Dâvûd, Edeb, 100-101)

“Allah"ım, benim Rabbim sensin, senden başka ilâh yok.

Beni sen yarattın ve ben senin kulunum.

Ben gücüm yettiğince sana verdiğim söz üzereyim ve senin vaadine de güveniyorum.

Yaptıklarımın şerrinden sana sığınırım.

Bana olan nimetini itiraf ediyorum.

Günahlarımı da itiraf ediyorum.

Günahlarımı bağışla, çünkü günahları senden başka bağışlayacak hiç kimse yoktur.”


94- İNŞİRÂH SÛRESİ BİZE NE ANLATTI?

Mekke döneminde Duhâ sûresinden sonra nâzil olduğu konusunda ittifak vardır. Nüzûl sırasına göre on ikinci sûre olduğu kabul edilir. Sekiz âyetten oluşan sûrenin fâsılaları ا، ب، ك harfleridir. Adını “elem neşrah leke” ifadesinden almıştır. Elem neşrah, Elem neşrah leke ve Şerh sûresi olarak da anılmaktadır. Tâbiînden Tâvûs b. Keysân ve Ömer b. Abdülazîz’in Duhâ ile, üslûp ve mâna bakımından bunun devamı mahiyetindeki İnşirâh sûrelerini tek sûre olarak kabul ettikleri ve aralarını besmele ile ayırmadan aynı rek‘atta okudukları nakledilmektedir (Fahreddin er-Râzî, XXXII, 3; Âlûsî, XXX, 165). Ancak bütün kıraatlerde bunlar iki ayrı sûre olarak okunmuş ve bu anlayış genel kabul görmüştür.

Duhâ gibi İnşirâh sûresi de Hz. Peygamber’in tebliğin ilk dönemlerinde mâruz kaldığı sıkıntılar karşısında kendisini teselli etmek amacıyla indirilmiştir. Sûrenin nüzûl sebebi olarak fakirliklerinden dolayı putperestler tarafından aşağılanan müslümanların teselli edilmesi de gösterilmektedir (Süyûtî, s. 213).

Sûrenin başında Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’e, “Senin göğsünü açmadık mı?” şeklinde hitap edilerek kendisine sıkıntı veren ağır yükün üzerinden kaldırıldığı bildirilir. Daha sonra şanının yüceltildiği vurgulanıp her güçlükle birlikte bir kolaylığın bulunduğu iki defa zikredilir. Sonunda ise Resûl-i Ekrem  sallallahu aleyhi ve selleme boş kaldığı zamanlarda çaba sarfetmesi ve rabbine yönelmesi emredilir.

İlk âyetin yorumuyla ilgili olarak iki farklı görüş nakledilmektedir. Bunlardan birine göre âyet, Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in çocukluk döneminde (Müslim, “Îmân”, 261) veya mi‘racın meydana geldiği gece (Buhârî, “Menâḳıbü’l-enṣâr”, 42; Müslim, “Îmân”, 263) Cebrâil tarafından göğsünün yarılarak kalbinin çıkarılmasına, zemzem suyu ile yıkandıktan sonra ilim ve hikmetle doldurularak tekrar yerine konulmasına işaret etmektedir (bk. ŞAKK-ı SADR). Müfessirler arasında yaygın kabul gören ikinci görüş ise âyetin cismanî bir müdahaleyi değil Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in ruhunun ilim ve hikmetle zenginleştirildiğini, üzüntü ve sıkıntısı giderilerek kalbine ferahlık verildiğini ifade etmektedir. İbn Abbas’ın da âyeti, “Biz senin göğsünü İslâm’a açtık” şeklinde tefsir ettiği bildirilmiştir (Buhârî, “Tefsîr”, 94). En‘âm sûresinde (6/125), “Allah, hidayetini dilediği kimsenin göğsünü İslâm için açar” ve Zümer sûresinde (39/22), “Allah’ın İslâm için göğsüne genişlik verdiği kimse rabbi tarafından hidayet nuru üzerinde değil midir?” buyurulması da bu yorumu desteklemektedir.

İnşirâh sûresinin, “Senin üzerinden ağır bir yükü kaldırdık” meâlindeki âyetiyle, peygamberlikten önce veya peygamberliğin ilk dönemlerinde Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’ı çok üzen ve tahammülü güç olan zorlukların kaldırılması kastedilmiştir. Âyetteki vizr kelimesinin “ağır günah” mânasında olduğunu, dolayısıyla burada Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in günahlarının bağışlanmasının kastedildiğini söyleyenler bulunmakla birlikte ağırlığı özellikle vurgulanmış olan bir günahın Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem’le irtibatlandırılması uzak bir ihtimal olarak görünmektedir. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in bu âyet nâzil olunca, “Bir zorluk iki kolaylığa asla üstün gelemez” dediği rivayet edilmektedir (Hâkim, II, 528). Âyette güçlükle beraber kolaylığın bulunacağına iki defa vurgu yapılması bir yandan Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem’in, karşılaşacağı şiddetli engelleme ve zorlukların rahatlama ile sonuçlanacağına kesin olarak güvenmesini sağlamayı amaçlamakta, öte yandan müminlere mâruz kalacakları sıkıntı ve haksızlıklar karşısında yılgınlığa düşmemelerini, Allah Teala’ya daima güvenmelerini, iyimserliklerini koruyup güzel günler için çalışmalarını telkin etmektedir. Nihayet sûrenin sonunda Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in şahsında bütün müminlerden Allah’a bağlılıklarını sürdürmeleri istenmektedir.

İnşirâh sûresinin faziletiyle ilgili olarak, “Kim Elem neşrah sûresini okursa âdeta üzüntülü olduğum sırada yanıma gelip beni rahatlatmış sayılır” meâlinde bir hadis rivayet edilmişse de (Zemahşerî, III, 222) bu rivayet muteber sayılmamıştır. Türkçe’deki, “Elif demeden ‘fergab’a çıkılmaz” deyiminde bu sûrenin son kelimesine işaret vardır. Son devir Osmanlı âlimlerinden Edirne müftüsü Fevzi Efendi Ḳudsiyyü’l-feraḥ fî tefsîri sûreti Elem neşraḥ (İstanbul, ts.) adıyla bir eser kaleme almıştır.

Müellif: M. KÂMİL YAŞAROĞLU

https://islamansiklopedisi.org.tr/insirah-suresi

BİBLİYOGRAFYA

Buhârî, “Tefsîr”, 94, “Menâḳıbü’l-enṣâr”, 42.

Müslim, “Îmân”, 261, 263.

Taberî, Câmiʿu’l-beyân, XXX, 150-152.

Hâkim, el-Müstedrek, II, 528.

Zemahşerî, el-Keşşâf (Beyrut), III, 222.

İbnü’l-Cevzî, Zâdü’l-mesîr, IX, 162-167.

Fahreddin er-Râzî, Mefâtîḥu’l-ġayb, XXXII, 2-7.

Aynî, ʿUmdetü’l-ḳārî, Kahire 1392/1972, XVI, 165-166.

Süyûtî, Lübâbü’n-nuḳūl fî esbâbi’n-nüzûl, Beyrut, ts. (Dârü’l-kütübi’l-ilmiyye), s. 213.

Âlûsî, Rûḥu’l-meʿânî, XXX, 165-172.

İbn Âşûr, et-Taḥrîr ve’t-tenvîr, Tunus 1984, XXX, 407-418.

Elmalılı, Hak Dini, VIII, 5911-5926.

“el-İnşirâḥ”, UDMİ, III, 410-411.

1 Haziran 2025 Pazar

BUGÜN "ALLAHU EKBER" GÜNÜ


Bugün akşama kadar "ALLAHU EKBER" zikrini yapıyoruz.

Bu zikirle Allah Teala’nın büyüklüğünü TEFEKKÜR edeceğiz.


Allahu Ekber, kelime anlamı olarak“En büyük Allah'tır” anlamına gelir. Bu, Allah'ın sınırsız kudretini, sonsuz rahmetini ve her şeyin üzerindeki yüce mevkiini ifade eder. Kul, bu sözü dile getirerek Allah’ın yüceliğini tasdik eder ve kendisini O’nun huzurunda aciz bir kul olarak görür. 

Allahu Ekber, Allah'ın her türlü noksanlıktan münezzeh ve sonsuz bir büyüklüğe sahip olduğunu dile getirir. Allahu Ekber derken, insan kalben Allah’ın her türlü varlık üzerindeki hakimiyetini kabul eder. Bu, insanı tevhid inancına daha da yaklaştıran çok etkili bir zikirdir. Bu ifade, sadece bir kelime değil, aynı zamanda kalpten bir tasdik ve bağlılık ifadesidir.

Kul, Allahu Ekber zikrini tekrarlayarak Rabbine olan sadakatini ve teslimiyetini ifade eder. Bu, Allah'ın birliğini ve büyüklüğünü kabul etmenin en önemli yollarından biridir.

"Rabbinin ismini tespih et ve O’nu her şeyden yüce tut." (Müzzemmil, 73/8)

"Ve tekbir getirerek Rabbini yücelt." (Hac, 22/37) 

"Kelime-i Tevhid ve Allahu Ekber sözleri, mizanda en ağır gelen amellerdendir." (Tirmizî, Deavât, 8)

94-İnşirâh Sûresi- 5-8 . Ayet Tefsiri

                 Eûzu billahi mineş şeytânirracîm 

                 Bismillahirrahmanirrahim

﴾5﴿ Demek ki zorlukla beraber bir kolaylık vardır.

﴾6﴿ Evet, doğrusu her güçlüğün yanında bir kolaylık var.

﴾7﴿ O halde önemli bir işi bitirince hemen diğerine koyul.

﴾8﴿ Ve yalnız rabbine yönel.

                        Sadakallahul Azim

Tefsir (Kur'an Yolu)

Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem ve arkadaşları Mekke döneminde müşriklerin giderek türlü işkencelere kadar varan baskılarından acı çekiyorlardı. Bu durum hem peygamberi hem de müminleri üzüyordu. Yüce Allah resulünü ve müminleri teselli edip gönüllerini rahatlatmak için bu âyetleri indirerek sıkıntılardan sonra ferahlığın ve başarının geleceğini müjdelemiştir. Rivayete göre bu sûre inince Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem, 5 ve 6. âyetlerde güçlüğün yanında kolaylığın da bulunacağının iki defa zikredilmesini göz önüne alarak kendisine inananlara, “Müjdeler olsun! Size kolaylık geldi; artık bir güçlük iki kolaylığa asla galip gelemez!” buyurmuştu (Muvatta’, “Cihâd”, 6; Taberî, XXX, 151).

Oldukça muhtasar ve değişik şekillerde açıklanmaya elverişli olan “O halde önemli bir işi bitirince diğerine koyul” meâlindeki 7. âyetle ilgili olarak çok farklı yorumlar yapılmıştır (meselâ bk. Taberî, XXX, 152; Râzî, XXXII, 7). Bize göre İbn Âşûr’un, âyeti herhangi bir özel iş ve ibadetle sınırlamadan, “Önemli işlerden birini tamamlayınca ardından başka bir işe yönel ki böylece bütün vakitlerini önemli işlerle değer­lendirmiş olasın” şeklindeki açıklaması isabetli görünmektedir (XXX, 416-417). Bu yoruma göre âyette Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e ve onun şahsında müslümanlara bütün vakitlerini hayırlı ve yararlı faaliyetlerle değerlen­dirmeleri, ibadet, dua, tebliğ ve irşad gibi dinî faaliyetlerin de; çalışma, üretme, öğrenme-öğretme, yardımlaşma ve dayanışma gibi dünyevî faaliyetlerin de hakkını vermeleri istenilmiştir. Son âyette ise kişinin, gerek çalışmasında gerekse ibadetinde yalnız Allah’a yönelmesi, her işini öncelikle O’nun rızasını gözeterek yapması, ne diliyorsa O’ndan dilemesi, ne istiyorsa O’ndan istemesi emredilmiştir.

Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt:5 Sayfa:643-644

https://kuran.diyanet.gov.tr/tefsir/%C4%B0n%C5%9Fir%C3%A2h-suresi/6095/5-8-ayet-tefsiri

31 Mayıs 2025 Cumartesi

BUGÜN "LA İLAHE İLLALLAH'" GÜNÜ

Bugün akşama kadar "LA İLAHE İLLALLAH'" zikrini yapıyoruz.

Yine anlamını TEFEKKÜR ederek yapacağız.

Allah'tan başka ilah yoktur, Allah tek ve eşsizdir, her şeyin yaratıcısı, sahibi ve yöneticisidir. Rızık veren, öldürüp dirilten, herşeyi bilen, doğmayıp doğurmayan, göklerin düzen ve nizamını belirleyen, ibadet ve itaat edilecek tek merci yücelerin yücesi Allah Teala'dır.

 Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem, “Kıyamet gününde benim şefaatim sayesinde en mutlu olacak insan, kalbinden içtenlikle, Lâ ilâhe illallah diyendir.” (Buhârî, İlim, 33; Rikâk 51) buyurmuştur.


94-İnşirâh Sûresi- 1-4 . Ayet Tefsiri

                 Eûzu billahi mineş şeytânirracîm 

                 Bismillahirrahmanirrahim

﴾1﴿ Senin kalbini açıp genişletmedik mi?

﴾2-3﴿ Belini büken yükünü üzerinden kaldırmadık mı?

﴾4﴿ Ve senin şanını yüceltmedik mi?

                        Sadakallahul Azim

Tefsir (Kur'an Yolu)

“Senin kalbini açıp genişletmedik mi?” diye çevirdiğimiz 1. âyetteki “şerh-i sadr” kavramını Râgıb el-İsfahânî, “kalbin ilâhî bir nur ile Allah tarafından bir huzur ve sükûnet, bir rahatlık ile genişletilmesi” şeklinde açıklamıştır (el-Müfredât, “şrh” md.). Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in kalbinin açılıp genişletilmesi ifadesini, Zümer sûresinin 22. âyeti de dikkate alındığında, onun beşerî idrak kapasitesinin vahiy ile arttırıldığına ve âzami seviyeye çıkarıldığına işaret olarak anlamak uygun olur. Müfessirler bunu, ona indirilen vahyi anlaması, koruması ve peygamberlik görevini yerine getirebilmesi için kendisine verilmiş olan zihin açıklığı, mâneviyat yüksekliği gibi mânalarla da açıklamışlardır. Bazı müfessirler ise Duhâ sûresinin devamı mahiyetinde olan bu âyetlerde, bir süre ara verilmiş olan vahyin yeniden başlamasıyla Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in mâneviyatının güçlendirildiğine değinildiği kanaatindedir.

2 ve 3. âyetlerde, Resûlullah’ın belini büktüğü bildirilen “yükün kaldırılması”ndan maksadın ne olduğu konusunda değişik açıklamalar yapılmıştır (bk. Râzî, XXXII, 4-5). Bize göre Allah’ın bir lütuf olarak onun omuzlarından kaldırdığı yük iki şekilde açıklanabilir: 

a) Arasında yaşadığı topluluğun inanç ve ahlâk yönünden içine düştüğü durumdan dolayı duyduğu ıstırabın, Allah’ın kendisini vahye mazhar kılıp kalbine ümit ve ferahlık vermesi suretiyle dindirilmesi veya hafifletilmesi; 

b) Tevhid inancını ve insan ilişkilerinde adalet, dürüstlük, merhamet, iyilikte yardımlaşma gibi erdemleri hâkim kılma mücadelesinde birçok ilâhî destek ve inayete mazhar kılınması.

Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in “şanının yüceltilmesi”ne müfessirler, Resûlullah’ın adının mukaddes kitaplarda zikredilmesini ve geleceğinin müjdelenmesini, kelime-i şehâdette onun isminin Allah’ın ismiyle birlikte yer almasını, gökyüzünde melekler, yeryüzünde müminler tarafından hürmetle anılmasını, Kur’an’da Allah’a itaatle birlikte ona da itaat edilmesinin emredilmesini örnek gösterirler (bk. Şevkânî, V, 542). Âlemlere rahmet olarak gönderilmiş olması da (bk. Enbiyâ 21/107) onun şanının yüceltildiğini ifade eder. Ayrıca erken döneme ait olan bu âyeti, ileride Resûlullah  sallallahu aleyhi ve sellemin isminin ve tebliğ ettiği dinin bütün dünyada tanınıp yayılacağını bildiren bir müjde olarak anlamak da mümkündür. Yine, Kur’an’da onun müstesna niteliklerini, Allah katındaki konumu ve değerini açıklayan âyetler de bu bağlamda “şanını yüceltme” olarak değerlendirilebilir.

Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt:5 Sayfa: 642-643

https://kuran.diyanet.gov.tr/tefsir/%C4%B0n%C5%9Fir%C3%A2h-suresi/6091/1-4-ayet-tefsiri

30 Mayıs 2025 Cuma

****HACCA GITMEDEN EVVEL BU YAZIYI OKUYUN!


Bu üçüncü haccımda yeni bir şey keşfettim: Yapım gereği hırçın, çabuk kızan, çabuk etkilenen birisiyim. Önceki gelişlerimde beni itip kakanlar, ya da omuz vurup önüme geçmek isteyenlerle cedelleşmekten ibadete vakit bulamazdım. Bu defa kendime söz verdim, dedim ki, bu insanlar benim kardeşlerim. Bazılarının bilgileri eksik, kültürleri farklı olabilir. Buraya ilk defa gelenleri var. Arkadaşını kaybetme endişesiyle acele edip bana çarpanların olması normal. Muhal ama kasten kabalık yapanlar bile olabilir. Hiç birisine kızmayacak ve hiç birisine karşılık vermeyeceğim, önüme geçmek isteyene yol vereceğim.

Hamdolsun bunu şu ana kadar büyük ölçüde başardım.

Ne oldu biliyor musunuz? Allah bunu peşinen mükâfatlandırdı ve kardeşlerimi kendime tercih etme bende müthiş bir rahatlama ve haz oluşturdu. Meğer rahatlık veren bir şeyi rahatsızlığa dönüştüren bizmişiz.

Haccın bu yönüyle de bir eğitim vesilesi olduğunu anladım. Sadece bu değil, aynı zamanda bir temizlik eğitimi, bir nezaket eğitimi, bir kardeşlik eğitimi. Bir îsar uygulaması, yani kardeşini kendine tercih etme ahlakının kazanılması.

Diyanet"in çok verimli ve anlamlı irşat programı gereği yurt içinden ve yurt dışından gelen Türkiye hacılarına her gün iki konuşma yapıyoruz. Onlara bu minval üzere bir şeyler söylemeye, "îsar"ın bir Kur"an kavramı bir İslam ahlakı olduğunu anlatmaya çalışıyorum.

Ebu Talha örneğini veriyorum:

Allah Rasulü"nün hicret sonrası Medine"de hayata ilk geçirdiği uygulamalardan birisi muahât / kardeşleştirme olayıdır. Mekke"den gelen her ferdi, Medineli birisiyle kardeş yapıp onun yanına vermiş. Bu olay başlı başına anlatılması gereken bir mucizedir, ona döneceğim.

Medine"nin Kürtleri ve Türkleri diyebileceğimiz ve sürekli kavga eden Evs ve Hazreç kabilelerini de Allah"ın ipi Kur"an-ı Kerim ve iman etrafında birleştirip kardeş yapmış.

Yeni gelenlerden birisi bir akşam Allah Rasulü"ne müracaat ederek karnının aç olduğunu bildirmiş. Allah Rasulü, kardeşinizi misafir edip karnını doyuracak olanınız var mı, diye sormuş. Herkes birbirine bakarken Ebu Talha, ben alıp götüreyim demiş. Önceden de gidip karısına, bak hanım, bu Allah Rasulü"nün misafiridir, karnını doyurmalı ve misafir etmeliyiz diye tembihlemiş. Ama yemek bekleyen çocuklarına bile yetmeyecek bir çorbadan başka bir şeyleri de yokmuş.

Olsun demiş Ebu Talha. Sen çocukları uyut ve çorbayı misafirimize getir. Gelince de kazara olmuş gibi lambaya çarp ve söndür. Böylece misafirimiz benim yemediğimi farketmez, yemeğin hepsini o yer ve karnını doyurur…

Böyle yapmışlar ve ertesi sabah Allah Rasulü"nün yanına gelince işte o îsar ayeti gelivermiş. Fedakâr müminlerin vasıflarını sayarken Allah şöyle buyurmuş: "Onlar ki, açlıktan kıvranırken bile kardeşlerini kendilerine tercih ederler".

Kendine tercih etme, yani îsar. Hacı adaylarına bunu anlattım ve burada îsar ile tanışmadan ayrılmamalıyız dedim.

Bu gün Müslümanların en büyük problemlerinden biri ırkçılık olduğu için de Bilal ve Ebu Zer olayını hatırlattım. Ebu Zer, Ğifar kabilesinden asil bir Arap. İlk Müslümanlardan ve ilk hicret edenlerden, yani Kur"an-ı Kerim"in övdüğü müminlerden. Bilal ise Afrika kökenli siyah bir köle. Mekke"de Ebu Zer"den de önce Müslüman olmuş birisi. Hz. Ebubekir onu satın alıp azat etmiş.

İşte bu iki sahabi Medine"de bilmediğimiz bir sebeple bir tartışma yaşarlar. Ebu Zer ona, "hadi oradan, siyah kadının oğlu!" anlamında bir hakaret cümlesi kullanır. Elbette bu söz Bilal"i incitir, hemen Allah Rasulü"ne gidip şikâyette bulunur. Allah Rasulü o kadar kızar ki, boyun damarları kabarır. Ebu Zerr"i çağırır ve der ki: "Ebu Zer! Sen hâlâ cahiliyet kalıntısı mı taşıyorsun!".

Ebu Zer bu hatasını affettirmek için gidip Bilal"in kapısında yatar ve, Bilal! Der. Sen ayağınla başıma basıp geçmedikçe vallahi ben bu kapıdan kalkmayacağım. Araya girip meseleyi tatlıya bağlarlar.

Bunu da anlattım ve aman ha, burada olsun kimseyi kökeniyle hakir görmeyelim. İslam adına en büyük ahlaksızlıklardan birisi budur, dedim. Kökeniyle ilk övünen şeytandır. Beni ateşten yarattın Âdem"i topraktan, o gelip bana secde etsin demiş ve şeytan olarak kalmış. Âdem ise günahından tövbe edip peygamber olmuş.

Yazının tamamı için:

http://www.yenisafak.com/yazarlar/faruk_beser/mekke-futuhati-ve-%C3%AEsar-34557

***Haccın ruhu-Faruk Beşer


...Hac İslam'ın beş temel direğinden biridir ve müslüman bir mükellefe haccın farz olması oraya gidebilmenin yolunu ve imkânını bulmasına bağlıdır. Yani zengin olması şart değildir...

...Hac, kastetme, yönelme demektir. Ama dünyada kastedilecek en önemli şey Kâbe'yi ziyaret etmek olduğu içindir ki, hac orayı kastetmenin özel adı olmuştur...

...çoğu insan işin şekil şartlarına olması gerekenden fazla sarılıp, haccın asıl manevi boyutunu ihmal ediyor...


... asıl hac, dünyaya ait zaman ve mekândan çıkıp, öbür âlemin zamanını ve mekânını yaşama provasıdır. Haccın zamanın öbür âleme geçiş anı olduğu içindir ki, hacdaki bütün yorgunluklara rağmen kişi her seferinde yine oraya gidebilmenin özlemini yaşar. Elbette bunu prova olmaktan çıkarıp hakikate dönüştürebilecek maneviyata sahip pek çok hacı adayı ve görevlisi de vardır...

...Öncelikle her işin başı, sağlam bir niyettir.Bu sebeple hacca niçin gidiyorum sorusunun cevabı önemlidir. Allah bunu benden istiyor, onun emrini yerine getirmek, O'nun şiarı olan Kâbe'yi ziyaret etmek, böylece Allah ile olan ahdimi yenilemek, günahlarımdan arınmak ve artık o günahları işlememek üzere karar vermek için gidiyorum. Allah'ın elçisini de ziyaret edip selam vermek, onu görmüş gibi hissetmek, sünnetine artık bağlı kalacağıma söz vermek, bütün dünya müslümanları ile farklı ırklardan kardeşlerimle kucaklaşmak için gidiyorum… Eğer içimizde bu ve buna benzer duygular galipse haccın niyeti sağlam demektir. 'Ameller niyetlere göre değer kazanır'. Aynı işi yapan bir mümin sadece hac farzını üzerinden düşürmekle kalırken, bir başkası sırf bu sağlam niyeti sebebiyle bunun yanında dünyalar kadar sevap kazanabilir. Kul hakkı hariç, bütün günahlarını sildirmeyi başarır...

İkinci önemli husus, hacca helal imkânlarla gitmektir. Allah'a isyan anlamına gelen haramla, Allah'a ibadet ve itaat olmaz. Bunun için en iyi hac parası borç alınan paradır derler. Çünkü haram olmadığında şüphe olmayan tek para, vermek niyetiyle alınan borçtur. Onu öderken belki haramla ödemiş olabilirsiniz, ama borç olarak aldığınız paranın helal olduğu kesindir...

Yazının tamamı için:

Hacca Bedel Gönderilecek Kimseler hk.

Din İşleri Yüksek Kurulu Kararları
Karar Yılı: 1979 - Karar No: 57
Konusu: Hacca Bedel Gönderilecek Kimseler hk.
   

Hac Dairesi Başkanlığının 04.06.1979 gün ve 79/218 sayı ile kurulumuza intikal eden “Hacca Bedel Gönderilecek Kimseler” hakkındaki yazısı incelendi. 

Yapılan müzakere sonunda: 

Hanefî Mezhebi’nde, hacc menasikini bilerek ve daha kolay eda edebileceği için, hacca bedel (vekil) gönderilecek kişinin önceden haccetmiş olması daha uygun (efdal) görülmüşsse de, zorunlu değildir. Ancak gönderilecek vekilin, hacc menasikini iyi bilen, güvenilir ve salih bir kişi olması da önemlidir.
Şafiî mezhebinde ise, bedel (vekil) gönderilecek kişinin, önceden kendi adına haccetmiş olması gerekir. Ancak, zorunlu hallerde bir kimsenin, diğer mezheplerin hükümleriyle amel etmeleri, bütün mezheplerce caiz görülmüştür. Bu itibarla, Şafii Mezhebine mensup kimselerin de Hanefî mezhebi hükümlerine göre amel etmelerinde dinî bir sakınca yoktur. 

Vasiyyetinde, adına bedel gönderilecek kişiyi ismen veya vasfen belirleyen, yani “benim adıma fulan kimse veya şu nitelikte bir kimse haccettirilsin”, diyen kimsenin, ismen veya vasfen belirlediği kişilerden birinin, her hangi bir sebeple bedel gönderilmesi mümkün olmazsa, bir başka kimsenin bedel (vekil) olarak haccettirilmesi caizdir.
Fakat vasiyetinde, “adıma filan kişi veya şu nitelikte kişi haccettirilsin, başkası değil,” diye, ismen veya vasfen belirlediği kimselerden başkasının adına haccettirilmesini yasaklamış olan kimse adına, bir başka kimsenin bedel (vekil) gönderilmesi caiz görülmemiştir. 

Keyfiyetin Başkanlık Makamına mütalaaten arzına karar verildi.

***HAC:Yeniden doğuş


“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim


Hac...
Özel bir maksatla, özel bir mekâna, özel bir zamanda yapılan yolculuktur Hac... Ziyaret edilen yer, gerek iklim gerekse tabiat güzelliği bakımından başka bölgelere kıyasla çok da cazip değildir aslında. Mahşerî bir kalabalığın zorunlu olarak aynı zaman dilimleri içinde aynı yerlerde bulunmasının getirdiği izdiham da hesaba katıldığında, Hac seyahatinin başka herhangi bir yolculuğa kıyasla hayli meşakkatli olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.

Ne var ki, ne o haşr u neşri andıran kalabalığın izdihamı, ne dışarıdan gidenler için mevsimin alışılmadık sıcaklığı, ne yolculuğun sıkıntısı.. hiçbir şey bir gidenin bir daha, bir daha gitme arzusuyla yanıp tutuşmasına engel olamıyor! Daha doğrusu dışarıdan bakanlar için birer “sıkıntı” gibi görünen bütün durumlar, Haccı bütün anlam boyutlarıyla “yaşayanlar” için söze dökülmesi imkansız bir idrak ve duyuş olarak ruhlara yerleşiyor.

Lebbeyk’in hikmeti
Özellikle ibadetler söz konusu olduğunda, neyi niçin yaptığımızı belirlemek anlamında “illet” tesbiti yapmak mümkün değildir, ancak bu gerçek, ibadetlerin bize bakan yönünden yansıyan hikmet parıltılarını görmemize engel oluşturmuyor.

Mukaddes mekânlara yaklaşma heyecanı içimize düştüğü andan itibaren kulluğu, teslimiyeti ve itaati en üst seviyede kelimelere döken 
“Lebbeyk Allâhümme lebbeyk,lebbeyke lâ şerîke leke lebbeyk,innel hamde venni’mete leke vel mülk,lâ şerîke lek.” cümlesinin her tekrarlanışında dilden kalbe akan ve oradan bütün benliği saran rikkat (Kalb inceliği ve yumuşaklığı), başka herhangi ibadette böylesine sarsıcı ve kalıcı olmuyor.


“Bütün emirlerine gönülden bir boyun eğişle huzurundayım; Sen bütün varlığın yegâne yaratıcısı, sahibi, hakimi, ve Rabbi olarak ne buyurduysan şeksiz-şüphesiz, itirazsız, sızlanmasız kabul edip, teslim oldum. İşte bütün adanmışlığımla huzurundayım; emret Allahım... Hamd ancak Sanadır, başta ‘var edilmişlik’ nimeti olmak üzere, hayatımızın devamı için, Seni layıkı veçhile tesbih ve tenzih, Sana gereği gibi kulluk edebilmemiz için gerekli bütün maddi ve manevi nimetlerin kaynağı ancak Sensin. İçinde benim de bulunduğum bütün varlık Senindir. Hamdde, şükürde, taat ve kullukta, mülk ve varlıkta Senin hiçbir ortağın yok. Emret Allahım!” anlamına gelen bu "boyun eğiş"cümlesi, haccın aklî bir izahı bulunmayan birçok menasiki ile tam bir uyum göstermektedir.

Sadece hacı adaylarının değil, bütün bir tabiatın müştereken terennüm ettiği bu kulluk bildirisi, haccı diğer ibadetler yanında “özel” kılan bir diğer husustur. Efendimiz
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem)şöyle buyurmuştur: “Hiçbir mü’min yoktur ki, telbiye getirsin de, yeryüzünün bir ucundan ötekine sağında ve solunda bulunan taş, ağaç, toprak da onunla birlikte telbiyede bulunmasın.” (Tirmizî, İbn Mâce)

Hac menasiki ve teslimiyet
Kâbe’nin etrafında niçin 7 kere dönüyoruz? Arafat Vakfesi dediğimiz “duruş”un anlamı nedir? Niçin bütün hacılar belli bir vakitte bir dağın üzerinde veya eteklerinde bulunmak ve orada belli bir süre geçirmek zorundadır? “Şeytan taşlama”nın rasyonel bir anlamı, aklî bir izahı var mıdır? Harem-i Şerif sınırları içinde avlanmanın, ağaç kesmenin, ot yolmanın… yasaklığının sebebi nedir?!


Hac ibadetini benzersiz yapan belki de tam burasıdır. İnsanı bu alemden alıp adeta Melekût Alemi’ne götüren bu iklimin her şeyi farklıdır. Hacının dünyayı soyunarak ihramı giyinmesi, dünya hayatını çağrıştıran her türlü renk, dil, cinsiyet… farklılığının, rütbe ve makamların, şöhret ve etiketlerin sıfırlanması ancak hac atmosferinin bütünlüğü içinde gerçeklik ifade ediyor. Yukarıda anlattığımız “Lebbeyk” manifestosu (Telbiye) ancak ihramlı bir kimsenin dilinde bu kadar sahici ve gerçek olabilir!

Haccın hem mukaddes mekânlarda, hem belli bir vakitte, hem de adeta bir ahiret provası tarzında eda edilmesi hep bu teslimiyeti vurgular gibidir. Bize bu dünyaya bağlanmamamız, geçici dünyayı kalıcı ahiretle birlikte yaşamamız gerektiğini ve dünyadayken yüzümüz ahirete dönük olarak yaşamamızı her vesileyle öğütleyen yüce dinimiz, bunu soyut bir kabul seviyesinde bırakmamış, hayatın içine sokmak suretiyle “gerçeklik” haline getirmiştir. İ’tikâf uygulaması bunun örneklerinden biridir. Dünyadayken dünyadan soyutlanmak, ruhu ve benliği bir süreliğine de olsa dünya taalluklarından arındırmak, bir “sünnet” olarak yaptığımız i’tikâf uygulamasının hikmet boyutunda yakalayabildiğimiz hususlardandır.

Ama dünyadayken dünyadan arınma halinin en üst seviyede gerçekliğe dönüştüğü süreç, hiç şüphe yok ki Hac ibadetinin yapıldığı zaman dilimidir. İnsanların “bir tarağın dişleri gibi” eşitlendiği, insanlar arasındaki her türlü arızî farkın ortadan kalktığı ve layıkı veçhile yerine getirildiği zaman insanı annesinden yeni doğmuşçasına tertemiz/günahsız yapan Hac ibadeti, bu yönüyle diğer ibadetlerin çok üstünde bir anlam ve öneme sahiptir.

Nitekim Efendimiz 
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem)’e “Hacı kimdir?” diye sorulduğunda, “Saçı başı toz toprak içinde olan, koku sürünmeyen kimsedir.” (Tirmizî, Ebu Davud) buyurması, Hac ibadetinin hakkını vermiş olmak için dünyayı ve onunla ilgili kaygıları Hac esnasında tamamen içimizden söküp atmak gerektiğini ifade etmektedir.

Kadim zamanlara uzanmak
Hac ibadetinin bizim için bir diğer önemi de, kutlu ve kadim zamanlara şahitlik etmiş mekânların bizi bürüyüp içine alan atmosferidir. Kâbe’nin ilk inşa edildiği zamanlardan, Hz. İbrahim ve Hz. İsmail
(ikisine de selam olsun) döneminden, zamanın Efendimiz 
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem) ve O’nun kutlu sahabesiyle şereflendiği Saadet Asrı’na, yeryüzünde adaletin şahitleri ve bekçileri olarak yaşadığımız uzun asırlardan günümüze gelene kadar neler yaşandı bu mekânlarda, neler!.. Hac bize, o zamanlarda olmasa bile o mekânlarda bulunma fırsatı verdiği için de ayrı bir önemi haizdir. Efendimiz (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) bu noktaya dikkatlerimizi çekerek şöyle buyuruyor: “Hac menasikini ifa ettiğiniz yerlerde durunuz. Çünkü siz atanız İbrahim’in mirası üzeresiniz.” (Ebu Davud)

Hacca gitme fırsatını yakalayanların bu noktada bir ön hazırlık yapması oldukça önemlidir. Milletine mensup olma şerefine nail kılındığımız Hz. İbrahim 
(Aleyhisselam)’ın “tek başına bir ümmet olarak” yürüttüğü tebliğ faaliyeti, bu uğurda maruz kaldığı eziyetler… Oğlu Hz. İsmail (Aleyhisselam)’ın muhteşem teslimiyeti… Peygamberli zamanların son kıvrımında Alemlerin Efendisi (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) ve O’nun güzide arkadaşlarının Mekke’de ayrı, Medine’de ayrı yaşadıkları… Bütün bunlar bize, insanlığın uzun yürüyüşünde aslında herhangi bir kesinti olmadığını, Tevhid ve adalet sancağının kadim zamanlardan bu yana elden ele taşınarak geldiğini anlatıyor. Yeryüzünde insanlar için inşa edilen ilk mabet olan (Âl-i İmran, 96) kutlu Kâbe bunun en canlı şahididir; Makam-ı İbrahim de öyle...

Kâbe: Bereket ve hidayet kaynağı
Rasyonel aklın bütün mekanizmalarını işlemez hale getiren bir noktadayız şimdi. Kâbe, tarihin bir döneminde Hz. İbrahim ve oğlu Hz. İsmail (ikisine de selam olsun) tarafından taş ve çamurdan inşa edilen dört köşe bir yapı mıdır sadece? O yapı ki tarih içinde birçok defa çeşitli sebeplerle tahrip olmuş, kimi zaman tamir görmüş, kimi zaman temellerine kadar sökülüp yeniden yapılmıştır.

O halde bu “yapı”nın özelliği nereden gelmektedir?

Şüphesiz ki zaman da mekân da Allah Tealâ’nın mahlukatındandır. Dolayısıyla (Ramazan ayı, Cuma günü, Kadir gecesi… gibi) bir kısım zamanlar ve (Mescid-i Haram, Mescid-i Nebî, Mescid-i Aksa, Ravza-i Mutahhara… gibi) bir kısım mekânlar, özellik ve değerini bizzat kendilerinden değil, taallukatlarından alırlar. “Şerefu’l-mekân bi’l-mekîn” (Mekânın üstünlüğü, orada bulunanın üstünlüğünden gelir) sözü buna yakın bir durumu ifade eder. Yani zaman da, mekân da, kendilerini değerli kılan Rabb-i Müteal’in veya O’nun değer verdiklerinin değer vermesi ile değerli olur. Bu sayede madde ile mananın, fizik ile fizik ötesinin, beşer alemi ile Melekût Alemi’nin kesişme noktaları olmak, bu zaman ve mekânların ortak özelliğidir. Kutlu bir zaman olarak Hac mevsimi ve kutlu bir mekân olarak Kâbe de böyledir.

Yüce Rabbimiz 
(Celle celaluhu) şöyle buyurur: “Şüphesiz alemlere bereket ve hidayet kaynağı olarak insanlar için kurulan ilk ev (mabet), Mekke’deki (Kâbe)dir.” (Âl-i İmran, 96)

Acaba Kâbe’nin insanlar için bir “bereket ve hidayet kaynağı” olması ne demektir?

Yukarıda Hz. İbrahim ve oğlu Hz. İsmail (ikisine de selam olsun) tarafından inşa edildiğini söylediğimiz Kâbe, ilgili ayetlerin (Bakara, 125-127; Hac, 26) ifadesinden de anlaşıldığı gibi, onlardan daha önce mevcut idi. İşaret ettiğimiz ayetlerde geçtiğine göre, Yüce Rabbimiz 
(Celle celaluhu) Kâbe’nin yerini Hz. İbrahim (Aleyhisselam)’a göstermiş, o da temelleri üzerine Kâbe’yi inşa etmişti. Keza Âl-i İmran 96. ayette de Kâbe’nin, “yeryüzünde kurulmuş ilk mabet” olduğunun zikredildiğini biliyoruz.

Bu da gösteriyor ki Kâbe, insanlık tarihi kadar eski bir geçmişe sahiptir ve ilk yapıldığı günden bu yana hep hakkın, hakikatin, tevhidin ve hidayetin merkezi olmuştur. Rivayetlerden öğrendiğimize göre Kâbe yeryüzünün merkezi olarak, Melekût Alemi’ndeki Beyt-i Ma’mûr’un tam hizasında bulunmaktadır. (Musannef-i Abdürrezzâk, 5/28; Taberânî, el-Mu’cemu’l-Kebîr, 11/417). Yine Efendimiz 
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem)’in haber verdiğine göre orayı her gün yetmiş bin melek ziyaret etmekte ve bir giden grup bir daha gitmemecesine bu böyle devam etmektedir. (Buharî, Müslim, vd.). Melekût Alemi’nde meleklerin Beyt-i Ma’mûr merkezinde eda ettiği kulluğu, dünyada da müminler Kâbe’nin etrafında ifa etmektedir.

Buna bir de Mescid-i Haram’ın doğrudan Allah Tealâ tarafından “haram bölge” olarak ilan edilmiş olması gerçeğini de ilave ettiğimizde, Kâbe ve çevresinin aynı zamanda bir emniyet ve huzur mekânı olduğunu anlarız. Avının avlanamaması, ekininin koparılamaması da bu yüzdendir.

Oraya korkuyla giren emin olur; kederle giren ferahlık bulur, günahla giren arınmış olarak çıkar. Cahiliye Araplarının şirk bataklığında debelendiği en karanlık zamanlarda bile Kâbe huzur ve güvenin adresi olma özelliğini sürdürmüş, günlerini didişmekle geçiren cahiliye Arap kabileleri, Kâbe’ye sığınanlara dokunmaz, onun hürmetini ihlal etmekten çekinirlerdi. Kâbe’nin insanlar nezdindeki bu itibar ve hürmeti dolayısıyla Yemen hükümdarı Ebrehe, kendi memleketinde bir bina inşa etmiş ve insanları Kâbe’den vaz geçirip oraya sevk etmek için Kâbe’yi yıkmaya azmetmişti. Efendimiz 
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem)’in dünyaya teşrif ettiği yıl meydana gelen bu olayda Ebrehe ve ordusu Fil Suresi’nde anlatılan feci akıbete uğramıştı.

 Hac ibadeti müminler için yeniden doğuş anlamına gelir. Bu, zayıf inancı imana, imanı da yakîne dönüştüren bir etkidir; haccın esrarından biri de müminde böyle bir dönüşümü gerçekleştirmesidir.

E.Sifil 


"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"


Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

***Haccın esrarı- Faruk Beşer


...Hac aynı zamanda bir ahlak eğitimidir. Pintilik yapmamanın, cömert olmanın öneminin kat kat daha arttığı yerlerden birisi hac yolculuğudur. Bu sebeple eğer imkânı varsa hac yolcusunun harçlığını bol alması, muhtaçlara, yol arkadaşlarına hep ikramda bulunması ama israf sayılan harcamalardan kaçınması gerekir...


Yolculuklar ve özellikle de hac yolculuğu ahlaklı olabilmek için insanın nefsiyle ve şeytanı ile kıyasıya mücadele etmesi gereken zamanlardır.Güzel ahlak başkasına eziyet vermemek değil, arkadaşlarından ve komşularından gelecek eziyetlere tahammül edebilmektir...

...Gidenler bilirler, özellikle hac ve umre yolculuklarında sanki insanın arkadaşlarına sataşması için özel şeytanlar görevlendirilir. Belki bu sebeple Allah (cc) “Hacda çirkin sözler söyleme, sövüp sayma ve tartışma olmaz” buyurmuştur. Aslında bunlar hac dışında da olmaması gereken şeylerdir, ama özellikle hac için zikredilmesi anlamlıdır.

Hacda keyif ve konfor aramak hoş değildir. Resulüllah'ın ifadeleriyle 'hacı üstü başı dağınık, toz toprak içinde olan adamdır'...

... İnsan zengin olabilir ama orası ihramıyla dahi imaj arama yeri değil, tevazu eğitimi yeridir, aciz bir kul olduğunu gösterme yeridir.

Haccın farklı ibadetlerinin her birine ve bunların yapıldığı yerlere mensek (ç: manasik) denir. Bu kelimenin kök anlamındaki ağırlıklı mana ibadettir ama aslında temizleyip arındırma anlamı da vardır. Bu sebeple hacı adayının haccın her farklı mekânında/manasikinde orayla ilgili manaları düşünüp anlamaya çalışması, böylece onu dünyaya bağlayan duygulardan arınması beklenir.

Mesela Arafat, marifetten, bilgiden gelir, Allah'ı hakkıyla tanımayı temsil eder. Meş'ar-ı haram, Allah'a isyan anlamına gelebilecek şeylerin bilincinde olmayı ifade eder, şuur kelimesinden gelir. Şeytan taşlama, orada hazırolda bulunan bir varlığı taşlama demek değildir, insanın kendisini azdırıp saptıran her duygusunu, yani herkesin kendi şeytanını taşlamayı ve ondan kurtulmayı anlatır. Kurban, kişiyi Allah'tan uzaklaştıran her sevgiliyi O'nun uğrunda feda edip O'na yaklaşmanın adıdır. Tıpkı İbrahim'in İsmail'ini kurban etmek istemesi gibi, herkesin kendi İsmail'ini feda edebilmesi demektir. Mina, ümniyye ve arzu anlamındadır. Hac menasikini hakkıyla yapan birisinin artık umduklarına nail olabilmeyi umabileceğine işaret eder. Orada artık ihrama girmekle birlikte başlayan telbiyenin kesilmesi de bundan olmalıdır. Hacı o ana kadar Allah'ın emrine amade olup geldiğini ilan edilirken, sanki o andan itibaren artık bunun karşılığını beklediğini anlatır.

Kâbe Allah'ın birliğini ve sonsuzluğunu temsil eder. Tavaf eden ona bakarken cennette Allah'ı görmeyi umut ederek bakar. Günahları sebebiyle O'nun cemalini görememekten korkar ve kendini toparlar. Yedinci kat gökte, Kâbe'nin tam hizasındaki Beytülmamur etrafında tavaf eden melekler topluluğunu düşünür, onların derecesine yükselmenin umudunu yaşar.

Hacerulesved'i selamlama ya da öpme kulun Allah'la musafaha ediyormuş gibi O'na olan ahdini yenilemesidir...

Ve nihayet Medine-i Münevvere'yi, Nurlu şehri ve Resulüllah'ın mübarek kabirlerini ziyaret ederek Allah'ın bütün bu güzellikleri bize öğrettirdiği elçisine vefa borcunu ödemiş olmayı düşünür. Onun yolunda olduğu, bu yoldan ayrılmamayı, arkadaşlarının onu canları ve malları pahasına korudukları gibi, onun sünnetini koruyacağı bilincini tazeler, bunun sözünü vermiş olur. Allah'ın şu vaadini hatırlar: “Eğer onlar kendilerine zulmettiklerinde sana gelselerdi de Allah'tan mağfiret isteselerdi, Peygamber de onlar için mağfiret isteseydi, kesin Allah'ıTevvâb/tövbeleri çokça kabul eden, Rahîm/çok merhametli bulurlardı”. (Nisa 4/64). Kabri şerifi bu ümitle ziyaret eder ve artık kalan hayatında istikametten ayrılmamaya çalışır.

Yazının tamamı için:

***Riyâzü's Sâlihîn'in " HAC BÖLÜMÜ " Bâbı-9-


1287. İbni Abbâs radıyallahu anhümâ şöyle dedi: Ukâz, Mecinne (Micenne) ve Zülmecâz İslâm öncesi dönemde meşhur panayır yerleri idi. Bu sebeple İslâm döneminde (bazı müslümanlar) bu pazarlarda alış - veriş yapmayı günah sandılar. Bunun üzerine hac mevsiminde "Alış - veriş yaparak Rabbinizin fazl ve kereminden istifade etmenizde sizin için bir günah yoktur" âyeti indi. 

Buhârî, Hac 150, Büyû 1, Tefsîru sûre (2), 24 

Açıklamalar 

Abdullah İbni Abbâs hazretleri bu beyanı ile hac ibadetini yerine getirirken ticaret de yapılabileceğini ortaya koymaktadır. Araplar’ın İslâm öncesi dönemde ve özellikle hac mevsiminde Mekke civarında umumi pazarlar kurdukları, oralarda alış-veriş yaptıkları hatta şiir ve edebiyât yarışmaları düzenledikleri bilinmektedir. İbn Abbâs hazretleri bu dört büyük pazar veya panayırdan üç tanesinin adını vermiştir. Bir de Hubâşe panayırı vardır. Bu panayırların en büyüğü ve en uzun süreli olanı zilkade ayının başında kurulup yirmi gün süren Ukâz panayırı idi. Hz. Peygamber peygamberlik öncesi dönemde Kus İbni Sâide'nin ünlü hitâbesini bu panayırda dinlemişti. 

İslâm geldikten sonra müslümanların bir kısmı, bu eski Câhiliye dönemi panayırlarında hac mevsiminde ticaret yapmayı hoş karşılamamışlar, aksi halde günah işleyecekleri kaygısına kapılmışlardı. Bunun üzerine nâzil olan Bakara sûresi'nin 198. âyeti, hac mevsiminde müslümanların alış - veriş yaparak Rablerinin fazl ve kereminden istifade etmelerinde herhangi bir günah bulunmadığını bildirdi. Böylece hac ibadetinin îfâsı için mukaddes topraklara giden kimselerin ticaret yapmalarında herhangi bir sakınca bulunmadığı kesinleşmiş oldu.

 Günümüzde hacca gidenlere oralara ticaret için değil, ibadet için gittikleri hatırlatılarak âdeta ticaret yapmamaları önerilmektedir. Bu, ticaretin haram veya yasak olduğunu değil, ticarete dalarak hac ibadetinden elde edecekleri mânevî feyz ve bereketi kaçırmamaları anlamında bir uyarıdır. Yoksa bir insan sırf ticaret veya geçimini sağlamak maksadıyla işçi olarak oralara gitse ve hac mevsiminde de haccetse, haccı sahihtir. 

Hac, bir anlamda en büyük dinî turizm olayıdır. Hele günümüzde milyonlarca insanın aynı anda aynı mekânlarda bulunması dikkate alınırsa, elbette o kadar insan arasında sadece mânevî değil maddî ve ticarî birtakım muamelelerin olması hem kaçınılmaz hem de oldukça tabiidir. Bu sebeple hacıların oralarda alış-veriş yapmalarını ve ticaretle iştigal etmelerini garipsememek gerekmektedir. Ancak bütün vaktini ticarete tahsis etmek, elbette hac niyetiyle gitmiş bir kimse için uygun olmaz. İbadeti de ticareti de kararınca yapmak gerekir.

 Memleket ve yörelerin örf ve âdetine göre aşırıya kaçmadan dönüşte eş-dost ve akrabaya hediye edilmek üzere bazı şeyler almak anlayışla karşılanmalıdır. Ancak bu konuda da oldukça mûtedil davranılması gerekir. Fuzûli harcama ve israfa yol açılmamalıdır. Mukaddes topraklara olan hasret, özlem ve saygıyı arttırıcı olumlu tavırlar sergilemek herhalde hac ibadetini yerine getirme bahtiyârlığına kavuşmuş insanlara daha çok yakışır. 

Hac-ticaret ilişkisi söz konusu olunca, halkımız arasında hacı olan kimsenin bir daha ticarî hayata dönmemesi, tartı - terazi başına geçmemesi gerektiği şeklindeki yanlış bir kanaate de işaret etmek yerinde olacaktır. Oysa tam aksine hac ibadetini yerine getirmiş bir müslümanın, eskisinden daha dürüst bir şekilde işinin ve ticaretinin başında olması gerekir. Namaz kılan bir müslüman ne kadar dürüst olmak zorunda ise, haccetmiş olan müslüman da aynı şekilde dürüst olmak zorundadır. Öteki ibadetleri yerine getiren müslümanlar nasıl geçimlerini sağlamak, üretmek için çalışmak zorunda iseler, haccetmiş kişiler de aynı şekilde çalışmak zorundadırlar. Ama onlara yakışan tam anlamıyla dürüst olmaya çalışmak, "hacı" sıfatını asla birtakım sahtecilikleri ört-bas etmek için kullanmamaktır. 

Hadisten Öğrendiklerimiz 

1. Hac mevsiminde ticaret yapmak serbesttir.

 2. Hacceden kimselerin iş ve ticaret hayatından el etek çekmesi diye bir şey söz konusu değildir. 

3. “Haccı koruyamam” veya “tutamam” gibi sudan bahanelerle şartlarını elde etmiş olanların haccı ertelemeleri doğru değildir. 

4. Önemli olan ibadetlerin bize kazandırdığı dürüstlüğü günlük hayatımıza aktarabilmek ve böylece müslümanca yaşamanın mutluluğunu hem tatmak hem de çevremizde bulunanlara telkin etmektir. 

5. İslâm'da alış-veriş, sadece cuma günü iç ezanından cumanın farzı kılınıncaya kadar yasaktır. Bunun dışında her zaman ve her yerde serbesttir.

***Riyâzü's Sâlihîn'in " HAC BÖLÜMÜ " Bâbı-8-


1286. Enes radıyallahu anh'dan rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, erzak ve eşyâsı da aynı deve üzerinde olduğu halde deve ile hacca gitmiştir. 

Buhârî, Hac 3. Ayrıca bk. İbni Mâce, Menâsik 4 

Açıklamalar 

Hadisin râvisi Hz. Enes, azık ve eşyası aynı deve üzerinde olduğu halde hacca gitmişti. Kendisi asla cimri bir insan değildi. Belki de böyle düşünecekleri dikkate alarak bu davranışının sebebini açıklamak istemiş ve "Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, azığı ve eşyası da aynı deve üzerinde olduğu halde deve ile hacca gitti" demiştir. 

Hz. Enes bu açıklamasıyla, hem sünnete uymuş olmak için yanında azığı ve eşyasını taşıyan ayrı bir deve (zâmile) götürmediğini belirtmiş, hem deResûl-i Ekrem Efendimiz'in pek sade ve mütevazi bir şekilde azık ve eşyasını yüklediği deveye binerek haccettiğini haber vermiştir. 

Peygamber Efendimiz hayatında bir kere haccetmiştir. O da Vedâ haccıdır. O sırada Efendimiz istese, azık ve eşyasını taşıyacak ayrıca deve veya develer sevkedebilirdi. Ancak o, mümkün olduğunca az eşyâ ve yiyecek almak ve onları da bindiği deveye (râhile) yüklemek suretiyle bu haccını gerçekleştirmiştir. Böylece Efendimiz'in devesi, hem binit hem de erzak taşıyıcı ( râhile ve zâmile ) görevini yapmıştır.

 Bu tutum ve davranış, hac yolculuğunda gösterişten ve riyâdan uzak, mütevazi ve fakat temiz ve vakur olmanın ehemmiyetini gösterir. Günümüzde de markası ve firması ne olursa olsun, kişiyi azığı ve eşyası ile birlikte, temiz bir şekilde hacca götürüp getirecek araçlarla haccedilmesi, gösterişe kaçılmaması, hac ibadetinden beklenen neticenin elde edilmesi için daha uygun olur. 

Hadisten Öğrendiklerimiz 

1. Peygamber Efendimiz, daima tabii, sâde, gösterişten uzak ve mütevazi davranırdı. Yüz binlerin iştirak ettiği Vedâ haccında da Efendimiz bu tavrını korumuştur. 

2. Sahâbîler mümkün mertebe Efendimiz gibi davranmaya dikkat ve titizlik gösterirlerdi. 

3. Kula, kul gibi davranmak yaraşır.

***Riyâzü's Sâlihîn'in " HAC BÖLÜMÜ " Bâbı-7-


1284. Sâib İbni Yezîd radıyallahu anh şöyle dedi: Ben yedi yaşımda iken, Vedâ haccında Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'in maiyyetinde bana da haccettirdiler. 

Buhârî, Sayd 25 

Aşağıdaki hadis ile birlikte açıklanacaktır.


1285. İbni Abbâs radıyallahu anhümâ'dan rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Ravhâ denilen yerde bir grupla karşılaştı: 

- "Siz kimlersiniz?" diye sordu. Onlar: 

- Biz müslümanlarız, peki sen kimsin? dediler. Hz. Peygamber: 

- "Ben Allah'ın Resulüyüm" buyurdu. Bunun üzerine içlerinden bir kadın, (kucağındaki) küçük bir çoçuğu Peygamber'e doğru havaya kaldırarak: 

- Bunun için de hac var mı? diye sordu. Resûl-i Ekrem: 

- "Evet, ona hac, sana da sevap vardır" buyurdu. 

Müslim, Hac 409, 410, 411. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Menâsik 8; Tirmizî, Hac 83; Nesâî, Hac 10; İbni Mâce, Menâsik 11 

Açıklamalar 

Bu iki hadîs-i şerîf, küçük çocukların haccettirilmesi ile ilgili durumu açıklığa kavuşturmaktadır. Birinci hadisin râvisi olan Sâib İbni Yezid radıyallahu anh, kendisi yedi yaşında iken Vedâ haccına iştirak ettirildiğini bildirmektedir. Tirmizî'nin rivayetinde babasının, bir başka rivayette ise, annesinin kendisini hacca götürdüğünü ifade etmektedir. Rivayetler birleştirilince Sâib'in, anne ve babasıyla birlikte Vedâ haccına iştirak ettiği anlaşılmaktadır. Bilindiği gibi Peygamber Efendimiz'in, Medine döneminde hicretin 10. yılında yaptığı yegâne hacca, ashâbıyla vedâlaştığı için Vedâ haccı denilir. Efendimiz'in bu hac esnasında irad ettiği hutbeler de Vedâ hutbesi olarak bilinir. 

Sâib, yedi yaşında mümeyyiz bir çocukken bu hacca iştirak etme şerefine kavuşmuştur. 181 numara ile daha önce geçmiş olan ikinci hadiste ise, henüz annesinin kucağında hiçbir şeyden haberi olmayan (gayr-i mümeyyiz) bir yavruya yaptırılan haccın geçerli (sahih), çocuğun annesine de ona yardımcı olduğu için sevap olduğu Efendimiz tarafından açıklanmaktadır. 

İslâm âlimleri, bulûğ çağından önce çocukların yaptığı haccın nâfile hac olarak sahih olduğunu ancak bulûğ çağından sonra imkân bulabilenlerin haccetmesi gerektiğini, önceki haclarının onları farz olan hac görevinden muaf tutmayacağı görüşündedirler.

 Çocukların namaz ve benzeri ibadetlere alıştırılması ne kadar önemli ve gerekli ise, hac ibadeti için de aynı gerekçe ile çocuklara hac yaptırmanın yerinde ve faziletli bir iş olduğu açıktır. Nevevî merhum da bu hususa dikkat çekmek için bu iki hadisi burada zikretmiştir. 

Hadislerden Öğrendiklerimiz 

1. Küçük çocuklara hac yaptırmak câiz ve yapılan hac sahihtir. 

2. Sonradan hac yapma şartlarına sahip olan kimseler için çocukken yaptıkları hac kâfi gelmez. Onlar tekrar farz olan haclarını edâ etmelidirler. 

3. Küçük çocukları hacca götüren anne-babaya ayrıca sevap vardır.

***Riyâzü's Sâlihîn'in " HAC BÖLÜMÜ " Bâbı-6-


1282. Yine İbni Abbâs radıyallahu anhümâ'dan rivayet edildiğine göre bir kadın: 

- Ey Allah'ın Resulü! Hac farîzası hakkındaki Allah'ın emri, babamın hayvan üzerinde duramayacak kadar yaşlı olduğu bir döneme denk geldi. Onun yerine ben haccedebilir miyim? dedi. Hz. Peygamber: 

- "Evet, haccedebilirsin" buyurdu. 

Buhârî, Hac 1, Cihâd 154, 162, 192, Edeb 68; Müslim, Hac 407, Fedâilü's-sahâbe 135, 137. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Menâsik 25; Nesâî, Hac, 22, 23, Kudât 9, 10 

Aşağıdaki hadis ile birlikte açıklanacaktır.


1283. Lakît İbni Âmir radıyallahu anh'den rivayet edildiğine göre kendisi Nebî sallallahu aleyhi ve sellem'e gelip: 

- Babam çok yaşlıdır. Ne hac, ne umre yapabilir, ne de sefere çıkabilir. (Ne emir buyurursunuz?) dedi. Hz. Peygamber de: 

- "O halde babanın yerine sen haccet ve umre yap!" buyurdu. 

Ebû Dâvûd, Menâsik 25; Tirmizî, Hac 87. Ayrıca bk. Nesâî, Menâsik 2, 10; İbni Mâce, Menâsik 10 

Lakît İbni Âmir 

Lakît İbni Âmir ile 1246 numaralı hadisin râvisi Lakît İbni Sabire'nin aynı kişi olma ihtimali oldukça kuvvetlidir. Bilgi için oraya bakılmalıdır.

 Allah ondan razı olsun. 

Açıklamalar 

Bu iki hadîs-i şerîf, başkasının yerine haccetmek yani hacda niyâbet konusunu açıklığa kavuşturmaktadır. Birinci hadis, Resûlullah'a soru soran kadının Has'am kabilesinden olması sebebiyle Has'amiyye hadisi diye bilinir. Hadisin buraya alınmamış olan baş kısmı şöyledir: Peygamber Efendimiz Vedâ haccında, terkisinde amcası Abbas'ın büyük oğlu Fazl bulunduğu halde Müzdelife'den Mina'ya dönerken bir ara Yemenli Has'am kabilesinden bir genç kadın Peygamber Efendimiz'e yaklaşır. Bir taraftan Efendimiz ile kadın arasında hadisteki sorucevap konuşması geçerken bir taraftan da Fazl İbni Abbas ve kadın birbirine bakışmaya başlarlar. Durumu farkeden Hz. Peygamber, mübarek eliyle Hz. Fazl'ın başını öte tarafa çevirir. 

Has'amlı kadının, "Hac farîzası hakkındaki Allah'ın emri, babamın hayvan üzerinde duramayacak kadar yaşlı olduğu bir döneme denk geldi" demesi, yerine haccetmek istediği babasının aczini tam olarak ortaya koymaktadır. Babası yeni müslüman olduğu için mi yoksa hac kendisine farz olacak zenginliğe yeni eriştiği için mi bu durumla karşılaşıldı bilinmemektedir. Aslında bu nokta netice itibariyle pek de önemli değildir. Mühim olan o zatın hacca gidemeyecek derecede yaşlı ve bitkin olmasıdır. Peygamber Efendimiz'in, "Evet, babanın yerine haccedebilirsin" buyurması, hacca vekil gönderme kapısını açmıştır. İkinci hadiste de aynı durumla karşılaşmaktayız. Bütün fark burada, babasının durumunu anlatıp ona vekâleten hac ve umre yapıp yapamayacağını soran bir erkek, Lakît İbni Âmir'dir. 

Bilindiği üzere hac, hem malî hem de bedenî bir ibadettir. Namaz gibi sırf bedenî ibadetlerde vekâlet câiz değildir. Zekât gibi sırf malî ibadetlerde ise, vekâlet câizdir. Hac da ise ancak acz halinde vekâlet câiz, kudret halinde câiz değildir. Nitekim her iki hadiste de yerine haccedilmesine Peygamber Efendimiz'in izin verdiği mükelleflerin, çok yaşlı, yolculuğa çıkamayacak hatta binit üzerinde duramayacak derecede bitkin oldukları açıkca ifade edilmiştir. Buna rağmen başkasının yerine haccetmek konusunda "câizdir", "câiz değildir" gibi farklı görüş beyan eden âlimler de olmuştur. Ancak meselenin özü, ölünceye kadar acz halinin devamı şartıyla hacda vekâlet câizdir. Yapılan haccın, kendisi namına hacca gidilen kişi için mi yoksa vekil giden adına mı gerçekleşeceği de tartışmalıdır. İmam Muhammed'e göre hac, vekil giden adına gerçekleşir; gönderen de yaptığı harcamaların sevabını alır. 

Birinci hadis'te Peygamber Efendimiz'in bir sünnetine daha şahit olmaktayız. Efendimiz, eğer hayvanın taşıma gücü yerinde ise, yolculukta, terkisine bir sahâbîyi alma âdetinde idi. Terkiye alınan kişiye Arapça'da redîf denir. Efendimiz’in redîfi olma şerefine ermiş otuz kadar sahâbî bulunmaktadır. 

Ayrıca birinci hadisin râvisi Abdullah İbni Abbas'ın, bu hadisi ağabeyi Fazl'dan dinlemiş olma ihtimali daha güçlü gözükmektedir. Kendisinin olayı bizzat müşehade etmiş olma ihtimali varsa da oldukça zayıftır. Bu takdirde hadis, hadis usulü açısından sahâbe mürseli niteliğindedir. 

Hadisten Öğrendiklerimiz 

1. Acz halinde bulunan kimseye vekâleten haccetmek câizdir. 

2. Kızı babası adına haccedebilir. Yani erkeğe vekâleten kadının haccetmesi câizdir. 

3. Hayvanın güçlü-kuvvetli olması halinde terkiye adam almak câizdir. 

4. Kadınların ihramlı iken yüzlerinin açık olması câizdir. 

5. Bir âlim, şer'î açıdan sakıncalı bir durum görünce onu uygun bir şekilde önlemelidir. Nitekim Hz. Peygamber Fadl'ın başını başka tarafa çevirmek suretiyle kadınla karşılıklı bakışmalarını önlemiştir. 

6. İhtiyaç halinde kadın, erkeğe fetva sorabilir. 

7. Bir kimse kendi adına haccetmemiş bile olsa, başkası namına hacca gidebilir. 

8. Anne-babaya bakmak, hizmetlerinde bulunmak, borçlarını ödemek, gerekirse yerlerine hacca gitmek çocukların vazifesidir.

***Riyâzü's Sâlihîn'in " HAC BÖLÜMÜ " Bâbı-5-


1281. Abdullah İbni Abbâs radıyallahu anhümâ'dan rivayet edildiğine göre Nebî sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: 

"Ramazan ayında yapılan umre, tam bir hac sayılır, yahut da benimle birlikte yapılmış bir haccın yerini tutar." 

Buhârî, Umre 4; Müslim, Hac 221. Ayrıca bk. Tirmizî, Hac 55; Ebû Dâvûd, Menâsik 89; Nesâî, Sıyâm 6; İbni Mâce, Menâsik 45 

Açıklamalar

 Yukarıda da işaret ettiğimiz gibi umre; umre niyetiyle, mîkat denilen belirli yerlerde ihrama girmek, Kâbe'yi tavaf etmek, Safa ile Merve arasında sa'y yapmak ve tıraş olmak veya saçları biraz kısaltmak suretiyle yerine getirilen bir ziyaret ve ibadettir. 

Senenin her gününde yapılabilen umre, ramazan-ı şerîf gibi her ibadetin değerinin son derece arttığı bir mevsimde yapılacak olursa, daha büyük bir kıymet kazanır. Hadisimiz bu kıymetin derecesini bildirmekte, başlı başına bir hac değerinde olduğu müjdesini vermektedir. İkinci bir anlatım olarak da Resûl-i Ekrem Efendimiz'in maiyyetinde yapılan bir hac gibi değerli olduğuna dikkat çekmektedir. Ancak bu değerin, "kazanılacak sevap bakımından" olduğu unutulmamalıdır. Yoksa her bakımdan tam bir hac gibidir demek değildir. Önemli olan sonuçtur, o halde umre yapacak olanların bu müjdeyi dikkate almaları pek tabiidir. Bu hadîs-i şerîf, umrenin ramazan ayında yapılmasını teşvik etmektedir. Ayrıca bize, "İbadetin fazileti, vaktin faziletiyle artar" kaidesini hatırlatmaktadır.

 Her ne kadar yukarıda umrenin, senenin her gününde yapılabileceğine işaret etmişsek de İmam Ebû Hanîfe'ye göre, senenin beş gününde (arefe ve kurban bayramının dört günü) umre yapmak mekruhtur. Bunun dışındaki günlerde imkân bulabilen kimseler için umre yapmanın vâcip mi, sünnet mi olduğu konusunda farklı görüşler bulunmaktadır. Hanefîler’e göre "umre sünnettir." 

" Hac ile umreyi Allah rızâsı için tamamlayınız!" âyeti [Bakara sûresi (2), 196], umrenin vâcip olduğunu değil, -bilhassa âyetin devamı da göz önüne alınınca başlanmış olan hac ve umrenin tamamlanması gereğini ortaya koymaktadır. Bu sebeple başlanmış olan hac ve umrenin bitirilmesinin vâcip olduğu konusunda bütün âlimler görüş birliği içindedirler. 

Hadisten Öğrendiklerimiz

 1. Peygamber Efendimiz, ramazan ayında umre yapılmasını teşvik etmiştir. 

2. İbâdetlerin değeri icra edildikleri zamanların değeriyle artar. Bu sebeple ramazan umresi, sevap bakımından tam bir hac yerine geçer. 

3. Müslümanlar yapacakları ibadetlerin zamanlamasına önem vermelidirler.

***Riyâzü's Sâlihîn'in " HAC BÖLÜMÜ " Bâbı-4-


1280. Yine Ebû Hüreyre radıyallahu anh'den rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

 "Allah'ın, cehennemden en çok kul âzat ettiği gün, arefe günüdür." 

Müslim, Hac 436. Ayrıca bk. Nesâî, Menâsik 194; İbni Mâce, Menâsik 56 

Açıklamalar

 Kurban bayramı gününden önceki güne arefe adı verilmiştir. Hacca giden müslümanlar o gün Arafat'ta haccın rükünlerinden biri olan vakfe görevini yerine getirirler. Bu sebeple de o güne arefe günü denilmiştir. 

Arefe günü zevalden sonra akşam güneş batıncıya kadar bir süre Arafat dağında vakfe yapmak haccın iki rüknünden birincisidir. Bu imkânı bulamayan veya kaçıran kimsenin haccı sahih olmaz. 

Arefe günü tam bir dua ve niyaz zamanıdır. Allah Teâlâ kendisine dua edilmesinden ve bağışlanma dilenmesinden hoşnut olur. Peygamber Efendimiz işte bu gerçeğe işaretle Allah Teâlâ'nın o gün, her zamankinden fazla müslümanı cehennemden âzat ettiğini, yani kullarını bağışladığını ifade buyurmakta ve böylece ümmet-i Muhammed'e cidden pek büyük bir müjde vermektedir. 

Tabiatıyla bu müjde aynı zamanda arefe gününün faziletini de göstermektedir. Hatta kimi âlimler, "Günlerin en faziletlisi arefe günüdür" görüşünü benimserler. "Üzerine güneşin doğduğu en faziletli gün cum'adır" hadisi ( Müslim, Cum'a 17,18 ), haftanın günleri içinde cumanın üstünlüğünü ifade eder. Yıl içinde de arefe, en faziletli gündür. 1252 numaralı hadisin açıklamasında belirtildiği gibi bu iki hadis arasında herhangi bir çelişki söz konusu değildir. 

Hadisten Öğrendiklerimiz 

1. Arefe günü müslümanların en çok bağışlandığı mübarek bir gündür. 

2. Hac ibadetinin bir bütün olarak ihtiva ettiği faziletin yanında her bir cüzünün de ayrı ayrı fazileti vardır. 

3. Arefe günü Arafat’ta haccın birinci rüknü olan vakfe görevi yerine getirilir