29 Haziran 2018 Cuma

Yurtdışında yapılan formalite nikah


Soru 1: Çok yaygın bir uygulama olarak, müslüman erkekler kendi ülkelerinde, sonradan tekrar resmi nikah yapmak niyetiyle, formalite icabı eşlerinden hakim kararıyla ayrılarak batı Avrupa'ya geliyorlar. Ve burada yine anlaşmalı olarak yabancı bir hanımla evlenip oturum alıyorlar. Bu durumdaki şahısların iddet dönemi gelip geçiyor, fakat onlar kendilerini 'dini' açıdan nikahlı saydıklar için herhangi bir işlem yapmıyorlar. Ve ilk eşleriyle görüştüklerinde ilişkilerini devam ettiriyorlar. Bu konuyla ilgili sizin kanaatiniz nedir? 


Cevap:
Bir erkek karısını ric'î talak (yeniden nikah akdi yapmadan iddet içinde evliliğe dönme imkanı veren boşama şekli) ile boşarsa, "tekrar evliliğe döndüğünü ifade eden bir söz veya fiil" ile nikah geçerli hale gelir. Erkek mahkemeye başvurup hakime "eşimi boşa" dediği zaman hakime boşama vekaleti vermiş sayılır ve karısını ric'î talak ile boşamış olur. Mahkeme boşadıktan sonra iddet içinde "bizim evliliğimiz baki, sen benim karımsın, bu boşama formalite icabı" gibi bir söz söyleyince veya cinsel temas gibi bir fiil işleyince, geriye kalan iki talak hakkı ile evlilik devam eder.
Bu kişi, yurt dışında formalite icabı nikahlandığı eşini de sonradan şer'an boşaması gerekir ki o kadın başkası ile evlenebilsin.

Soru 2:
Yaygın olmamakla birlikte (evli veya bekar) aynı yola başvurarak oturum alan hanımlarla karşılaşıyoruz. Hatta ebedi mahremleri ile formalite nikah kıydıranlar var, sizin bu husustaki kanaatiniz nedir? 

Cevap:

Bir müslüman ebedî mahremi ile nikah kıyamaz; bu caiz ve geçerli değildir. Ancak yabancı ülke kanunları belli derecelerdeki yakınlarla evlenmeyi caiz görüyor da -aslında evlenmeyi istemedikleri ve buna niyet de etmedikleri halde- başka çare bulamayan bazı müslümanlar, ekmek parası ve iş bulmak için böyle formaliteden bir nikah yapıyorlarsa bu nikah, şer'an zaten geçerli değildir; oradaki işlerini görüyor olduğu için -dince geçerliği olmayan- böyle bir formaliteden istifade etmiş olmaktadırlar.

http://www.hayrettinkaraman.net/sc/00077.htm

28 Haziran 2018 Perşembe

Müslüman 4 hukuku tesis etmekle sorumludur


Hukukullah/Allah-İnsan arasındaki hukuk 

Huku’n-Nefs/İnsanın kendi nefsi ile arasındaki hukuk

Hukuku’l-İbâd/İnsanın başka insanlar ile kurması gereken hukuk 

Hukuku’l-Eşya/İnsanın eşya ile, varlık ile, kainat ile kurması gereken hukuk

Bu hukuklar ne ile tesis edilebilir? 

Hukukullah’ı, İhsan şuuru ile 

Huku’n-Nefs’i, İradenin hakkını verme ile 

Hukuku’l-İbâd’ı, İsâr’ı en temel hedef olarak belirleme ile 

Hukuku’l-Eşya’yı, İkram’ı bütün bir varlığa yansıtma ile…

Muhammed Emin Yıldırım

Çevreden gizlenen nikah; evlenecek gençlere karşı ebeveyn ve toplumun görevleri


Soru:
Gizli nikah dini yönden geçerli olur mu?

Cevap:
Şahitsiz ve ilansız, yalnızca iki tarafın (erkekle kadının) karşılıklı rızaları ve irade beyanları (seninle evlendim, evleniyorum demeleri) ile yapılan evlenme akdinin sahih ve geçerli olmadığı, böyle bir evlenme ile birleşenlerin zina etmiş olacakları konusunda ictihad birliği vardır.
İki büyük fıkıh mezhebinden Şafiîlere göre, ergenlik çağına gelmiş olsa bile kız kendi irade beyanı ile evlenemez, onu evlendirecek olan kimse velîsidir. Hanefîlere göre ergenlik çağına gelmiş olan kız nikahta taraf olabilir, onun rıza ve irade beyanı ile evlenme akdi yapılabilir.
Bütün mezheplere göre nikahın (evlenme akdinin) ilan edilmesi; yani gizlenmemesi, çevreye duyurulması sünnettir. İmam Mâlik'e göre yalnızca şahitlerin bildiği ve tarafların isteği üzerine onların da gizledikleri nikah fâsiddir, selahiyetli makamca bozulur ve taraflar ayırılır.
Evlenmenin din, ahlak, hukuk, aile ve cemiyetle ilgili yönleri, etkileri, sonuçları vardır. Evlenme akdi yalnızca cinsel ilişkiyi caiz kılmaz, bunun yanında taraflara birçok haklar ve ödevler de yükler. Müminlerin eşleri dışında kalan ana baba, büyükler, kardeşler ve diğer hısımlara karşı da hukuk ve ahlak alanına giren ödevleri vardır. Ana babaya haber vermeden, onların rızasını almadan evlenen gençler ana babayı derinden üzmüş ve kırmış olmaktadırlar. Bu kırgınlıklar bazen hayat boyu sürmekte, aile ilişkileri temelden sarsılmaktadır. Bu konu kendisine sorulan hocalar, dar açıdan (yalnızca evlenme akdinin unsurları yönünden) bakarak caiz derken, işe bir de evlilik hukuku, aile ilişkileri ve ahlak açısından bakmalı, kendi kızları ve oğulları haber vermeden biriyle evlense bunun kendilerini nasıl etkileyeceğini düşünmelidirler. Anaya babaya haber vermeden, onlardan izin almadan, şahitlere gizlemelerini tembih ederek, nüfusa da kaydettirmeden evlenme akdi yapanların evlilikleri, yalnızca cinsel ilişkiyi zina olmaktan çıkarsa bile -ki, yukarıda açıklandığı üzere bunu da kabul etmeyen ictihadlar vardır- evlenme hukuku, ana baba hakları ve ahlak bakımından birçok sakınca taşımakta ve günaha sebep olmaktadır. Önemlice sakıncalarından biri de, kızın ayrılmak istemesine, hatta fiilen eşini terk etmesine rağmen erkeğin onu boşamaya yaklaşmaması, bu durumda -araya hakemler girerek boşamayı sağlayıncaya kadar- kızın bir başkasıyla evlenmesinin imkansız hale gelmesidir.
Bizim tavsiyemiz, evlenmeyi zorlaştıran gelenekleri aşarak kolay ve ucuz evlenme yollarının açılması, erkeklerin ve kızların evlenme yaşlarının öne alınması (yirmi beş, otuz yaşlarına kadar bekletilmemesi), mesela öğrenci iken evlenen çifte geçim yardımı yapan hayır kurumlarının oluşturulması ve bu kolaylıklar hasıl olunca da ana babaya haber vererek, onların rızalarını alarak evlenmenin gerçekleştirilmesidir. Ana babalara düşen vazife de gelin ve damat seçiminde önceliği çocuklarına vermeleri, ortada önemli bir engel bulunmadıkça talepleri geri çevirmemeleridir. Gizli evlenmelerin başlıca sebepleri arasında evlenmeyi zorlaştıran ve -yukarıda açıklanan- Hz. Peygamber'in (s.a.) sünnetine de aykırı olan zorluklar, ekonomik sıkıntılar, ana babaların anlayış göstermemeleri gibi hususların bulunduğu unutulmamalıdır.


27 Haziran 2018 Çarşamba

Kur’an’a sarılmak ne demektir?


“Siz Allah’ın ipine sarılın. Şüphesiz Allah’ın ipi Kur’an’dır.”(Dârimi,Fedâili’l-Kur’an,1) 

Kur’an’a sarılmak ne demektir? 

1. Anlamı ile buluşmak 

2. Azığı ile düşünmek 

3. Ahlakı ile ahlaklanmak 

4. Ahkâmı ile amel etmek 

5. Aşkı ile tutuşmak

Muhammed Emin Yıldırım

Bugün sadece dinî nikah yeter mi?


İslam'da nikah (evlenme akdi), fıkıh konularının tasnifi içinde ibadetlere değil, dünya hayatını düzenleyen hükümler (muâmelât) bölümüne girer. Bir satım, bir kira akdi, dinle ilişkisi bakımından ne ise bir nikah akdi de odur. Bu sebeple nikah akdini bir başkası değil, iki taraf yapar; akit, aralarında evlenme engeli bulunmayan bir kadınla bir erkeğin, şahitler huzurunda, karşılıklı rızaları ve irade beyanları ile kurulur/oluşur. İmamın veya belediye memurunun nikah kıyması akdin kurulması ve sahih olmasının şartı değildir; bunların yaptığı, akit işlemini yönetmekten ibarettir. Resmî nikah ayrıca kayıt altına alındığı için evlilik hukukunu koruması, güvence altına alması bakımından dinin amacına daha da uygundur. İçinde yaşadığımız şartlarda yalnızca dinî nikah ile yetinmek, dinin önem verdiği evlilik hukukunu korumak için yeterli olmadığından bununla kalmamak, mutlaka akdi resmîleştirmek gerekir.


26 Haziran 2018 Salı

İtaat, İttiba, İ’tisâm, İhsan ve İtidal


Hz. Peygamber (sas) ile aramızda kurmamız gereken hukukun beş temel kavramı: 


İtaat, İttiba, İ’tisâm, İhsan ve İtidal 

1.İtaat, Allah Resulü’nün (sas) tebliğ ettiği her hakikate, kayıtsız ve şartsız kalben boyun eğmek, teslim olmaktır.

2.İttiba, Allah Resulü’nün (sas) tebliğ ettiği her hakikate, tabi olmak ve gereğini yerine getirmek için fiilen harekete geçmektir. 

3.İ’tisam, Allah Resulü’nün (sas) tebliğ ettiği her hakikate, istenilen düzeyde sarılmak, o değerleri korumak ve onlara bağlanmaktır.

4.İhsan
, Allah Resulü’nün (sas) tebliğ ettiği her hakikate, en güzel karşılığı ortaya koyarak inanmak ve onlarla amel etmektir. 

5.İtidal, Allah Resulü’nün (sas) tebliğ ettiği her hakikate, geldiği gibi rıza göstermek ve hiçbir şekilde aşırılıklara kapı açmadan kabul etmektir.

Muhammed Emin Yıldırım

Kader, Sonradan Verilen Kararlar Değildir

25 Haziran 2018 Pazartesi

Vakar nasıl olur?



Vakar:
Ağırbaşlılık demektir. Vakar, kişinin bulunduğu makamına uygun bir ciddiyet göstermesi, hafif meşrep olmaması, ağırbaşlı olma, temkinli davranma, mevki ve kişiliğin gereğini hakkı ile koruma gibi manalara gelir.

Halk arasında ağırbaşlılık olarak bilinen vakar, sahibine hürmet duyguları kazandıran bir fazilettir. Vakarın kibre kaçmaması, hatta vakarlı birinin aynı zamanda mütevazi (alçak gönüllü) de olması gerekir. Bu iki huy birlikte bulunduğu zaman tam bir fazilet olur. "Rahmân'ın öyle kulları vardır ki, onlar, yeryüzünde sükunetle (vakarla) yürürler" (Furkan, 25/63) âyeti ve Rasûlüllah (s.a.s)'in, cemaatle namaza başlanmış bile olsa, camiye gelenlerin koşarak acele etmemesini, vakar ve sükuneti elden bırakmamasını tavsiye eden hadisi (Buharî, Ezan, 21) her Müslümanda bulunması gereken vakarı ifade etmektedir. Peygamberimiz (asv) daima, hürmet duygularını davet eden bir vakar ve aynı zamanda sevgiyi celbeden bir tevazu halinde bulunurdu.

Vasıflar, hasletler, tutum ve davranışlar, yerlerine göre iyi veya kötü ahlakı temsil ederler. İş yerinde bir memurun ağırbaşlılığı, akıllıca bir vakar sayılır, fakat aynı tavrı ailesi içinde gösterirse ahmakçasına bir kibir-gurur sayılır. Masası başında bir yetkilinin gösterdiği vakar ve o vakardan kaynaklanan güven duygusu övgüye değer iken, aynı tavrı evinde sergilediğinde şımarık bir pozisyona girer. Keza, bir yetkilinin çoluk çocuğu arasında gösterdiği tevazu takdire şayan bir erdemlik olduğu halde, aynı tavrını makamında göstermesi, tevazudan çok bir zillet ve pintilik ifadesi olur.

Bunun gibi tevazu ile zillet / alçaklık da zahiren birbirine benzer, fakat gerçekte çok farklıdırlar. Bunlar da yerine göre farklı olarak değerlendirilir. Örneğin, masası başında olan bir amirin, bir memurun gelen herkesin önünde kalkması, tevazu değil zillettir. Aynı tavrı evinde göstermesi tevazudur. Bunları fark etmek, farklı görmek önemli bir husustur.

Diğer önemli bir sorun, tahdis-i nimet ile kibir unsuru arasında söz konusudur. Tahdis-i nimet / Allah’ın nimetini seslendirmek, Allah’ın bir emridir. (Duha, 93/11). Kibirlenmemek de Allah’ın emridir; kibirlenenler kötülenmiştir.(Mümin, 40/56).

Öyleyse, hem Allah’ın nimetini üzerinde göstermek, onu seslendirmek, hem de kibirlenmemek için şu yolu takip etmelidir. Kendisinde bulunan güzellikleri -bir şükran vesilesi olarak- itiraf etmek, fakat onun Allah’ın vergisi olduğuna iman etmektir.

Yapılan bir işe, söylenen bir söze, gösterilen bir davranışa eksi veya artı bir değer katan, kişinin içindeki niyetidir. “Müminin niyeti amelinden / yaptığı işten daha hayırlıdır.” (Mecmau’z-Zevaid, 1/61) manasına gelen hadiste vurgulanan husus, gerçekten dikkate değerdir.

Hz. Peygamber (a.s.m)’in vakar ve tevazuunu gösteren bir iki misali aşağıda sunmuş bulunuyoruz:

“Efendimizin heybetinden titremeye başlayan bir adama: “Kendine gel! Ben bir hükümdar değilim, bilakis, Kureyş kabilesinden kurutulmuş et / kuru ekmek yiyen bir kadının çocuğuyum.” diye buyurdu. (İhya, 2/382).

Bu olayda hem vakar hem de tevazu vardır. Adamın titremesi Hz. Peygamber (a.s.m)’in mehabetinden, vakar, ağırbaşlılık ve ciddiyetinden kaynaklanıyordu. “Kuru ekmek yiyen bir kadının çocuğuyum” demesi ise onun eşsiz tevazuunun belgesidir.

Hz. Ömer (ra) anlatıyor: Hz. Peygamber (asv) şöyle buyurdu:

“Sakın beni -Hristiyanların İsa’yı aşırı övdükleri gibi- aşırı övmeyin. Ben ancak Allah’ın kuluyum. Onun için bana ‘Allah’ın kulu ve Resulü’ deyin.”( Tirmizi, Şemail, 293)

Hz. Enes anlatıyor: Bir kadın “Ey Allah’ın Resulü! Bir ihtiyacım var, seninle görüşmem gerekir” dedi. Efendimiz: “Medine’nin hangi yolunda / hangi semtinde, neresinde görüşmek istiyorsan oraya geleyim.” buyurdu.(Tirmizi, Şemail, 294)

Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet

HADİS KARŞITLARINA CEVAP:2- Rasulullah’ın “Allah Katındaki Değeri” Unutulmamalı



Hadis ve Sünnetin Görevi Kur’an’ı Açıklamaktır


Taşgetiren: Peki hocam, Kur’an varken Hadis – sünnet nasıl bir fonksiyon icra etti, diye sorulsa neler söylersiniz?

Prof. Dr. Kandemir:
Bu da önemli bir sual. Hemen belirtelim. Kur’ân-ı Kerîm dinin genel ilkelerini ortaya koyar, inanç ve ahlâk esaslarını bildirir, fakat ayrıntıya girmez. Hadis ve sünnet ise Kur’ân-ı Kerîm’i “beyân” eder, yani açıklar ve bu açıklamayı çeşitli şekillerde yapar:

Hadis ve sünnet kimi zaman Kur’ân-ı Kerîm’de belirtilen ilke ve esasları destekler;

sınır getirilmeyen bazı buyruklara sınır getirir;

genel hükümleri belirgin hale getirir;

Kur’ân-ı Kerîm’de kapalı bırakılan noktaları açıklığa kavuşturur, kısa ve özlü buyrukları açıklar.


..Şöyle ki:

1-Kur’ân-ı Kerîm’de özet halinde verildiği için nispeten kapalı olan bilgiler vardır. Hadis ve sünnet bunları ayrıntılı olarak açıklar. Buna “mücmel”in “beyânı” denir. Meselâ Kur’ân-ı Kerîm’de:

“Namaz kılın!”27

“Namazı dosdoğru kılın”28

“Namaz, mü’minlere belli vakitlerde farz kılınmıştır”29 buyrulur. Ama namazın kaç vakit kılınacağını, her bir namazın kaç rekât olduğunu, nasıl kılınacağını, farzlarının, vâciblerinin neler olduğunu, hangi davranışların namazı bozacağını bildirmez. Namaz kılınmasını emreden bu özlü emri hadis ve sünnet açıklayıp beyân eder. Nitekim Allah’ın Resûlü “Benim namazı nasıl kıldığımı görüyorsanız, siz de öyle kılın”30 buyurmuştur.

Ashâb-ı kirâmdan İmrân İbni Husayn’ın açıklaması konuyu daha iyi anlamamızı sağlar. Hz. Ömer, halife olunca, halka İslâmiyet’i öğretmesi için bu aziz sahâbîyi Basra’ya göndermişti. Birgün İmrân radıyallahu anh Müslümanlarla sohbet ederken, cemâatten biri ona:

“Siz bize bazı hadisler okuyorsunuz. Ama biz onları Kur’an’da bulamıyoruz” dedi. İmrân İbni Husayn radıyallahu anh onun bu sözüne kızdı ve ona:

“Sen Kur’an okudun mu?” diye sordu. Adam:

“Evet, okudum” diye cevap verdi. Bu aziz sahâbî sözüne şöyle devam etti:

“Peki, sen Kur’an’da akşam namazının üç rekât, yatsı namazının dört rekât, sabah namazının iki rekât, öğle ve ikindi namazlarının dörder rekât olduğunu gördün mü? Görmedin. Peki siz bunları kimden öğrendiniz? Bizden öğrendiniz değil mi? Biz de bunları Allah’ın Resûlünden öğrendik.”

İmrân İbni Husayn radıyallahu anh adama bir soru daha sordu:

“Siz paranın ve koyunun kırkta birinin zekât olarak verileceğini Kur’ân-ı Kerîm’den mi öğrendiniz?” Adam:

“Hayır” dedi.

Bu âlim sahâbî konuşmasına şöyle devam etti:

“Peki siz, bunu kimden öğrendiniz? Bizden öğrendiniz değil mi? Biz de bunları Allah’ın nebîsinden öğrendik.”

İmrân radıyallahu anh konuşmasını şöyle sürdürdü:

‘Kullarım Kâbe’yi tavaf etsinler!’
31 âyet-i kerîmesini Kur’ân-ı Kerîm’de görüyorsunuz. Peki tavafın yedi defa yapılacağını, tavaftan sonra Hz. İbrâhim’in makamının arkasında iki rekât namaz kılınacağını Kur’ân-ı Kerîm’de bulabiliyor musunuz? Bulamıyorsunuz? Peki siz bunları kimden öğrendiniz? Bizden öğrendiniz değil mi? Biz de bunları Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemden öğrendik.”

Orada bulunan insanlar İmrân İbni Husayn’a:

“Doğru söylüyorsun” diye hak verdiler.32

Bu misâl de bize gösteriyor ki, sünnet olmazsa Kur’ân-ı Kerîm anlaşılamaz, Müslümanlar da dinlerini doğru dürüst yaşayamaz. Aynı şekilde Kur’ân-ı Kerîm’deki hac emri de, zekât emri de gerektiği gibi uygulanamaz.


2-Kur’ân-ı Kerîm’de sınır getirilmeyen bazı buyruklar vardır. Hadis ve sünnet bu buyruklara sınır getirir. Buna “mutlak”ın “takyîd”i denir. Meselâ Kur’ân-ı Kerîm’de:

“Hırsızlık eden erkek ve kadının yaptıklarına bir karşılık ve Allah tarafından caydırıcı bir ceza olmak üzere ellerini kesin”33buyurulur. Fakat âyet-i kerîmede sağ elin mi, sol elin mi kesileceği, dirsekten mi, el ayasından mı, bilekten mi kesileceği belirtilmemiştir. Hadîs-i şerîf bu konuya açıklık getirmiş ve sağ elin bilekten itibaren kesileceğini haber vermiştir.34

Şayet hadis ve sünnet Kur’ân-ı Kerîm’deki bu mutlak emri sınırlandırmasaydı hırsızın hangi elinin nereden itibaren kesileceği bilinmeyecekti.


3-Kur’ân-ı Kerîm’de bazı genel hükümler vardır. Hadîs-i şerîf bu hükümleri belirgin hâle getirir. Buna “âmm”ın “tahsîs”i denir. Meselâ Kur’ân-ı Kerîm’de:

“Kesilmeden ölen murdar hayvan size haram kılındı”35 buyrulur. Acaba kesilmeden ölen bütün hayvanların eti haram mıdır, yoksa bunun istisnâsı var mıdır? Hadîs-i şerîf balığı bu hükmün dışında tutar ve “onun ölüsünün helâl olduğunu” belirtir.36

Yine Kur’ân-ı Kerîm “Zina eden kadın ve erkekten her birine yüzer sopa vurulmasını” emreder.37 Acaba bu hüküm evli, bekâr bütün Müslümanları kapsar mı? Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem Kur’ân-ı Kerîm’in bu genel hükmünü tahsîs etmiş ve bu hükmü sadece zinâ eden bekârlara uygulamıştır.38


4-Kur’ân-ı Kerîm kapalı bıraktığı için mânası anlaşılmayan bazı âyet-i kerîmeler vardır. Hadis ve sünnet, âyetteki bu kapalı yönleri izah eder. Buna “müphem”in veya “müşkil”in “tavzîh”i denir. Meselâ Kur’ân-ı Kerîm:

“İman eden ve imanlarına zulüm bulaştırmayanları” över.39 İmanlarına zulüm bulaştırmayanlar ne demektir? Nitekim bu âyet-i kerîme nâzil olunca ashâb-ı kirâm bu ifâdeyi anlamakta zorlandılar ve Peygamber Efendimiz’e gelerek: “Hangimiz zulmetmeyiz ki?” diye üzüntülerini dile getirdiler. Bunun üzerine Allah’ın Resûlü Kur’ân-ı Kerîm’deki bu kapalı ifâdeye açıklık getirdi ve imanlarına zulüm bulaştırmayanların “Allah’a ortak koşmayanlar” olduğunu söyledi. Bu açıklama sahâbe-i güzîn efendilerimizi son derece rahatlattı.40 Bu misâllerde gördüğümüz üzere Kur’ân-ı Kerîm bazı konulara kısaca temas etmekle birlikte geniş bilgi vermemiş, bu hususları açıklama görevini Resûl-i Ekrem’ine bırakmıştır.

Hadis Karşıtlarının Yanlış Yorumladığı Âyetler


Taşgetiren: Peki hocam, “Hadis karşıtlığı”na soyunanların işaret ettikleri ayetleri nasıl anlamamız gerekiyor?

Prof. Dr. Kandemir: İsterseniz buna madde madde bakalım. Şöyle ki:


1-“Bugün dininizi kemâle erdirdim”46 âyet-i kerîmesinin en son inen âyet olduğunu, bu âyette geçen “din” kelimesiyle Kur’ân-ı Kerîm’in kastedildiğini ileri sürüyorlar.

Bu âyet-i kerîmenin en son nâzil olduğunu söylemek yanlıştır. Evet bu âyet Vedâ Haccı’nda nâzil olmuştur. Ama bu âyetten sonra başka âyetler de nâzil olmuştur. Mâide sûresinin son kısmı, Nisâ sûresinin sonundaki “kelâle” âyeti, Nasr sûresi ve daha başka âyetler böyledir. “Bugün dininizi kemâle erdirdim” âyetinden sonra Peygamber Efendimiz doksan gün kadar daha yaşamıştır.47

Bu âyet-i kerîmede “din” diye ifâde edilen, hadis ve sünnet karşıtlarının ileri sürdüğü gibi Kur’ân-ı Kerîm değil, dinin beş temel esasıdır. Yani Kelime-i Şehâdet, namaz, zekât, hac ve oruçtur. Nitekim Allah’ın Resûlü “İslâm beş temel üzerine kurulmuştur”48 hadisiyle buna işâret buyurmuştur. Evet, Kur’ân-ı Kerîm bu beş temel esası bildirmiş, ama açıklamasını Resûlullah sallallahu aleyhi ve selleme bırakmış, onun bu konulardaki açıklamasıyla îmân, amel ve ahlâk esasları belirlenmiştir. Çünkü din, sadece Kur’ân-ı Kerîm’in değil, Kur’an ile sünnetin birlikte oluşturduğu esaslardır. Allah Teâlâ “Biz sana her şeyi açıklamak üzere bu kitabı indirdik”,49“Sana, kendilerine gönderileni insanlara açıklaman için bu Kur’an’ı indirdik”50 âyet-i kerîmeleri bu gerçeği göstermekte, hadis ve sünnetin ortaya koyduğu uygulamalarla dinin doğru bir şekilde anlaşıldığı ve yaşandığı görülmektedir.

İslâm denince, Kur’ân-ı Kerîm ile hadis ve sünneti birlikte hatırlamak zorunludur.


2-“Allah’ın Resûlü size ne verdiyse onu alın. Neyi yasakladıysa ondan da kaçının”51 âyet-i kerîmesini de hadis ve sünnet karşıtları doğru anlamıyorlar. Bu âyeti nasıl anlamak gerektiğini Abdullah ibni Mes‘ûd ile bir kadın arasında geçen tartışma açıkça göstermektedir:

İbni Mes‘ûd radıyallahu anh döğme yapan, yaptıran, kaşlarını incelten ve benzeri uygulamaları yapan ve böylece Allah’ın yarattığı şekli değiştiren kadınlara lânet etmişti. Bunu duyan bir hanım ona geldi ve Kur’ân-ı Kerîm’in tamamını okuduğu halde orada böyle yasakları görmediğini söyleyerek ona itiraz etti. Abdullah ibni Mes‘ûd da sözünü ettiği işleri yapanlara Peygamber aleyhisselâmın lânet ettiğini söyledi ve ardından: “Allah’ın Resûlü size ne verdiyse onu alın. Neyi yasakladıysa ondan da kaçının” âyet-i kerîmesini okudu, bu âyet-i kerîmeye göre Peygamber’in emrettiği her şeyin benimsenmesi, yasakladığı her şeyden de uzak durulması gerektiğini hatırlattı.52


3-“Biz kitapta hiçbir şeyi eksik bırakmadık”
53 âyet-i kerîmesini de hadis karşıtları yanlış anlıyor ve bu âyet-i kerîmeyi Kur’ân-ı Kerîm’de her şey bulunduğunu, hadislere ihtiyaç olmadığını ileri sürerken zikrediyorlar. Halbuki bu âyet-i kerîmede geçen “kitap” Kur’ân-ı Kerîm değil, her şeyi ihtivâ eden “Levh-i mahfûz”dur. Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem “Allah Teâlâ gökleri ve yeri yaratmadan elli bin sene önce mahlûkātın kaderini yazmıştır”54 hadîs-i şerîfiyle bunu dile getirmiştir.

“Yaş, kuru ne varsa hepsi gerçeği gösteren apaçık bir kitaptadır”55 âyet-i kerîmesindeki “kitap” ifâdesiyle de Kur’ân-ı Kerîm değil Levh-i mahfûz kastedilmiştir. Allah Teâlâ Levh-i mahfûz’dan “ana kitap” diye de söz etmektedir: “O Kur’an, katımızdaki Ana Kitap’ta bulunan pek yüce ve hikmet dolu bir Kur’an’dır.”56


4-“Kendilerine okunan bu kitabı sana indirmemiz mûcize olarak onlara yetmedi mi?”57 Bu âyet-i kerîmede Allah Teâlâ, Peygamber Efendimiz’den mûcize isteyen kâfirleri muhâtap almakta, hem bu, hem de bir önceki âyet-i kerîme ile onlara şunu sormaktadır:

Size gönderdiğim Kur’ân-ı Kerîm, Peygamberim Muhammed’in benim elçim olduğunu apaçık bir şekilde göstermiyor mu? Bir de mûcize istiyorsunuz! Arap edebiyatını mükemmel sûrette bilen sizlere Kur’an âyetleri mûcize olarak yetmiyor mu? Sizin gibi edebiyatı iyi bilen kimselere Kur’an’dan daha yeterli bir mûcize olur mu?

İşin gülünç tarafı hadis ve sünnet karşıtları bu âyet-i kerîmeyi doğru anlamadıkları gibi, onu sünneti savunanlara karşı kullanmaya kalkıyorlar ve bu âyetin dini anlamak için Kur’ân-ı Kerîm’in yeterli olduğunu, hadis ve sünnete ihtiyaç bulunmadığını gösterdiğini iddia ediyorlar.

“Biz sana her şeyi açıklamak, doğru yolu göstermek, rahmet kaynağı olmak, Müslümanlara da müjde vermek üzere bu kitabı indirdik”
58 âyet-i kerîmesi, yukarıda da söylediğimiz gibi Peygamber Efendimiz’in hadisleriyle dini açıkladığını, esasen görevinin de dini açıklamak olduğunu gösteriyor.

Resûlullah’ın Allah Katındaki Değeri


Taşgetiren: Hocam, sanırım bir de Rasulullah’ın Allah Teala katındaki değerinden bahsetmek gerekiyor.

Prof. Dr. Kandemir: Evet, Allah’ın kitabı ile Allah’ın Rasulünü gönlüne sığdırmakta zorlananlara bunu da hatırlatmakta yarar var. 


Soru şu:

-Biz nasıl bir peygamberden söz ediyoruz? Lütfen buna dikkat buyurulsun!

Kâinâtın Rabbi’nin Kur’ân-ı Kerîm’inde: “Biz seni âlemlere yalnız rahmet olarak gönderdik”59 diye şânını yücelttiği bir Peygamber’den söz ediyoruz.

Bu âyet-i kerîmede geçen “âlem­ler” ifâdesi, Cenâb-ı Hak dışındaki bütün kâinâtı kapsar. Bu da Allah Teâlâ’nın Resûl-i Ekrem’ini kâfirler de dâhil, yarattığı her varlığa rahmet olarak gönderdiğini gösterir. Abdullah ibni Abbâs radıyallahu anhümânın dediği gibi durum ortadadır. Daha önceki ümmetler peygamberlerine inanmayınca “maymuna dönüştürülmüş, yerin dibine batırılmışlardır. Fakat Resûl-i Ekrem’e inanmayan kâfirler, onun hürmetine bu belâlardan kurtulmuşlardır.”60

İşte bizim Peygamberimiz Allah katında böylesine hatırlı bir insandır. Cenâb-ı Hak ona İsrâ ve Mi’râc’ı nasip etmiş, bu sırada ona Kendisinin varlığını ve kudretini gösteren en büyük delillerden bir kısmını göstermiştir.61

Bu dinin büyükleri olan ashâb-ı kirâm, tâbiîn ve diğer İslâm âlimleri Peygamber Efendimiz’in hadislerine din diye sarılmışlar, buyruklarını baştâcı etmişlerdir. Biz de onun yolunu kendimize yol bilmeli, sünnetine dört elle sarılmalıyız. O bize ne verdiyse almalı, neyi yasakladıysa ondan da sakınmalıyız.62

Hadis Karşıtlarına Birkaç Soru:

Burada son olarak Hadis karşıtlarına bazı sorular sormak isterim:

* Birçok hadîs-i şerîfte gördüğümüz üzere ashâb-ı kirâm içinden çıkamadıkları konuları Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve selleme soruyorlardı veya konu ailevî bir mesele ise Resûl-i Ekrem’in evine hanımlarını gönderip Mü’minlerin annelerine sorduruyorlardı. Meselâ birgün Hz. Ömer Resûl-i Ekrem’in huzûruna gelerek:

“Bugün çok büyük bir günah işledim, oruçluyken karımı öptüm” diye derdini anlatmış ve ondan çözüm beklemişti.63 Ashâb-ı güzîn efendilerimiz Kur’ân-ı Kerîm’i bizden daha iyi bildikleri halde, zorda kaldıkları zaman çözümü Kur’ân-ı Kerîm’de aramayıp neden Allah’ın Resûlü’ne veya onun hanımlarına başvuruyorlardı? Kur’ân-ı Kerîm ashâb-ı kirâma da yeteceğine göre, onlar neden namaza, oruca, hacca, zekâta ve dinin diğer konularına dair sorularını Resûl-i Ekrem Efendimiz’e yöneltiyorlardı?

* Hadis ve sünnet olmasaydı namazların rekâtları, nasıl kılınacağı, namaz vakitleri, öğle ve ikindi namazlarında imâmın kırâati cehrî değil hafî okuyacağı, malın kırkta birinin zekât olarak verileceği ve benzeri meseleler nereden öğrenilecekti?

* Kur’ân-ı Kerîm bize yeter, hadis ve sünnete ihtiyaç yok diyorsunuz. Eğer bu görüşünde samimi iseniz, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin sünnetine sarılmayı emreden şu âyet-i kerîmeleri nasıl gözardı ediyorsunuz?

* “De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız, bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın.”64

“Peygamber’e itaat eden, Allah’a itaat etmiş olur. İtaat etmeyenlere ise aldırma.”65

* “Allah’a ve âhiret gününe kavuşmayı uman ve Allah’ı çok anan kimseler için, Allah’ın elçisinde size güzel bir örnek vardır.”
66

* Resûlullah sallallahu aleyhi ve selleme sünnetin de vahyedildiğini belirten şu âyet-i kerîmeye ve benzeri âyetlere nasıl mânâ veriyorsunuz?

“Eğer Allah’ın sana lütuf ve merhameti olmasaydı, o insanlardan bir kısmı vereceğin hükümde seni şaşırtmaya yeltenecekti. Onlar ancak kendilerini şaşırtırlar; sana da bir zarar veremezler. Çünkü Allah sana kitabı indirdi, hikmeti verdi ve bilmediklerini öğretti. Allah’ın sana olan lütfu çok büyüktür.”67


* Şayet Kur’ân-ı Kerîm varken hadise ihtiyaç yoksa, Allah’ın Resûlü’ne muhâlefet etmekten sakındıran şu kabil âyet-i kerîmelerin mânası nedir?

“Peygamber’in emrine aykırı hareket edenler, başlarına bir belâ gelmesinden veya elem verici bir azaba uğramaktan sakınsınlar.”68

Kur’an bize yeter, hadis ve sünnete ihtiyacımız yok, derken Kur’ân-ı Kerîm’e ters düşüyorsunuz. Çünkü Kur’ân-ı Kerîm’in birçok âyet-i kerîmesi Peygamber sünnetine uymayı farz kılıyor. Ama siz, Peygamber aleyhisselâma uymayı ve ona itâat etmeyi emreden bu âyetleri yok sayıyorsunuz.

Kur’ân-ı Kerîm’in asıl bağlıları, Resûl-i Ekrem’in Allah’tan alıp getirdiği Kur’an’a ve sünnete tâbi olan Müslümanlardır. Çünkü onlar şu Peygamber buyruğunu baştâcı edenlerdir:

“Size iki şey bırakıyorum. Onlara sıkıca yapışırsanız yolunuzu kaybetmezsiniz: Biri Allah’ın kitabı Kur’an’, diğeri Peygamberi’nin sünneti.”69

Siz Kur’an bize yeter demekte ısrar ediyorsunuz. Halbuki Kur’ân-ı Kerîm bir Müslümanın hayatında ihtiyaç duyduğu her meseleyi ihtiva etmiyor. Hatta bazen hadis ve sünnet bile Müslümanın bütün sorularını karşılamaya yetmiyor da, İslâm âlimlerı “icmâ”, “kıyâs”, “istihsân” “istishâb”, “sedd-i zerâi‘” gibi çeşitli yöntemler, çözüm yolları arıyorlar.

Şayet insaf sahibi iseniz, bu bilgiler ve bu sorular karşısında durumunuzu yeniden gözden geçirirsiniz...

Sünnet Tek Başına Hüküm Koyar


... Hadis ve sünnet Kur’ân-ı Kerîm’i açıklamakla kalmaz, ayrıca Allah’ın kitabında hiç temas edilmeyen konulara dair hükümler ortaya koyar. Çünkü Kâinâtın Rabbi kitabında temas etmediği hususlarda, hüküm koyma yetkisini (teşrî yetkisini) Resûlüne bırakmıştır. Fahr-i Âlem sallallahu aleyhi ve sellem bu durumu:

“Resûlullah’ın haram kıldığı bir şey Allah tarafından haram kılınmış gibidir”41 diye açıklamıştır.

Kur’ân-ı Kerîm’de temas edilmediği için Peygamber Efendimiz’in, Allah’ın izniyle emrettiği veya yasakladığı konulara örnek olarak şunları sayabiliriz:

* Fıtır sadakası.

* Bir erkeğin, karısıyla birlikte onun teyzesi ve halasını aynı zamanda nikâhına alamayacağı.42

* Doğan, şahin, kartal, akbaba gibi tırnaklı ve pençeli yırtıcı kuşların; bir de kurt, aslan, kaplan, pars, maymun, sırtlan gibi köpek dişli yırtıcı hayvanların etinin yenmeyeceği.43

* Mest üzerine mesh edileceği.44

* Şüf‘a hakkı. Bu, satılan bir gayr-i menkūlü, satılan fiatla ortağının veya komşusunun satın alma hakkıdır. Bu durumu Peygamber Efendimiz: “Komşu komşusunun şüf‘asına başkalarından daha çok hak sahibidir”45 hadisi ve benzeri açıklamalarıyla belirtmiştir.

Dipnotlar: 27) İsrâ 17/78. 28) Bakara 2/110; Nûr 24/56. 29) Nisâ 4/103. 30) Buhârî, Ezân 18, nr. 631, Edeb 27, nr. 6008. 31) Hacc 22/29. 32) Ebû Dâvûd, Zekât 2, nr. 1561; İbni Ebî Âsım, es-Sünne (Elbânî), II, 372, nr. 815; İbn Batta, el-İbânetü’l-kübrâ, I, 234, nr. 66. 33) Mâide 5/38. 34) İbni Hacer el-Askalânî, Fethu’l-bârî (Hatîb), XII, 98-99 [I-XIII, Beyrut 1379]; Aliyyü’l-Kārî, Mirkātü’l-mefâtîh şerhu Mişkâti’l-Mesâbîh, VI, 2355. [I-IX, Beyrut 1422/2002] 35) Mâide 5/3. 36) Ebû Dâvûd, Tahâret 41, nr. 82; Tirmizî, Tahâret 52, nr. 69; Nesâî, Tahâret 48; İbni Mâce, Tahâret 38, Sayd 18, Et`ıme 31. 37) Nûr 24/2. 38) Müslim, Hudûd 13, nr. 1690. 39) En‘âm 6/82. 40) Buhârî, Îmân 23, nr. 32; Müslim, Îmân 197, nr. 124. 41) Tirmizî, İlim 10, nr. 2664; İbni Mâce, Mukaddime 2, nr. 12. 42) Buhârî, Nikâh 27, nr. 5108-5110; Müslim, Nikâh 33, nr. 1408. 43) Müslim, Sayd, 15, 16, nr. 1933, 1934; Ebû Dâvûd, Etime, 32, nr. 3802-3805. 44) Buhârî, Vudû’ 50, nr. 202-205; Müslim, Tahâret 72-80, nr. 272-274. 45) Ebû Dâvûd, Şüf‘a 73, nr. 3513-3518; İbni Mâce, Şüf‘a 2, nr. 2494. 46) Mâide 5/3. 47) İbn Âşûr, et-Tahrîr ve’t-tenvîr, VI, 106 [Tunus 1984]. 48) Buhârî, Îmân 2, nr. 8; Müslim, Îmân 19-22, nr. 16. 49) Nahl 16/89. 50) Nahl 16/44. 51) Haşr 59/7. 52) Buhârî, Tefsîr 59/4, nr. 4886, Libâs 82-87, nr. 5931-5948; Müslim, Libâs 120, nr. 2125. 53) En‘âm 6/38. 54) Müslim, Kader 16, nr. 2653. 55) En‘âm 6/59. 56) Zuhruf 43/4. 57) Ankebût 29/51. 58) Nahl 16/89. 59) Enbiyâ 21/107. 60) Mehmet Yaşar Kandemir, Şemâl-i Şerîf Şerhi, I, 75. 61) Necm 53/18. 62) Haşr 59/7. 63) İbni Hibbân, es-Sahîh (Arnaût), VIII, 313-314, nr. 3544. 64) Âl-i İmrân 3/31. 65) Nisâ 4/80. 66) Ahzâb 33/21. 67) Nisâ 4/113. 68) Nûr 24/63. 69) Mâlik, Muvatta’, Kader 3.


Yazının tamamı için:
https://www.altinoluk.com/yeni/prof-dr-mehmet-yasar-kandemir-hoca-ile-hadis-karsiti-kampanya-uzerine-2/

24 Haziran 2018 Pazar

HADİS KARŞITLARINA CEVAP:1- Peygambere Uymak Allah’ın Emri


..Prof. Dr. Kandemir: Hadis karşıtları her devirde olagelmiş, İslâm âlimleri de onların iddialarını çürütmüşlerdir. Fakat iki asır öncesinden beri Şark ilimleriyle meşgul oldukları için kendilerine “Şarkiyatçı” veya “Müsteşrik” denen Batılı araştırıcılar Müslümanları dinlerinden, özellikle de hadislerden uzaklaştırmak için çeşitli iddialar ortaya atmışlardır. Onları şuursuzca taklit eden İslâm dünyasındaki mukallitler, bu İslâm düşmanlarının görüşlerini benimsemiş ve tıpkı onlar gibi hadisleri inkâr etmişlerdir.

..İslâmı anlamak ve yaşamak için Kur’ân-ı Kerîm’in yeterli olduğunu söylüyorlar. Hadislere güvenilemeyeceğini, bu sebeple onların dinin ikinci kaynağı olamayacağını ileri sürüyorlar. Bu iddialarını ispatlamak için bazı âyetlere sarılıyor ve diyorlar ki:

Allah Teâlâ, Peygamber’in son günlerinde: “Bugün dininizi kemâle erdirdim”1 âyet-i kerîmesini indirdi ve böylece dinini tamamladığını bildirdi. Şayet dinin tamamlanması için hadislere ihtiyaç olsaydı, Allah dinin tamamlandığını söylemezdi. (Aşağıda bu âyet-i kerîmeyi yeniden ele alacağız)

Görüşlerini ispatlamak için şu âyet-i kerîmeleri de okuyorlar:

“Biz kitapta hiçbir şeyi eksik bırakmadık.”2

“Biz sana her şeyi açıklamak, doğru yolu göstermek, rahmet kaynağı olmak, Müslümanlara da müjde vermek üzere bu kitabı indirdik.”3

İşte bu âyetlere dayanarak Kur’ân-ı Kerîm’de hiçbir şeyin eksik bırakılmadığını, orada her şeyin açıklandığını ileri sürüyor, hadise ve sünnete hiçbir şekilde ihtiyaç bulunmadığını ve zaten hadislere kesinlikle güvenilemeyeceğini iddia ediyorlar.

Sünnete Göre Yaşamak Kur’an’ın Emridir


Taşgetiren: O zaman Kur’an’a bir de Peygamberimizin hukukunu anlamak için bakmak lazım, değil mi? Acaba Rabbimiz nasıl bir “Peygamber hukuku” çiziyor?

Prof. Dr. Kandemir- Evet, tabi ki ölçümüz Kur’an ve orada da önümüze bir “Rasulullah hukuku” konuyor. Müslümanların hayatlarını hadis ve sünnete göre tanzim etmeleri hem Allah Teâlâ’nın, hem de Peygamber aleyhisselâmın kesin emridir.

Kur’an bize yeter diyenler Cenâb-ı Hakk’ın son Peygamberi Muhammed sallallahu aleyhi ve selleme verdiği son derece önemli şu görevi görmezden geliyorlar: Allah Teâlâ Resûl-i Ekrem’ine hem Kur’ân-ı Kerîm’i, hem de onu açıklayacak olan hadis ve sünneti vahyetti ve ona görevini şöyle bildirdi:

“Sana, kendilerine gönderileni insanlara açıklaman, onların da üzerinde düşünmeleri için bu Kur’an’ı indirdik.”4


Demek ki Resûl-i Ekrem’in görevi insanlara sadece Kur’ân-ı Kerîm’i duyurmak değildir. Aynı zamanda onlara dini nasıl yaşayacaklarını göstermek için hem sözleri, hem de uygulamalarıyla Kur’ân-ı Kerîm’i açıklamaktır.

Allah Teâlâ’nın, Peygamber’ine Kur’ân-ı Kerîm’i indirmesi ve ondan da kitabını açıklamasını istemesi şunu gösterir: Kur’ân-ı Kerîm dinin birinci kaynağı, onu açıklayan hadis ve sünnet de dinin ikinci kaynağıdır.

Hadis ve sünnet karşıtları, Peygamber buyruklarına değer vermemek sûretiyle aslında Kur’ân-ı Kerîm’e karşı olduklarını farketmiyorlar. Çünkü Kur’ân-ı Kerîm Peygamber sallallahu aleyhi ve sellemin değerini belirtiyor, ardından da herkesi ona tâbi olmaya, ona itâat etmeye ve emirlerine karşı gelmemeye çağırıyor.

Resûlullah’a Tâbi Olmak

Taşgetiren: Bu üç hususu biraz açabilir miyiz Hocam?

Prof. Dr. Kandemir: Allah’ın Elçisi’ne tâbi olmamızı emreden âyet-i kerîmede Allah Teâlâ Peygamber Efendimiz’e şöyle emrediyor:

“İnsanlara şöyle de: Eğer Allah’ı seviyorsanız, bana tâbi olun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın.”5

Hemen bir sonraki âyette önemine binâen aynı buyruk şöyle vurgulanıyor:

“Şöyle de: Allah’a ve Resûlüne itaat ediniz. Yüz çevirip, inkâr ederseniz, hiç şüphesiz Allah inkâr edenleri sevmez.”

Bu âyet-i kerîmelere göre, şayet bir kimse Allah’ı sevdiğini ileri sürdüğü halde O’nun Resûlüne itâat etmiyorsa, Allah’ı sevdiği iddiası kocaman bir yalandan ibarettir. Peygamber’e karşı gelenler de elem verici bir azâba uğrayacaklardır.

Resûlullah’a İtâat Etmek

Allah Teâlâ, Kendisinin merhametini kazanabilmek için Allah’a ve Resûlü’ne itâat etmenin şart olduğunu söylüyor.6 Cennete girmek ve böylece büyük kurtuluşa ermek için de Allah’a ve Resûlü’ne itâat etmeyi gerekli görüyor.7

Böylece Kâinâtın Rabbi Kendisine itaat etmiş olmak için Resûlü’ne itâat etmeyi vazgeçilmez buluyor. Neden? Çünkü Peygamber, Allah’ın gönderdiği dini, O’nun kullarına tebliğ eden kimsedir. İnsanlara neleri tebliğ edeceğini en iyi bilendir. Bundan dolayıdır ki, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin söylediği sözler ve yaptığı uygulamalar Allah’ın isteğine uygundur. Şu halde insanlar hem Kur’ân-ı Kerîm’deki, hem de Peygamber’in hadis ve sünnetindeki emirlere kayıtsız şartsız itâat edecek ve Kur’an ve hadisin yasakladığı şeylerden uzak duracaktır.


Şu âyet-i kerîmenin Kur’ân-ı Kerîm’de üç defa tekrarlandığını gözardı edemeyiz:

“Ey iman edenler! Allah’a itaat edin, peygambere itaat edin”8 Şuna dikkat buyurulsun: Bu üç âyet-i kerîmede “itâat edin” emri hem Allah Teâlâ için, hem de O’nun Resûlü için ayrı ayrı kullanılıyor, bu da şunu gösteriyor:

Resûlullah sallallahu aleyhi ve selleme, onun sözlerini Kur’ân-ı Kerîm’e arzetmeden itâat etmek gerekir. Yani Resûl-i Ekrem’in emrettiği şey Kur’ân-ı Kerîm’de var mı, yok mu diye araştırmadan onun emrine mutlak sûrette itâat etmek gerekir. Çünkü Peygamber aleyhisselâma, kendisinin buyurduğu üzere “Kur’ân-ı Kerîm ile birlikte onun bir benzeri daha verilmiştir.”9

Bu âyet-i kerîme bize, hadis ve sünnetin Kur’ân-ı Kerîm’den sonra dinin ikinci kaynağı olduğunu gösterir. Çünkü hadîs-i şerîfler olmadan dinimizi tam olarak anlamamız mümkün değildir.

Resûlullah’ın Emirlerine Karşı Gelmemek

Taşgetiren: Hocam bir de Rasulullah’ın emirlerine karşı gelmeme ikazı var Kur’an’da değil mi?

Prof. Dr. Kandemir: Tabii ki. Ben Müslümanım diyen kimse Peygamberine hiçbir şekilde karşı gelmeyecektir. Şayet karşı gelirse her şeyini kaybedecek ve ebedî olarak cehennemde kalacaktır. Bu konudaki ilâhî hüküm şöyledir:

“Allah ve Resûlü bir konuda hüküm bildirdiği zaman, ne bir mü’min erkeğin, ne de bir mü’min kadının, o konuda başka bir tercihte bulunma hakları yoktur. Allah’a ve Resûlüne isyan eden ise apaçık bir sapıklığa düşmüştür.”10

Şu halde Allah ve Peygamber Müslümanlar hakkında bir hüküm verince, Müslüman olduğunu söyleyen kimseler hiç itiraz etmeden: “Duyduk ve uyduk” diyeceklerdir.11

Allah Teâlâ peygamberlere hiçbir şekilde muhâlefet edilmeyeceğini, ona karşı gelinmeyeceğini anlatmak için Firavun örneğini veriyor ve sonunda bize bir soru soruyor:

Biz Firavun’a bir peygamber göndermiştik, size de bir peygamber gönderdik. Fakat Firavun o peygambere karşı geldi; Biz de onu şiddetli bir azapla yakaladık. Peki siz peygamberinize karşı gelirseniz, çocukları ihtiyarlatan o günden nasıl korunacaksınız?12

Hâl böyle olunca, bir Müslüman âhiretini mahvedecek hiçbir tehlikeyi göze alamaz ve Peygamberinin hiçbir buyruğuna itiraz edemez.

Hadis ve Sünnete Uymak Resûlullah’ın da Emridir

Taşgetiren: Hocam bir de “Hadis karşıtı” denilen insanların Rasulullah ile hukukları var. Ne diyor Rasulullah Efendimiz hadis ve sünnete uymak konusunda?

Prof. Dr. Kandemir: Bu da önemli bir mesele tabi. Peygamber Efendimiz size kendi hukukunu nasıl anlatıyor?

Çok net:

Fahr-i Âlem sallallahu aleyhi ve sellem hadis ve sünnetin dinin ikinci kaynağı olduğunu bizzat belirtmiştir. Pek yakında karnı tok, rahat koltuğuna kurulmuş birilerinin sadece Kur’an’a sarılmayı, onda helâl olarak gösterilen ne varsa onu helâl, haram olarak gösterilen ne varsa onu haram bilmeyi tavsiye edeceklerini söylediği hadîs-i şerîfte şöyle buyuruyor: “Bana Kur’ân-ı Kerîm ile birlikte onun bir benzeri daha verilmiştir.” Böylece kendisine Allah’ın kitabını açıklama yetkisinden başka, Kur’an’da olmayan şeyleri ortaya koyma yetkisinin de verildiğini belirtiyor.

Sünenü Ebî Davûd’un ilk şârihi Hattâbî (ö. 388/998) bu konuya açıklık getiriyor. Peygamber aleyhisselâmın, “Kur’an’ın bir benzeri” sözüyle iki şeyi kastetmiş olabileceğini söylüyor:

* Bana zâhirî ilim vahyedildiği gibi bâtınî ilim de vahyedildi.

* Bana Kur’an vahyedildiği gibi onu te’vil etmek yani Kur’an’ı açıklamak da vahyedildi.13

Hattâbî’den sonraki İslâm âlimleri de konuya böyle bakmışlardır.

Peygamber Efendimiz’in pek yakında hadis ve sünneti önemsemeyen, karnı tok, rahatını ve koltuğunu düşünen kimselerin çıkacağını haber vermesi, onun mûcizelerinden biridir.

Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem çeşitli hadislerinde ümmetini hadis ve sünnete sarılmaya teşvik etmiştir. Ashâb-ı kirâmdan İrbâz ibni Sâriye şöyle bir olay anlatır:

Birgün Peygamber aleyhisselâm ashâbına vedâ eder gibi bir konuşma yapınca, onlar bu konuşmadan çok etkilendiler ve kendisinden bazı tavsiyeler istediler. Allah’ın Resûlü de onlara ileride pek çok ihtilaf çıkacağını, o zamana yetişenlerin hem kendisinin, hem de Hulefây-i Râşidîn’in sünnetlerine sımsıkı sarılmalarını, ortaya çıkacak bid’atlardan şiddetle kaçınmalarını tavsiye buyurdu.14

Efendimiz aleyhisselâmın sözünü ettiği ihtilâf daha ilk asırdan itibaren ortaya çıktı. Bugün de aynı sıkıntıyı yaşıyoruz. Kur’ân-ı Kerîm’in kendilerine yeteceğini, hadise sünnete ihtiyaç duymadıklarını ileri süren birtakım bid’atçılar, Kur’ân-ı Kerîm’de dayanağı bulunmayan iddialarıyla Peygamber sallallahu aleyhi ve sellemin hadislerine saldırıyorlar. Bu durum karşısında bizim yapacağımız tek şey, Fahr-i Cihân Efendimiz’in emirlerine bütün gücümüzle sarılmak, bu bid’atçıların asılsız görüşlerine hiçbir değer vermemektir.

Resûl-i Kibriyâ’nın evinde yaptığı nâfile ibadetleri onun bir hanımından öğrendikten sonra, bu ibadetleri azımsayan ve daha çok ibadet etmek isteyen üç sahâbînin durumunu hepimiz biliriz. Allah’ın Resûlü bu sahâbîleri aşırılıktan sakındırmış, ibadet konusunda da kendisini örnek almalarını tavsiye buyurmuş ve sözünü şöyle tamamlamıştı: “Benim sünnetimden yüz çeviren kimse benden değildir.”15 “Benden değildir” demek, benim dinimden, şerîatımdan yüzçeviriyor demektir. Bunun ne korkunç bir tehdit olduğu son derece açıktır.

Kur’an ile yetinip Resûlullah’ın hadis ve sünnetini gözardı etme bid’atını ortaya atanların, şayet Müslüman iseler, bu icatlarını yeniden gözden geçirmeleri gerekir.

Hadis ve Sünnet Sonradan Ortaya Çıkmadı

Taşgetiren: Hocam, bu tartışmayı yürütenlerin bir iddiaları var. Onlar hadislerin Peygamber aleyhisselâm zamanında yazılıp ezberlenmediğini, bu rivâyetlerin iki, üç asır sonra ortaya çıktığını ve Resûlullah’a nispet edildiğini söylüyorlar. Hadislerin Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem hayatta iken yazıldığı ve ezberlendiğini kabul etmiyorlar.

Prof. Dr. Kandemir: Bu tabii ki kocaman bir yalan. Allah Teala’nın, Peygamber’e tabi olmayı, onun izinden gitmeyi tavsiye eden, ona kesinlikle karşı gelmemeyi, isyân etmemeyi emreden âyetleri orta yerde dururken, onlar bu âyetleri işlerine geldiği şekilde yorumluyorlar.

Halbuki ashâb-ı kirâm Resûl-i Ekrem’in yirmi üç sene boyunca ne yaptığını, nasıl yaşadığını, nasıl namaz kılıp oruç tuttuğunu, haccettiğini, huzûruna getirilen dâvâları nasıl hallettiğini, savaşlarda nasıl hareket ettiğini gördüler ve onun davranışlarını kendilerine örnek aldılar. Onu canımızdan çok sevmeyi Allah emrediyor diyerek kendisine eşsiz bir muhabbet gösterdiler. Allah’ın Resûlü de hep onların arasında yaşadı, hatalarını düzeltti, güzel davranışlarını takdir etti. Resûlullah Efendimiz’in hanımları da onun ümmetine örnek olacak hal ve tutumlarını bütün açıklığıyla anlattılar.

Allah Teâlâ ise, ashâb-ı kirâma Resûl-i Ekrem’in sözlerinin mutlaka öğrenilmesi ve uygulanması gerektiğini şöyle bildirdi:

“O Peygamber kendi hevâ-hevesine göre konuşmaz. Onun söyledikleri kendisine vahyolunandan başka bir şey değildir.”16İşte ashâb-ı kirâm da hadîs-i şerîflere bu gözle baktılar ve onun ağzından çıkan her sözü öğrenmeye ve hayatlarını ona göre düzenlemeye çalıştılar.

Ashâb-ı kirâm Hadislere Büyük Önem Verdi

Sahâbîler Peygamber Efendi­miz’den on âyetin okunuşunu, mânasını ve ihtivâ ettiği hükümleri öğrenir ve onları yaşamaya çalışırlardı. Ardından aynı şekilde bir on âyeti daha öğrenirlerdi17.

Allah Teâlâ ashâb-ı kirâma ilmi öğrenmelerini, sonra da başkalarına öğretmelerini emretmiş ve şöyle buyurmuştur:

“Mü’minlerin hep birden savaşa gitmesi doğru değildir. Her topluluktan bir kısmı savaşa gitmeli; bir kısmı da ilimde derinleşip savaşa gidenler geri döndüğünde onlara Allah’ın emir ve yasaklarını bildirmelidir.”18

Onlar da bu ilâhî emir gereğince, hep birden savaşa gitmediler, Peygamber aleyhisselâmdan hem Kur’ân-ı Kerîm’i, hem de onun sünnetini öğrenip uyguladılar. Ashâb-ı kirâmın bu âyet-i kerîmeyi kulak ardı etmesi, Resûlullah’ın sünnetini öğrenmemesi ve onları başkalarına öğretmemesi olacak şey midir? Peygamber devrinde hadis ve sünnet yoktu demeyi hangi akıl kabul edebilir? İsterseniz buna dâir birkaç misâl verelim:

1-Uzaktan Gelenler Dini Öğrenmek İçin Günlerce Medine’de Kalırlardı


Ashâb-ı kirâm Peygamber Efendimiz’in yanında bulunur, sonra ondan öğrendiklerini ailelerine öğretmek için evlerine giderlerdi. Mâlik ibni Huveyris radıyallahu anhın anlattığına göre, muhtelif yerlerden gelen bir grup genç Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin yanında yirmi gün kalıp dinlerini öğrenmişler, Allah’ın Resûlü onların yakınlarını özlediklerini anlayınca, ailelerinin yanına dönmelerini ve öğrendiklerini onlara öğretmelerini ve kendisinden görüp öğrendikleri gibi namaz kılmalarını emretmişti.19


2-Medine’de Yaşayanlar Resûl-i Ekrem’in Yanında Nöbetleşe Kalırlardı

Herkes gibi ashâb-ı kirâmın da bir ailesi ve onları geçindirmek için icrâ ettikleri meslekleri vardı. Bir yandan mesleklerini icrâ ederken, bir yandan da Peygamber aleyhisselâmın yanında bulunmayı, onu dinlemeyi, yeni vahiyleri duymayı ve dinlerini birinci elden öğrenmeyi isterlerdi. Hz. Ömer’in bu konuda anlattıkları bize yeterli bilgi vermektedir. O, Ensâr’dan olan bir komşusuyla birgün arayla nöbetleşe Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin yanında kalır, o gün gelen vahiyleri ve olup bitenleri akşam birbirlerine anlatırlardı.20


3-Hadis Öğrenmek İçin Sıkıntılara Katlanırlardı

Resûl-i Ekrem vefât edince, onun hadislerini derleme arzusu bazı sahâbîleri harekete geçirdi. Abdullah ibni Abbâs radıyallahu anhümâ bu ihtiyacı Medineli bir zâta açtı. Onun, bu kadar sahâbî varken hadisleri derlemeye gerek olmadığını söylemesi üzerine İbni Abbas bu önemli görevi tek başına yapmaya karar verdi. Hadis rivâyet ettiğini tesbit ettiği sahâbîlerin evlerine gider ve onlardan bildikleri hadisleri duyup yazardı. Aradan zaman geçip de insanlar hadis öğrenmek için İbni Abbâs’ın etrafında toplanmaya başlayınca, o Medineli zât hatâsını anladı ve Abdullah ibni Abbâs’ın kendisinden daha akıllı olduğunu söyledi.21

Câbir ibni Abdillah radıyallahu anhümânın, bilmediği bir hadisi Peygamber aleyhisselâmdan bizzat duyan Abdullah ibni Üneys’den öğrenmek için deve sırtında Şam’a gitmesi,22 Ebû Eyyûb el-Ensârî’nin, mü’minin ayıbını gizleme konusundaki bir hadisi Ukbe bin Âmir’den duymak için yine aynı şekilde deve sırtında Medine’den Mısır’a gitmesi23 bunun örnekleridir.


4-Hadisleri Birbiriyle Müzâkere Ederlerdi

Ashâb-ı kirâm Peygamber Efendimiz’den duydukları hadisleri ezberlemek ve onların ihtivâ ettiği fıkhî hükümleri iyice anlamak için, Resûlullah’ın yanından ayrıldıktan sonra bir araya gelir ve onları müzâkere ederlerdi.24

Hz. Âişe’nin bir huyu vardı: Bilmediği bir şeyi duyunca, onu iyice öğrenmek için tekrar tekrar sorardı. Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve selleme de bu maksatla pekçok soru sorardı.25


5-Ayıp Sayılan Konuları Bile Sormaya Utanmazlardı

Dini öğrenmek ve Allah Teâlâ’nın istediği gibi yaşamak ashâb-ı kirâmın en büyük emeliydi. İşte bu düşünceyle, genellikle ayıp sayılan konuları bile Peygamber aleyhisselâma sorup öğrenmeye çekinmezlerdi. Hz. Âişe, “utanma duygusu Ensâr kadınlarının dini öğrenmelerine engel olmamıştır” derken bu duruma işaret etmiştir. Nitekim onlar Resûl-i Ekrem’in huzûruna çıkıp, ihtilâm olan kadınların yıkanıp yıkanmayacağını sormaya çekinmemişlerdir.26

Bu misâllerden anlaşılacağı üzere ashâb-ı kirâm sünneti öğrenmiş ve uygulamışlardır.

Daha önce de söylediğimiz gibi hadis ve sünnet ya Kur’ân-ı Kerîm’i bir şekilde açıklamış veya Kur’ân-ı Kerîm’de belirtilmeyen konularda müstakil hükümler ortaya koymuştur. Demek oluyor ki, hadis ve sünnet Peygamber Efendimiz’in hayatında her zaman vardı. Ashâb-ı kirâm da onları hayatlarının her safhasında uyguladı. İşte bu sebeple hadislerin Resûl-i Ekrem’in vefâtından sonra derlendiğini söyleyenlerin bu iddiası tamâmen tutarsız olup gerçeği yansıtmamaktadır.

Ashâb-ı kirâm hadisleri yazarak ve ezberleyerek öğreniyor, onları kendi aralarında müzâkere ediyor ve öğrendiklerini bilfiil yaşıyorlardı.

Burada çok önemli bir hususu daha hatırlatmak gerekir: Araplar okuma yazma bilmeyen ümmî bir milletti. Bu sebeple kültürlerini, asırlardan beri son derece berrak hâfızalarında saklamak sûretiyle yaşatırlardı. Yazıya güvenen ve onunla yetinenlerin hâfızası o kadar güçlü olmadığı için, onlar ezberlediklerini bir süre sonra unuturlar. Ashâb-ı kirâm işte bu özellikleri yanında, Peygamberlerinin sözünü din diye kabul ettikleri, hadîs-i şerîfleri ezberleyip onları daha sonraki nesillere aktarmayı dinî bir görev saydıkları için, ezberlerini korumaya daha büyük önem vermişlerdir.

Dipnotlar: 1) Mâide 5/3. 2) En‘âm 6/38. 3) Nahl 16/89. 4) Nahl 16/44. 5) Âl-i İmrân 3/31. 6) Âl-i İmrân 3/132. 7) Nisâ 4/13. 8) Nisâ 4/59; Nûr 24/54; Muhammed 47/33. 9) Ebû Dâvûd, Sünnet 5, nr. 4604; Ahmed ibni Hanbel, Müsned, IV, 130-131, nr. 17306. 10) Ahzâb 33/36. 11) Nûr 24/51. 12) Müzzemmil 73/15-16. 13) Hattâbî, Me‘âlimü’s-sünen, IV, 298 [Halep 1351/1932]. 14) Ebû Dâvûd, Sünnet 5, nr. 4607; Tirmizi, İlim 16, nr. 2676; İbni Mâce, Mukaddime 6, nr. 43. 15) Buhârî, Nikâh 1, nr. 5063; Müslim, Nikâh 5, nr. 1401. 16) Necm 53/3-4. 17) İbni Ebî Şeybe, el-Musannef (Hût), II, 413, nr. 940; Ahmed ibni Hanbel, Müsned, V, 410, nr. 23878. 18) Enfâl 8/122. 19) Buhârî, Ezân 17, 18, nr. 628, 631; Müslim, Mesâcid 292, nr. 674. 20) Buhârî, İlim 27, nr. 89. 21) Hatîb el-Bağdâdî, el-Câmi’ li-ahlâkı’r-râvî (Tahhân), I, 158, nr. 215. 22) Ahmed ibni Hanbel, Müsned, III, 495, nr. 16138; Hâkim, el-Müstedrek (Atâ), II, 475, nr. 3638. 23) Abdürrezzâk, el-Musannef (A‘zamî), X, 228-229, nr. 18936; Ahmed ibni Hanbel, Müsned, IV, 153, 159, nr. 17526, 17593. 24) Hatîb el-Bağdâdî, el-Câmi’ li-ahlâkı’r-râvî (Tahhân), I, 236, nr. 464. 25) Buhârî, İlim 35, nr. 103, Rikāk 49, nr. 6537. 26) Buhârî, İlim 50, nr. 130; Müslim, Hayz 32, nr. 313.


Yazının tamamı için:

Kalbini yardın da baktın mı?


Geldik kalbin bilinebileceğini ya da bilinemeyeceğini söyleyenlerin delillerine.

Doğrusu kalbin bilinebileceğini söyleyen ne bir müfessir, ne bir fakih, ne bir âlim, ne de evliyaullahtan biri vardır. Kalbi bildiğine dair kerametleri anlatılan büyük zatlara sorulsa, onların hepsi muhtemelen; estağfurullah, öyle şey mi olur demişlerdir, diyeceklerdir.


Bunu söyleyenler hep iyi niyetle birine bağlanan ve bağlandığını insanüstü vasıflarla görmek isteyen kimselerdir. Yani, hep o bilir denir ama ben bilirim diyen birisini bulamazsınız. Varsa doğrusu bunu denemeye değer. Yani, evliya kalpleri bilir demenin ne menkul ne de makul bir delili olabilir. Kısaca mesele bir uçma değil, uçurma meselesidir.

Bilebilir diyenler en nihayet şunlara tutunurlar:

Allah bildirirse bilir. Bunun delil değerini sonra anlatacağız.

Bir hadisi şerifte buyurulur ki, ‘Allah’ın öyle kulları vardır ki, onlar insanları tevessümle tanırlar’ (Bezzâr, hasen). Tevessüm visâmları, yani işaretleri, belirtileri okuyabilme basiretidir. Hicr 75'te de geçer. ‘Şüphesiz bunda, işaretleri okuyabilenler için ayetler vardır’ buyurulur. Zekânet, firaset, fıtnet kelimelerine yakın bir anlamı vardır. Sözü edilen hadisin kalbin bilinmesiyle ilgisinin olmadığı, bunu söylemediği açıktır.

Tutunulan bir başka delilden ilkyazımızda söz etmiştik. ‘Allah farzlardan sonra nafilelerle kendisine yaklaşmaya devam edenlerin gören gözü… olur’ hadisi. Orada anlatılan şeyin de buradaki tevessüm, firaset ya da basiret olduğunu hadisi şerh edenler söylerler.

O halde bu kabule hüsnü zandan başka bir delil kalmaz. Tabii ki bir de işi bilmemek ve bu zannın iman haline gelmesi vardır. Bununla beraber ‘bilebilir’ denmesinin sağlam bir tevili de yapılabilir. Onu bir sonraki yazımda yine bir hatıramla anlatacağım.

Buna karşılık usul diliyle, ‘ibaresiyle’ olmasa dahi, işaretiyle ve iktizası ile pek çok delil kalbe Allah’tan başka kimsenin muttali olamayacağını anlatır. Ayetlerden öyle anlaşılıyor ki, özel vahiy gelmedikçe bunu Resulüllah bile bilmez. ‘Eğer dileseydik biz o münafıkları sana gösterirdik, sen de onları simalarından tanırdın…’ (Muhammed, 30). Demek ki, Resulüllah bile bidayette münafıkların kimler olduğunu bilmiyordu, sonra vahiy ile kendisine bildirildi.

Müminlerin zor imtihanlara tabi tutulup münafıklardan ayrılacaklarını bildiren ayeti kerime gelince münafıklar, hadi öyleyse kimler mümin, kimler değil açıklayın bakalım, demişlerdi. Bunun üzerine şu mealdeki ayeti kerime indi:

‘Allah müminleri hep bu halde bırakacak değildir. Kim pis kim temiz ayıklayacaktır. Allah size gaybı bildirmez. O gaybı için dilediği resulünü seçer. O halde siz Allah’a ve O’nun resullerine inanın…’ (Âl-i İmran 179, Cin 26)

Burada sahabenin bile insanların kalbini bilemediği söyleniyor. Ayrıca iman kalpte olacağına göre, bu ayette kalpteki bilgiye de gayb dendiğini anlıyoruz. ‘O halde siz Allah’a ve O’nun rasullerine inanın’ ifadesi, hem gaybın peygamberlerden başkasına bildirilmediğini gösterir hem de siz bu konuda başkalarının söylediklerine bakmayın demek ister.

Münafıklar, kendileri hakkında bir sûre indirilip, kalplerini Allah’ın Resulüllah’a açıklamasından korkuyorlardı (Tevbe 64). Demek ki o bile onların kalbini bilmiyordu. Zaten onları Resulüllah’ın bilmediğini Allah açıkça söylüyor (Tevbe 101).

Kuranıkerim’de kalplerde olanı Allah’ın bileceği gerçeği hep, ‘sadece O’ anlamına gelen hasr ifadesiyle anlatılır.

‘Sizin üzerinizde koruyucu ve çok değerli yazıcı melekler vardır, onlar sizin yaptıklarınızı bilirler’ (İnfitar 9-12) ayetini tefsir ederken İmam Matüridî der ki: ‘Yani bu melekler sizin sırf zahiren yaptığınız fiilleri bilirler. Kalplerdeki sırlara gelince onu sadece Allah bilir’… Bu sebeple insanın kalbinden geçirdiği, ama yapmadığı kötü fiillere günah yazılmaz. Çünkü yazıcı melekler onları bilmezler. Kalpten geçenler aniden gelip geçen düşünceler değil de, kişinin kurguladığı iradeli düşünceler ise evet, kul bundan da sorumludur, ama bunu da ancak Allah hesaba çeker (Bkz. Bakara 284), melekler bilmezler.

Bir sahabi savaşta lailahe illellah dediği halde birisini öldürmüştü Resulüllah (sa) buna kızdı ve onu azarladı. Sahabi, ‘o bunu korkusundan söyledi’ deyince Resulüllah ‘kalbini yarıp baktın mı, sen kıyamette bunun hesabını nasıl vereceksin!’ dedi ve öfkeli bir halde bunu o kadar çok tekrarladı ki sahabi, keşke şu ana kadar Müslüman olmamış olsaydım diye temennide bulundu. (Ebu Davud, sahih).

Bir gün Resulüllah’a kaba davranan birisi için Halid bin Velid, ‘şunun boynunu vurayım mı ya Resulüllah?’ dediğinde, ‘Hayır, namaz kılan birisi olabilir’ buyurdular. Halid; ‘öyle namaz kılanlar var ki, dili başka kalbi başkadır’ deyince Resulüllah: ‘Ben insanların kalplerini deşmek, karınlarını yarmak için gönderilmedim’ buyurdu. (Bezzar, hasen)


23 Haziran 2018 Cumartesi

Neden Bu Ameli Yapmanız Gerekiyor?


Şimdi, hangi amelden bahsediyorum? Yapması zor mu? Çok zaman ve çaba gerektiriyor mu? Bu amelin gerçekleştirilmesinin faydaları nelerdir?

Hepimiz dünyadaki zamanımızın sınırlı olduğunu biliyoruz ve bilinçli ya da bilinçsiz olarak mümkün olduğunca çok sayıda iyi amel toplamaya çalışıyoruz. Bazen bocalarız ve insanlar olarak, kasıtlı veya başka türlü günah işleriz. İyi işler yapmak için ani kıvılcımlarımız vardır ama sonra dünya ile dikkatimizi dağıtırız ve ana amacımızı unuturuz:

Cennet’e ulaşmak ve Allah rızası.

Okul / üniversite hayatınızı düşünelim: Ortalama öğrenciler ve sıra dışı olanlarınız var. Yaptıkları her şeyde en yüksek amaçlara ulaşmaya çalışanlar ve elde edebilecekleri çok az şeyden memnun olanlar var. Bu iki öğrenci kategorisini ayıran nedir? Biri en iyisinden başka bir şey istemezken, diğeri yolunda ne olursa olsun mutludur. Görüyorsunuz, temel şeyleri yapmak, dünya veya ahiretteki en yüksek başarı mertebesine ulaşmanıza yardımcı olmayacaktır. Bunu herkes yapar. Ama biz Müslümanlar sıradan değiliz. Cennet’in en alt katmanına yerleşmekten mutlu olmamalıyız, biz Cennet’teki en yüksek yer olan Firdevs-i al’a’yı istemek için teşvik edildik.

Şimdi, bu kadar yüksek bir amaç nasıl elde edilir?
İşte size beş dakika ya da daha az bir sürede yapabileceğiniz basit ve güçlü bir eylem ve dünya ve ahirette yükseklere ulaşmanıza yardımcı olabilecek bir amel.

Duha Namazı

Duha namazı vakti, güneşin bir mızrak boyu yükselmesinden, yani Güneş doğduktan 45 dakika sonra başlar, öğle namazına 45 dakika kalıncaya kadar devam eder. Duha namazı için en uygun zaman, güneşin en yüksek noktaya ulaştığı, günün en sıcak zamanıdır ve bu, gün doğumu ile Öğle namazı arasının yaklaşık olarak ortasındadır. Bazı anlatılara göre en az 2 rekat veya en fazla 12 rekat olarak kılabilirsiniz. Duha namazını ara sıra duymuş ya da kılmışsınızdır; ancak bu namazı her dört günde bir gerçekleştirmenizi sağlayacak dört inanılmaz fazileti listeleyeceğim. Ve biliyor musunuz? Bunu yapmak sadece beş dakika sürse de, yalnızca fevkalade Müslüman olmak isteyenler bu rutine sonuna kadar sadık kalacaklar. Sadece en yüksek Cennet’i isteyenler, bu namazı eda etmede ısrarlı olacaklar. Hangi kategoriye girmek istiyorsunuz?

#1 Tüm işleriniz halledilecek

Rasulullah (aleyhissalâtu vesselâm) tahdis ederek şöyle dedi:
“Allah Tebareke ve Teâlâ şöyle buyuruyor:
Ey Ademoğlu! Gündüzün evvelinde (kuşluk vakti) benim için dört rekât namaz kıl, gündüzün sonunda sana kifayet edeyim.”

[Ebu Davud (1289)]

Başka bir anlatımda şöyledir:

“Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Allah Teâlâ hazretleri dedi ki: “Ey Ademoğlu! Günün evelinde benim için dört rek’at namaz kıl, ben de sana günün sonunu garantileyeyim.”
[Tirmizî (475)]

Bu, tüm işlerin halledileceği anlamına gelir.
Size zarar veren herhangi bir zarar veya kötülük hakkında endişelenmenize gerek yoktur, çünkü Allah (c.c) sizi koruyacaktır.
O (c.c), endişelerinizi ve zorluklarınızı giderecektir.
Sizi yanlış yönlendirmelerden veya günahlara düşmekten koruyacaktır.
Sizi, sizin için en uygun olana doğru yönlendirecek ve eksikliklerinizi affedecektir.
Tüm dünyevi ihtiyaçlarınızla ilgilenecek, dolayısıyla iş yerinizde veya evinizde hiçbir şey için endişelenmenize gerek kalmayacaktır.

Şaşırtıcı değil mi!

Bu hadislerde 4 rekatın Duha namazına atıfta bulunup bulunmadığı ya da Sünneti ile birlikte Fecr namazına atıfta bulunup bulunmadığı hakkında bilginin farklı olduğuna dikkat etmek önemlidir. Hadisin Duha namazına atfettiği görüşe sahip olan alimler arasında Ebu Davud, Tirmizi, Irâkî, İbn Receb ve diğerleri yer almaktadır. En yüksek faydayı elde etmek için, ödül, koruma ve nimetleri kazanmak için Fecr ve Fecr’in sünneti ile dört rekat Duha namazının ikisini de uygulamaya çalışalım.

#2 Günahları silmenin en kolay yolu


Her gün beş dakika harcadığınızı ve günahlarınızın “hepsinin” silineceğini düşünün! Duha Namazı bu kadar güçlüdür!

Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor:
“Rasulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
‘Kim kuşluğun bir çift (namaz)ına devam ederse, deniz köpüğü kadar çok da olsa, Allah günahlarını affeder.’ “
[Tirmizi (476) ve İbn Mücahid (1382)]

“Rasulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
‘Kim sabah namazından çıkınca, iki rekatlik kuşluk namazını kılıncaya kadar hayırdan başka bir şey söylemeden namaz kıldığı yerde oturur beklerse, Allah onun günahlarını, denizin köpüğü kadar çok da olsa bağışlar.’ ”
[Ebu Davud (1287)]

#3 Hac ve Umre’ye eşittir


Birçoğumuz Hac ve Umre’yi gerçekleştirmeye özlem duyuyoruz ama bunu yapmak için gerekli araçlara sahip değiliz ya da bu zaman zarfında bu ibadetlerin gerçekleştirileceği bir konumda bulunmuyoruz. Duha Namazı’nın ortaya çıktığı yer burası.

Peygamber Efendimiz (aleyhissalâtu vesselâm) şöyle dedi:
‘Kim sabah namazını cemaatle kıldıktan sonra güneş doğuncaya kadar Allah’ı zikrederek bekler ve iki rekat namaz kılarsa hac ve umre sevâbı kazanır.’
Tirmizî bu metni naklettikten sonra Hz. Peygamber’in üç kere “تامة “yani “tam bir hac ve umre sevâbı” dediğini de aktarır.

[Tirmizi (586)]

Açıkça görülüyor ki bu, Hacc’ı yapmak zorunda olmadığınız anlamına gelmez. Hac yapmak için gerekli araçlara sahip olduğunuz an, bunu en erken yapmalısınız, ancak Duha Namazı’nı eda ederek, her gün bu güzel amelin (Hac) faydalarını yine de kazanabilirsiniz!

#4 Cennette altın bir saray


Enes b. Mālik ( radıyallahü anh ), Allah’ın Resulü’nün şöyle buyurduğunu söyledi:

“Duha Namazı’nı on iki rekat kılan için Allah Cennet’te bir altın saray inşa edecektir.”

[Hasan tarafından İbn Hacer ‘den tasnif edilmiştir]

Bir saray ya da televizyondaki süslü binaları gördünüz mü? İnanılmazlar değil mi? Güzel duvar süsleri, fayanslarda akıllara durgunluk veren desenler ve tavanları süsleyen ışıklandırmalara sahip büyük avizeler bizi hayrete düşürüyor ve hayranlık uyandırıyor. Eğer insan tarafından yaratılan bu güzellikler bizi huşu içinde tutabilirlerse, o zaman Cennet’teki sarayın sizi beklediğini hayal edin… Ki o sadece Allah’ın kendisi tarafından tasarlandı! Sonsuza kadar yaşamak için böyle bir yer istemez miydiniz? O zaman Duha Namazı’nı kılın!

Taberânî Mucemü`l-Kebir adlı eserinde Ebu`d-Derdâ yoluyla Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vessellem’in şöyle dediğini naklediyor:

“Kim iki rekât duha namazı kılarsa o kimse gafil kimselerden olmaz. Kim duha namazını dört rekat kılarsa Allah’a ibadet eden kimselerden olur. Kim bu namazı altı rekat kılarsa o gün ona duha namazı olarak kafi gelir. Kim yine bu namazı sekiz rekat kılarsa, Allah o kimseyi kendisine itaat eden kimselerden kabul eder. Ve kim ki bu duha namazını on iki rekat kılarsa Allah ona Cennet’te bir köşk yapar.”
(et-Tahtavî, 321)

Şimdi, bu güzel Namaz’ın size neler yapabileceğine dair kısa bir bakış elde ettiniz, bu hakkı hemen uygulamaya başlayın ve başkalarını da bunu yapmaya teşvik edin!

Veda Hutbesi ve insan hakları (3)


“Allah’a isyandan uzak durmanızı, O’na itaat etmenizi tavsiye ve teşvik ediyorum. Size iki şey bırakıyorum; bunlara sarıldığınız müddetçe doğru yoldan sapmazsınız: Allah’ın Kitabı ve benim Sünnet’im (yine Allah’ın verdiği bilgiye dayanarak yaptığım açıklama ve uygulamalarım.)”

Temel kaynak olarak bu iki vahiy ürünü var, alimler ve yöneticilerin ihtiyaca göre bu iki kaynağa dayalı içtihatları da zorunlu değişim ile dinin paralel gitmesini, değişimin bozulma ve sapma şeklinde olmamasını sağlıyor. Bunlara devlet başkanı, seçkinler, alimler, soylular ve dağdaki çobana kadar herkes uymaya mecbur; işte bu manada bir hukuk devleti.

“Bir suç işleyen onu kendi aleyhine işlemiş olur.”

“İlki benim yakınlarıma ait olmak üzere İslam öncesinden kalma kan davalarını (öç almak için masum insanların öldürülmeleri geleneğini) kaldırıyorum.”

“Suçludan başkası suçtan sorumlu tutulamaz.” Bu ifade, başka milletlerde asırlarca sonra uygulanmaya başlanan 'suçun şahsiliği' ilkesini getiriyor.

Aynı zaman devlet başkanı olan Efendimiz (s.a.) yaptığı inkılabın gereği olarak kaldırdığı öç alma zulmünü öncelikle kendi yakınlarında uyguluyor ve onların öç almak maksadıyla masum insanları öldürmelerini engelliyor.

“Dokunulmazlık ilan ettiğiniz aylar, günler ve Harem bölgesi gibi can, mal, namus ve şerefleriniz de dokunulmazdır.”

“Müslüman Müslüman'ın kardeşidir; kardeşi helal etmedikçe onun hiçbir şeyi helal olmaz. Kimde bir emanet varsa onu yerine teslim etsin.”

“Başta amcam Abbas’ınki olmak üzere İslam öncesine ait faiz alacaklarını kaldırıyorum; (faiz ve faizciliğin yasak olduğunu ilan ediyorum); alacaklılar ancak anaparalarını alabilirler; ne size haksızlık edilsin, ne de siz başkalarına haksızlık edin.”

Can, mal ve insan onurunun dokunulmazlığı ilan ediliyor, zenginlerin yoksulları, ihtiyaç sahiplerini faizcilikle soymaları, sömürmeleri yasaklanıyor.

“Kadınların sizin üzerinizde, sizin de kadınlarınız üzerinde hakları vardır... Zina ve isyan dışında onlara şiddet uygulamayın. Kadınlar hakkında Allah’tan korkun, onlara iyi davranın...”

1789 Fransız Devrimi sonrası ilan edilen insan hakları belgeleri dahil olmak üzere ilan edilen bütün belgelerde erkekler vardır, kadınlar söz konusu değildir. Bu yüzden Olympe de Gouges öncülüğünde 1791’de 'Kadınlar İçin İnsan ve Yurttaş Hakları' girişimi başlatılmıştır....



...Dini ve hukuku korumak için kanunlar, hak belgeleri ilan etmeler yetmiyor; insanların, 'insanüstü, insanları yaratan, onları her an görüp gözeten... bir Yüce Varlığa' iman ve kulluk etmeleri, O’na itaatten saptıracak iç ve dış saiklere karşı bireyler olarak da direnmeleri, direnç kazanmaları gerekiyor. Peygamberimiz’in bu ikazı dahil olmak üzere Peygamberliğinden vefatına kadar kesintisiz sürdürdüğü eğitim, dine ve hukuka içten bağlılığı; severek, isteyerek, bir ibadet şuuru içinde itaat etmeyi sağlıyor.

Peygamberimiz (s.a.) müminlere veda ederken yerine bir yönetici tayin etmiyor, yönetici seçimini doğrudan ümmetin veya onları temsil edecek olanların hür seçimine bırakıyor. Seçilenler de hukuka (Kitab'a ve Sünnet’e) itaatle yükümlü olacakları için saptıklarında ümmete onları ıslah etme ve bu olmuyorsa düşürme yetkisi veriyor.


Ve bütün bunlar 15 asır önce oluyor.


22 Haziran 2018 Cuma

Veda Hutbesi ve insan hakları (2)


İlan edilen insan hak ve özgürlüklerinin bir eksiği manevî-dînî saik ve müeyyidesinin olmamasıdır demiştik, ikinci eksik ve zayıf noktası muhtevası ve amacı ile ilgilidir. Muhtevasında haklara ağırlık verilmiş, ödevler gölgede kalmıştır.

Amacı ise insanı, bütün kabiliyetleri (bunun içinde iyisi de kötüsü de vardır) ile hür ve serbest bırakmaktır, erdemli bir insan topluluğunu değil, neredeyse mutlak manada hür bir insan topluluğunu gerçekleştirmektir. Bu hürriyet anlayışında bir gün dünyada eşcinsellik, ana babayı tanımamak, ensest ilişki yaygın hale gelse ve insanlar bunları tabii karşılasalar mesele yoktur, insan hakları sözleşmeleri amacına ulaşmış sayılır.

Ya peki Veda Hutbesi’inde ifadesini bulan “İslam’ın insan hak ve özgürlükleri anlayışı” nedir?

Biz Müslümanlar'a ve daha önce gelip geçmiş peygamberlerin tebliğ ettiği dinlere göre insanı Allah yaratmıştır. Bir güzel adı da Hakîm olan Allah abes (manasız, hikmetsiz, saçma) şeyler yapmayacağına, O’nun her emrinde, her fiilinde, her tasarrufunda hikmet bulunduğuna göre insanı da yaratıp bu dünyaya atmış değildir:

“İnsan başıboş bırakılacağını mı sanır”; (Kıyame: 36).

Yaratan, insanın bu dünyada, kabiliyet ve imkanlarını hür olarak 'iyilik, güzellik ve hayır' için kullanmasını, peygamberlere kulak vermesini, şeytana ve tedîb edilmemiş nefse uymamasını, kendi kesbi ve Yaratan’ın lutfu ile iki cihanda saadete ermesini istemiştir. İnsanın bu hedefi (yaratılış hikmetini) gerçekleştirebilmesi için hür olması ve elinde bazı imkanların bulunması gerekir. İşte İslam’da insan hak ve hürriyetleri, bu hedef göz önünde tutularak verilmiş, hürriyetin sınırları da buna göre çizilmiştir. Bugün adına 'temel veya insan olmaya bağlı haklar' denilen kısım, İslam toplumunda yaşayan her insana (kadın erkek, Müslüman gayr-i Müslim, dinli dinsiz...) tanınır. Kamu hizmetleri, vatandaşlık, evlenmede denklik gibi bazı hak alanlarında, seküler sistemlerde de insan olmaktan başka nitelikler aranır; bu nitelikleri taşıyanlara, bu 'liyakate, ehil olmaya, hak etmeye bağlı' olan haklar da verilir. Bir gayr-i Müslim 'İslam ülkesi vatandaşı' yaşama, düşünce, inanç, mülk edinme, seyahat, özel hayatın korunması, ekonomik faaliyet...” gibi temel (insan olmaya bağlı) haklardan Müslümanlar gibi yararlanır. Ama sıra mesela devlet başkanı veya ordu komutanı, hakim olmak gibi kamu hizmetlerine geldiğinde Müslüman olmayanlar bu vazifelere ehil kabul edilmezler.

Laik/seküler sistemlerde de mesela vatandaş olmayanlara, sabıkası temiz olmayanlara, belli bir yüksek tahsil yapmış olmayanlara... bu haklar tanınmaz.

Bu girişten sonra muhteşem ve mübarek Veda Hutbesi’ne dönelim ve dünyada 'insan hakları' konuşulmaz iken Son Peygamber’in (s. a.) dilinden ilan edilen ve Allah tarafından insanlara bahşedilen haklara bakalım:

“Ey insanlar, Rab'biniz birdir, babanız da birdir. Hepinizin soyu Adem’e çıkar, Adem ise topraktan yaratılmıştır. Allah katında en değerli olanınız en takvalı (hayatını Allah rızasına uygun yaşama bilinci, azmi ve titizliği içinde) olanınızdır. Bu takva ölçüsüne bağlı olan değer dışında Arap olanın, başka ırk ve kültürlere mensup olanlardan üstünlüğü yoktur.”

Tek medeniyet olduğu, insanlığın o medeniyete intisap ederek medeni olabilecekleri iddia edilen Batı medeniyeti hâlâ bu noktaya gelemedi. İnsanların eşit olduğunu ilan eden ilk belgeler ancak 18. Yüzyıl’da yazıldı, kabul edildi, ama hâlâ fiilen çeşitli sebeplerle birçok ayrımcılık hüküm sürüyor, bu belgelerde kadın yoktu (hayli zaman sonra girdi), bu belgelerde eşitliğin temel gerekçesi ile üstünlüğün makul ölçütü eksikti, hâlâ eksik.

Hutbedeki ifadeye göre herkes eşittir, üstünlük ancak takvadaki üstünlük ile olur, hiçbir kimse kendi takvasının başkasına göre daha üstün olduğunu iddia edemeyeceği için –takva bakımından da- bir ayrışma, bir “kendini üstün görme” durumu yaşanmaz.

Temel haklar bakımından Müslümanlar'a eşit olan gayr-i Müslimler'in, dînî değerlendirme ve Allah katındaki derece bakımından Müslümanlar'dan aşağıda olmaları objektif bir kıstasa dayanır ki, bu da apaçık inkardır. (İslam’a iman etmemektir.) İslam topluluğu içinde fâsık denilen ve açıkça günah işleyen kimselerin, sabıkası temiz olanlardan daha aşağı derecede olmalarının sebebi de yine objektif, elle tutulur gözle görülür olan ihlallerdir, kırmızı çizgileri çiğnemektir.



Yazının tamamı için:

https://www.yenisafak.com/yazarlar/hayrettinkaraman/veda-hutbesi-ve-insan-haklari2-2041572

21 Haziran 2018 Perşembe

Veda Hutbesi ve insan hakları (1)


Sevgili Peygamberimiz (s.a.) Hicret’ten sonraki onuncu yılda Hac ibadetini ifa ettiler. Rivayetler bu Hacda 100-140 bin civarında insanın bulunduğunu ifade ediyor.

Peygamberimiz bu Hac ibadetinin çeşitli merhalelerinde halka hitap ettiler; özellikle Müzdelife, Arafat ve Mina’da hutbeler irad buyurdular, bu hutbelerinde önemli buldukları hususları tekrarladılar. Bugün ellerde dolaşan “Veda Hutbesi” bu hitapların toplamıdır.

Bir hitabında “İyi dinleyin, belki bu yıldan sonra bu mekânda sizinle bir daha buluşamayacağım” dediği için birçok sahâbî O’nun artık Rabbine kavuşma zamanının geldiğini ve bu hitabın “bir veda konuşması” olduğunu anlamışlardı.

Bilindiği gibi vahiy yaklaşık yirmi üç yıl sürdü; bu arada bir yandan ilk muhatap topluluğun ihtiyacına cevap verenler yanında daha çoğu dünyanın sonuna kadar gelip geçecek insanların ihtiyaçlarını karşılayan bilgiler ve hükümler gelmiştir. Bunların tamamı Kur’ân-ı Kerim’de toplanmış, Hz. Peygamber’in Sünneti de gerekli açıklamalarla rehberliği tamamlamıştır. Veda Hutbesi ise İslâm inkılabının ana çizgilerini insanların dikkatine pekiştirerek sunan bir beyanname olmuştur.

İnsan hakları ile ilgili açıklamalar, antlaşmalar ve beyannamelerin tarihçesinden söz edenler belki de kasıtlı olarak Medine Vesikasını ve bu muhteşem hutbeyi görmüyorlar ve başlangıç olarak Magna Carta’yı alıyorlar.

“Büyük Özgürlükler Sözleşmesi” manasına gelen Magna Carta 1215 yılında Papa III. İnnocent, Kral John ve onun baronları arasında imzalanmıştır.

Magna Carta’nın başında “İngiliz kilisesinin özgür olacağı, haklarının kısıtlanmayacağı ve özgürlüklerinin kısıtlanmayacağını temin ederiz” cümlesi bulunmaktadır. Demek ki bütün dinler için bir din ve vicdan hürriyetinden bahsedilmek yerine İngiliz Kilisesi’ne yönelik özgürlük ve haklar bahse konudur. Onun dışındaki maddelerde de Kral’a, daha ziyade asiller lehine, bazı hak ve tasarruflara kısıtlamalar getirmektedir.

Halbuki bundan aşağı yukarı bir 600 yıl kadar geriye gidildiğinde, Resulüllah Efendimiz (s.a.) Mekke’den Medine’ye hicret ediyorlar. Bu hicreti takip eden yıl, bilindiği gibi, Medine şehir devleti oluşuyor ve burada “Medine Vesikası” diye anılan, bir mânâda ilk yazılı Anayasa ilan ediliyor ve uygulanıyor. İşte bu Anayasa’da Peygamber Efendimiz’in oluşturduğu topluluk içinde, müşrikler vardır, Müslümanlar vardır ve Yahudiler vardır. Bilahare yapılan anlaşmalarda, aynı haklar Hıristiyanlara da bahşedilmiştir. O halde, aslında dünyada ilk defa Medine Site Devleti Anayasası’yla, dinleri, inançları ne olursa olsun, insanların bir arada bir topluluk, bir ümmet oluşturmaları, sözleşmelere, hak ve hükümlülüklere dayalı bir yönetim kurmaları uygulaması ortaya konmuştur...


...Diğer ulusların içinde de zenginler, güçlüler, arkası olanlar haklı-haksız istediklerini alıyorlar, zayıflar ise bunlara katlanıyorlar.

(Devamı var)