21 Mart 2014 Cuma

299.ÜMİT VE KORKU ARASINDA

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

Allah Tealâ’nın kullarına lütfu sonsuz. Her nefeste büyük rızıklarla nimetleniyoruz. Bu daimî rahmet hem dünya hem ahiret için ümit içerisinde olmamıza yol açıyor. O’nun mutlak rızk verici olduğunu biliyor, her tür rızkı karşımızda hazır buluyoruz. Bize düşen sadece vesileleri takip edip sebeplere sarılmak. Ondan sonrası da tevekkül. Fakat bilmemiz gereken bir husus daha var: Rabbimiz bunca ihsanına karşılık bize bazı vazifeler veriyor. Bu vazifeleri yerine getiren kullarını mükâfatla müjdeliyor, yapmayanları ise acı bir azapla uyarıyor. İşte bu durum bizde “havf” ve “recâ”ya sebep oluyor. Yani hem korkuyor hem ümit ediyoruz.

Reca ümit; havf da korku kelimesinin karşılığıdır. Reca, bir şeyde son derece istekli ve ümitli olmaktır. Bunun karşısında olan havf ise bir şeyden son derece çekinmektir.

Ümit ve korku hali, mümin için vazgeçilmez iki güzel denge ahlâkıdır. Bu sayede Hak yolunda yol alınır, amel yapılır, ameller korunur. Hak Tealâ şöyle buyurmuştur:

“Onlar, korku ve ümit içinde Rablerine dua ederler.” (Secde16)

“Onlar ahiretten çekinir ve Rabbinin rahmetini umarlar.” (Zümer, 9)

Mümin daima korku ve ümit arasında bulunmalıdır. Çünkü fazla korkudan ümitsizlik, korkusuz ümitten de gaflet doğar. Mümin, Rabbinin büyüklüğünü ve azabının çetinliğini bilerek O’ndan korkar. Yani Allah’tan en çok korkan, O’nu en çok bilendir. Bu sebeple Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz; “Allah’a yemin ederim ki, Allah’tan en çok korkanınız, O’ndan en fazla sakınanınız benim.” buyuruyor. (Buharî; Müslim vd.)

Cenab-ı Hak da buna işaret ederek şöyle buyurmaktadır: “Kulları içinde Allah’tan ancak alimler korkar.” (Fâtır, 28)

Görülüyor ki, ilahî bilgi arttıkça kalbe düşen korku da çoğalıyor. Fakat ümitle dengelenen Allah korkusu insanı bunalımlara değil, isyandan uzak durmaya, geçmişi telafi için taat ve ibadete, geleceğe hazırlanmaya sevk ve teşvik eder. Bunun için büyükler demişlerdir ki: “Herkes korktuğunda kaçar. Yalnız Allah’tan korkan O’na yaklaşır.”

Rasulullah s.a.v. Efendimiz, ölüm halinde bulunan bir gencin yanına gitti. Gence:

– Kendini nasıl buluyorsun, diye sordu. Genç:

– Allah Tealâ’nın rahmetini umuyorum. Günahlarımdan da korkuyorum, dedi. Bunun üzerine Efendimiz s.a.v.:

– Bir kulun kalbinde bu ikisi bir araya gelirse, Allah Tealâ o kula umduğunu verir, korktuğundan emin kılar, buyurdu. (Tirmizî; İbn Mace)

Hz. Ali r.a. oğullarından birine şöyle nasihat etmiştir:

“Oğlum! Bütün hayır ve taatler senin olsa, bunların seni kurtaramayacağı korkusuyla Allah Tealâ’dan kork! Dünyadaki bütün günahlar senin olsa bile, Allah Tealâ’nın onları af ve mağfiret edeceği ümidiyle de Allah Tealâ’dan ümitli ol!”

Hz. Ömer r.a. şöyle derdi:

“Semadan birisi, ‘Ey insanlar, bir kişi hariç hepiniz cennete gireceksiniz!’ demiş olsaydı, o bir kişinin kendim olmasından korkardım. Yine semadan birisi, ‘Ey insanlar, bir kişi hariç hepiniz cehenneme gireceksiniz’ demiş olsaydı, cehenneme girmeyecek olan o tek kişinin ben olacağımı ümit ederdim.”

Ebu Ali Ruzbarî k.s. şöyle demiştir:

“Havf ve reca bir kuşun iki kanadı gibidir. İkisi birden bulunursa hem kuşun kendisi, hem de uçuşu düzgün olur. Kanatların birisi bulunmazsa, kuş da, uçması da eksik olur. Kanatların ikisi de bulunmayan kuş ölüme terk edilmiş olur.”

Rivayet edildiğine göre Lokman a.s. oğluna şöyle demiştir:

– İmtihanından emin olmayacak bir şekilde Allah’tan kork. Fakat Allah’ın rahmetine olan ümidin korkundan daha çok olsun.

Oğlu:

– Baba, bunları nasıl yapabilirim ki? Benim tek kalbim var, deyince Hz. Lokman:

– Sen müminin iki kalp sahibi olduğunu bilmiyor musun? Birisi ile Allah’tan korkar, diğeri ile O’na ümit bağlar, dedi.

Ebu Osman Mağribî k.s. da şöyle der:

“Kendini hep ümitle meşgul eden tembelleşir, amelsiz kalır. Kendini sürekli korku ile meşgul eden de ümitsizliğe düşer. Bu sebeple insan hem ümit hem korku ile meşgul olmalıdır.”
İbn Vefa k.s. şöyle derdi:

“Allah Tealâ’nın merhameti vardır diyerek isyana kalkışma. Kahrından korkarak da ümitsizliğe düşme.”

Ebu’l-Kasım Nasrabadî k.s., havf ve recanın kula menfaatini şöyle izah etmiştir:

“Ümit hali insanı ibadet ve taat yapmaya sevkeder. Korku hali de, insanı günah işlemekten uzaklaştırır.”

Ümit ve boş temenniler:

Reca, yani ümit halinde olmak, ebedi hayata dair amelsiz dilek ve beklenti içinde olmak değildir. Ümit ile dilek/temenni arasında fark vardır. Boş temenni ciddiyetsizliktir, bir şey sağlamaz, gayret yoluna sevk etmez. Ümit sahibi ise tam aksine hareket eder. Ulaşmak istediği şeyin gereği olan çaba ve gayreti gösterir.
Ümitle boş hayali de birbirinden ayırmak gerekir. Çünkü ümit, işin gereğini ve elden geleni yaptıktan sonra güzel sonucu beklemek, hayırlara ulaşmayı ummaktır. Boş hayal ise lazım olan hiçbir şeyi yapmadan güzel sonuçlar elde edeceği düşüncesiyle avunmaktır. Elindeki buğdayı tarlaya ekmeden mahsul beklemeye benzer.

İbadet ve tövbeyi ileride yaparım, nasıl olsa Allah beni de affeder, cennette bana da bir yer bulunur diyerek Allah’a kullukta gevşek davranmak, nefsin keyfine göre yaşamak büyük bir aldanış, boş bir bekleyiştir. Bu şeytanın aldatmasıdır. Nitekim Allah Rasulü s.a.v., güzel işleri ileride yaparım diyenlerin pişman olacakları uyarısında bulunmuştur:

“Akıllı kimse, nefsine hakim olup ölümden sonrası için amel edendir. Aciz ve ahmak kimse ise nefsinin keyfine göre yaşayıp Allah’tan güzel şeyler bekleyendir.” (İbn Mace; Ali el-Muttakî, Kenzü’l-Ummâl)

Gençlikte korku, yaşlılıkta ümit:

Ebu Talib el-Mekkî k.s. hazretleri şöyle buyurur: “Müminin yaşadığı sürece korku içinde bulunması, ölüm gelip çatınca ümit halinde olması daha faziletlidir.”

Fudayl b. İyaz k.s. demiştir ki: “İnsan sıhhatli olduğu zaman korku ümitten daha faziletlidir. Fakat kendisine ölüm geldiği zaman ise ümit korkudan daha faziletlidir.”

İmam Rabbanî k.s ise şöyle demiştir: “Korku, gençlikte, ümit ise ihtiyarlıkta daha fazla olmalıdır.”

Ümitli olmak gerektiğinin en büyük işareti tövbedir. Tövbe kapısı her zaman ve herkes için açıktır. Yüce Mevlâ tövbe kapısını açmış ve tövbe etmenin yolunu kullarına göstermiştir. Ve bu kapı son derece geniştir. Nitekim Rasulullah s.a.v. Efendimiz şöyle buyurur:

“Batı tarafında bir kapı vardır. Bu kapının genişliği – binekli bir kimsenin yürüyüşüyle- kırk veya yetmiş senedir. Allah o kapıyı yer ve gökleri yarattığı gün yarattı. İşte bu kapı, güneş batıdan doğuncaya kadar tövbe için açıktır.”

Kişi son nefesini verinceye veya kıyametin en büyük alameti olan güneşin battığı yerden doğmasına kadar hayatta kaldığı müddetçe Allah’ın tövbe kapıları açıktır.
Büyük sahabi Abdullah b. Mesud r.a. şöyle demiştir:

“Cennetin sekiz kapısı vardır. Tövbe kapısı hariç diğerleri bazen açılır bazen kapanır. Tövbe kapısının önünde görevli bir melek vardır, onun kapanmasına imkan vermez. Bu bakımdan umutsuzluğa kapılmayın, dua edin.”

Tövbe, Allah Tealâ’nın kullarına bir rahmetidir. Küfür ve şirk dahil her günahın tövbesi vardır. Kul hangi günahı işlerse işlesin, onun için tövbe kapısı açıktır. Hiç kimse bu kapıyı kapatamaz ve insanı tövbe nimetinden mahrum edemez. Bu kapıdan pişmanlık duyarak, Allah’tan korkarak, O’nun rızasını arayarak, kul olduğunu anlayarak kim girerse tövbesi kabul olur, günahları affedilir hatta sevaplara dönüştürülür.

Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat, adam öldürmekten hırsızlığa varıncaya değin tüm günahlardan tövbenin geçerli olacağı hususunda söz birliği etmişlerdir. Nitekim Tabiîn’in büyüklerinden Mesruk rh.a.’e sorulur:

– Bir mümini öldüren tövbe edebilir mi?

Şöyle cevap vermiş,

– Allah’ın açtığı bir kapıyı ben kapatamam!

İmam Malik’e rh.a.’e soruldu:

– Kendisini öldüren, yani intihar eden kimse için kabul olan herhangi bir tövbe var mıdır?

O da benzer cevabı verdi:

– O Allah’ın açtığı bir kapıdır. Ben onu asla kapatamam!

Yer dolusu günahla gelse:

Bir kudsî hadiste Cenab-ı Hakk’ın şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:

“Kulum yeryüzü dolusu günahla bana gelse, ben de yeryüzü dolusu afla onu karşılarım. Yeter ki bana hiçbir şeyi ortak koşma hali içinde gelmesin.” (Müslim; İbn Mâce; Ahmed b. Hanbel)

Bir diğer kudsî hadiste şöyle rivayet edilmiştir:

“Kul, birçok günah işlese ve günahları gök boşluğunu dolduracak dereceye varsa bile benden mağfiret dilediği ve affımı umduğu müddetçe onu affederim.” (Tirmizî; Ahmed b. Hanbel)

Bir diğer hadiste şöyle rivayet edilmiştir:

“Kul günahlarından tövbe ettiği zaman Allah meleklerine ve günahın işlendiği yerlere onun günahlarını unutturur ve günahlarını hasenata çevirir. Öyle ki kul kıyamete geldiğinde yaptığı kötülüklere şahitlik edecek hiçbir şahit kalmaz.” (Ali el-Müttakî, Kenzü’l-Ummal)

Allah’ın rahmeti sonsuz:

Ayet ve hadislerde yüce Allah’ın sonsuz rahmetine güvendiren, kalbi rahatlatan, imanı kuvvetlendiren ve insanı ümitlendiren pek çok müjde vardır:

“Allah kullarına bol ihsanda bulunandır, O dilediğini rızıklandırır.” (Şura, 19)

“Allah, müminlere karşı çok merhametlidir.” (Ahzab, 43)

“De ki: Ey (günah işlemekte) nefslerine karşı haddi aşmış kullarım! Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin. Çünkü Allah bütün günahları bağışlar.” (Zümer, 53)

Allah Rasulü s.a.v. bu ayet-i kerimeyi okuduğunda; “O günahın çokluğuna aldırış etmez. Şüphesiz Allah çok bağışlayan ve çok esirgeyendir.” buyurmuştur. (Tirmizî)

Efendimiz s.a.v. devamlı olarak ümmeti için dua ediyordu. Nihayet Allah Tealâ kendisine şöyle vahyetti:

“Hiç şüphesiz Rabbin insanların kötülüklerine karşı çok mağfiret sahibidir” (Ra’d, 6)

“Hiç şüphesiz Rabbin sana istediğini verecek ve sen razı olacaksın.” (Duhâ, 5) ayetinin tefsirinde şöyle denilmiştir:

Allah Rasulü s.a.v., ümmetinden tek kişinin bile cehenneme gitmesine razı olmayacaktır.

O cömertlerin en cömerdi:


Enes b. Malik r.a. rivayet ediyor:

Bedevî bir adam, Hz. Peygamber s.a.v.’e gelerek;

– Ey Allah’ın Rasulü, mahlukatın hesabını kim görecek, diye sordu. Allah Rasulü s.a.v.:

– Allah Tealâ görecektir, buyurdu. Bedevî:

– Bizzat kendisi mi görecek, diye tekrar sordu. Allah Rasulü s.a.v.:

– Evet, kendisi görecek, buyurdu. Bunun üzerine adam tebessüm etti. Allah Rasulü s.a.v.:

– Niye güldün, diye sorunca bedevi:

– Kerim ve cömert olan zat gücü yettiğinde affeder; hesaba çektiğinde müsamaha gösterir, dedi. Bunun üzerine Efendimiz s.a.v.:

– Bedevî doğru söyledi. Dikkat ediniz, Allah’tan daha çok kerem (cömertlik ve iyilik) sahibi yoktur. O cömertlerin en cömerdidir, buyurdu ve şunu ekledi: “Bedevi fakih oldu (meseleyi kavradı.)” (İbn Ebi’d-Dünya)

Bir diğer hadiste de şöyle buyrulmuştur:

“Eğer hiç günah işlemeseniz, Allah günah işleyen bir kavim yaratır, daha sonra kendilerini affeder.” (Tirmizî; Beyhakî)

‘Hakkında böyle düşünmüştüm’

Yahya b. Eksem hazretleri vefatından sonra rüyada görüldü ve Rabbi tarafından nasıl bir muamele ile karşılandığı sorulunca şunları anlattı:

“Allah beni huzuruna aldı ve:

– Ey kötü ahlâklı ihtiyar! Sen şunu, şunu yaptın, dedi. Bunun üzerine beni öyle bir korku sardı ki şiddetini ancak Allah bilir. Ben:

– Ya Rabbi, bana senin hakkında böyle bahsedilmedi, dedim.

– Peki, hakkımda nasıl bahsedildi, diye sordu. Ben:

– Bize Abdurrezzak Mamer’den, o Zührî’den o da Enes b. Malik’ten, o da Peygamberin Hz. Muhammed s.a.v.’den, o da Cebrail’den, o da yüce Zatınızın şöyle buyurduğu nakledildi: “Kulum benim hakkımda nasıl düşünürse ben kendisine ona göre muamele ederim. Artık hakkımda istediğini düşünsün.” Ben senin bana azap etmeyeceğini düşünmüştüm, dedim. Bunun üzerine Allah Tealâ:

– Cebrail doğru söyledi, Peygamberim doğru söyledi, Enes doğru söyledi, Zührî doğru söyledi, Mamer doğru söyledi, Abdurrezzak doğru söyledi, sen doğru söyledin, buyurdu.
Bunun üzerine bir örtü içine sarıldım, güzel elbiseler giydirildim, cennete doğru önümden hizmetçiler yürüdü. Ben bunu görünce:

– Allahım bu ne güzel sonuç, ne büyük sevinç, dedim.

Allah kendisinden korkmayı emrediyor:

Rahman ve Rahim olan, tövbeleri kabul eden, affeden Yüce Mevlâ, kullarının isyana kalkışmamaları için kendisinden korkulmasını emrederek şöyle buyurmuştur:

“Ey iman edenler, Allah’tan korkun. Herkes yarın için önden ne hazırladığına baksın. Allah’tan korkun. Hiç şüphesiz Allah yaptıklarınızdan haberdardır.” (Haşr, 18)
Bu emir Kur’an’ın sayısız ayetinde yer alır. Bu ayetlerden birkaç tanesi şöyledir:

“… Allah’tan korkun ve bilin ki Allah, muhakkak cezası pek çetin olandır.” (Bakara, 196)

“…Allah’tan korkun ve bilin ki hepiniz O’nun huzurunda toplanacaksınız.” (Bakara, 203)

“… Allah’tan korkun. Bilin ki Allah her şeyi bilendir.” (Bakara, 231)

“… Allah’tan korkun. Bilin ki Allah yaptıklarınızı görendir.” (Bakara, 233)

Kalpte korku olunca:
Yüce Allah şöyle buyurmuştur:

“Muhakkak ki Allah yanında en değerli olanınız, O’ndan en çok korkanınızdır.” (Hucurat, 13)

İlahî korku, ilim makamından bir haldir. Yüce Allah müminlere ayrı ayrı verdiği vasıfları, havf sahiplerine bir arada vermiştir. Bunlar hidayet, rahmet, ilim ve ilahî rızadır. Bu sayılan şeyler cennet ehlinin makamlarıdır. Bu konuda yüce Allah şöyle buyurmuştur:

“Rablerinden korkanlar için hidayet ve rahmet vardır.” (A’raf, 54)

“Allah kendilerinden hoşnut olmuş, olanlar da Allah’tan hoşnut olmuşlardır. Bu müjde Rabbinden korkanlar içindir.” (Beyyine, 8)

“Kulları arasında Allah’tan (gereğince) ancak alimler korkar.” (Fâtır, 28)

Yüce Allah, müttakilere (Allah’tan korkanlara, sakınanlara) dünyada özel olarak tasdik ve hakka şahitlik makamını verdiği gibi, ahirette de kendilerine Refik-i Âlâ’yı verecektir. Bu anlattığımız nübüvvetten bir makamdır. Çünkü müttakiler ilim ehli olduklarından peygamberlere vâristirler. Bu sebeple de onlarla beraberdirler. Hak Tealâ bu beraberliği şöyle belirtmiştir:

“İşte onlar, Allah’ın kendilerine lütuflarda bulunduğu peygamberler, sıddîkler, şehitler ve sâlih kişilerle beraberdir.” (Nisa, 69)

Allah’ın azabından korkmak:
Allah’ın tehdidi, kendisine iman etmeyen, itaat etmeyen, kendi rızasını gözetmeyen, emir ve yasaklarını tanımayanlar için vaad ettiği sonsuz bir azaptır. Bunun yeri de cehennemdir. Mümin, bu dünyada hiç kimsenin Allah’ın azabından emin olamayacağını çok iyi bilir. Bu yüzden Allah’ın, inkârcılara vaad ettiği cehennemdeki dayanılmaz ve sonsuz azaba düşmekten korkar. Müminlerin bu ruh hali Kur’an’da şöyle tarif edilir:

“Onlar ceza gününü tasdik eden kimselerdir. Onlar Rablerinin azabından korkarlar. Çünkü Rablerinin azabından emin olunamaz.” (Mearic, 26-28)

Yüce Allah Kur’an-ı Kerim’de insanları cehennemden sakındırmak için pek çok uyarı ve hatırlatmalarda bulunmuştur. Belki korkup sakınırlar diye inkârcıları ahirette karşılaşacakları azapla tehdit etmiştir:

“Gerçekten hüsrana uğrayanlar, kıyamet günü hem kendilerini, hem ailelerini hüsrana uğratanlardır. Dikkat edin, işte apaçık hüsran budur.Onların üstlerinde ateşten tabakalar, altlarında da tabakalar vardır. İşte Allah kendi kullarını bununla tehdit edip korkutuyor. Ey kullarım, öyleyse benden sakının!” (Zümer, 15-16)

Hak Tealâ insanları gerek ayetleriyle, gerek elçileri aracılığıyla, gerekse yaşattıkları olaylarla kendisinden sakındırır. Onlara çağrıda bulunur, azabıyla korkutur. Müminler içleri titreyerek Allah’tan korkarlar. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de buyruluyor:

“Müminler Allah anıldığı zaman yürekleri titreyen, kendilerine Allah’ın ayetleri okunduğunda imanlarını artıran ve yalnız Rablerine dayanıp güvenen kimselerdir.” (Enfal, 2)

Müminler Kur’an-ı Kerim’i okurken cehennemle ilgili ayetlerin hepsini tek tek kendileri için hissederek düşünürler. Zira Kur’an ayetlerinde Allah’ın sürekli müminlere hitap eden uyarı ve korkutmaları yer alır; inkârcılar ise zaten Allah’ın kitabını okumazlar, okusalar da gereği gibi kavrayamazlar.

Allah’ın affı ile aldanmak:

Bizlere dinimizi yaşamada birer örnek olan Allah dostları, hiçbir zaman Allah Tealâ’nın affına güvenip salih amelleri bırakmamış, aksine ibadet için bütün güçlerini seferber edip, ardından amellerine değil Allah’ın lütfuna güvenmiştirler.

Süfyan-ı Sevrî k.s. şöyle demiştir:

“Kurtuluşu en çok umulan kişi, nefsi hesabına en çok korkanlardır. Görmüyor musunuz? Yunus a.s. toplumu aleyhinde yaptığı bedduadan dolayı Allah’ın kendisine azap etmeyeceğini düşününce, Allah Tealâ derhal onu balığın karnına atmakla cezalandırdı.”

Said b. Cübeyr r.a.’a:

– Allah ile mağrur olmak ne demektir, diye sorarlar. Cevap verir:

– Kulun isyanını sürdürüp, ardından Allah’tan mağfiret beklemesidir.

Hasan-ı Basrî k.s. der ki:

“Bazı insanlar Allah’ın mağfiretine bel bağladıklarından, iyi amellerden mahrum olarak dünyadan ayrıldılar. Hatta bunlardan birisi, ‘Yüce Rabbim hakkında güzel zan sahibiyim, bu bakımdan amelim azmış, aldırmam.’ der. Bu kişi samimi değildir. Gerçekten bu kimse Rabbi hakkında güzel zan sahibi olsaydı güzel ameller yapardı.”

Meyseretü’l-Âbid çokça mücahedesinden dolayı bir deri bir kemik kalmış, kaburgaları çıkmıştı. Kendisine:

– Allah’ın rahmeti geniştir, denildiğinde bu sözü söyleyeni azarlar ve derdi ki:

– Bu doğrudur. Eğer O’nun rahmeti olmasaydı günahlarımızdan geçtik, ibadetlerimizdeki kusurlarımız yüzünden helak olurduk.

İmanın göstergesi:
Sonuç olarak havf ve reca, yani korku ve ümit hali, bir inanç meselesidir. Aynı zamanda imanın göstergesidir. Zira iman, ancak Allah’ın rahmetine güvenmek ve ilahî korku ile sahih olur. Hangisi kalpten çekilse küfre düşme tehlikesi belirir. Allah’tan korkmayan insan isyan yolunu tutar, bu yolun sonu ise küfre çıkar. Ümidin azalması da her şeyi anlamsızlaştırır, bu da imandan eder.

İnsan kendi varlığının şuuruna erer ermez Allah’ı arar. O’nu bulunca da hep Allah inancı ve bilinciyle yaşar. Bunun için iman bütün zorluklara karşı insanın tek gerçek güvencesi, umudu ve sevincidir.

İşte insan bu imanı sayesinde ve ölçüsünde Allah’tan ümit eder, O’nun rahmetine ve sonsuz nimetlerine kavuşmak için özlem duyar. Zira Allah, iman edenlere hem bu dünyada kalp huzuru, hem de ahirette çok büyük güzellikler vaad etmiştir. Mümin de Allah’a olan güveni, yakınlığı, teslimiyeti ve samimiyeti derecesinde bu nimetlere kavuşmayı ümit eder.


Korktu ve Kurtuldu:


Ebu Hüreyre r.a. anlatıyor:

Rasulullah s.a.v. şöyle buyurdu:

“Bir adam vardı, (günah işleyerek nefsine zulmetmekte) çok ileri gitti. Ölüm gelip çatınca oğullarına:

– Ben ölünce cesedimi yakın, külümü iyice ezin ve rüzgâra saçın. Allah’a yemin olsun, eğer Rabbim beni bir yakalarsa hiç kimseye vermediği azabı verir, dedi.

Ölünce bu söylediği yapıldı. Allah da yere emrederek, ‘Sende ona dair ne varsa bana toplayıver!’ dedi. Yeryüzü de topladı. Allah Tealâ adama:

– Sen böyle bir vasiyeti niye yaptın, diye sordu. Adam:

– Senden korktuğum için ey Rabbim, cevabını verdi. Bunun üzerine Allah Tealâ onu affetti.”


‘Ümit Hadisleri Oku!’


Süleyman Teymî hazretleri vefat edeceği zaman oğluna: “Bana ilahî rahmeti ümitlendiren hadisler oku. Ki böylece Yüce Allah’a güzel zan içindeyken kavuşayım.” demiştir.

Aynı şekilde Süfyan-ı Sevrî hazretleri de ölüm döşeğinde yatarken etrafında toplanan alimler, kendisine Allah’ın rahmetini ve O’na güvenmesini anlatıyorlardı.

Ahmed b. Hanbel rh.a. de ölüm esnasında oğluna: “Bana Allah’ın rahmetine güvendiren ve Allah’a karşı güzel düşünmeyi öven hadisleri anlat.” demiştir.


Vah Günahlarım!


Rivayet edildiğine göre Hz. Ali r.a., günahlarından korkup ümitsizliğe düşen birine:

– Seni bu hale düşüren nedir, diye sordu. Adam:

– Büyük günahlarım, diye cevap verdi. Hz. Ali r.a.:

– Hay yazık sana! Allah’ın rahmeti senin günahlarından daha büyüktür, dedi. Adam:

– Benim günahlarım hiçbir şeyin temizlemeyeceği kadar büyük, dedi. Hz. Ali r.a.:

– Hayır! Asıl senin Allah’ın rahmetinden ümidini kesmen, işlediğin günahlarından daha büyük, dedi.

S. Önlüer

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"


Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.


EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

20 Mart 2014 Perşembe

298.İCMALİ ve TAFSİLİ İMAN

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

İmanla ilgili yazılar bitmedi,bitmeyecek. İman ve doğru itikad çok önemli bu yüzden bunu kendime sürekli hatırlatıyorum ve paylaşıyorum:


İman, inanılacak hususlar açısından icmâlî ve tafsîlî iman olmak üzere ikiye ayrılır:

a) İcmâlî İman

İman esaslarına (inanılması gereken şeylere) topluca inanmak. Kelime-i Tevhîd denilen, “Lâ ilâhe illallah, Muhammedün Rasûlullah” (Allah'tan başka ilâh yoktur, Hz. Muhammed (s.a.v.) O'nun Rasûlüdür) diyen kişi, “icmalî iman” ile inanmış demektir.

Yahut da Kelime-i şehâdet denilen “Eşhedü en-lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammed abdühû ve Rasûluh” (Ben, Allah'tan başka bir ilâh olmadığına ve Hz. Muhammed'in (s.a.v.) O'nun kulu ve Rasûlü olduğuna şahitlik ederim) diyen ve buna gönülden, bütün samimiyeti ile inanan kişi “icmalî iman” ile mü'min olmuş olur.

Kelime-i Tevhîd veya Kelime-i Şahâdeti (yahut da her ikisini birden) dili ile söyleyen ve kalbi ile de tasdik eden kişi, imanın şartları (Âmentü esasları) olarak bildiğimiz altı esasa da inanmış demektir. İşte bu imana “icmalî iman” denilir.

Bir kimsenin Müslüman olabilmesi için, ilk önce Kelime-i Tevhid ve Kelime-i Şahâdeti inanarak söylemesi gerekir. Çünkü bunlar, İslâm dininin temel direği sayılır. Gerçekten Allah Teala'nın birliğine ve Hz. Muhammed’in (s.a.v.) O'nun kulu ve Rasûlü olduğuna inanan bir kişi, hiç tereddütsüz diğer iman esaslarını da kabullenir. Zaten diğer iman esaslarını da, Yüce Rabbimiz Peygamber Efendimiz vasıtası ile bize bildirmiştir.

Buna göre, Allah'a ve Peygamberine inanıp da, peygamberinin getirdiği diğer esaslara inanmamak söz konusu olamaz. Kelime-i Tevhid ve Kelime-i Şahâdet, İslâm'ın anahtarı durumundadır. Bunları benimseyen yani icmalî îmanda bulunan kişi, eline anahtarı alıp İslâm'ın kapısını açmıştır. Nasıl ki binanın kapısından içeri giren kişinin daha sonra yapacağı iş, binayı tanımak olursa, İslâm'a icmalî imanla girmiş bir kişinin ondan sonra yapacağı iş de, gerek îmanın diğer esaslarını ve gerekse İslâm'ın şartlarını öğrenmek ve öğrendiği ile amel etmek olacaktır.


b) Tafsîlî İman

Mutlak iman'ın rükünleri ve temel esasları olduğu gibi, “Tafsilî İman”ın da rükünleri, temel esasları ve dereceleri vardır. Bunların her biri hakkındaki bilgiye ve tasdikin mahiyetine/niteliğine göre, Ehl-i Sünnet âlimleri, “Tafsilî İman”ın üç derecesi olduğunu söylemişler, herbirinin temel esaslarını ve özelliğini beyan etmişlerdir.

Tafsilî imanın birinci derecesi, şu üç büyük temel esasa inanmaktır:
1) Allah Teâlâ'nın varlığına-birliğine, eşi ve ortağı bulunmadığına, yegâne yaratıcı ve ibadete lâyık tek mâbud olduğuna, bütün kemâl sıfatlarla muttasıf, her türlü noksanlıklardan uzak ve münezzeh olduğuna…

2) Hz. Muhammed’in (s.a.v.) Allah Teala'nın kulu ve son peygamberi (Hâtemü'l-Enbiya) olduğuna, bütün milletlere ve topyekün insanlara ve cinlere hak peygamber olarak gönderildiğine…

3) Ölümden sonra dirilmenin (bâ'sü bâ'de'l-mevt), Ahiret’in, yani “ikinci hayat”ın, “Ahiret ahvâli” denilen Cennet ve nimetlerinin, Cehennem ve azabının ve âhiretteki diğer ilâhi hakikatlerın hak ve gerçek olduğuna yakînen (kesin olarak) inanmaktır.

Tafsilî imanın ikinci ve daha yüksek derecesi; “Âmentü”de ifadesini bulan ve her Müslümanın şeksiz-şüphesiz inanması gereken altı iman esasına inanmaktır. Bunlar; Allah'a, Meleklerine, Kitaplarına, Peygamberlerine, Ahiret gününe ve Kaza ve Kadere (hayır ve şerrin Allah'dan, O'nun yaratması ve takdiri ile olduğuna) kesin olarak inanmaktır. Bu esaslar; Kur'ân-ı Kerîm'de bir çok âyet-i kerimede bazen birkaçı, bazen hepsi bir arada beyan edilmiştir. “Ey iman edenler! Allah'a, peygamberine, peygamberine indirdiği Kitab'a ve daha önce indirdiği kitab'a iman edin. Kim; Allah'ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve ahiret gününü inkâr ederse, şüphesiz ki o, derin bir sapıklığa düşmüştür.” [Nisâ suresi, 136] Ayrıca bkz. Bakara suresi, 177, 185. Kaza ve kadere iman ise, Allah'a ve mukaddes sıfatlarına (özellikle hayat, ilim, irade, kudret, kelâm ve tekvin sıfatlarına) imanın tabii bir neticesidir. [Bkz. Kamer suresi, 49; Furkan suresi, 2; Fussilet suresi, 12; Hadid suresi, 22; Tevbe suresi, 51] 

Hz. Ömer’in (r.a) Peygamberimiz’den (s.a.v.) naklettiği meşhur “İman, İslâm ve İhsan “ hakkındaki Cibrîl hadisinde, kaza ve kadere iman ayrıca zikredilmişti. Bu meşhur hadise göre “İman nedir?” sorusuna cevaben Peygamberimiz (s.a.v.) iman esaslarını; “Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, ahiret gününe ve kadere; hayrın da, şerrin de Allah'dan olduğuna inanmaktır” diye açıklamıştır. Bu hadis, Sünen-i Ebî Dâvud hariç Kütübü Sitte'de (Buharî, Müslim, Tirmizî, Nesaî ve İbn Mâce) mevcut olup, hadis ilminde tevâtür derecesine ulaşmıştır. Bu bakımdan İslâm âlimlerince kaza ve kadere iman, iman esaslarından kabul edilmiş, Ehl-i Sünnet mezhebinin ana kitaplarında yer almıştır.

Kur'an'a, Sünnete göre ve İslâm âlimlerinin icmâına nazaran, İslâm'da iman esaslarının birincisi,Allah Teâlâ'ya imandır. Çünkü diğer esaslara iman, önce bu ana esasa inanmaya bağlıdır. Ancak, Allah'a iman etmek; yalnız Hak Teâlâ'nın yüce Zâtına inanmaktan ibaret olmayıp, aynı zamanda o ilâhî varlığın Zâtı hakkında vâcip (zarûrî) olan Kemâl Sıfatları ile, yüce Zâtının vasfedilmesi imkânsız olan noksan sıfâtları ve Zât-ı İlâhisi hakkında inanılması câiz olan sıfatları icmalî veya tafsilî olarak bilmek ve onlara inanmakla olur. “Allah Teâlâ'ya İman” sözünden maksat işte budur.

İslâm'da iman esaslarından ikincisi; Allah Teâlâ'nın melekleri olduğuna inanmaktır. Melekler, Hak Teâlâ'nın kelâmı olan vahy-i ilâhiyi, Allah'ın peygamberlerine, semavî âlemden, insanlık âlemine nakleden Allah elçileri, bu âlemin nizamını sağlayan ilâhî vasıtalar, nuranî varlıklardır. O halde, vahy-i ilâhiye ve peygamberlere inanmak, ancak meleklere inanmakla olur. Diğer bir tabirle; peygamberlere inanmadan önce, onlara peygamberliği getiren meleğin varlığına inanmak gerekir. Bu bakımdan, meleğin varlığına iman, peygamberliğe de iman demektir. Meleği inkâr ise, peygamberliği de inkâr manasına gelir. İşte bu sebepledir ki, meleklere iman, iman esasları sıralamasında Allah'a imandan sonra hemen ikinci sırada yer almış, daha sonra da, kitaplara ve peygamberlere iman etmek zikredilmiştir. “Peygamber, Rabbi tarafından indirilene (Kur'an'a) inandı, mü'minler de inandılar. Her biri, Allah'a, meleklerine, kitaplarına ve peygamberlerine inandılar.” [Bakara suresi, 285]

Kur'an-ı Kerim'in bir çok ayetlerinde meleklerin, diğer varlıklar gibi, müstakil olarak yaratılan, fakat canlı varlıklara mahsus olan yeme-içme, uyuma, evlenme gibi hallerden uzak, erkeklik ve dişilikle vasıflanmayan nuranî ve lâtif varlıklar olduğu… Kendilerine verilen büyük işleri yapmaya… En kısa zamanda, en uzak mesafeleri katetmeye… Diledikleri şekil ve surette görünmeye muktedir, Hak Teâlâ'nın mükerrem kıldığı şerefli yaratıkları oldukları beyan olmuştur. Bu bakımdan melekler, itibarî birer varlık olmayıp, Hak Teâlâ'ya asla isyan etmeyen, O'nun emirlerini bıkmadan-usanmadan ve noksansız yerine getiren, nûranî, masum (günahsız) ve mükerrem kullardır: “...Onlar, Allah'ın emirlerine isyan edip karşı gelmezler ve emrolundukları şeyleri (aynen) yaparlar” [Tahrim suresi, 6; Enbiyâ suresi, 26]

Semavî kitapların hepsine inanmak, iman esaslarındandır. Cenab-ı Hakk’ın insanlar arasından seçtiği “Nebî ve Rasûl” lere, yalnız kendi milletlerine veya bütün insanlara tebliğ etmek üzere Allah Teâlâ “İIâhî Kitaplar” indirmiştir. Bu kitaplar, lâfız ve mana bakımından Allah Kelâmı olup, her şeyden önce insanları her türlü dalâlet ve sapıklıktan, kötü ve karanlık yollardan çıkararak, onları doğru ve güzel yollara sevketmek suretiyle hakka ve ilâhi hidayet nuruna kavuşturmak için indirilmiştir. O halde “Mukaddes Kitapları” beşeriyete tebliğ etmek ve ilâhî hükümleri onlara bildirmek için peygamberlere, peygamberlik iddiasında olan bir zâtı Allah'ın Rasûlü olarak kabul edebilmek için de, kendine vahyedilen ya da kendinden önceki peygambere indirilen bir kitap veya suhufa ihtiyaç vardır. Bu sebepledir ki; mü'min bir Müslüman olabilmek için, Allah'a ve meleklerine imandan sonra, ilâhî kitaplara ve peygamberlere iman etmek şarttır. Peygamberlere niçin bir kitap veya suhuf verildiği şu ayet-i kerimede beyan edilmektedir:

“...İnsanların ihtilâfa düştükleri şeyler hakkında hükmetmek için peygamberlerle beraber hak (ve gerçek) kitaplar da indirildi.” [Bakara suresi, 213] 

Kendisine müstakil bir kitap veya suhuf verilmeyen peygamberler ise, daha önce indirilen ilâhî kitap veya suhufa tabi olmuşlar, kendi milletlerine onun hükmünü talim ve telkin etmekle emredilmişlerdir. O bakımdan İslâm dini, yalnız Kur'an-ı Kerim’e değil, daha önce dünya milletlerine indirilen Mukaddes Kitaplar’ın hepsine (asıllarına) iman etmeyi emretmekte, bütün ilâhi kitap ve suhufa inanmayı, iman esaslarından saymaktadır. Ancak bu kitap ve suhufun tamamının isimleri ayrı-ayrı zikredilmediğinden, bunlardan, Kur'an'da isimleri zikredilen mukaddes kitaplara ayrı-ayrı inanmak, her birinin Allah kelâmı olduğunu kalp ile tasdik etmek lâzımdır. 

Bu kitaplar;

Musa aleyhisselâma indirilen Tevrat, Dâvud aleyhisselâma indirilen Zebur, İsâ aleyhisselâma verilen İncil ile, Peygamberimiz Hz. Muhammed ‘e (s.a.v.) indirilen en son ve en mükemmel ilâhi kitap Kur'an-ı Kerim'dir. Ayrıca yüz Suhuf, sahifeler halinde indirilmiştir. Sahih hadislere göre bunlardan 10 adedi Hz. Âdem'e, 10 adedi Hz. İbrahim'e, 50 adedi Hz. Şit'e ve 30 adedi de Hz. İdris aleyhimüsselâm'a verilmiştir. Bu sebeple, tafsilî olarak, bütün peygamberlere indirilen “İlâhi Kitaplar'ın ve Suhuf”un tamamına inanmak her Müslümana farzdır.

Kur'an-ı Kerim'de geçen birçok ayete ve Peygamberimizin (s.a.v.) hadislerine göre, İslâm'da İman esaslarından biri de; Allah Teâlâ tarafından insanları irşad ederek onlara doğru yolu göstermek için gönderilen peygamberlere iman etmektir. Hz. Âdem'den (a.s.), Hz. Muhammed’e (s.a.v.) kadar gelmiş geçmiş bütün peygamberlere inanmak, iman esasları arasında mühim bir rükündür. Çünkü, ilâhî kitapları insanlara tebliğ etmekle mükellef olan peygamberlere iman edilmeden, mukaddes kitaplara iman etmek mümkün değildir. Bu bakımdan Kur'an-ı Kerim'de, peygamberlere iman, onlara vahyolunan kitaplara imanla birlikte zikredilir. [Bkz. Bakara suresi, 177, 285; Nisâ suresi, 136]

Gerçek şudur ki; peygamberlik müessesesine inanılmadan din, yani ilâhî emir ve yasaklar söz konusu olamaz. Çünkü peygamberler Hak Teâlâ'nın, insanları irşad için gönderdiği birer Nebi ve Rasûl olarak, ilâhî hükümleri yalnız tebliğ etmekle kalmazlar, aynı zamanda bu hükümleri bizzat tatbik eder ve günlük hayatımızda nasıl uygulanacağını gösterirler. Peygamberler, özünde ve sözünde doğru/sadık; her zaman dürüst, emin, iyi ve güzel birer örnek oldukları için, insanlara tesir eder, onlara iman aşılar, peşlerinden sürükleyerek hayatlarında esaslı değişiklik yaparlar. Bu bakımdan manevî bir hediye ve ilahî bir mevhibe olan peygamberlikten hiçbir millet mahrum bırakılmamıştır.

 Nitekim Kur'an-ı Kerîm'de: “...Hiç bir millet yoktur ki, kendi içinde (onları Allah azabıyla) korkutan biri (yani bir peygamber) gelip geçmiş olmasın.” [Fâtır suresi, 24]

“Her milletin bir peygamberi vardır” [Yunus suresi, 47]buyurulmuştur.

 Kur'an-ı Kerîm Müslümanlara, yalnız ahir zaman nebîsi Hz. Muhammed’e (s.a.v.) değil, dünya milletlerine gönderilen bütün peygamberlere de iman etmeyi emretmiştir. [Bkz. Bakara suresi, 136]

Bu esasa göre Müslümanların, Kur'an-ı Kerîm'de adları zikredilen peygamberlerin her birine ayrı-ayrı inanmaları, ayrıca adları bildirilmeyen diğer peygamberlere de toplu olarak iman etmeleri gerekir. Nitekim Allah Teâlâ: “Peygamberlerin bir kısmını bundan önce sana haber verdik, bir kısmını ise haber vermedik” [Nisâ suresi, 164; Mü'min suresi, 78] buyuruyor. Hz. Adem’den Peygamber Efendimize kadar bir rivayete göre 124 bin, diğer bir rivayete göre ise 224 bin peygamber gelmiştir. Kur'an-ı Kerîm'de bunlardan yalnız 28 peygamberin adı geçmektedir ki, her birine iman gereklidir. Bunlar; Âdem, İdris, Nûh, Hûd, Sâlih, Lût, İbrahim, İsmail, İshak, Yakub, Yusuf, Şuayb, Musa, Hârun, Dâvud, Süleyman, Eyyub, Zülkifl, Yunus, İlyas, İlyesa, Zekeriyya, Yahya, İsâ, Üzeyir, Lokman, Zülkarneyn ve Hz. Muhammed Mustafa’dır (Salavâtallâhi ve selâmuhu aleyhim ecmaîn).

İslâm'a göre insanlara gönderilen ilk peygamber Âdem (a.s.), topyekün insanlık âlemine ve cinlere gönderilen peygamber ise, Rasûlümüz Hz. Muhammed’dir (s.a.v.). “Biz seni ancak bütün insanlara müjdeleyici ve (Allah azabıyla) korkutucu olarak gönderdik” [Sebe suresi, 28] O “Hâtemü'l-Enbiyâ”dır, peygamberlerin en büyüğü ve sonuncusudur. Peygamberlik onunla son bulmuştur. Ondan sonra artık peygamber gönderilmeyecektir. Ehl-i Sünnet’e göre peygamberlerin adedi şu kadardır diye sınırlamamak daha doğrudur. Aksi halde, peygamberlerin adedini artırmak veya eksiltmek gibi bir hataya düşmek ihtimali vardır. Bu ise asla doğru olmaz. [Bkz. Seyyid Ali el-Cürcânî, Şerhu'l-Mevâkıf, III,182-190; Sadeddin et-Taftazanî, Şerhu'l-Makâsıd, II, 128-129]

Ahiret'e, ikinci hayata, bâ'sü bâ'de'l-mevte ve Ahiret ahvaline yakînen iman, İslâm'da iman esasları arasında çok önemli bir rükündür. Ahiret; ölümden sonra başlayacak olan yeni ve sonsuz (ebedî) bir hayattır. Bu hayat, “Berzah hayatı” denilen kabir hayatı ile başlar. Yani kabir, Ahiretin ilk merhalesi ve ilk durağıdır. Sonra zamanı gelince, Allah Teâlâ'nın emir ve iradesiyle bu dünyadaki canlı ve cansız bütün varlıklar yok edilecek, “Kıyâmet” kopacak, yeni ve sonsuz bir âlem kurulacaktır. Bütün ölüler o gün ruh ve cesetleriyle birlikte diriltilecek ve “Mahşer”de toplanarak Allah'a hesap vereceklerdir. Ameli iyi (salih) olanlar, “Sırat”ı geçerek “Cennet”e, kötü olanlar ise geçemeyerek “Cehennem”e gireceklerdir. Bütün bunlar ve din günündeki diğer hadiseler, Ahiret hayatını teşkil eder. Ahiretin bu safhası, ölümsüz ve sonsuz (ebed) bir hayattır. Dinî ıstılahta “Ahiret Günü” denince; “İsrâfil’in (a.s.) Allah Teâlâ'nın emriyle kıyâmeti ilan eden ‘Sûr’a üflediği ‘Birinci nefha’dan, ölülerin dirilmesini (Ba'su ba'del mevti) sağlayan ‘İkinci nefha’ya ve ‘Mahşer’de ‘Hesap ve Kitap’tan sonra, Cennet ehlinin Cennete, Cehennem ehlinin Cehenneme girmesine kadar geçecek olan zaman, diğer bir görüşe göre, İkinci nefha’dan başlayıp, sonsuz olarak devam edip giden zaman (ebedî hayat)” anlaşılır. O halde “Kıyâmet”, İsrafil (a.s.)'ın “Sûr'a üfürmesi”, bütün insanların yeniden (ruh ve cesetle) dirilmesi (bâ'sü bâ'de'l-mevt), “Mahşerde toplanması”, herkese “kitab”ının (yani dünyada yaptıkları iyi ve kötü işlere ait “amel defteri”nin) verilmesi, amellerinin ilâhî “Mizan”da tartılması, herkesin dünyada yaptıgı işlerden “Hesab”a çekilmesi, “Şefaat”, Sırat”, “Cennet” ve “Cehennem”... Bunların hepsi, Ahiret gününün hadiseleridir. Bunlara; “Ahiret ve Ahiret Ahvali” denir. İslâm akâidine göre, “Ahiret Günü”ne, yani dünya hayatının kıyametle son bulmasıyla kurulacak olan yeni “Ebed Âlem”e ve oradaki “İkinci Hayat”a kesin olarak (yakînen) inanmak, İslâm'da iman esasları arasında çok önemli bir rükündür. Nitekim Kur'an-ı Kerîm'de; “... Allah'a ve Ahiret gününe iman edip, salih (iyi ve güzel)amel işleyen kimselerin Rableri yanında büyük ecirleri vardır. Onlar için korku yoktur. Ondan mahzun da olmazlar” [Bakara suresi, 62] buyrulmakta; takva sahibi müminler, “Ahiret'e yakînen iman etmek” [Bakara suresi, 8] ile, yani şek ve şüpheden uzak, kesin bir iman ile inanmakla övülmektedirler. Gerçekte; yalnız naklî delillerle, yani Kur'an ayetleri ve sahih hadislerle bilinen ve gözümüzle görülmeyen yeni bir âlemin (gayb âleminin), yani “Ahiret hayatı”nın hak ve vâki olduğuna inanmak, büyük bir teslimiyet, kâmil bir iman ister. Bu bakımdan, Ahirete, yani ikinci hayata, onun ilâhî oluşumundan sayılan, “Berzah hayatı”na, ölümden sonra dirilmeye “Haşir ve Neşir”e, “Mahşer”e, “Sual ve Hesab”a, “Mizan ve Sırat”a, “Cennet ve Cehennem”e iman, fert ve cemiyet hayatındaki yapıcı tesirleri yönünden İslâm'da “İman Esasları” arasında çok önemli bir yer işgal eder. Bu sebeple Ahiret inancı olmayan hiçbir şeriat yoktur.

Tafsîlî İman'ın Üçüncü ve en yüksek derecesi;
 Hâtemü’l-Enbiya ve Seyyidü’l-Mürselin Hz. Muhammed Mustafa’nın (s.a.v.), Hak Teâlâ tarafından ahyedilen ve beşeriyete tebliğ ettiği kesin olarak bilinen ilâhî esas ve hükümlerin (emir ve yasakların) tamamına ve her birine ayrı-ayrı (murad-ı ilâhîye uygun olarak) iman etmektir.

Daha açık bir tabirle; Allah Kelâmı olduğu kesin olarak bilinen Kur'an ayetlerinde ve Rasûlullah’ın (s.a.v.) hadislerinde zikredilen namaz, oruç, zekât ve hac gibi farz ibadetleri… Adam öldürmek, ana-babaya isyan etmek, yalan söylemek, alkollü içki içmek, zina etmek ve kumar oynamak gibi haramları… Hulâsa her türlü ilâhî emir ve yasakları, iman, İslâm ve ahlâk esaslarını ve her biri ile ilgili din hükümleri ve delillerini gücü yettiğince öğrenerek bunların farz, vâcib, haram veya helâl olduklarını tasdik etmek ve hepsinin hak ve gerçek olduğuna ayrı-ayrı iman etmek; İslâm'da tafsilî iman derecelerinin en yükseğidir.

Bu bakımdan, genel olarak herkes için farz kılınan iman, imanın ilk derecesi sayılan “İcmalî İman”dır. Çünkü, İslâm binasına ancak bu ana kapıdan girilir. Fakat bununla yetinilmeyerek, İslâm akâidinin temel unsurları olan iman esaslarının tamamını bütün gücü ile öğrenmeye gayret etmek, onlara tereddütsüz ve kesin olarak inanarak iman derecelerinde yükselmek, onu kemâle erdirmek, her Müslümanın aslî vazifesidir. Bu şuur ve gayret içinde olan Müslümanlar takva yollarında ilerlemiş, imanlarını kuvvetlendirmiş, onu olgunlaştırarak kemâle erdirmiş olurlar.
[Bkz. Şerhu'l-Mevâkıf, III, 182- 190; Şerhu'l-Makâsıd, II, 128- 135; Şerhu'l-Akâidi'n-Nesefiyye, 457; Salih Musa Şeref, Müzekkerati't-Tevhid, IV, 167-178, 185-196, Kahire 1952; İmâm-ı Âzam Ebû Hanife, Fıkh-ı Ekber ve Aliyyü’l-Karî Şerhi, 76-80; İmamu'l-Harameyn el-Cüveynî, Kitabu'l-irşad, 396-398]

Özetlersek;
İman iki kısımdır:

(1) İman-ı icmâli: Mücerret Kelime-i Tevhidi söylemek ile olan imandır ki, bunun sahibinin âkıbetinden korkulur.

(2) İman-ı tafsîli: Bu da Kelime-i Tevhidi söyleyerek başlamak ve imanın bütün şubelerini mümkün mertebe işlemekle, yerine getirmekle olur; gerçek iman budur.

Süleyman Hilmi Tunahan Efendi (k.s.) hazretleri, “Tevhîd’in iki manası vardır” buyurarak şöyle izah ediyorlar:

“1. Tevhîd-i surî: Bu iman bu tevhîd, insanı Sırat köprüsünden değil, Galata köprüsünden bile geçiremez; çünki o surî’dir (icmâlîdir, görünüştedir, şeklîdir) ve yalnız dildedir.

2. Tevhîd-i hakiki: Ki, o kalpte tecelli eder ve insanı dünyada fenalıklardan korur, ahirette ise en ulvî makamlara kavuşturur. Buna Tevhîd-i ihlâs da denir.”

Cenab-ı Rabbi’l-âlemin cümlemize ve bilcümle Ümmet-i Muhammed’e ve evladına Tevhîd-i ihlâs nasip ve müyesser eylesin. Amin… 


H.Ece

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"


Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.


EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

19 Mart 2014 Çarşamba

296.TEK SAHİH İSLAM ANLAYIŞI

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

Bid'ât Mezhepler/Oluşumlar İslâm'ın marjinal yorumlarıdır, her ne kadar modern zamanlarda "İslâm'ın farklı yorumları" söylemiyle sunulup, Ehl-i Sünnet V'el-Cemaat'te bu farklı yorumlardan bir yorum" gibi sunulmaya çalışılsa da, Allah Resûlü(s.a.v.)'den Sahabeye, Sahabeden Tabiîn'e, ordan da Etbaî Tabiîn kanalıyla bu ümmete intikâl eden tek bir Sahih İslâm anlayışı vardır.
Bu Sahih İslâm anlayışı ise; İ'tikâdıyla, Usûlüyle, Fürûuyla, İlmî müktesebatıyla, ameliyle, ahlâkıyla, Sünnet'e ve Sahabeye olan hürmeti, bağlılığıyla ve kurduğu medeniyetlerle İslâm Tarihinde ana damarı oluşturan, Sırat-ı Müstakiym'den ayrılmayan "Ehl-i Sünnet V'el-Cemaat"tir. 


Ehl-i Sünnet dışındaki tüm farklı oluşumlar, fırkalar, mezhepler incelediğinde ya Sahabe ile ya da Sünnet ile bir (ya da birden fazla) problemi olduğu açıkça görülür.

E. Sifil

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"


Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.


EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

18 Mart 2014 Salı

295.GÜNAHIN CEZASINI DÜŞÜREN 11 SEBEP

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

 Bu sebebler Kitap ve sünnetin incelenmesi ile tesbit edilmiş sebeblerdir.

1- Tevbe etmek:
Yüce ALLAH: "Tevbe eden müstesnâ" (Meryem, 19/60) ile (el-Furkan, 25/70); "Tevbe edenler müstesnâ..." diye buyurmaktadırlar. (el-Bakara, 2/160)

Nasûh tevbe katıksız ve halis tevbe demektir. Tevbe bir takım günahlara has değildir. (Bütün günahlardan tevbe mümkündür.) Tevbe dolayısıyla günahtan sorumlu olunmayacağı ümmet arasında görüş ayrılığı bulunmayan hususlardandır. Tevbe dışında bütün günahların bağışlanmasına sebep teşkil eden hiçbir şey yoktur.

Yüce ALLAH şöyle buyurmaktadır: "De ki: ‘Ey nefisleri aleyhine ileri giden kullarım! ALLAH’ın rahmetinden ümit kesmeyin, çünkü ALLAH bütün günahları mağfiret eder.’ Muhakkak o çok mağfiret edendir, rahmet edendir." (ez-Zümer, 39/53) Bu, tevbe edenler hakkındadır, bundan dolayı Yüce ALLAH: "Ümit kesmeyin" diye buyurduktan sonra: "Rabbinize dönün..." (ez-Zümer, 39/54) diye buyurmaktadır.

 2- İstiğfâr: Yüce ALLAH şöyle buyurmaktadır: "Onlar istiğfâr edip dururken de ALLAH onları azaplandıracak değildir." (el-Enfal, 8/33) Ancak kimi yerde istiğfar tek başına söz konusu edilirken bazen tevbe ile birlikte söz konusu edilmektedir. Tek başına söz konusu edildiği takdirde tevbe de onun kapsamı içerisindedir. Nitekim tek başına tevbe zikredildiği yerde, istiğfârı da kapsar ve tevbe istiğfârı da ihtivâ eder, istiğfâr da tevbeyi kapsar. Onların herbiri mutlak olarak kullanıldığı takdirde, diğerini de kapsamına alır. İki lafızdan biri diğeriyle birlikte kullanıldığı takdirde ise istiğfâr, geçmiş günahların kötülüklerinden korunmayı talep etmek demek olur, tevbe de günahtan dönüp gelecekte âmellerinin korktuğu kötülüklerinden korunmayı istemeyi ifade eder.

Bunun bir benzeri de "fakir" ve "miskin" kavramlarıdır. Bu iki lafızdan biri tek başına kullanılırsa, ötekini kapsar. Bir arada zikredilecek olurlarsa, herbirisinin kendine göre bir anlamı olur. Yüce ALLAH: "On fakiri (miskini) doyurmak..." (el-Maide, 5/89); "O zaman altmış yoksul (miskin) doyurmalıdır." (el-Mücadele, 58/4); "Şâyet onları gizler ve fakirlere (miskinlere) verirseniz, işte bu sizin için daha hayırlıdır." diye buyurmaktadır. (el-Bakara, 2/271)

Bu âyet-i kerîme’lerde her iki isimden birisinin tek başına kullanılması halinde, az bir şeye sahip olanı da, hiçbir varlığı olmayanı da kapsadığında görüş ayrılığı yoktur. Ancak Yüce ALLAH’ın: "Sadakalar (zekâtlar) ancak fakirlere ve miskinlere...dir." (et-Tevbe, 9/60) buyruğunda birlikte zikredildiklerinden; o zaman bu lafzın birisi ile -her ne kadar hangisiyle hangisi kastedildiği noktasında görüş ayrılığı varsa da- az malı bulunan, diğeri ile hiçbir malı bulunmayan kimse kastedilmektedir.

İsm ve udvân (günah); bir (iyilik) ve takvâ, fasıklık ve isyan kavramları da böyledir. Aradaki anlam benzerliği açısından küfür ve nifak da bu kabilden görülebilir. Küfür daha genel bir mana taşır, küfür tek başına zikredilecek olursa nifak’ı da kapsar. Hep birlikte zikredildikleri takdirde herbirisinin ayrı bir anlamı olur.

 3- Hasenât (iyilikler):
Çünkü bir hasenât on misli ile mükâfatlandırılır. Seyyie (günah) ise misliyle ceza görür. Birer birer kazandığı kötülükleri, onar onar kazandığı iyiliklerini bastıran kimsenin vay haline! Yüce ALLAH şöyle buyurmaktadır: "Çünkü iyilikler kötülükleri giderir." (Hûd, 11/114) Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem- de: "Kötülüğün arkasından iyiliği yetiştir ki onu silsin"(
Tirmizî 1987; Müsned, V, 153, 158.)diye buyurmaktadır.

4- Dünyevî musibetler: Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem- şöyle buyurmaktadır: "Mü’mine isabet eden herhangi bir hastalık, yorgunluk, gam, keder, üzüntü hatta bir tarafına batan bir dikeni dahi, mutlaka ALLAH günahlarının keffareti kılar."(
Buhârî 5641, 5642; Müslim 2573.)Musibetlerin bizzat kendileri, günahların keffaretine sebebtir. Onlara sabr etmekle kul sevap kazanır. Musibetlere tahammülsüzlük gösterip öfkelenmekle kul günah kazanır. Sabretmek ve tahammülsüzlük göstermek ise, musibetten ayrı değerlendirilir.

Musibet kulun fiili değildir, ALLAH’ın fiilidir ve kulun günahına karşılık ALLAH’ın bir cezasıdır, onunla günahları keffaret olur. Kişi ancak yaptığı işler dolayısıyla mükâfat görür ya da günah kazanır. Sabır ve tahammülsüzlük ise kulun fiillerindendir. Bununla birlikte bazen kulun ameli olmaksızın sevap ve mükafat hasıl olabilir. Bunun başkasının hediyesi yahut ta sebebsiz olarak Yüce ALLAH’ın bir lütfu olarak elde edilmesi mümkündür. Nitekim Yüce ALLAH şöyle buyurmaktadır: "Ve O, kendi nezdinden pek büyük bir ecir verir." (en-Nisâ, 4/40)

Hastalığın bizzat kendisi geçmişin bir cezası ve keffâretidir. Çoğu zaman ecir (mükâfat)den, günahların bağışlanması anlaşılmakla birlikte, onun manası bu değildir. Bu onun bir sonucudur.

 5- Kabir azabı.

 6- Mü’minlerin hayatta iken de, ölümden sonra da kişiye dua etmeleri ve mağfiret istemeleri.

 7- Ölümden sonra kişiye yapılan bağışlar. Bir sadakanın sevabı, okunan bir Kur’ân’ın yahut yapılan bir haccın ve buna benzer bir amelin sevabı gibi. Yüce ALLAH’ın izniyle buna dair açıklamalar da ileride gelecektir.

8- Kıyamet gününün sıkıntılı halleri ve dehşetli durumları.



 9- Buharî ile Müslim’de sabit olan şu hadiste belirtildiği gibi: "Mü’minler Sırat’tan geçtikten sonra cennet ile cehennem arasındaki bir köprü üzerinde durdurulurlar. Birinin diğerindeki hakkı kısas yoluyla alınır. Nihayet tertemiz edilip, arındırıldıktan sonra cennete girmeleri için onlara izin verilir."(Buhârî 2440, 6535; Müsned, III, 13, 57, 63, 74.)

10- şefaatçilerin şefaati.

11- Şefaatsiz olarak da merhametliler merhametlisinin affetmesi. Nitekim Yüce ALLAH şöyle buyurmaktadır: "Bunun dışında kalanları da dilediğine bağışlar." (en-Nisâ, 4/48 ve 116)

Eğer kişi Yüce ALLAH’ın -günahlarının büyüklüğü dolayısıyla- mağfiret etmeyi dilemediği kimselerden ise; artık tertemiz olan imanı, günahlarının pisliklerinden arınması için ateşe maruz kalmaktan başka yolu kalmaz. Ancak şu da var ki cehennem ateşinde kalbinde zerre ağırlığından çok çok daha küçük bir miktar imanı bulunan hiçbir kimse, hatta -daha önce Enes -Radıyallahu anh- yoluyla gelen hadiste belirtildiği üzere- la ilahe illallah diyen hiçbir kimse ebedi kalmayacaktır.

Durum böyle olduğuna göre Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-in cennetlik olduklarına dair şahitlik ettiği kimseler dışında ümmet arasında muayyen herhangi bir kimse için kat’î olarak cennetliktir, demeye imkan kalmaz. Ancak bizler iyilikte bulunanlar namına ümit besleriz ve (günahları dolayısıyla) da onlar için korkarız.


el-Akidetü't Tahaviyye(İbn Ebi'l-İzz el-Hanefi)

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"


Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

17 Mart 2014 Pazartesi

294.İTİKADİ KONULARDA SAPMANIN SEBEBİ

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

 Bu konuda genel olarak sapıtanlar yahut bu hususta hakkı bilmekten acze düşenlerin bu hallerinin sebebi, Rasûlün getirdiklerine tabi olmakta kusurlu hareket etmeleri ve bu yolu bilmeye ulaştıran dikkatli düşünmeyi ve istidlali terketmeleridir. Böyleleri ALLAH’ın Kitabından yüz çevirdiklerinden sapıtmışlardır.

Nitekim O şöyle buyurmaktadır: "Benden size bir hidayet geldiğinde kim Benim hidayetime uyarsa o hem sapıtmaz, hem bedbaht olmaz. Kim de zikrimden yüz çevirirse gerçekten onun için dar bir geçim vardır ve onu kıyamet gününde kör olarak haşrederiz."Der ki: Rabbim niçin beni kör haşrettin, halbuki ben görüyordum."
"Buyurur ki: Böyle. Çünkü sana âyetlerimiz geldiğinde onları unuttun; bu günde sen böylece unutulursun."
(Tâhâ, 20/123-126)

İbn Abbas -Radıyallahu anh- dedi ki: Yüce ALLAH Kur’ân-ı Kerîm’i okuyup, içindekiler gereğince amel eden kimselere dünya hayatında sapıtmamayı, âhiret hayatında da bedbaht olmamayı garantilemiştir. Daha sonra da bu âyet-i kerîme’yi okumuştur.

Nitekim Tirmizî ve başkaları tarafından kaydedilen Ali -Radıyallahu anh- yoluyla gelen hadiste de böyledir. Buna göre Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem- şöyle buyurmuştur:

 "Pek yakında bir takım fitneler baş gösterecektir." Ben: Bunlardan kurtuluş yolu nedir? Ey ALLAH’ın Rasûlü, dedim. Şöyle buyurdu: "ALLAH’ın Kitabı. Onda sizden öncekilerin bilgisi, sonrakilerin haberi, aranızdaki (anlaşmazlık)ların hükmü vardır. O hakkı batıldan ayırandır, o bir şaka, bir eğlence değildir. Herhangi bir zorba (zorbalıktan dolayı) onu terkedecek olursa ALLAH belini kırar. Kim ondan başkasında hidayet ararsa, ALLAH o kimseyi saptırır. O, ALLAH’ın kopması mümkün olmayan ipidir. O hikmet dolu zikir (öğüt)dir. O, dosdoğru yoldur. O, hevâların saptırmadığı, dillerin kendisi ile karışmadığı, hayret verici şeyleri bitip tükenmeyen bir kitaptır. İlim adamları ondan doymaz. Ona dayanarak söz söyleyen doğru söyler, gereğince amel eden mükafat kazanır. Ona göre hükmeden adalet yapar, ona davet edip çağıran dosdoğru yola iletilmiş olur."Tirmizî, 2908;

Ve buna benzer manaları ifade eden daha bir çok âyet ve hadis-i şerif bu hususu dile getirmektedir.

Yüce ALLAH öncekilerden de, sonrakilerden de rasûlleri vasıtası ile teşrî buyurmuş olduğu dinine uygun olmayan, din diye kabul edip izledikleri hiçbir yolu kabul etmeyecektir.

Yüce ALLAH şu buyrukları ile göndermiş olduğu peygamberler dışında, kulların kendisini nitelendirdikleri her türlü nitelikten kendini tenzih etmiş bulunuyor:

"İzzet sahibi olan Rabbim onların niteleyegeldiklerinden münezzehtir. Gönderilmiş peygamberlere selâm olsun, âlemlerin Rabbi ALLAH’a da hamd olsun." (es-Saffat, 37/180-182)

 Yüce ALLAH kâfirlerin kendisini nitelendirmelerinden, zatını tenzih ettikten sonra gönderdiği peygamberlere de selâm olsun, diye buyurmuştur. Buna sebeb ise peygamberlerin kendisini nitelendirirken ortaya koydukları nitelendirmelerinin her türlü eksiklik ve kusurdan uzak olmasıdır. Arkasından da kemal derecesinde hamde layık olduğunu ortaya koyan sıfatlara yalnızca kendisi sahip olduğundan dolayı, hamdin kendisine mahsus olduğunu belirtmektedir.

Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-in yolunu en hayırlı olan nesiller de aynen takip etti. Bunlar da ashab-ı kiram ile güzel bir şekilde onlara tabi olanlardır. Onların önce olanları, sonra gelenlerine bunu tavsiye ediyor, sonra gelen de bu hususta kendisinden önce gelene uyuyordu. Bütün bunlarda kendileri de Peygamberleri Muhammed -Sallallahu aleyhi vesellem-e uyuyorlar, onun yolunu izliyorlardı. Nitekim Yüce ALLAH Kitab-ı Aziz’inde şöyle buyurmaktadır: "Deki: İşte bu benim yolumdur, ben ALLAH’a bir basiret üzere davet ediyorum. Ben de bana uyanlar da." (Yusuf, 12/108)

Eğer "bana uyanlar da" buyruğu "davet ediyorum" buyruğundaki zamire atfedilmiş ise bu ona uyanların ALLAH’ın yoluna davet edenlerin ta kendileri olduğuna delildir. Şâyet ("ben" anlamındaki) munfasıl zamire atfedilmiş ise o takdirde ona uyan kimselerin peygamberlerinin getirdikleri hususunda herkes bir tarafa bizzat kendilerinin basiret sahibi oldukları noktasında açık bir ifadedir. Her iki anlam da doğrudur.

Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem- dini apaçık bir şekilde tebliğ etmiş, basiret sahibi olanlara delilleri açıkça bildirmiş, nesillerin en hayırlısı da onun yolunu izlemiştir. Fakat daha sonraları hevâlarına uyan, günahlar işleyen, iyi olmayan bir takım nesiller de gelmiştir. Ancak Yüce ALLAH bu ümmetin dininin esaslarını muhafaza eden kimseleri her zaman takdir buyurmuştur. Nitekim doğru sözlü yüce peygamber de şu buyruğuyla bunu böylece haber vermektedir:

"Ümmetimden bir taife (kesim) hak üzere ve kendilerini yardımsız bırakanların kendilerine zarar vermeleri söz konusu olmaksızın muzaffer olarak kalmaya devam edeceklerdir."Buhârî 3640, 7311, 7459; Müslim 1920, 1921; Tirmizî 2230; İbn Mâce 10; Müsned, IV, 244, 248, 252.


el-Akîdetü’t-Tahâviyye ve Şerhi

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

16 Mart 2014 Pazar

293.AMENERRASÜLÜ'NÜN TEFSİRİ ve FAZİLETİ

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

Bakara Suresi 285- 286. Ayetlerin Tefsiri:


285.(Peygamber ve müminler kendisine indirilene iman etti.) Allah-u Teala tarafından imanlarının sıhhati üzere şahittir. İmamı Hasen Mücahid ve Dahhak derler ki şu ayeti kerime miraç kıssası üzerine indi. Denildi ki Kur'anın tamamını Cebrail (Aleyhisselam) indirdi. Ancak bu ayeti miraç gecesi Resulullah (Sallallahü aleyhi ve sellem) Mevla'dan işitti.

(Hepsi Allaha, meleklerine, kitaplarına ve peygamberlerine iman etti.)

(Onun elçilerinden hiç birini diğerlerinden ayırt etmeyiz.) Yani Resullerden hiç birisinin arasını Yahudi ve Hıristiyanların yaptığı gibi ayırmayız. Hepsine inanırız.

(Dediler ki işittik ve itaat ettik.) Sana icabet ettik, emrine itaat ettik.

(Ey Rabbimiz! Bizi bağışla.) Bizi mağfiret etmeni dileriz.

(Dönüş ancak sanadır.) Dünya ve ahiret işlerinin tamamı sana dönecektir. Bu söz müminlerden iki dünyada bütün işlerin sahibinin Allah olduğunu ve her şeyin ona döneceğini ikrardır. Rivayet edildi ki, Cebrail (Aleyhisselam) Peygamberimize bu ayet indiği vakitte şöyle dedi "Muhakkak Allahu Teala senin ve ümmetin üzerine övgü yaptı. İste verileceksin." Resulullah (Sallallahü aleyhi ve sellem)Allahın öğretmesini istedi. Mağfiretini isteriz dedi.

286.(Allah kimseye gücü, takatin üstünde bir şey teklif etmez.) Vüsu': İnsanın gücü yettiği, zorlanmadığı, meşakkatlenmediği şeydir. Yani cenabı hak ancak kudretinin yettiği şeyi ile ve takatinin kolayına gelen ile hükümlü tutar. Gayretini ve takatini aşan ile sorumlu tutmaz. Burası evvelki ümmetlere olan ağır yüklerin ve çetin hükümlerin kaldırıldığının haberidir. Süfyan’dan rivayet edildi ki peygamberler kavimlerine şu ayeti getirirler. "Nefsinizde olan şeyi açıklasanız veya gizleseniz de Allahu Teala sizi onunla hesaba çeker." Derler ki, “buna gücümüz yetmez bunu taşıyamayız.” Neticede onlar bunlardan sorumlu olurlardı. Vaktaki şu ümmete bu ayet arz edilince onu kabul ettiler. Allahu Teala'da onlardan yükleri indirdi. Ve buyurdu ki "Allah kişiye ancak takatinde olanı yükler." Böylece bu ümmete rahmetini ve yumuşaklığını bildirmiş oldu.

(Herkesin kazandığı iyilik kendi lehine, kötülükte kendi aleyhinedir.) Hayırdan kazanmış olduğu şeyin sevabı lehinedir, şerden kazandığının cezası da kendinedir.

(Ey Rabbimiz! Unutur ya da yanılırsak bizi sorumlu tutma.) Unutmak ve hata etmekten dolayı ileri veya geri kalmak sebebiyle bizi muaheze etme. Bizi affet.

(Ey Rabbimiz bizim üzerimize ağır yük yükleme.)İsr: Taşınması ağır olan yük. Ağır olduğu için onu yerinden kaldırmaya güç yetiremez.

(Bizden evvelkilere yüklediğin gibi.) Yahudi ve Hıristiyanlara yüklenen meşakkatli hükümler gibi. Tevbelerinin kabulünde kendilerini öldürmek, ganimet malının yanması, mesh ve teyemmümün olmaması, necasetlenen yerin kesilip atılması gibi.

(Ey Rabbimiz! Bizim üzerimize gücümüzün yetmediği şeyleri yükleme.) Bizden evvelkilere inen azablar gibisini bize indirme. Evvelki talepte onlara yüklenen ağır hükümlerin kaldırılması istenmişti. Bu ayette evvelkilere indirilen azabların kaldırılması talep edilmektedir.

(Bizi affet.) Günahlarımızın izlerini sil.

(Bizi mağfiret et.) Ayıplarımızı ört. Mahşer yerinde halkın ortasında bizi rezil etme.

(Bize merhamet et.) Bize ihsan eyle, ikram eyle.

(Sen bizim Mevlamızsın.) Bizim seyyidimizsin, bizler senin köleleriniz. Bize yardım eyle, işlerimizi idare eyle.

(Kafirler kavmine karşı bize yardım eyle.) Onların şerlerini bizden def eyle, bize yardım eyle. Zira efendinin kullarına yardım etmesi, düşmanlardan onu kurtarması beklenir. Kâfirlere karşı yardım zafer ile olur.

Amenerresülü'nün Fazileti:

Resulullah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) miraç gecesi üç şey verildi. Beş vakit namaz, Bakara Suresinin sonu (amenerresulü). Ümmetinden şirk koşmayanların affedileceği.

Rasülullah (sallallahü aleyhi ve sellem) den rivayet edildi ki, “Mevla Tealâ bu iki ayeti cennet hazinelerinden indirdi. Mahlûkatı yaratmadan bin sene evvel Rahman Teala bunları yazdı. Her kim bu iki ayeti yatsıdan sonra okursa, bu iki ayet ona gecenin tamamını ibadetle geçirmiş olur. (O kadar sevab alır.)”

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"


Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.


EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

15 Mart 2014 Cumartesi

292.KÜÇÜK NOTLARIM (16):tefviz-sabır

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim



Tefviz,kulun, bütün işlerini Allah'a havale etmesi ve O'nun yaptığı her işi gönül hoşluğu ile karşılaması, O'na hiçbir konuda ne dil ne de kalp ile itiraz etmemesi, sızlanmaması, içinde bir rahatsızlık duymaması demektir. Tefvîz, tevekkülün en mükemmel şeklidir. Bir âyette "İşimi Allah'a tefvîz (havale) ediyorum." buyrulmuştur. (Mü'min, 40/44). (M.C.) 

Bu zor ise de çok kıymetlidir. Tevekkülün zirvesine çıkan İbrahim aleyhisselam, ateşe atılırken bile tevekkülünü bozmadı.

 *Allahü teâlânın; kötü işin neticesini hayra çevirdiği çok görülmüştür. Kur'an-ı kerimde mealen buyuruluyor ki:
(Hoşlanmadığınız şey sizin iyiliğinize; sevdiğiniz şey de, kötülüğünüze olabilir. Siz bilmezsiniz, Allah bilir.)[Bekara 216]

Bir misal verelim: Hudeybiye anlaşmasına göre, bir kâfir Müslüman olursa, Müslümanlar bunu aralarına alamayacaklar, fakat Müslüman olduktan sonra tekrar kâfir [mürted] olanı ise, müşrikler tekrar saflarına alacaktı. Görünüşte bu anlaşma Müslümanların aleyhine idi. Peygamber efendimiz, neticeyi peygamberlik nuru ile görüp imzaladı. Anlaşma Müslümanların lehine neticelenince, müşrikler, anlaşmayı bozmak zorunda kaldılar. (M. Ledünniyye)

Demek ki, (Hoşlanmadığımız bir şey bizim için hayırlı) olabiliyor. İnsan, bir işin sonucunun iyi mi, kötü mü olacağını bilemez. Hayır zannettiği çok şey, şerle, şer zannettiği çok şey de, hayırla neticelenebilir. Bunun için bir işte ısrar etmemelidir.

 *Tevekkül edip işlerini Allah’a havale eden ve sonucu sabırla bekleyen Müslüman, rahat eder.

Tevekkül, değiştirilmesi insan gücünün dışında olan acı olayların, ezelde takdir edildiğini bilip, üzülmemek, Allah’tan geldiğini düşünerek seve seve karşılamaktır.

*Başa gelen işe sabredilirse ecri görülür. Sabredilmezse, günaha girilir ve sıkıntıya düşülür. Sabır, acı ise de meyvesi tatlıdır.

Sabır üç çeşittir:
Belaya sabır,

din bilgilerini öğrenirken ve ibadet yaparken sabır, 
günah işlememek için sabır.

 Sabrın önemi büyüktür. Kur'an-ı kerimde mealen buyuruldu ki:
(Sabretmekte yarış edin!) [Al-i İmran 200]

(Allah sabredenlerle beraberdir.) [Bekara 153]

(Sabredenlere, mükâfatları hesapsız verilir.) [Zümer 10]

*Kalbini Ona bağla, her şey takdirledir. Tedbir takdiri bozamaz. Tedbirli ol; fakat tedbirine güvenme!

*Merhametle yaratan, bol rızık veren Hak teâlâ, tevekkül edenin her işini en iyi şekilde yapar.


* Hacetleri bitiren Allah’a yalvar, Ondan kaçma! Nefsine uyup başkasına el açma!

* İlle de şu iş şöyle olsun deme! Eğer o iş, istemediğin şekilde olmuşsa, hiç üzülme, Hakkın takdirine razı ol!

* Boş yere üzülme, her iş Haktandır, öyle olmasında sayısız hikmet vardır.

*Allahü teâlânın her işi düzgündür, aklımız almasa da hepsi uygundur.

* İşini Hakka bırak, uzakları çok yakın, yakını eder ırak,

* Onun işinde hata olmaz. Onun emrine uymayan yanar. Yeter ki sabretmeyi bil.

*Bu işler niye böyle deme. Bunlar her zaman böyle. Mühim olan işin sonudur.

* Nefsine uyup da, hiç kimseyi hor görme, kalbini kırma! Bağırıp çağırma!

* Müminde hile olmaz, fitne çıkarmaz. Ondan zarar gelmez.

* Onu vekil edip kadere razı olarak güzel sabretmek hoş, bundan gayrısı boş.

* Allahü teâlâ, kendisini anana, imdat diyene yardım eder.

* Nimet verir ve alır, zarar ve fayda verir, alçaltıp yükseltir.

* Kalbleri değiştirir, kimini susuz bırakır, kimine kevser içirir, herkesi değişik bir imtihandan geçirir.

* Kimini huysuz yapar, kimine güzel huy verir, kimini sevip sevdirir.

* Kimini çok renkli, kimini renksiz, kimini gamlı, kimini gamsız yapar.

*Herkesle gezme, dostunu üzme,

*Maziyi bırak, istikbale de dalma, hep bugünü de düşünme!

* Her sözden öğüt al, her şeydeki güzelliği gör,

* Söyleyene değil, söyletene bak, her sözden faydalan ibret alarak,

* Hakkın rızasına kavuşmak için, edep ve güzel ahlak sahibi olmak gerekir.

* Allahü teâlâ, her şeyi güzel yaratmıştır, akrep, yılan, fare gibi zararlı hayvanları yaratmasında birçok hikmetler vardır, yerde ve göklerde faydasız hiç bir şey yaratmamıştır.

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"


Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

14 Mart 2014 Cuma

291.DİNDARLIĞA NEFSİN YEDİ ENGELİ

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

Bir dîne mensup olmak insanda fıtrî bir duygudur. Nitekim Allah Teâlâ: “O hâlde yüzünü, Allah’ı bir tanıyarak dîne, Allah’ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult” buyurarak bu fıtrata işâret etmektedir. Dînî hayat ve dindarlığı hem tetikleyen özellikler, hem de köstekleyen özellikler insanın kendisinde saklıdır. Dindarlığı başka alâkalardan, nefsâni hazlardan arındırabilmek, kalbî itmînâna ve zihnî olgunluğa ermiş olmaya bağlıdır. Çünkü dindarlık bir his, duygu ve gönül işidir. İnsanın duyguları ise çoğu zaman karmaşıktır ve birtakım etkilerin yoğunluğunda şekillenmektedir.

Dindarlık her şeyden önce ihlâs ve samimiyet ister. İhlâs, amel ve ibâdete başlarken niyeti gönül imbiğinden geçirip ona hiçbir yabancı dünyevî madde katmamak, saf ve berrak hâliyle damıtmak ve nefse bir pay çıkarmamak demektir. İhlâs, midedeki besinlerden süzülüp kan damarlarının yanından geçerek tertemiz çıkan süte benzer. Nasıl ki sütün içinde bulunabilecek kan veya pislik mide bulandırırsa, riyâ karışmış dindarlık da öyledir; ihlâsı bozar.

Dindarlığı tetikleyen ve besleyen iki temel vasıf vardır: Sıdk ve ihlâs. 


Sıdk dindarlığın sünnete, peygamber modeline uygun yapılmasıdır. 

İhlâs ise kulluk ve ibâdetin Allah için olmasıdır. Nitekim Allah Teâlâ buyurur: “Kim Rabbine kavuşmak dilerse sâlih amel işlesin. Rabbına ibâdet ederken de hiç kimseyi ortak koşmasın.” “Yüzünü ihlâsla Allah’a çevirenden daha güzel dindar kim olabilir.”

Kul için bir matlûb, bir de taleb vardır. İhlâs matlûbun, sıdk ise talebin bire indirilmesidir. Sıdk asıldır, ihlâs ondan sonra hâsıl olur. İhlâs sıdka tâbidir. İhlâs amele başladıktan sonra meydana gelir. Dindarlıkta kula en çok lâzım olan da ihlâstır. İnsan ihlâs sâyesinde nefsin âfetleriyle amelleri bozan hallerden haberdâr olur. Çünkü insan amelden ve ameli ihlâsla yapmaktan sorumludur. Nitekim Kur’an’da: “Hâlbuki onlar, Allah’a dinde ihlâs sahibi olarak ibâdetle emrolundular” buyrulur.

İhlâs temeline dayalı hâlis dindarlığın en büyük engelleri nefsin hile ve desiseleridir. Bu yüzden ihlâsı da ihlâsı bozan şeyleri de iyi öğrenmek gerekir. İnsanoğlu mayasındaki kulluk duygusunu bazen yanlış yönlendirerek negatif pozisyonlara düşürmekte ve bu negatif kulluk tezâhürleri zaman içerisinde insanoğlunu hâlisâne dindarlıktan uzaklaştırmaktadır. İnsanı dindarlık sürecinden uzaklaştıran bu negatif kulluk tezâhürleri nefsin tuzaklarıdır.

Samimi dindarlık, ihlâs üzere olmaya çabalamaktır. İbâdet ve tâat konusunda kendisinde varlık görmemektir. 

Gönlü kirleten, kalbi hasta eden ve dindarlığa zarar veren yedi nefsâni illet ve engel şunlardır: 

1- Kibir/büyüklük taslama, 
2- Ucüb/kendini beğenme, 
3- Riyâ/gösteriş,
4-Gadab/öfke,
5- Hased/kıskançlık, 
6- Mal sevgisi, 
7-Makam tutkusu.

1- Kibir, Allah’ın kendine has kıldığı kibriyâ ve azamet sıfatının nefsânî zaaf ve şeytânî bir vasıf olarak tezâhürü olup insanın temel problemidir. Âlemdeki zuhûru şeytânın kibirle kendini Âdem’den üstün görerek secde etmemesiyle başlamış, ondan da insana geçmiştir. Kibrin tedâvisi, insanın konumunu ve yerini bilerek tevâzû sâhibi olmasından geçer.

2- Ucüb, kendini beğenerek büyüklenip başkalarına tepeden bakmayı, başkalarını hor görmeyi doğuran nefsânî ve şeytânî bir vasıftır. Başa çıkılması çok kolay olmayan bu özellik dînî hayatı zedeler. Ucbün tedâvisi, kibirde olduğu gibi tevâzû sâhibi olmaktır.

3- Riyâ, takdîr edilme, beğenilme arzusuyla başkalarına karşı yapılan gösteriştir. İnsanların övmelerine karşı zaaf göstermek; yermelerinden korkmak ve incinmektir. Bunu tetikleyen şey, kendini beğenmektir. Riyâ, ihlâsın zıddıdır. İnsanların en çok ayaklarının kaydığı alan da burasıdır. Riyâ pek çok hadîs-i şerîfte şirk-i hafi olarak değerlendirilmiştir.

Nefsin amelleri ve dîni hayatı boşa çıkarmak için kullandığı en önemli vasıtalardan biri övülmekten duyduğu hazdır. Çünkü nefs biraz övgü görse semâvât ve arzı bile sırtında taşır. Ama övgü olmayınca; kendisine prim verilmeyince hemen tembelleşir. Nitekim rivayete göre bir kişi yıllar boyu mescidin birinci safında namaz kılmış. Bir gün her nasılsa bir engel sebebiyle ikinci safta kılmak zorunda kalmış. Bir süre câmi ve cemâatten kaybolan bu kişiye sebebini sormuşlar. Demiş ki: “Şu kadar yıldır kıldığım namazları hep ihlâsla kıldığımı sanıyordum. Bir kere ikinci safta görülmekten öyle rahatsız oldum ki ömrüm boyunca riyâ yaptığımın farkına vardım. Bu yüzden evimde eski namazlarımı iâde ve kaza ile meşgul olduğum için ortadan kaybolmuştum.”

Riyânın tedâvisi ihlâsa ermeye çalışmakla olur. Ayrıca bu hâlin tedâvisi, Allah’ın kalıba değil, kalbe baktığını; âhiretteki derecenin kalpteki duygulara bağlı olarak eksilip artabileceğini bilmek sûretiyle olur. İçte bulunan bir hâli dışta ızhâr etmenin bir faydası bulunmadığı gibi, halkın övgü ve yergisinin Hakk nezdinde hiçbir değeri yoktur.

4- Gadab, öfkelenip kızma hastalığıdır. Gadab, dindarlığı etkileyen nefsin tuzaklarından şeytânî bir sıfattır. Dindarlık sürecindeki tedâvisi kazâya rızâ göstermeye alışmak sûretiyle olur.

5- Hased, başkalarının sâhip olduğu nîmetleri kıskanmaktır. İnsanın gözü dışa dönük olduğu için dâimâ karşısındakini görür. Bu da insanın halkın ayıplarıyla uğraşıp kendi eksiklerini görmezden gelmesine veya kendindeki güzellikleri değil, karşısındaki nimetleri görmesine sebep olur. Hasedin sebebi taksîm-i ilâhîye râzı olmamaktır. İnsan, samîmî bir îmân ile ilâhî taksîme râzı olma özelliği kazandığı an, nefsin kıskacından kurtulur ve dindarlığını sağlama almış olur.

6- Mal sevgisi, hırs ve tama’ ile dünyâya düşkünlüktür. Sebebi ölümü unutmak, nefsin insana telkin ettiği ebediyet duygusuna aldanmaktır. Tedâvisi ölümü çokça hatırlamak, ebediyet yurdunun dünyâda değil, âhirette bulunduğunu düşünmektir.

7- Makam tutkusu, kendini beğenme hastalığından, şöhret ve baş olma arzusundan kaynaklanır. Tedâvisi Allah’ın kendisine hakkı hakk bilme lütfunda bulunduğunu, ancak Allah’ın bu lütfuna karşı şükürde kusur ettiğini düşünerek tevâzû/alçak gönüllülük yolunu tutmakla olur. Baş olma ve îtibâr duygusu insanı içini ihmâl edip dışını süslemeye yönlendirir.

Bütün bu illetler samimi dindarlığa zarar verir. Bunlardan temizlenmenin en kestirme yolu dindarlığımızı sorgulamak; yâni muhâsebeye çekmektir. Bu muhâsebe bir kalb sorgulamasıdır. “Bugün Allah için ne yaptım? Yaptıklarımın ne kadarı Allah için, ne kadarı nefsim için? İşin içine ne kadar «görsünler ve desinler» kaygısıyla riyâ denen şirk-i hafî girdi? Kalbim nasıl? Acaba dünyâ için mi atıyor, Allah için mi? Kalbim, yüreğimi elime alıp insanlar içine çıkabilecek saflıkta mı? ” Bu muhâsebeler dindarlık sürecinde insan davranışlarına farkındalık bilinci kazandıran kalb sorgusudur.

Netice itibariyle hâlisâne dindarlık kolay bir iş değildir. Çünkü dindarlık, halkın nazarında “dindar” görülmekten hoşlanmak, akabinde takdir ve saygı görmekten haz almaktan ibaret değildir. Aksine birtakım dünyevî arzu ve isteklerden soyutlanmak, Allah’a kulluk ile nefse gem vurabilmektir. Din de, dindarlık da sadece Allah’ındır, O’ndan gelir ve O’nun için yapılır. 


H.K.Yılmaz

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"


Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.


EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

13 Mart 2014 Perşembe

290.YARIN BİR SÜNNETİ YERİNE GETİRMEK İSTER MİSİNİZ?

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim



Eyyam-ı Biyz adı verilen ve kameri ayların 13, 14, ve 15. günleri yarın başlıyor.Bu sünneti yerine getirmek isteyenler 
Yarın(14 Mart Cuma), 15 Mart Cumartesi ve 16 Mart Pazar günlerini oruçlu geçirmeliler.

Her hicri ayın 13, 14 ve 15. günlerinde oruç utmak sünnettir. Nitekim Hz. Hafsa (ra) diyor ki:

«Dört şeyi Resûlüllah (asm) Efendimiz hemen hemen hiç terketmedi diyebilirim: Âşûrâ orucu, Zilhicce'nin ilk on gününün oru­cu, her ayın 13, 14, 15. günlerinde oruç ve bir de sabah farzından ön­ce iki rek'at namaz...» (Ahmed bin Hanbel, Nesâi)

Hadiste geçen günler, Hicri Takvime göre Kameri ayların 13, 14 ve 15. günleridir. Sabah kılınan sünnet ise, sabah namazının sünnetidir.


Allah kabul etsin.


"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

289.MÜMİNLERİN GELEN MÜSİBETLERE BAKIŞI NASIL OLMALI

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

Sahabeden bir zat, “Ya Resulallah! Bana öyle bir anlayış ve amel haber ver ki onu tam olarak uygulayınca Cennet’e girmeye layık hale gelmiş olayım.” der

Efendimiz (sas) Hazretleri şöyle açıklar sahibini Cennet’e layık hale getirecek amel ve anlayışı:

- Sen kul olarak kendine düşen her türlü tedbirini alıp görevini yaptıktan sonra, Allah’ın senin hakkındaki takdirine razı olur da şikâyet etmezsen, Cennet’e layık anlayış ve ahlak içinde oldun demektir. Yeter ki, kendine düşen tedbirini vaktinde al, ihmal etme; sonra da Allah’ın sana layık gördüğü takdiri ne ise ona razı ol, şikâyetçi olma!

Lokman Hekim, müminin maruz kaldığı musibetlerin mümine sağladığı faydasını şöyle bir misalle anlatır:

- Nasıl bir madenin kıymetlisi ateşe verilince üzerindeki pası dökülüp altından öz cevheri çıkarsa, Allah’ın sevdiği kulları da maruz kaldıkları musibetleri sabırla karşılayarak günah paslarından arınır, Allah’ın saf ve tertemiz kulları haline gelirler.

Bu konuda en nihai tarif ve tespit yine Efendimiz (sas) Hazretleri’nden gelir. Buyurur ki:

- Hayret edilir müminin hakkındaki takdirlere karşı teslimiyet ve tevekküllü haline. Çünkü ona üzücü bir musibet gelse sabreder kazanır; sevindirici bir nimet gelse şükreder yine kazanır!
Mümin budur işte. Musibet gelirse sabreder kazanır, nimete gelirse şükreder yine kazanır.

Bundan dolayı maneviyat büyükleri, başa gelen sıkıntıları ikiye ayırarak derler ki:

- Kulun başına gelen musibetler bazen makamının yükselmesi için gelmiş olur. Bazen de işlemiş olduğu yanlışın cezasını çekmesi için gelmiş olur. Her iki hal de kulun lehinedir.

Makamının yükselmesi için geliyorsa kul, sabreder, makamını yükseltir. Yaptığı bir yanlışın cezası olarak geliyorsa yine sabreder, cezasını dünyada çeker ahirete tertemiz gitmesine sebep olur. Her iki halde de inanmış insan yine kazanır.

Bu önemli konu şöyle bir misalle de açıklanır irşad eserlerinde.

Sahabeden bir zat cahiliye devrinde tanıdığı bir kadınla karşılaşır yolda. Bir müddet konuştuktan sonra kadın yoluna devam edip gider, ama o başını çevirerek kadına arkasından bakmaya devam eder. İşte bu bakış sırasında önünde görmediği bir çukura kayan ayağı sakatlanır. Sonra Resulullah’ın (sas) huzuruna vardığında durumu aynen anlatır. Efendimiz’in sas açıklaması şöyle olur:

- Allah, bir kulunu severse hatasının cezasını dünyada peşin olarak verir; böylece kul burada cezasını çektiğinden ahiretini kurtarmış olur.

Evet, maruz kaldığı musibetleri böyle sabır ve şükür içinde karşılayan müminler kolay kolay yıkılmaz, hep ayakta dururlar. Düşünürler ki, dünyevi musibetlerin hiçbiri ebedi ve kalıcı değildir. Sabredersem bir gün bu musibet gider, ama sevabı bana kalır, ahiretimi kurtarmış olurum. Asıl musibet, dini aşk ve şevkime gelen musibettir. Çünkü din yaşama aşk ve şevkime gelen musibette hiçbir kazanç yoktur, tümüyle kayıptır. Öyle ise maruz kalınan musibetlerde dini aşk ve şevkimiz asla zayıflamamalı, maneviyatla olan bağımız daha güçlenip artmalı ki yine biz kazanmış olalım.

Nitekim büyük alim Sehl bin Abdullah Hazretleri’ne gelen bir adam der ki:

-Ben sabah namazına camiye gelince evime giren hırsız sandıktaki altınlarımı çalmış, çok üzgünüm. - “Üzülme, der, bu senin dünyana gelen musibettir. Ya kafana şeytan girip vesvese ve şüpheler vererek imanını çalsaydı da, dinî hayatını yaşama aşk ve şevkini kaybetseydin ne olurdu halin? Unutma der, öbür dünyaya altınsız gitmenin hiçbir zararı yoktur, ama (Allah korusun) İslam’ı yaşama aşk ve şevkini kaybederek gitmenin ise hiçbir teselli tarafı yoktur! Sabret, İslam’ı yaşama aşk ve şevkini koru, maruz kaldığın musibeti hakkında hayra çevir. Yine sen kazan!


A.Şahin

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"


Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.


EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

12 Mart 2014 Çarşamba

NAFİLE NAMAZLAR İLE MÜJDELENEN BÜYÜK SEVAPLAR

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

Akşam namazından sonra kılacağımız en az iki rekâtlık bir namazla 12 senelik nafile ibadet sevabı kazanabiliriz. Öğle olmadan eda edilecek bir namazla da, kabul olunmuş bir hac ve umre sevabı yakalayabiliriz.

Duha (Kuşluk) namazı: Sabahleyin mekruh olan vaktin çıkmasıyla başlar. Peygamberimiz, “Bir kimse kuşluk namazının iki rekatına devam etse, günahları deniz köpüğü kadar çok olsa bile affolunur.” müjdesini veriyor.

İşrak namazı: Güneş bir iki mızrak boyu yükseldikten yani doğduktan yaklaşık 45-50 dakika sonra kılınır. (Bazı kaynaklarda Duha ve İşrak namazının aynı olduğu belirtiliyor.)

Evvabin namazı: Akşam namazından hemen sonra kılınmalıdır. “Kim akşam namazından sonra aralarında kötü bir şey konuşmaksızın altı rekat namaz kılarsa, (kıldığı bu altı rekatlık namaz) onun için on iki senelik ibadete denk kılınır.”

Teheccüd namazı:
Yatsı namazından sonra uyumadan veya bir miktar uyuduktan sonra, kılınacak nafile namaza ‘gece namazı’ denir. Bir miktar uyuduktan sonra kalkılıp kılınan namaza ise ‘Teheccüd’ adı verilir.

Mübarek gecelerde namaz kılmak: Regaib, Mi’rac, Berat ve Kadir geceleriyle ilgili özel nâfile namaz yoktur. Fakat bu geceleri vesile ederek nâfile namaz kılmak, Kur’ân-ı Kerîm okumak, üzerinde düşünmek ve tefekkür etmek güzel davranışlardır.

Namaz tesbihatı:
Namazdan sonra okunan tesbihler Peygamber Efendimiz’in (sas) sünnetidir ve insana manen büyük bir feyz kazandırır.

Vacip namazlar:
Efendimiz buyuruyor: “Gecenin sonuna doğru namaza kalkamayacağından endişe eden kimse, vitir namazını gecenin baş tarafında kılsın. Gecenin sonunda kalkacağına güvenen kimse de vitir namazını gecenin sonunda kılsın. Çünkü gecenin sonunda kılınan namazda melekler de bulunduğundan vitri bu saatte kılmak daha sevaptır.”

Bayram namazları:
Bir hadiste şöyle rivayet ediliyor: “Bayram namazını kıldıktan sonra bir münadi (tellal) şöyle seslenir: ‘Dikkat ediniz, müjde size! Rabbiniz sizi bağışladı, evlerinize doğru yola ermiş olarak dönünüz. Bayram günü mükâfat günüdür. Bugün semâ âleminde mükâfat günü olarak ilan edilir.’”

Resûlullah sas, “Ramazan Bayramı sabahı melekler yollara dökülür ve şöyle seslenirler: ‘Ey Müslümanlar topluluğu! Keremi bol olan Rabbiniz’in rahmetine koşunuz. O, bol iyilik ve ihsanda bulunur. Sonra onlara bol bol mükâfatlar verilir. Siz gece ibadet etmekle emrolundunuz ve emri yerine getirdiniz. Gündüz oruç tutmakla emrolundunuz, orucu tuttunuz ve Rabbiniz’e itaat ediniz, mükâfatınızı alınız.” buyuruyor.
Nezir namazı: Kişinin bir vesileyle “Şu kadar namaz kılmayı adıyorum.” diyerek iradî olarak kendi üzerine almış olduğu namazdır. 

Tahiyyetü’l-mescid: Mescidin selâmlanması, saygı gösterilmesi demek ise de esasında mescidlerin sahibi olan Allah’a saygı ve tâzim anlamını içerir.

Küsûf ve Hüsûf: Allah’ın büyüklüğünü ve kâinatta kurduğu mükemmel sistemi hatırlamak için ay (hüsûf) ve güneş tutulması (küsûf) sırasında kılınan iki rekat namaz.

Hacet namazı:Bir ihtiyacının yerine gelmesini isteyen kişinin kılıp ardından dua ettiği bir namaz.


İstihare namazı:
Nasıl hareket edileceği bilinemeyen mübah işlerde manevî bir işarete nail olmak için kılınır.

Yolculuk namazı:
Kişinin yolculuğa çıkarken Allah’ın işlerini kolaylaştırması için, eve geldikten sonra ise sağ salim döndüğü için eda ettiği namaz.

Tesbih namazı: Peygamberimiz, insanın ömründe bir kez olsa bu namazı kılmasını tavsiye eder. Bu ibadet sayesinde on türlü günahın bağışlanacağını müjdeler.

Abdest ve gusül namazı: Peygamberimiz sas, “Her kim şu benim aldığım gibi abdest alır ve aklından bir şey geçirmeyerek iki rekat namaz kılarsa geçmiş günahları affolunur.” buyuruyor.

Tövbe namazı: Resûlullah sas, “Bir kul günah işler de sonra kalkıp güzelce abdest alıp temizlenir ve iki rekat namaz kılarak Allah’tan bağışlanmak dilerse Allah onu mutlaka affeder.” buyuruyor.

İstiska namazı: Cenâb-ı Allah’tan bolluk ve berekete vesile olacak yağmur göndermesini istemek için kılınır. Namazın cemaatle kılınması menduptur.

Şükür namazı:
Allâh Teâlâ’nın ihsân ettiği nimetlere şükretmek insanların eda etmesi gereken bir borçtur. Şükür, nimeti artırdığı gibi, şükürsüzlük de onun zevâline ve hatta sâhibinin şiddetli bir azâba mâruz kalmasına sebep olur.

Hz. Peygamber sas, “Kıyamet günü, Müslüman kulun ilk hesaba çekileceği şey, farz namazdır. Eğer bunu tam kılmışsa, mesele yok. Aksi takdirde meleklere, ‘Bakınız onun nafile namazları var mı?’ denilir. Eğer nafilesi varsa, farz namazları nafilelerinden ikmal edilir. Sonra diğer farz ameller için de bunun gibi yapılır.” buyuruyor.

Revatip sünnetler:
Farz namazlarla birlikte kılınan namazlardır. Resûlullah sas, sabah, öğle, akşam ve Cuma namazının sünnetleri ve yatsının son sünneti ile Teravih namazını daima kılmıştır. İkindi ve Yatsı namazının ilk sünnetini ise bazen kılmış, bazen de terk etmiştir.

Sünen-i regaib: Peygamberimiz’in (sas) uygulamalarına dayanılarak belirli zamanlarda, bazı vesilelerle ya da kişinin kendi isteğiyle herhangi bir zamanda Allah’a yakınlaşmak ve sevap kazanmak amacıyla kıldığı namazlardır. Duha, İşrak, Evvabin ve Teheccüt namazları da Sünen-i Regaib’dir. Bu namazlar 2 ila 8 rekat kılınabilir.

Cenaze namazı: Cenaze namazı ‘farz-ı kifaye’dir. Farz-ı kifaye, Müslümanlardan lüzumu kadar kimse tarafından yapılınca, diğerlerinin sorumluluktan kurtulduğu farzlardır.

Cemaatle namaz: İki Cihan Serveri (sallallahu aleyhi ve sellem), “Kişinin cemâatle kıldığı namaz, kendi başına kıldığı namazdan yirmiyedi derece üstündür.” diyor. Cemaatin teşekkül etmesi için en az iki kişi gerekiyor. Yani imamla birlikte bir kişinin daha olması yeterli.

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"


Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

11 Mart 2014 Salı

286.AŞERE-İ MÜBEŞŞERE -10 SAİD BİN ZEYD (ra)

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

Babası Zeyd bin Amr olup nesebi, Ka’b’da Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’in nesebi ile birleşmektedir. Künyesi Ebu’l-Aver’dir.Üsdü’l-Gabe 2/387

Annesi Fatıma binti Ba’ce’dir. Babası Zeyd, putlara tapınmayı anlamsız bularak hanif dine ulaşabilmek için birkaç arkadaşı ile beraber semavi dinleri araştırmış, ancak onlarla gönlü mutmain olmamıştı. Bir papaz ona şirk ve hurafelerden uzak İbrahim (Aleyhisselam)’ın dinini tavsiye etti. Zeyd, bu öğrendiklerini uygular ve Ka’be’ye yönelerek ibadet eder, Mekke’de İbrahim (Aleyhisselam)’ın dini üzere olan tek kimse olduğunu iftiharla söyler ve müşriklerin putlarına kurban kesmelerini ayıplardı.Buhari 3583

Zeyd, Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’e risalet görevi verilmeden evvel vefat etmişti. Babasının kendisine telkin ettiği hanif dinin bilinciyle yetişen Said (Radiyallahu Anh) Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’in yaydığı dinin hak olduğunu gördü ve yirmi yaşına ulaşmadan ilk Müslümanlardan olarak tarihe geçti. Kendisi Ömer (Radiyallahu Anh)’ın amcasının oğlu ve kız kardeşi Fatıma’nın da kocasıdır. O ve hanımı, Ömer (Radiyallahu Anh)’den evvel Müslüman olmuştur.Buhari 3614

Ömer (Radiyallahu Anh)’ın da Müslüman olmasına vesile olmuşlardı. Ömer (Radiyallahu Anh)’da Said’in kız kardeşi Atike ile evliydi.Üsdü’l-Gabe 2/387

Said ile hanımı, Müslüman olduklarından dolayı işkence görenlerdendir.Buhari 3614

Aşere-i Mübeşşere’den olan Said bin Zeyd (Radiyallahu Anh) Medine’ye hicret edenlerdendir. Bedir Savaşı esnasında Talha(Radiyallahu Anh) ile Ebu Süfyan komutasındaki ticaret kervanını gözetlemekle görevli olduğu için bu savaşa katılamamış, ancak Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) tarafından savaşa katılmış gibi ganimetten hisselendirilmiştir.Tabakat 3/382, 383

Uhud’dan itibaren Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’in bütün savaşlarına, Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’in vefatından sonra da Yermuk Savaşı’na ve Şam’ın fethine katılmıştır.Üsdü’l-Gabe 2/388

Osman (Radiyallahu Anh)’ın şehit edilmesiyle başlayan fitne olaylarına şahit olmuş, ümmetin içine sürüklendiği bu fitne belasından ve bazı kendini bilmezlerin ashabın ileri gelenlerine dil uzatmalarından rahatsız olmuş ve ızdırap duymuştur. Birgün Kufe mescidine giden Said (Radiyallahu Anh) orada Muaviye’nin Kufe valisi Mugire bin Şu’be’yi, etrafında bir takım insanlarla otururken gördü. O esnada bir adam birilerini kastederek sövüp saydı. Said (Radiyallahu Anh) Mugire’ye:

−Bu adam kime küfrediyor? diye sordu.

O da:

−Ali bin Ebi Talib’e! cevabını alınca son derece üzgün ve kızgın bir halde:

−Mugire! Mugire! Senin yanında Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’in ashabına sövülüyor ve sen susuyor, birşey yapmıyorsun. Ben şimdiye kadar Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’den asla yalan rivayette bulunmadım. Şahitlik ederim ki, Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’in şöyle buyurduğunu kulağımla duydum ve kalbimle de ezberledim dedi ve Ali (Radiyallahu Anh)’ın da içlerinde bulunduğu cennet ile müjdelenenleri saydı. Sonra da etrafındaki insanlara bakarak:

−Ashabdan birinin Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) ile bir arada bulunarak yüzünün tozlanması, sizin herhangi birinizin Nuh (Aleyhisselam) kadar yaşasa bile bu müddet zarfında yaptığı amellerinden daha hayırlıdır diyerek sahabenin seçkin konumunu vurguladı.Ebu Davud 4650, Ahmed 1/187

İmam Müslim Sahihi’nde Said bin Zeyd (Radiyallahu Anh) hakkında şöyle bir hadis rivayet etmektedir:

−Erva binti Uveys isimli bir kadın, Said bin Zeyd aleyhine ‘kendisine ait arazisinden bir kısmını aldı’ diye iddia etti ve Muaviye’nin Medine emiri olan Mervan bin Hakem’e şikayet etti. Hakkındaki bu şikayet üzerine Said (Radiyallahu Anh):

“Ben, Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’den işittiğim şeyden sonra o kadının arazisinden bir parçasını nasıl alır mışım?

Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem):

“Her kim başkasına ait araziden zulümle bir karış yer alırsa, o arazi parçası yedi katı ile bu zalimin boynuna halka yapılır”buyurdu dedi ve:

“Ey Allah’ım! Eğer bu kadın yalan söylüyorsa onun gözünü kör et ve kabrini evinin içinde kıl!” diye beddua etti.

Ravi dedi ki:

Ben o kadını duvarları yoklaya yoklaya yürüyen bir kadın olarak gördüm. Kendisi:

−Bana Said bin Zeyd’in bedduası isabet etti der dururdu. Evinin içinde yürüdüğü bir sırada evde bulunan bir kuyunun içini düşerek ölmüş ve o kuyu kendi kabri olmuştu.”Müslim 1610/138, 139

Ebu Ubeydetu’bnul-Cerrah (Radiyallahu Anh) tarafından Şam valiliğine atanan ve bu itibarla İslam ümmetinden Şam valiliği görevinde bulunan ilk kişi olan Said bin Zeyd (Radiyallahu Anh) 48 hadis rivayet etmiş, bunlardan ikisini Buhari ve Müslim ittifaken, birini de Buhari münferiden rivayet etmiştir.

Said bin Zeyd (Radiyallahu Anh) ömrünün son bölümünü Medine’nin dışında bulunan Akik vadisindeki çiftliğinde geçirdi ve burada hicri 50. veya 51. yılda yetmiş yaşını aşmış olduğu halde vefat etti. Cenazesi buradan Medine’ye taşındı ve Sa’d bin Ebi Vakkas (Radiyallahu Anh) tarafından yıkandı. Medine’de defnedilen Said bin Zeyd’in cenaze namazını Abdullah ibni Ömer(Radiyallahu Anhuma) kıldırdı.Tabakat 3/384

Allah ondan razı olsun ve bizi kendisine komşu kılsın.

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"


Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

10 Mart 2014 Pazartesi

284.ALLAH-U TEALA KUR'AN'I NEDEN ARAPÇA OLARAK İNDİRMİŞTİR?

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

Neden Kur'an dili Arapçadır? Hz. Muhammed (sav) neden Arabistan yarımadasına peygamber olarak gönderildi?

Peygamberimiz (asv)'in Arabistana gönderilmesinin bir çok hikmetleri ve nedenleri vardır. Fakat hiçbir hikmeti olmasa da Allah bunu böyle takdir etmesi, bizim için yeterli bir nedendir.
Hikmetlerine gelince;

1. Peygamberimiz (asv) bu bölgede dünyaya geldiği için, İslamiyet buraya gönderilmiştir.

2. O bölgede yaşayan insanlar kızlarını diri diri toprağa gömen, ahlaki değerlerin bozulduğu ve kadınların mal gibi kullanıldığı, putlara tapıldığı ve adeta vahşi ve inatçı insanların yaşadığı bir bölge idi. Her ne kadar dünyanın diğer yerlerinde de ahlaki değerler çöküntüye uğramış olsa da bu bölgede daha fazla idi. İşte Allah Teala hikmetiyle göstermiştir ki bu bölgedeki vahşi ve inatçı insanlar bile İslamiyet’le en şerefli insanlar mertebesine çıkabiliyorsa, diğer insanlar elbette İslamiyeti kabul edip insanlık değerlerini tekrar kazanacaktır.

3. Kabenin, dünyanın merkezi olması ve Arafat, Safa ve Merve gibi insanlarca kutsal kabul edilen yerlerin bu bölgede olması;

4. Kur'an-ı Kerim'in mucizevi bir yönü de belağatıdır. Ve bu kavim hem Arapça konuşmaları hem de Arapçayı en mükemmel şekilde kullanmaları nedeniyle İslamiyet bu bölgede gönderilmiştir.

Peygamber Efendimiz (asv)'den önce Araplar, bir kısım batıl zihniyet ve hurafelerin tesiri altında Din-i Hanifi (hak dinini) unutmuşlar, hak yoldan sapmışlar, putlara, heykellere tapmağa başlamışlardı. Batıl bir düşünce neticesi, kız çocuklarını diri diri toprağa gömerlerdi. Kumar, içki, fuhuş alelade şeylerden sayılırdı. İnsanlar kabilelere ayrılmış, kabileler arasında kan davaları zuhur etmiş, birbirlerine diş bileyen düşman hizipler harp halinde idi. Hakdan, adaletten uzaklaşmış bir cemiyette, kuvvetliler zayıflara, acizlere saldırıyor, elinde nesi varsa alıyordu. Köleler, esirler, acınacak bir halde idi. Kadının cemiyette bir yeri yoktu. O, pazarlarda gezdirilen, para ile alınıp satılan basit bir eşya muamelesi görüyordu.

*Tarih ve edebiyatçıların «Fetret Devri, (Cahiliyye Devri)» adını verdikleri, cihanın zulmetle alude olduğu bu devirde, bütün insanlık, kendilerini bu dalaletten kurtaracak, bir kurtarıcı, bir peygamber bekliyordu.

*Allah Teala tarafından, Yahudilere indirilen Tevrat'ta ve Hz. İsa (as)'a verilen İncil'de; ahir zamanda, bir büyük peygamberin geleceği de müjdelenmişti. Bu yüzden Ehl-i kitap olan Yahudiler ve Hristiyanlar Onu bekliyorlardı. İşte O, alemlere en büyük rahmet olan Hazreti Muhammed (S.A.V.)'di.

*Bütün dünya milletlerinin manevi çöküntü ve yıkıntı içinde kaldıkları bu devirde Araplar, diğer milletlere göre soy ve nesebe dikkat eden bir milletti. Dünya milletlerinin her sahada gerilediği bu devirde, Arabistanda edebiyat çok gelişmiş ve ilerlemişti. Ümmi (okuma-yazma bilmeyen) oldukları halde içlerinde çok güzel şiir söyleyenler vardı. Araplarda, gerek şehirlerde oturanı, gerekse bedevileri şiir yazmaz, fakat söylerdi. Yazmağı bilenler azdı. Amma bilhassa bedevilerin şiirleri çok dokunaklı ve gerçekçi olurdu. Çünkü onlar, kırlarda gezerler, hissettiklerini yazarlardı.

Her sene Mecenne, Zülmecaz ve bilhassa Ukaz panayırlarında toplanan geniş halk huzurunda, edebi müsabaka, şiir yarışmaları yapılırdı. Araplar inşad ettikleri (kaidesine uygun, ahenk ile söyledikleri) şiirleri, aralarında en şerefli kabile olan Kureyşe arz ederler, Kureyş izin verirse birincilik alan şair ve edipler, mükafatlandırılırlar ve onların şiirleri şanına tazimen Kabe'nin duvarına asılırdı. Fesahat ve belağat yönünden değer taşımayan şiirlere itibar edilmez, hiçbir kıymet atfedilmezdi. Yıllarca yapılan bu müsabakalarda ancak yedi kişinin şiiri birincilik alarak Kabe duvarına asılmıştı. Tarihte bu yedi şiire «Muallekat-ı Seba» denilir. Bunlardan en güzel şiir, İmri-ül Kaysa ait olup, Onun şiiri diğer şiirlerin en üstüne asılmıştı. Bu şiir, Peygamber Efendimiz (asv)'in doğuşuna kadar asılı kalmıştı.

*Cahiliyyet devrinde, Arapların belağat ve fesahata bu kadar ehemmiyet vermelerine dikkat edilecek olursa, bundan ibret almak gerekir. Çünkü dalalet ve cehaletin derinliklerinde bulunmalarına rağmen, edebi yönlerinin artması, Arapçanın kemale ermesi, muhakkak ki Allah Teala tarafından bu lisan üzere gönderilecek Kitabı anlamaları için, onları hazırlamak ve teşvikten ibaretti.
Araplar, asırlar boyunca mütekamil dillerinin safiyetini muhafaza etmişlerdir. Hz.Muhammed (S.A.V.)'den evvelki nazım ve nesir, aradan geçen 1500 yıla rağmen, bugünkünden ne kelime, ne dilbilgisi, ne de morfoloji bakımından farklıdır. Şu içinde yaşadığımız asırda, diğer dünya milletleri ise lisanlarını düzelteceğiz diye, yeni yeni kelimeler bularak, koyarak, değiştirip durdukları halde, Arapların böyle bir dert ve sıkıntısı hiçbir zaman olmamıştır. Çünkü, bu zengin ve güzel lisan noksanlıklardan aridir.

Bu sebepledir ki, büyük çoğunluk Kur’an’ın bu eşsiz üslubu karşısında fazla dayanamayıp İslam dinine girmiştir. 

Siyasî, sosyal, kültürel, ekonomik gibi sebeplerden ötürü, İslam’ın hakikatlerine kulağını kapayanlar bile Kur’an’ın bu eşsiz ifade tarzının güzelliğini itiraf etmek zorunda kaldıkları halde babalarının dinlerini terk etmeme adına bu mucizeye “sihir” demekle işin içinden sıyrılmaya çalışmışlardır. 

Bu açıklamalardan anlaşılıyor ki, Kur’an’ın Arapça olarak inmesinin bir hikmeti de –aklî/manevî ve lisanî bir mucize olan Kur’an’ın harikalığını yansıtma kabiliyetinde olan Arapça dilinin bu özel konumudur.

Kur’an, Allah’ın diğer kitap ve suhufları gibi elbette belli bir yerde, bir muhitte, bir çevrede gelmek zorundaydı. Yani, bütün insanlara birden hitap edecek şekilde, bütün dillerde birden gökten yağar gibi yeryüzüne inmesi sünnetüllah’a aykırıdır. Sözgelimi İbranice konuşanlara Tevrat o dilde geldiği gibi, Kur’an’ın da ilk muhatapları olan Araplara Arap lisanıyla gelmek durumundaydı.

* Hikmet açısından önemli bir husus da; evrensel bir vahiy olan, bütün insanlara hitap eden, kıyamete kadar yürürlükte olmaya devam eden Kur’an’ın kullandığı lisanın konumu büyük önem arz eder. Sözcüklerinin değişik manalara gelebilecek şekilde geniş kapsama, az sözle çok manaları ifade edebilecek şekilde veciz üsluba, mecaz ve hakikati, mantuk ve mefhumu, delalet ve mazmunu, sarahat ve işaratı yansıtabilecek şekilde incelikleri barındıran estetik sanata sahip olmasıyla Arapça –böyle cihanşümul bir vahiy olan- Kur’an’ın dili olmaya hak kazanmıştır.

* Şunu da unutmamak gerekir ki, Kur’an hangi dilde gelseydi, aynı sualler onun için de geçerli olacaktı. Halbuki vahiy, mutlaka insanların kullandığı dillerden biriyle inmek durumundadır.
Bir ilahi kitap aynı anda bütün milletlerin dilinde gönderilemeyeceğine ,ve peygamber aynı anda bütün milletlerden çıkamayacağına göre bir dilin ve kavmin seçilmesi aklen zaruridir.

“Biz her peygamberi, kendi milletinin lisanı ile gönderdik, ta ki onlara hakikatleri iyice açıklasın”(İbrahim, 14/4), “Eğer biz Kur’ân’ı yabancı bir dille gönderseydik derlerdi ki: “Neden, onun âyetleri açıkça beyan edilmedi? Dil yabancı, muhatap Arap! Olur mu böyle şey?” (Fussilet, 41/44) 

İMAN EDENLER İÇİN İSE BU AÇIKLAMALARA GEREK YOKTUR.

Kur'anın arapça olmasını ve Hz. Peygamberin arap milletinden çıkmasını takdir eden Allahtır cc. Allah-u Teala ise yaptıklarından dolayı kullara hesab vermez.


Sorularla İslamiyet'ten faydalanılmıştır.

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"


Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR