13 Eylül 2013 Cuma
137.PEYGAMBERİMİZİN sav HÜKÜM KOYMA YETKİSİ
“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim
Kur'an'ın tefsiri, beyanı, hayata açılımı noktasında tek bağlayıcı merci Sünnet'tir ve bu, bizzat Kur'an tarafından ortaya konmuş bir realitedir. Efendimiz (s.a.v)'e itaati ve ittibayı emreden, O'na muhalefetten sakındıran Kur'an ayetleri bu hususu tartışma götürmez bir kesinlikte ortaya koymaktadır.
Bu noktayı biraz açacak olursak;
Kur'an-Sünnet İlişkisi:
Bu ilişkiyi şu şekilde başlıklar altında tasnif edebiliriz:
1. Sünnet'in Kur'an'ı teyit edici özelliği.
Kur'an bir konuda hüküm getirir, Sünnet de o hükmü halin icaplarına göre farklı şekillerde ifadeye koyar. Ancak burada Sünnet, Kur'an'ın getirdiği hükmü teyit etmekten başka bir fonksiyon icra etmez.
Bunun örneği, "Ey iman edenler! Mallarınızı aranızda haksız sebeplerle yemeyin. (Ancak) karşılıklı rızaya binaen yapılan ticaret olursa başka"(4/en-Nisâ, 29)ayeti ile Efendimiz (s.a.v)'in şu hadisidir: "Bir müslümanın malı, kendi gönül rızası olmadan (başkasına) helal değildir." Bu hadisin, mezkûr ayetin getirdiği hükmü farklı bir şekilde ifade ve bu şekilde teyit ettiği açıktır.
2. Sünnet'in Kur'an'ı beyan edici özelliği.
Kur'an'da açıklanmaya ihtiyaç gösteren ayetler bulunduğu açıktır. Kur'an bu noktayı şöyle ifade etmektedir: "Ey Resulüm! Cebrail sana vahiy getirdiği zaman onu hemen ezberleyivermek için dilini kımıldatma. Doğrusu o vahyolunanı sana ezberletmek ve okutturmak bize aittir. Öyleyse biz onu Cebrail'e okuttuğumuzda sen onun okunuşunu takip et (dikkatle dinle). Sonra onu beyan etmek de bize aittir."(75/Kıyâme, 16-9.)
Burada Allah Teala, Kur'an ayetlerinde ayrıca beyana ihtiyaç gösterenler bulunduğunu ve o beyanın da yine vahiyle Efendimiz (s.a.v)'e gösterileceğini ifade buyurmaktadır.
Kur'an'ın beyan edilmesi gereken ayetler ihtiva ettiği gerçeği bir diğer ayette de şöyle zikredilmektedir: "Sana da Zikr'i indirdik ki, kendilerine indirileni insanlara açıklayasın; ta ki düşünüp anlasınlar."(16/en-Nahl, 46)
Bir önceki ayette Kur'an ayetlerini beyan etme işini bizzat Allah Teala tekeffül buyurmuşken, bu ayette beyan işinin Efendimiz (s.a.v)'e ait bir görev olduğu belirtilmektedir. Acaba burada bir tezat yok mudur?
Bu soruya cevabımız "hayır"dır. Zira Efendimiz (s.a.v) aşağıda ayrıntılarıyla zikredeceğimiz gibi Kur'an'ı beyan ederken –haşa– kendiliğinden bir şey söylememekte, tam aksine, Kur'an'ı beyan sadedindeki Sünnet, vahiyle Efendimiz'e öğretilmektedir. Ancak bu vahiy Kur'an dışı bir vahiydir.
Bunun böyle olduğunu, yukarıda mealini zikrettiğimiz el-Kıyâme ayeti ortaya koymaktadır. Zira o ayete yakından baktığımızda şunu görüyoruz: Allah Teala, Kur'an ayetlerinin beyanının kendisine ait olduğunu ifade buyurmaktadır. Öyleyse Kur'an'ın beyana ihtiyaç gösteren her ayetinin ya başka bir ayet veya Kur'an dışı vahiy tarafından yerine getirilmiş olması gerekir. Birinci ihtimal tamamiyle geçersizdir. Zira Kur'an'ın beyana muhtaç her ayetinin yine bizzat Kur'an'ın başka bir ayeti tarafından beyan edildiğini göremiyoruz.
Öyleyse Kur'an'ın beyanı sadedinde varit olan sünnetlerin, Efendimiz (s.a.v)'e Kur'an dışı (gayri metluvv) bir vahiyle iletildiğini söylemek zorundayız. Aşağıda zikredeceğimiz örnekler de zaten bu noktayı ayan beyan ortaya koymaktadır.
Sünnet'in Kur'an'ı beyan edici özelliği teknik olarak birkaç şekilde gerçekleşmektedir.
A. Kur'an'ın "mücmel" nasslarını tefsir veya "müşkil" nasslarını beyan eden sünnet.
Kur'an'da "Namazı kılın, zekâtı verin" buyurulduğu halde namazın nasıl, ne zaman, ne miktarda kılınacağı, zekâtın kim tarafından, hangi mallardan, ne miktarda ve kimlere verileceği hususları açıklanmamıştır. İşte bütün bu ve benzeri hususların beyanı Sünnet tarafından yapılmıştır.
B. Kur'an'ın umum ifade eden ayetlerini tahsis eden sünnet.
4/en-Nisâ; 23-4 ayetlerinde kendileriyle evlenilmesi haram olan kadınlar zikredilmiş ve sonunda da, "Bunların dışındakiler size helal kılındı" buyurulmuştur. Ancak Efendimiz, "Kadın, halası, teyzesi, erkek veya kız kardeşinin kızı üzerine nikâhlanamaz"(el-Buhârî, "Nikâh", 27; Müslim, "Nikâh", 37) buyurmak suretiyle ayette geçen "bunlar dışındakiler" ifadesini tahsis etmiştir.
C. Kur'an'ın mutlak ayetlerini takyit eden sünnet.
Kur'an'da, "Hırsızlık yapan erkek ve kadının ellerini kesin"(5/el-Mâide, 38)buyurulmuştur. Bu ayet "el kesme" işini mutlak bırakmış, hangi elin, neresinden kesileceğini veya iki elin mi, yoksa bir elin mi kesileceğini ayrıca belirtmemiştir. Hz. Peygamber (s.a.v)'in uygulaması, sağ elin bilekten kesileceğini hükme bağlayarak bu ayettekı ıtlakı takyid etmiştir.
3. Kur'an ayetini nesh eden sünnet.
Bu husus ulema arasında ihtilaflıdır. Sünnet'in Kur'an'ı nesh edici özelliğinin bulunmadığını söyleyenler yanında, özellikle mütevatir sünnetin Kur'an ayetini nesh edebileceği görüşü Hanefîler tarafından benimsenmiş ve şöyle örneklendirilmiştir:
Kur'an'da, "Birinize ölüm geldiği zaman eğer bir hayır (mal) bırakacaksa anaya, babaya, yakınlara münasip bir şekilde vasiyette bulunmak Allah'tan korkanlar üzerine bir borçtur"(2/el-Bakara, 180. buyurulmak suretiyle vasiyetin, mal bırakacak kimse için bir yükümlülük olduğu belirtilmiştir. Ancak Efendimiz (s.a.v), "Bilin ki Allah her hak sahibine hakkını vermiştir. Artık mirasçı lehine vasiyet yoktur."( el-Buhârî, "Vesâyâ", 6; Ebû Dâvud, , "Vesâyâ", 6; İbn Mâce, , "Vesâyâ", 32)buyurmuştur.
Keza Kur'an'da, "Ey iman edenler! Namaza kalktığınız zaman…"(5/el-Mâide, 6)buyurularak namaza kalkıldığı zaman abdest alınması emredilmiş ve abdestin nasıl alınacağı ayrıntılı olarak belirtilmiştir. Bir kısım ulema, bu ayetin zahirinin her namaza kalkıldığında abdest alınmasını gerektirdiği kanaatindedir. Ancak Sünnet bu hükmü nesh etmiş ve bir tek abdest ile birkaç namazın kılınabileceği hükme bağlanmıştır.
4. Kur'an'da yer almayan birtakım konularda hüküm koyan sünnet.
Kur'an-Sünnet ilişkisi bağlamında en fazla tartışılan nokta burasıdır. Bir yaklaşıma göre Sünnet'in Kur'an'da yer almayan hükümler getirdiğini söylemek, Hz. Peygamber (s.a.v)'i –haşa– Allah Teala'ya ortak koşmak demektir. Hz. Peygamber (s.a.v) Allah Teala'nın ortağı değil, elçisidir. Dolayısıyla Sünnet'e böyle bir yetki tanımak Hz. Peygamber (s.a.v)'e iftira olduğu gibi, aynı zamanda şirktir.
Bu yaklaşımın ciddiye alınır yanı bulunmadığını birçok yönden ortaya koymak mümkündür. Her şeyden önce şunu belirtelim ki, Sünnet'in Kur'an'da bulunmayan müstakil hükümler getirebileceğini/getirdiğini söyleyenler, bunu, Hz. Peygamber (s.a.v)'in –haşa– kendi arzusuna göre yaptığını söylememektedir. Bu türlü sünnetler de tıpkı Kur'an'ın beyanı sadedinde varit olan sünnetler maddesinde belirttiğimiz gibi gayri metluvv (Kur'an dışı) vahiyle sadır olmaktadır. Yani Kur'an ayetiyle bu türlü sünnetlerin kaynağı birdir.
Kur'an'da Hz. Peygamber (s.a.v)'in Kur'an dışında da vahiy aldığını gösteren ayetlerin bulunduğu vakıası, bu söylediğimizi ispat eden en önemli delildir. Ezcümle Kur'an'da geçen "hikmet" kelimesinin Sünnet olduğunu birçok delil ortaya koymaktadır. İkinci olarak 66/et-Tahrim, 3 ayeti Hz. Peygamber (s.a.v)'in Kur'an dışı vahiy aldığını hiçbir tartışmaya yer bırakmayacak açıklık ve kesinlikte haber vermektedir:
"Peygamber, eşlerinden birine gizlice bir söz söylemişti. Fakat eşi bu sözü başkalarına haber verip, Allah da bunu Peygamber'e açıklayınca, Peygamber bir kısmını bildirip bir kısmından da vazgeçmişti. Peygamber bunu ona haber verince eşi, "Bunu sana kim bildirdi?" dedi. Peygamber, "Alîm ve Habîr olan Allah haber verdi" dedi."
Burada eşinin, Hz. Peygamber (s.a.v)'in kendisine verdiği sırrı başkasına açıkladığı belirtilmekte ve bunu da Allah Teala'nın Efendimiz (s.a.v)'e bildirdiği açıkça belirtilmektedir. Oysa Hz. Peygamber (s.a.v)'in o eşinin o sırrı başkasına söylediği hiçbir Kur'an ayetinde yer almamaktadır. Dolayısıyla bu haber Efendimiz (s.a.v)'e gayri metluvv bir vahiyle iletilmiştir demekten başka yol yoktur.
Sünnet'in vahiy kaynaklı olduğunu ortaya koyan bir diğer ayet de 8/el-Enfâl, 7 ayetidir: "Hatırlayın ki Allah size, iki taifeden birinin sizin olduğunu vahyediyordu. Siz de kuvvetsiz olanın sizin olmasını istiyordunuz…"
Burada geçen "iki taife"den biri, Ebû Süfyân idaresinde Şam'dan gelmekte olan ticaret kervanı, diğeri ise Ebû Cehil komutasındaki Kureyş ordusudur. Ayetin konumuz açısından önem arz eden yeri, iki taifeden birinin Mü'minler'e daha önce vaat buyurulduğunu belirtmesidir. Oysa Kur'an'ın hiçbir ayetinde böyle bir vaat yer almamaktadır. Dolayısıyla söz konusu vaat, Kur'an dışı bir vahiyle Efendimiz (s.a.v)'e iletilmiş o da ashabına bildirmiştir.
Öte yandan Kur'an'da, "Ey iman edenler! Allah'a itaat edin. Peygamber'e itaat edin. Sizden olan emir sahiplerine de (itaat edin). Eğer bir şey hakkında anlaşmazlığa düşerseniz, onun çözümünü Allah'a ve Resulü'ne havale edin"(4/en-Nisâ, 59) buyurulmuştur.
Burada "itaat edin" emri Allah Teala için ayrı, Hz. Peygamber (s.a.v) için ayrı zikredilmiş, bir diğer ifadeyle ikinci husus ile ilk husus atıf harfi ile birbirinden ayrılmıştır. Lugat kaidesi, atıf harfi ile birbirinden ayrılan hususların birbirinden farklı olmasını gerektirir. Dolayısıyla Allah'a itaat ile Resul'e itaat, birbirine karıştırılmaması gereken hususlardır. Allah Teala'ya itaat Kur'an'a itaat iken, Hz. Peygamber (s.a.v)'e itaat Sünnet'e itaattir.
Netice
Sünnet Kur'an'ın –haşa– rakibi değil, beyan ve tefsir edicisidir. Özellikle dinin tebliği ve Kur'an'ın beyan ve tefsiri sadedinde varit olmuş sünnetlerin vahiy kaynaklı olduğu vakıası göz önünde bulundurulduğunda bu tür sünnetler ile Kur'an ayetlerinin kaynağının aynı olduğu sonucu kendiliğinden ortaya çıkmaktadır.
Kur'an'ın beyanı sadedinde varit olan ve hüküm bildiren sünnetlerin vahiy kaynaklı olduğu gerçeği kabul edilmeden sağlıklı bir Kur'an ve Sünnet tasavvuruna sahip olmak mümkün değildir. Sünnet'i sadece Kur'an'da yer alan hükümlerin tefsiri sahasıyla sınırlandırmak, her şeyden önce Kur'an'a aykırı bir tutumdur. Zira Sünnet'in fonksiyonunun bu şekilde sınırlandırılabileceğini Kur'an'a dayanarak isbat etmek mümkün olmadığı gibi, vakıa da bunun tersini göstermektedir.
Vahiyden aldığı bu yetkiye istinadendir ki Sünnet, haram-helal konusunda olduğu gibi ibadetler ve muamelat sahasında da hüküm koyma mevkiindedir. Yukarıda zikrettiğimiz (kadının, halası, teyzesi, erkek ve kız kardeşinin kızı üzerine nikâhlanamayacağını belirten) hadis dışında, mesela ehlî eşek etlerinin yenmesini yasaklayan hadis de aynı özelliktedir. Usul kitaplarında daha fazla örnek görülebilir.
Kur'an'ın hangi hususları yer vermesi gerektiğini ve neleri ihtiva etmemesi icap ettiğini belirlemek bizlerin yetkisinde değildir. Kur'an'da yer alan nice hükümler vardır ki, Sünnet tarafından ortaya konanlardan daha az önemli olduğu kesindir.
Mesela yukarıda değindiğimiz abdest ayeti böyledir. Bu el-Mâide ayetinde abdestin nasıl alınacağı neredeyse bütün detayları zikredilerek belirtilmişken, namazın nasıl kılınacağı konusunda hiçbir izah yer almamaktadır. Oysa abdest, namaz için teşri kılınan bir vasıtadır ve kendisi müstakil bir ibadet değildir. Böyle olduğu halde namaz hakkında Kur'an'da niçin izahat verilmediği sorusunun cevabı, Sünnet'in vahiy kaynaklı olduğu kabul edilmeden verilemez. Bu tarz pek çok mesele zikredilebilir.
Meselenin bir de şöyle bir boyutu var: Sünnet'in Kur'an'da yer almayan hükümler getiremeyeceğini söyleyenler, çoğunlukla Kur'an'ın ihtiva etmediği hükümler ve durumlar hakkında içtihad yapılmasını hararetle savunanlardır. Hatta bunlar içinde Kur'an'da yer alan hükümlerin dahi bağlayıcı olmadığını söyleyenler vardır. Bu durumda hayatın idamesi için yeni içtihadlar yapılması zarureti doğmaktadır.
Ancak bu durum şöyle bir netice doğurmaktadır: Sünnet vahiy kaynaklı olduğu halde Kur'an'da bulunmayan hükümler getiremez; ama bizler içtihad ederek Kur'an'da bulunmayan konularda (hatta "tarihselcilere göre: Kur'an'ın yer verdiği teşrii hükümler sahasında bile) içtihad ederek hüküm koyabiliriz, koymalıyız.
Sonuçta Sünnet'ten esirgenen bir teşri yetkisi, kendisini içtihad aynasında gören herkese tanınmış olmaktadır. Bu da ayrı bir tuhaf durumdur.
E.Sifil
"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR
12 Eylül 2013 Perşembe
AYETLERİN İNİŞ SEBEBİ VE GEÇERLİLİĞİ
“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim
En son bid'at mezheplerden birisi olan “ modernizm”in temsilcilerinin, Kur'an'ın “tarihsel” bir kitap olduğunu, yani ihtiva ettiği hükümlerin 7. yüzyıla ait olduğunu, bugün için geçerliliğinin bulunmadığını söylemesi, en başta sakat bir “Allah inancı” taşıdıklarını gösterir.
Günümüzde birçok itikadî bid'at fırkası mevcut. Bu fırkalardan kimisi geçmişten beri varlığını sürdürüyor (Şia gibi); bir kısmı ise daha evvel yoktu, yeni çıktı.
“ Modernizm ” denen düşünce akımı, işte bu nevzuhur bid'at fırkalarının başında geliyor. Bu cereyanın mümessillerinin Kur'an , Sünnet, Fıkıh, Kelam… ve diğer sahalarda Ehl -i Sünnet çizgiye aykırı düşen bir hayli görüşleri mevcut.
Tarihselcilik görüşünü benimseyen modernistler , Kur'an ayetlerinin sadece indikleri dönemin meseleleriyle ilgilendiğini, dolayısıyla bugüne hitap etmediğini söylerler. Mesela Tebbet Suresi hakkında şunları duyarsınız tarihselcilerden: “Bu surede Ebu Leheb ve karısı anlatılıyor. Oysa bugün ne Ebu Leheb ver, ne de onun “odun hamalı” karısı. Öyleyse Ebu Leheb'in ve karısının hayatta olduğu dönem için anlamlı olan bu sure, bugün bize hitap etmiyor demektir…”
Tarihselcilere göre Yüce Kitabımız'ın sadece indirildiği döneme ait kişi ve olaylarla ilgili ayetleri değil, hüküm bildiren, emir ve yasak getiren ayetleri de böyledir; yani bugüne hitap etmez; miadını doldurmuş ve geçerliliğini yitirmiştir!
Böyle bir düşüncenin Kur'an ayetlerinden onay almayacağı ve sadece Ehl -i Sünnet itikadına değil, diğer birçok itikadî fırkanın inancına göre de, insanı son derece tehlikeli noktalara sürükleyeceği açıktır.
İniş sebebi-vahiy ilişkisi
“Sana Allah yolunda neleri infak edeceklerini soruyorlar…” (Bakara, 219)
“Sana yetimler (hakkında nasıl hareket edeceklerin)i soruyorlar…” (Bakara, 220)
“Sana ‘Azap hak mıdır?' diye soruyorlar…” (Yunus, 50)
Rasul -i Ekrem s.a.v. Efendimiz'e sorulan bir soru veya meydana gelen bir olay ( sebeb -i nüzul) üzerine inen bu ve benzeri ayetleri okuduğumuzda, aklımıza bir an için dahi olsa şöyle bir düşünce geliyor mu: “Eğer nüzul sebebini teşkil eden o soru sorulmamış veya o olay meydana gelmemiş olsaydı bu ayet inmeyecekti.”
Eğer bu soruya cevabımız “evet” ise, o takdirde Allah Tealâ'nın ilmi, kelamı, takdiri ve bütün bunlarla ilişkili olan Levh -i Mahfuz konusunda daha fazla bilgiye muhtacız demektir.
“Allah Tealâ'nın ilmi ezelî ve mutlaktır” dediğimizde kasdettiğimiz şudur: Yüce Rabbimiz olmuş-bitmiş şeyleri, şu anda olmakta olanları ve yakın ve uzak gelecekte olacak olanları aynı şekilde bilir. O'nun bilmesi, bilmenin tam ve nihaî halidir, yani mutlaktır. Yani O'na gizli kalan hiçbir şey yoktur ve O'nun ilminde “ana hat” veya “detay/ayrıntı” diye bir ayrım yoktur; O her şeyi aynı seviyede ve aynı şekilde bilir.
Dolayısıyla Cenab -ı Hak, nüzul sebebini teşkil eden olaylar meydana gelmeden veya sorular sorulmadan önce, onların olacağını ve sorulacağını ezelden beri biliyordu. Bu ezelî ve mutlak bilgi, olayın meydana geliş veya sorunun soruluş tarzını ve zamanını ihtiva ettiği gibi, ona indirilecek cevabı da ihtiva eder.
Öte yandan yine biliyoruz ki, Yüce Allah'ın cc bütün sıfatları gibi “Kelam” sıfatı da ezelîdir. Bu sebeple bizler Kur'an -ı Kerim'e “Kelam-ı Kadîm ” (yani ezelî kelam, kadim söz) deriz. Kur'an -ı Kerim de Allah Tealâ'nın kelamı olduğuna göre, belli bir nüzul sebebi üzerine indirilen ayetlerin de ezelden beri mevcut olduğu kendiliğinden anlaşılır.
Şu halde herhangi bir olay ( sebeb -i nüzul) üzerine vahyin inmesi hadisesini şu şekilde izah etmek gerekiyor:
Allah Tealâ'nın , meydana geleceğini ezelden beri bildiği bir olay, günü-saati geldiğinde vuku buluyor, olayı yaşayan kişi Efendimiz s.a.v.'e gelerek başından geçen hadisenin hükmünü soruyor ve bunun üzerine, ezelî kelamın o olaya taalluk eden kısmı bir ayet olarak indiriliyor.
Levh-i Mahfuz'un mahiyeti
Peki vahyi indiren Cebrail a.s. onu nereden alarak Efendimiz s.a.v.'e getiriyordu? Kur'an'da şöyle buyurulur :
“Hayır, (sana vahyedilen ) o (kitap), kadri pek büyük bir Kur'an'dır . Ki Levh-i Mahfuz'dadır .” ( Bürûc , 21-22 )
“… ki bu, hakikaten çok değerli bir Kur'an'dır ; korunmuş bir Kitap'ta Levh-i Mahfuz'da) dır .” (Vâkıa, 77-78 )
“Doğrusu biz onu Arapça olarak okunacak bir Kur'an kıldık ki, akıl erdiresiniz. Şüphesiz o, katımızda bulunan Ana Kitap'tadır. Şanı yücedir, hikmetle doludur.” ( Zuhruf , 4)
Bu ayetler, Kur'an ayetlerinin Levh -i Mahfuz'da bulunduğunu ifade etmektedir. Öyleyse şunu anlıyoruz ki, Cebrail a.s ., Rasul -i Ekrem s.a.v Efendimiz'e getirdiği Kur'an ayetlerini, Levh -i Mahfuz'dan almaktadır. Ve yine şunu anlıyoruz ki, Kur'an ayetleri, peyderpey nazil olurken, hatta nüzul sürecinden çok daha önceleri Levh -i Mahfuz'da bir bütün olarak mevcuttu.
Öyleyse belli bir nüzul sebebi üzerine inen ayetlerin, o nüzul sebebi meydana gelmeden önce de aynen var olduğunu söylemek durumundayız.
Şu halde ayetin “varlığı” değil, sadece “nüzulü” sebebe bağlı olarak düşünülmelidir. Tarihselcilerin yanıldığı nokta işte burasıdır…
Evrenin kader defteri
Kur'an'da bulunan başka birçok ayetten, Levh -i Mahfuz'da Kur'an dışında başka nelerin bulunduğunu öğreniyoruz.
“Hem yerde debelenen hiçbir hayvan ve iki kanadıyla uçan hiçbir kuş yoktur ki, sizin gibi birer ümmet olmasınlar. Biz Kitap'ta hiçbir eksik bırakmamışızdır. Sonra hepsi toplanıp Rabblerinin huzuruna getirilecekler.” ( En'am , 38)
“Fakat yeryüzünün onlardan neyi eksilttiği bizim malumumuzdur. Bizim katımızda hıfzedici bir Kitap vardır.” (Kaf, 4)
“Ne zaman sen bir işte bulunsan, ne zaman Kur'an'dan bir şey okusan ve siz ne zaman bir iş yaparsanız, o işe daldığınız zaman biz mutlaka üstünüzde şahidizdir. Ne yerde ne gökte zerre ağırlığınca bir şey Rabbinden uzak (ve gizli) kalmaz. Bundan daha küçüğü ve daha büyüğü yoktur ki, apaçık Kitap'ta bulunmasın.” (Yunus, 61)
“İnkârcılar, “Kıyamet bize gelmeyecek” dediler. De ki: Hayır! Gaybı bilen Rabbim hakkı için o mutlaka size gelecektir. Göklerde ve yerde zerre miktarı bir şey bile O'ndan gizli kalmaz. Bundan daha küçük ve daha büyüğü de şüphesiz apaçık Kitap'tadır .” ( Sebe ', 3)
“Ne kadar ülke varsa hepsini Kıyamet gününden önce ya helâk edecek veya en çetin biçimde azaplandıracağız . Bu, Kitap'ta yazılı bulunuyor.” ( İsra , 58)
“Allah dilediğini siler, dilediğini de sabit bırakır. Ana Kitap O'nun katındadır.” ( Ra'd , 39)
“ Gaybın anahtarları O'nun katındadır. Onları ancak O bilir. Karada ve denizde olanı bilir. Düşen yaprağı, yerin karanlıkları içindeki tek bir taneyi dahi bilir. Yaş ve kuru ne varsa apaçık bir Kitap'tadır .” ( En'am , 59)
Bu ayetler, kâinatta bulunan her şeyin, zerrelerden kürelere, yerin derinliklerinden, bize sonsuz gibi gelen uzayın dipsiz karanlığına kadar, nerede ne olmuş, oluyor ve olacak ise hepsinin bilgisinin en ince detayına kadar, sebepleri ve sonuçlarıyla Levh -i Mahfuz'da kayıtlı bulunduğunu haber vermektedir.
Allah Tealâ'nın ilminin sınırı yoktur.
“De ki: “ Rabbim'in sözlerini yazmak için derya mürekkep olsa ve bir o kadarını da ilave etsek, Rabbim'in sözleri tükenmeden deniz tükenirdi.” ( Kehf , 109)
Bu ve daha birçok ayetin açıkça ifade ettiği gibi, Yüce Rabbimiz'in ilmi için bir sınır tayin etmek hiçbir varlığın haddi değildir.
Zamanın başından sonuna kadar ve mekânın her boyutunda olmuş ve olacak her şeyin bilgisine sahip olan Yüce Allah'ın, insanlığa gönderdiği son vahyin 21. yüzyıl insanı hakkında “geçerliliğini yitirmiş” olduğunu ileri sürmek mümkün değildir. Böyle bir şey söyleyebilmek için, Allah Tealâ'nın ilminin -hâşâ- sınırlı olduğuna inanmak gerekir ki, böyle bir düşünce sahibinin dinden çıkmasına sebep olur.
Bir de, dünyadaki, hatta sadece dünyadaki değil, evrenin herhangi bir yerindeki herhangi bir olayın, henüz meydana gelmeden önce Levh -i Mahfuz'da kayıtlı bulunduğu gerçeğini hesaba kattığımızda, yukarıdaki düşüncenin en başta Kur'an'a aykırı olduğu daha iyi anlaşılmış olacaktır.
Bir diğer ifadeyle, belli bir nüzul sebebi üzerine indirilen ayet de, onun inişine sebep kılınan olayın meydana geleceğine dair bilgi de ezelden beri Levh -i Mahfuz'da kayıtlı olduğundan, doğru olan şöyle düşünmektir :
Zaman bizi bağlar, Cenab-ı Hakk'ı değil.
Herhangi bir olayı, meydana geldiği tarihle bağlantılı düşünmek insana mahsus bir tavırdır. Çünkü bizler, zamandan ve mekândan bağımsız düşünemiyoruz. Oysa Allah Tealâ için dün de, bugün de yarın da birdir. Zaman O'nun yarattığı bir şeydir; O'nun ilmini ihata edemez, kuşatamaz, etkileyemez. Bizler sadece geçmişe ve bugüne ait şeylerin malumatına (hatta onların da cüz'i bir kısmına) sahip iken, Allah Tealâ bütün zamanların ve bütün mekânların, hatta zaman ve mekân ötesinin ( gaybın ) bilgisine sahiptir.
Dolayısıyla bizim, “tarihin belli bir dönemine ait” olarak gördüğümüz şeyler ile bugüne ait gördüğümüz şeyler, aslında bizim sınırlı değerlendirmemize göre böyledir. Allah Tealâ nezdinde ise bunlar arasında hiçbir fark yoktur.
Mukaddes Kitabımız'ın tamamının veya bir kısım hükümlerinin artık geçerliliğini yitirdiği iddiasını bir de bu en temel akaid bilgisine göre değerlendirmek gerekir. Açıkça görülüyor ki, bu tarz iddia sahiplerinin asıl sorunu Allah tasavvuruyla alakalıdır.
E. Sifil
"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR
5 Eylül 2013 Perşembe
133.DİN KOLAYLAŞTIRILABİLİR Mİ?
“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim
Sanki Din bizi, ne halde bulunuyorsak o halde rahatlatmak ve her şekilde tercihlerimizi onaylamak için gönderilmiş gibi, hayatımızı Din’e göre değil, Din’i hayatımıza göre ayarlamanın peşindeyiz sürekli.
Hayatımızı kolaylaştıran ruhsatlar, “hafifletilmiş” hükümler, “seyreltilmiş” mükellefiyetler...
Fıkhî hükümleri yenilemek, yani “ıslah” ve “tecdid” adı altında “reform” yapmak isteyenlerin önündeki en büyük engel mezheplerdir. Yaşadığımız hayatı İslâmlaştırmaya çalışmak yerine, yaşadığımız hayata İslâm’dan onay aramak peşinde olanlar gayet iyi biliyorlar ki, insanımız mezheplere sıkı sıkıya bağlanmayı sürdürdükçe bunu yapmaları mümkün olmayacak.
Mezhepler Kur’an-ı Kerim’i ve Sünnet-i Seniyye’yi en doğru biçimde anlamanın yegane yolu olduğu için, tarih boyunca ortaya çıkmış büyük alimlerden hiçbirisi kendisini mezheplerden azade görmemiş, böyle bir tavrı aklından bile geçirmemiştir. İmam Gazzâlî, Takiyyüddîn Sübkî, İbn Dakîk el-Iyd, Kemalüddîn İbnu’l-Hümâm ve daha yüzlerce alim, içtihat yapabilecek seviyede oldukları halde “ben mezhepleri tanımıyorum” gibi bir tavır içinde asla olmamıştır. Tam aksine, bu büyük alimler uhrevî sorumluluk duygusu içinde hareket ederek mevcut yapıyı zedeleme anlamına gelecek her türlü davranıştan şiddetle uzak durmuşlardır.
Modern dönem müslümanlarının belki de en temel problemi şu: İçinde bulunduğumuz duruma nasıl geldiğimiz, niçin bu şartlarda yaşamak zorunda olduğumuz, dünyanın gidişatını tayin etme, ya da en azından etkileme konumuna gelebilmek için global ölçekte neler yapmamız gerektiği… gibi meselelere kafa yormak yerine, yaşamakta olduğumuz durumu Din’e onaylatarak rahatlamanın yollarını arıyoruz.
İslâm kolaylık dinidir. Kur’an’da, “Allah sizin için kolaylık diler, zorluk dilemez” (Bakara, 185) buyurulmuştur. Efendimiz s.a.v. de kabilelere gönderdiği görevlilere, “Müjdeleyin, nefret ettirmeyin; kolaylaştırın, zorlaştırmayın.” (Buharî, Müslim) buyurmuştur. Kendisi de iki şıktan birisini seçmek durumunda kaldığı zaman kolay olanı seçmeyi bir tavır olarak benimsemiştir.
Yukarıdaki satırlar Din tasavvurunu “kolaylık” ilkesi üzerine bina edenlerin ağzından sıklıkla duyduğumuz tespitleri yansıtmaktadır. Din tasavvurunun merkezine “kolaylık” ilkesini bir kere yerleştirdikten sonra, bizi dara düşüreceğini, sıkıntıya uğratacağını, hayat tarzımızı ve alışkanlıklarımızı etkileyeceğini düşündüğümüz hemen her olayı bu zeminde çözüme kavuşturmak hayli kolay oluyor.
Denebilir ki: “İyi ama ‘kolaylaştırmak’ Usul ve Fıkıh zemininde de ulemanın bir ilke olarak benimsediği bir husus değil midir?” Mecelle’de yer alan “Meşakkat teysiri celb eder” (Zorluk ve sıkıntı durumunda kolaylık gösterilir) (Madde 17) ve “Bir iş dıyk oldukta müttesi’ olur” (Bir işte zorluk ve sıkıntı mevcut olduğunda ruhsat ve kolaylık gösterilir) (Madde 18) kaideleri de bu durumu ifade etmiyor mu?
Evet, öyledir. Ama burada şu gerçeği gözden uzak tutmamalıyız: Ulemamızın benimseyip işlettiği, Kur’an ve Sünnet’te emredilmiş olan “kolaylaştırma” ilkesi, mevcut ahkâmı kolayımıza gelen yeni hükümlerle değiştirmek anlamına gelmiyor. Efendimiz s.a.v.’in benimseyip uyguladığı ve bize de uygulamamızı tavsiye ettiği şey bu değil.
Yukarıda meali zikredilen ayeti örnek olarak ele alabiliriz: Mezkûr ayetin baş tarafında Ramazan orucu ile ilgili hükümler yer alıyor ve Yüce Allah, hasta veya yolcu olanların Ramazan orucunu başka zaman tutabileceklerini beyan buyuruyor.
Bu ayetin getirdiği “kolaylık” budur. Aynı örnek üzerinden gidersek günümüzde istismar edilen “kolaylık” ilkesinin burada şöyle bir fonksiyon üstlendiğini görüyoruz: Ramazan ayı özellikle yaz mevsiminde çok uzun günlere denk geliyor. Bu uzun günlerde oruç tutmak kendisine meşakkatli gelenler, orucu başka zamanlara –mesela günlerin kısaldığı kış aylarına– erteleyebilirler!!
Kurban ibadetini yerine getirmek için kan dökmektense, kurban bedelini yoksula tasadduk etmenin daha uygun olacağı ya da izdiham dolayısıyla haccın sınırlı günlerde eda edilen bir ibadet olmaktan çıkartılıp bütün seneye yayılması, ya da günümüzde faizsiz ekonomi düşünülemeyeceği gerekçesiyle ve faizsiz ekonomi seçeneği üzerinde ısrar etmenin müslümanları zora soktuğu gerekçesiyle faizi meşru kabul etme talebi !! hep bu bakış açısının ürünü olarak dolaşımdadır.
Aradaki fark oldukça net. Ulemanın ortaya koyduğu örnekler de göstermektedir ki, “kolaylık” ilkesi, mevcut ahkâm içinden, telfike gitmemek (aynı konudaki birbirine zıt hükümlerle aynı anda amel etmemek) ve daimi surette ruhsatların peşine düşmemek kaydıyla bize çıkış yolu sağlayan hükmün alınması şeklinde iş görmelidir. Yoksa mevcut hükümü kaldırmak, sırf bize kolay geldiği için yeni hükümler meydana getirmek, Kur’an ve Sünnet’in çizdiği serbestlik sınırları içinde değildir.
Ulemanın devamlı surette ruhsatların peşine düşmeyi kişinin dindarlığındaki bir zaafın göstergesi olarak kabul etmesi anlamsız değildir. Dünyayı ahiret merkezli yaşadığının ve nefs mücahedesinde doğru yolda olduğunun bir göstergesi olarak sürekli azimetle amel eden insan tipi neredeyse kayboldu. Yerini sürekli olarak –adeta pazarlık edercesine– ruhsatları araştıran bir insan tipi türedi.
Dinin ulema sınıfı tarafından zorlaştırıldığı iddiasıyla kolay olanı arayan, bu zihniyet, bir süre sonra ne üzücüdür ki “Her şey insan içindir, din de..” noktasına gelecektir.
E.Sifil
Devam edeceğim inşallah.
"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR
3 Eylül 2013 Salı
132. MEZHEPSİZLİK
“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim
"25.Bir mezhebe uymak şart mı? "yazımdan sonra farkettim ki çoğu müslüman mezheplere uymanın önemini bilmiyor. Ya "ben bir mezhebe uymuyorum" diyor ya da "ben her mezhepten faydalanıyorum ,durumuma uyan hangisiyse onu alıyorum" diyor.Bu yüzden araştırmalarıma devam ettim ve bu konuyla ilgili bugünden başlayarak birkaç yazı yayınlayacağım inşallah.Bu konuyu çok önemsiyorum ;çünkü ben de önemini 2 yıl öncesine kadar bilmiyordum.Bizi yanlış itikadden dinsizliğe kadar götürebilecek tehlikede.Bu konunun iyi anlaşılabilmesi için aşağıda linkini verdiğim 25.,133. ve 135. yazıları da okumanızı tavsiye ediyorum.
İşte o bilgiler:
"Mezhepsizlik", hem hiçbir mezhebi tanımamayı, hem de klasik tabiriyle "telfik"i, yani mezheplerin hükümleri arasından bir derleme ve seçme yaparak karma bir mezhep oluşturmayı anlatmaktadır. Zira her birinin ayrı bir usul ve metodu olan mezheplerden hiçbirisini tanımamakla, aralarındaki ihtilafları ve bunların sebeplerini görmezden gelerek bu metot ve usuller doğrultusunda konmuş olan hükümleri birleştirme girişimi arasında netice olarak hiçbir fark yoktur. Çünkü her iki davranış şekli de, belli bir metodu gerekli bulmama noktasında buluşmaktadır.
"Dinsizlik" ise, hiçbir dini tanımamaktan ziyade, dinler arasında herhangi bir fark gözetmemek ve muhtelif dinlere mensup insanları aynı kategoride değerlendirmek anlamına gelmektedir.
Bilindiği gibi İslam Dünyası'nda başgösteren –ve genellikle Cemaleddin Efganî ile başlatılan– "yenilikçi" hareketin en önemli taleplerinden birisi ve belki de birincisi, Müçtehit İmamlar'ın içtihatlarının artık eskidiği, miadını doldurduğu ve bugünün meselelerine çözüm getirmekten uzak kaldığı gerekçesiyle yeni içtihatlar yapılmasıdır. İslam Hukuku'nun (Fıkıh) modernize edilmesi ve çağa uydurulması için, içtihat mekanizmasının temel unsurları ve belirleyicileri olan Kitap, Sünnet, İcma ve Kıyas'ın yeniden gözden geçirilmesi ve akılcı bir bakış açısıyla yeni yorumlara ve fonksiyonlara kavuşturulması şeklinde başlayan bu hareket, geçen zaman içinde farklı yönlere kaydı.
Reformist/modernist çevrelerin talepleri "yeni içtihatlar yapılmalıdır" söylemiyle, aslında "eski" içtihatların Kur'an, Sünnet, İcma ve Kıyas hakkındaki değerlendirmelerinin geçersizliğini dile getirmiş oluyordu. Peki bu 4 asl hakkında reformist/modernist çevrelerin yaklaşımı genel olarak nasıldır?
Bu sorunun cevabını, söz konusu 4 aslın sonuncusundan başlayarak verecek olursak:
1- Kıyas: Kıyas, nasslardaki hükmün dayandığı illetin tesbitine dayanan bir faaliyettir. Dolayısıyla tabiatı gereği, ahkâma ilişkin nassların tek tek ele alınması ve hükme temel yapılması esasına dayanır.
Oysa nassların tümünün bir arada değerlendirilmesi (tümevarım) yoluyla mesajı özü/ruhu yakalanarak buradan bütünlük arzeden bir metodoloji geliştirilmeli ve çözüm bekleyen meselelere bu metodoloji esas alınarak cevap verilmelidir.
Reformist/modernist çevreler, bu yaklaşımlarına, Malikî mezhebinde tali (ikincil) bir delil olan "maslahat" unsurundan ve özellikle Endülüs'lü Malikî fakihi eş-Şâtıbî'nin bu unsur hakkındaki değerlendirmelerinden de destek aramayı ihmal etmediler.
Çerçevesi şu ana kadar net olarak çizilememiş olan "Kur'an'ın ruhu" söylemi ve maslahat prensibinin –belirleyicilik alanı Malikî mezhebinin yaklaşımını çok daha fazla aşacak şekilde– devreye sokulması sonucu Kıyas prensibi devre dışı bırakılmış oluyordu.
2- İcma: Sahabe'nin ileri gelenleri tarafından işletilmeye başlanmış bulunan İcma prensibi, fer'î bir mesele hakkında bir dönemde yaşayan bütün müçtehit imamların içtihatlarının aynı doğrultuda oluşması demektir. Bu prensip de reformist/modernist çevreler tarafından aşındırılmaya çalışılmıştır. İcma'ın vukuunun mümkün olmadığı; hakkında icma bulunduğu söylenen meseleler hakkında, iyi araştırıldığında aslında ihtilaf bulunduğu, tarihin bir döneminde meydana gelmiş bir icmaın, başka bir dönemde aynen kabul edilmesinin, insan aklının dondurulması demek olacağından, böyle birşeyin kabul edilemeyeceği gibi bir çok gerekçeye dayandırılan İcma itirazları yapılmıştır.
Oysa İcma, fer'î bir hüküm hakkındaki bir nassa dayanıyorsa, o nassın bildirdiği hükmü zannî olmaktan çıkarıp kat'î kılması ve İslam Hukuku alanında derin vukufiyet sahibi Müçtehit İmamlar'ın konsensüsü olması bakımından İlahî İrade'nin tesbitinde elbette belli bir fonksiyon icra etmektedir.
Üstelik reformist/modernist çevreler, İcma hakkındaki değerlendirmelerinde yukarıda söylediğimiz noktada da durmadılar. Birtakım hadislerde geçen "ümmet" kelimesinin, Ümmet-i Davet dediğimiz gayri müslimler ile Ümmet-i İcabet dediğimiz müslümanlar arasında herhangi bir ayrım yapmadan tümünü, yani bütün insanları kapsadığını ileri sürerek, Hz. Peygamber (s.a.v)'in ümmetinin bütün insanlık olduğunu söylediler.
Bizzat Allah Teala'nın Kitabı'nda ve Hz. Peygamber (s.a.v)'in Sünneti'nde en keskin hatlarla çizilmiş olan iman-küfür sınırı, reformist/modernist çevreler tarafından böylece ortadan kaldırılmış ve bunun yerine, özellikle masonik çevrelerin dillendirdikleri "insanlık dini", "tüm insanların kardeşliği" sloganları, İslamî kılıflara büründürülerek yeniden ifade edilmiş oluyordu.
3- Sünnet: Mezhep İmamları'nın içtihatlarının büyük bir kısmının Sünnet'e dayanıyor olması ve Sünnet'in ve hadislerin birçok noktada rasyonel bakış açısına aykırılıklar arz ettiğinin kabul edilmesi, temelde akılcılığa (rasyonalizm) dayanan reformist/modernist hareketi, Sünnet'i ve hadisleri de "sorgulamaya" itmiştir. Tabiatiyle modern akla ve bugünkü bilimsel verilere uymadığı kabul edilen birçok hadis, bu bakış açısı tarafından "uydurma" olarak kabul edildi.
Bu yaklaşımı desteklemek için, sadece Kur'an'ın ilahî garanti altında olduğu ve Sünnet için böyle bir garantiden söz edilemeyeceği temel bir tez olarak ısrarla işlendi. Zira işin içine beşer unsuru girdiği anda şüpheci davranmak "bilimsel" davranışın bir gereği idi. Geçmiş alimler tarafından sahih olarak kabul edilmiş olsa da, pek çok hadis, reformist/modernist çevreler tarafından "uydurma" olarak damgalandı. Böylece Sünnet'in büyük bir kısmından kurtulma imkânı doğmuş oluyordu.
Burada, alimlerin (buradaki "alimler"den kastımız, özellikle Fıkıh ve Usûl-i Fıkıh alimleridir), mütevatir ve meşhur kategorisine girmeyen hadisleri "ahad hadis" (veya "haber-i vâhid") olarak değerlendirmeleri ve bu tür hadislerin ilim bildirmeyeceğini söylemeleri de, reformist/modernist çevreler tarafından iddialarını destekleyici bir unsur olarak kullanıldı.
Burada üzerinde durulması gereken bir diğer nokta da, "Kur'an'a aykırı hadis olamayacağı" söylemidir. Bu söyleme göre eğer herhangi bir hadis –isterse eski alimler tarafından mütevatir olduğu söylenmiş olsun– Kur'an'a aykırılık teşkil ediyorsa, onun sahih olarak kabul edilmesi söz konusu olamaz.
Oysa Kur'an'a aykırı görüldüğü gerekçesiyle uydurma olduğu söylenen hadisler hakkında, meseleyi bütün yönleriyle araştırmadan verilen bu hükümler, Hz. Peygamber (s.a.v)'in Sünneti'nin büyük bir kısmının iptal edilmesinden başka bir anlama gelmemektedir.
Meselenin bir diğer yönü de, Sünnet'in yol göstericiliğine baş vurmadan Kur'an'a doğrudan gitme söyleminin bünyesinde barındırdığı tehlikeler ile karşımıza çıkmaktadır. Tam bu noktada 4. merhale ile karşı karşıya geliyoruz ki, meselenin en can alıcı noktasını da burası oluşturmaktadır.
4- Kur'an: Kur'an ayetlerinin anlamı ve ihtiva ettiği hükümlerin anlaşılıp uygulanması noktasında Sünnet'in otoritesi de dahil olmak üzere hiçbir vasıta kabul etmeye yanaşmayan reformist/modernist anlayış, bu aşamada artık önünde uçsuz bucaksız bir hareket alanı bulmaktadır. "Fikir hürriyeti", "Allah'ın Kitabı'na aracısız olarak baş vurmak", "Kur'an'ın, kendisini "açık/anlaşılır" bir kitap olarak nitelendirmesi"... gibi pek çok söylem burada devreye girdi ve artık her isteyen, Kur'an ayetlerinden istediği hükmü çıkarma "özgürlüğüne" kavuşmuş oldu. Yüzyıllar içinde bitmez tükenmez samimi çabalarla ve tam bir ehliyetle vücuda getirilmiş olan Tefsir ve Fıkıh kitapları, Müfessirler, Fakihler ve diğer ulema, binbir ithamla töhmet altında bırakıldı ve asırların bilgi birikimi hoyratça çiğnenerek devre dışı bırakıldı.
Oysa Kur'an'ın doğru anlaşılması ve tefsiri için öncelikle ilmîliği ispatlanmış bir metot geliştirilmesi gerekir. Böyle bir metot olmadan Kur'an'dan hüküm çıkarmak, onu tahrif etmekle eş anlamlıdır.
Nitekim günümüzde bunun büyük bir rahatlıkla yapıldığını görmekteyiz. Her isteyen, Kur'an'dan istediği hükmü çıkarmakta ve "ben böyle anlıyorum" diyerek işin içinden sıyrılmaktadır.
Tevrat ve İncil'in aslında çok da fazla tahrife uğramadığı, dolayısıyla bu kitaplara inanan Yahudi ve Hristiyanlar'ın da "hak din" ve "tevhid dini" üzere olduğu hükmünden tutunuz, Kur'an'da yer almayan bir hükmün Hz. Peygamber (s.a.v) de olsa hiç kimse tarafından konamayacağı tesbitine kadar, aslında İslamî olmayan pek çok anlayış, güya Kur'an merkeze alınarak vaz edildi. Kur'an ve Sünnet tarafından konmuş olan en temel sabiteler bile yıkılıp geçildi ve ortaya belirsiz bir din çıktı. Her ortama ayak uyduran, her anlayışa uyan, hiç kimsenin hiçbir anlayış ve hareketine müdahale etmeyen, uyulsa da olur uyulmasa da kabilinden varla yok arası bir din!!
İşte bu yazının başından beri 4 merhale halinde sıralamaya çalıştığımız bu hareket, aşama aşama bu noktaya geldi. Din'de Mezheb'in niçin önemli olduğu, tam bu noktada kendisini bütün ağırlığıyla hissettirmektedir. Çünkü Mezhep, dinî hassasiyettir, din hakkında konuşmanın ve dinî bir hüküm vermenin kuralı, çerçevesi ve sistemidir. Mezhep, metot demektir; mezhepsizlik ise metotsuzluktur.
Metotsuz, kaidesiz yapılan her türlü faaliyet ise karmaşaya ve yanlışlığa düşmeye mahkûmdur. Mezhep tanımayan insan, kendisini metotsuzluğa, karmaşaya ve belirsizliğe atmış demektir. Dolayısıyla onun, Allah'ın dini hakkında söylediği her söz ve ileri sürdüğü her görüş, daha baştan yanlış olarak damgalanmayı hak etmiştir.
Kendisini mezhep imamlarından üstün görerek onların kurdukları sistemleri yıkma selahiyetinde gören kimseler, aslında dinî bir kurumu tahrip etmiş olmaktadırlar. Bunun neticesi ise, yukarıdan beri gördüğümüz gibi sonunda zarûrât-ı diniyye dediğimiz alana kadar gitmektedir. Zira bu hareket, nerede duracağı –onu yürütenler tarafından bile– önceden kestirilemeyen bir "kör gidiş"i ifade etmektedir.
Mezhep tanımadığını söyleyenlere sorunuz: Bugüne kadar Kur'an ve Sünnet'i anlama ve onlardan hüküm çıkarma konusunda geliştirdiğiniz dört başı mamur bir usûl/metot var mıdır?
Bu soruya verebilecekleri en küçük bir olumlu cevap yoktur. Mezhep ve metot tanımadığını, geçmiş ulemanın bize bıraktığı devasa ilmî mirası yıkmakla, yıpratmakla meşgul olmaktan başka bir mahareti olmayan böyle kimseler, kendi içlerinde korkunç çelişkilere düşmekten kurtulamıyorlarsa, sebebi burada aranmalıdır.
Her ne kadar hiçbir mezhebe bağlı olmama düşüncesi mutlak olarak ve her zaman yukarıda çerçevesini çizdiğimiz "dinsizlik" vakıasına götürmese de, bu başlangıcın, genellikle bu sona götürdüğünü de görmezlikten gelmemiz mümkün değildir.
İşte bugün aşama aşama gelinen noktada bizzat Allah Teala ve O'nun Resulü tarafından çizilmiş olan iman-küfür sınırının pek çok reformist/modernist tarafından ne üzücüdür ki ortadan kaldırıldığına şahit oluyoruz.
Selam, hidayete tabi olanlara...
E.Sifil
"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR
1 Eylül 2013 Pazar
131. FAL, KEHANET, ASTROLOJİ
“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim
“Gaybı ancak Allah bilir.” hükmüne rağmen, yarın ne olacağını bilme merakımız bir türlü dinmedi.
Allah’ın, gaybî bilgilerden dilediği kadarını yine dilediği kullarına bildirebileceği ilkesi de bu konunun yumuşak karnı oldu.
Belki bu yüzden gayb konusuna son noktayı koyma imkanımız olmadı, olamayacak.
İhtimal, bu da ilâhi imtihanımızın bir unsuru.
Gelecekten ve gayb aleminden bize gerekli olan bilgileri peygamberler bildirdi.
Daha fazlası için girişilen arayışları, yolları, yöntemleri anlamak ve değerlendirmek, ancak ilâhi vahyin ışığı altında mümkün.
Zaten o ışıkla aydınlanmamış hangi yol, hangi yöntem selamete çıkarabilir ki...
İnancı zayıf veya inançtan tamamen uzak insanlar arasında pek çok ortak özellikten söz edilebilir. Bu özelliklerden birinin de, “geleceği bilme arzusu” olduğunda şüphe yok.
Gelecek tehlike ve olumsuzluklar karşısında kendisini güvenceye almak, toplum nezdinde ayrıcalıklı bir konum elde etmek, başkaları üzerinde hakimiyet kurmak, böylece kendisinin ve başkalarının kaderini belirlemek maksadıyla, hatta sırf merakını tatmin etmek gayesiyle bu türlü bilgilere ulaşmayı hep bir ayrıcalık olarak görür bu tür insanlar. Teslimiyet, rıza, muhabbet… vb. eksikliğinden kaynaklanan bir “şuur eksikliği ya da yokluğu” durumudur bu.
Öte yandan bu amaca ulaşmak için başvurulan değişik yol ve yöntemlerin çoğu zaman toplum tarafından birbirine karıştırıldığı, bu meselede neyin hakikat ve neyin hurafe/asılsız olduğunun çok iyi ayırt edilemediği de bir başka gerçek.
Fal ve Kehanet
Arapça’da, “uğur ve uğurlu şeyleri gösteren simge” anlamına gelen fal kelimesi, Batı dillerinde genellikle “Gelecekten haber verme” anlamında kullanılır. Dilimizdeki kullanımının da bu anlamda olduğu görülüyor. Aşağıda göreceğimiz çeşitli yöntem ve şekillerde yapılan “falcılık”, gelecekten haber verme iddiasıyla icra edilir. Arapça’da “kâhin” veya “arrâf” gibi kelimelerle anlatılan kimselerin yaptığı da bundan başka bir şey değildir.
Eski kavimlerin alışkanlığı
Ülkemizde çoğunlukla el falı, kâğıt (iskambil) falı, kahve falı, yıldız falı… gibi çeşitleri ile yürütülen falcılık, çok eski çağlardan beri çeşitli din ve kültürlerde izine rastlanan bir faaliyettir. Geçmişinin milattan önce 4000 yıllarına kadar uzandığını gösteren belgeler, Mısır, Çin, Babil ve Kalde’de falcılık yapıldığını ortaya koymaktadır. En eski falcılık örneklerinin Mezopotamya’da bulunduğu tahmin edilmektedir. (Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, 12/135)
Gelecekten veya bizim için “gayb” olan herhangi bir meseleden haber verme işini cinler vasıtasıyla yürütme tarzının ilk örneklerinin yahudilerde görüldüğünü biliyoruz. Müfessirlerin rivayet ettiğine göre şeytanlar gök kapılarına kadar çıkar, orada meleklerin, dünyadaki ölüm, kayıp vb. hususlardaki konuşmalarına kulak verir, ezberledikleri sözleri yeryüzündeki kâhinlere aktarırlardı. Kâhinler de (kehânet, falcılık gibi isimler altında) bunları insanlara haber verir, insanlar da gerçekten o haberlerin vaki olduğunu görürdü. Şeytanlar, kâhinler nezdinde belli bir itimat ve güven sağlayınca, bir süre sonra yalan söylemeye, doğru habere yalan karıştırmaya başladılar. Öyle ki, bir doğru sözün yanına yetmiş yalan söz koyup kâhinlere söylüyorlardı.
Bir peygamberin mücadelesi
Derken, bazı kimseler bunları yazıp kaydetmeye başladı. Zaman içinde bu yazılanlar vesilesiyle cinlerin gaybı bildikleri söylentisi İsrailoğulları arasında yayıldı. Hz. Süleyman a.s. bunun üzerine dört bir yana adamlar göndererek bu kitapları toplattı; bir sandığın içine koydu ve tahtının altına gömdü. Sonra da “Kim şeytanların gaybı bildiğini söylerse, boynunu vururum!” diye ilan etti.
Hz. Süleyman a.s. hayatta olduğu sürece o sandığın yanına yaklaşamayan şeytanlar, o ve onun emrini uygulayan alimler vefat edip bu dünyadan ayrılınca, şeytanlar insanları kandırarak tahtın altını kazdırdılar ve sandığı çıkarıp, içindeki kitapları göstererek; “Süleyman insanları, şeytanları, kuşları işte bunlarla kontrol altında tutuyordu!” dediler. Böylece insanlar arasında Hz. Süleyman a.s’ın büyücü olduğu söylentisi yayıldı.
İşte, “Ve onlar, şeytanların Süleyman’ın mülkü aleyhine uydurdukları şeylerin ardına düştüler. Oysa Süleyman asla küfre düşmedi. Sadece şeytanlar küfre düştüler.” (Bakara, 102) ayetinde anlatılan durum budur. (İbn Kesîr, Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm, 1/134 vd.)
Cinler Neyi Bilir?
Kur’an’da cinlerin ağzından şöyle dedikleri haber verilir:
“Doğrusu biz (cinler) göğü yokladık; fakat onu, kuvvetli (ve şiddetli) bekçilerle ve alev huzmeleriyle doldurulmuş bulduk. Oysa biz (daha önce) onun bazı kısımlarında (haber) dinlemek için oturacak yerler (bulup) oturuyorduk. Fakat şimdi kim dinlemek istese, kendisini gözetle(yip izle)yen bir alev huzmesi buluyor. Bilmiyoruz, yeryüzündekilere kötülük mü murad edildi, yoksa Rabbleri onlara bir hayır mı diledi.” (Cin, 8-10)
Gaybı bilmezler
Bu ayet açık bir şekilde gösteriyor ki, cinler gaybı bilen varlıklar değildir. Onlar bir zaman göğün belli yerlerinde meleklerin yeryüzünde olup biten hadiselerle ilgili konuşmalarını dinleme imkanı bulmuşlardır. Ancak daha sonra bu imkan onların elinden alınmıştır.
Bu durum başka ayetlerde de şöyle ifade buyurulur:
“Doğrusu biz dünya göğünü bir süsle, yıldızlarla süsledik. Ve onu inatçı her şeytandan koruduk. Onlar Mele-i Âlâ’yı dinleyemezler. Her taraftan kovulup atılırlar, uzaklaştırılırlar. Onlara ardı arkası kesilmez bir azap vardır. Ancak (meleklerin konuşmalarından) bir sözü kapan olursa, onu da delip geçen alevli yıldızlar takip eder.” (Sâffat, 6-10)
“Andolsun ki, yakın göğü kandillerle donattık. Onlarla şeytanların taşlanmasını sağladık ve şeytanlara çılgın alev azabını hazırladık.” (Mülk, 5)
“Andolsun ki biz gökte burçlar yaptık ve onları bakanlar için donattık. Ve onları, kovulmuş her şeytandan koruduk. Ancak kulak hırsızlığı yapan olursa, apaçık görülen bir ateş onu kovalar.” (Hicr, 16-18)
Bütün bu ayet-i kerimeler açıkça bildiriyor ki, cinler kendiliklerinden gaybı bilemezler. Onlardan bir kısmı göğün bazı yerlerinde gizlenerek meleklerin konuşmalarını dinler, sonra da gelip bu dinlediklerini, bire yüz katarak yeryüzündeki dostları olan kâhinlere, falcılara aktarırlardı.
Bilgi hırsızlığı ve ateş topu
Ancak, Cin Suresi’nden yukarıda aktardığımız ayetlerde de açıkça haber verildiği gibi, Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz’in peygamberliği ve Kur’an’ın nüzulü ile birlikte cinlerin bu imkanı da kalmamıştır. Artık onlardan her kim bir kulak hırsızlığı yapmak için göğün kapılarına yaklaşacak olsa, delip geçici bir alev topu tarafından takip ve helâk edilir.
İbn Abbas r.a.’ın haber verdiğine göre, Efendimiz s.a.v. bir gece ashabıyla oturmuş sohbet ediyordu. O sırada bir yıldız kaydı ve aydınlık saçtı. Efendimiz s.a.v. böyle bir olay cahiliye döneminde vuku bulduğunda ne dediklerini orada bulunanlara sordu. Onlar bu durumu, büyük bir kimsenin doğumuna veya ölümüne işaret saydıklarını söylediler. Efendimiz s.a.v. şöyle buyurdu:
“Yıldız, ne bir kimsenin ölümü, ne de doğumu için kayar. Ancak Rabbimiz Tebareke ve Tealâ bir konuda hüküm verince, Arş’ı taşıyan melekler tesbih ederler. Sonra onların altında bulunan gök ehli tesbih eder. Nihayet bu tesbih bizim dünyamıza kadar ulaşır. Sonra Arş’ı taşıyan meleklerin altında bulunan gök ehli, haberin ne olduğunu soruşturarak Arş’ı taşıyan meleklere, ‘Rabbimiz ne buyurdu?’ derler. Onlar da bu hükmü kendilerine haber verirler. Her gök ehli diğer (daha aşağıdaki) gök ehline durumu bildirir. Nihayet haber dünya göğünde bulunanlara kadar ulaşır. Cinler bu haberi kulak hırsızlığı yaparak çalarlar da, bunun üzerine kovalanırlar. Onların bu şekilde getirdikleri haber haktır. Ancak kendileri değişiklik yapıp artırma-eksiltmede bulunurlar.” (Müslim, Ahmed b. Hanbel)
Bu hadis-i şerif, yukarıda mealini sunduğumuz Hicr Suresi 16’ncı ayetinde geçen “apaçık görülen bir ateş” ifadesinin ne anlama geldiğini de açıklamaktadır.
Cinler için bir dönemin sonu
Rivayeti aktaran râvilerden Ma’mer, Zührî’ye, “Cahiliye döneminde de böyle yıldız kayar mıymış?” diye sorduğunda, “Evet, ancak Rasulullah s.a.v. peygamber olarak gönderilince bu daha çok kuvvetlendirildi.” cevabını verir.
Zührî’nin bu cevabı, Sahabe’den gelen rivayetlere dayanmaktadır ve son derece yerindedir. (Bu rivayetlerin topluca zikri için bkz. Kurtubî Tefsiri, 19/14)
Nitekim Müslim, Tirmizî ve Nesâî’nin yer verdiği bir rivayette Abdullah b. Abbas r.a. şöyle demiştir:
“Rasulullah s.a.v. (Mekke döneminde) ashabından bir cemaatle Ukaz panayırına gitmek üzere yola çıkmış. O tarihlerde (cinnî) şeytanlar gökten haber almaktan men edilmiş, üzerlerine gök taşları atılmış, bunun üzerine şeytanlar kavimlerinin yanına dönmüşler. Kavimleri onlara, ‘Size ne oldu?’ diye sorunca, ‘Gökten haber almaktan men edildik. Üzerimize gök taşları gönderildi.’ diye cevap vermişler. Kavimleri, ‘Bu, mutlaka yeni zuhur etmiş bir şeyden olacak. Hemen yeryüzünün doğusunu-batısını dolaşarak bakın bakalım, gökten haber almanıza mani olan şu hadise nedir?’ demişler. Bunun üzerine şeytanlar yeryüzünün doğusunu-batısını dolaşmışlar. Tihâme tarafına giden şeytan grubu, Ukaz panayırına gitmekte olan Rasulullah s.a.v. Efendimiz, Nahle denen yerde ashabına sabah namazını kıldırırken O’nun yanına uğramış. (Rasulullah s.a.v. Efendimiz’in okuduğu) Kur’an’ı işitince kendi aralarında, ‘Gökten haber almamıza mani olan işte budur!’ diye konuşmuşlar. Sonra da kavimlerine dönerek, ‘Ey kavmimiz! Biz, doğru yolu gösteren şaşılacak bir kıraat dinledik ve ona iman ettik. Bundan sonra Rabbimize asla hiçbir şeyi ortak koşmayacağız.’ demişler.”
Eğer bilselerdi...
Bu rivayet açıkça gösteriyor ki, cinlerin bütün marifeti, göğün bazı yerlerine gizlenerek meleklerin konuşmalarına kulak hırsızlığı yapmaktan ibaretti. Ancak Efendimiz s.a.v.’in peygamber olarak gönderilmesinden sonra bu kapı da onlara kapatılmıştır.
Dolayısıyla cinlerin gaybı bilen varlıklar olduğunu, kendilerinin de cinlerle irtibat kurarak gelecekten haber verdiklerini söyleyen kimseleri tasdik etmenin İslamî bir temeli, dayanağı yoktur.
Kur’an’da Hz. Süleyman a.s.’dan bahseden ayetlerde şöyle buyurulur:
“Onun ölümüne hükmettiğimiz zaman, ölümünü onlara ancak değneğini yiyen canlı (kurt) fark ettirdi. (Süleyman) yere düşünce ortaya çıktı ki, eğer onlar gaybı bilselerdi, alçaltıcı azap içinde kalmazlardı.” (Sebe’, 14)
Tefsir kaynaklarında bu ayetin tefsiri sadedinde çeşitli şeyler nakledilmiştir. Özeti şudur: Hz. Süleyman a.s. eceli gelip de vefat ettikten sonra aradan uzun bir süre geçmişti. Emrinde çalıştırdığı cinler ve insanlar, onun asasını yiyen bir kurt sayesinde vefat ettiğini anladılar. Dayandığı asayı kurdun kemirmesi üzerine desteksiz kalan cansız bedeni yere düştü. Bunun üzerine onun uzun bir süre önce vefat ettiği anlaşıldı.” (Bkz. İbn Kesîr, 3/529 vd.)
Kehaneti Tasdik Etmek
Falcıların her sözünün yalan/yanlış olmadığı, söyledikleri sözlerin ve verdikleri haberlerin bir kısmının gerçek çıktığı tecrübe ile sabit iken, acaba dinimizin bizi onların söylediklerini tasdik etmekten men etmesinin hikmeti ne olabilir?
Hz. Aişe r.anha validemiz şöyle diyor:
“Bazı kimseler Rasulullah s.a.v. Efendimiz’e gelerek kâhinler hakkında soru sordular. Rasulullah s.a.v.:
- Onlar hiçbir şey değildir, buyurdu.
Soruyu soranlar:
- Ey Allah’ın Rasulü! Onlar bazen bize bir şey söylüyor ve söyledikleri doğru çıkıyor, deyince şöyle buyurdu:
- O söz (kâhinin) cinden (öğrendiklerinden)dir. Cin onu (gökten) kapar da, tavuğun gıdaklaması gibi dostunun (kâhinin) kulağına gıdaklar. Bu suretle ona yüz yalandan daha fazlasını karıştırırlar.” (Müslim)
Burada akla şöyle bir soru gelebilir: Yukarıda, Efendimiz s.a.v.’in bi’setiyle birlikte cinlerin gök kapılarından dinledikleri haberleri yeryüzündeki dostlarına (kâhinlere) aktarma imkanından mahrum kılındıkları belirtilmişti. Oysa bu rivayette kâhinlerin bazı şeyleri gerçek olarak söyleyebilecekleri zikredilmektedir. Burada bir çelişki yok mudur?
Biraz şeytan işi, biraz maharet
Bu sorunun cevabını ulema çeşitli şekillerde vermiştir ki, bunları üç madde halinde toparlayabiliriz:
1. Efendimiz s.a.v.’in bi’setinden sonra gök kapılarını dinlemek cinler için eskisi kadar kolay olmadığından, cinlerden birisi ender de olsa orada konuşulanlardan kırık-dökük bazı şeyler kapabilir. Ancak hemen kendisini izleyen alev huzmesi sebebiyle, zaten tamamını dinleyemediği sözü, bir diğer cine, bir o kadar daha eksik aktarır. Allah bilir, kâhinin kulağına –Efendimiz s.a.v.’in tabiriyle– “tavuk gıdaklaması” gibi aktarılan şey işte bu bölük-pörçük sözdür. Ki, aşağıdaki maddelerde zikredeceğimiz hususlar da işin içine katılınca, kâhinin söylediği bazen gerçeğe isabet edebilir.
2. Cinin kâhine haber verdiği husus, insanların genellikle bilgi sahibi olamadığı veya hadisenin yakınında olanlar bilebilirken, uzağındakilere gizli kalan hususlardan olabilir. Çalıntı bir eşyanın yerinin söylenmesi bu türdendir.
3. Hüner sahibi kâhinler genellikle keskin zekâlı, bilgi ve tecrübe sahibi kimseler olduklarından, bazen kendilerine getirilen problemler konusunda zan, tahmin veya akıl yürütme yoluyla da doğruya isabet edebilirler. (İbn Hacer, Fethu’l-Bârî, 10/217)
Sağlam imanı bozmamak için...
Geniş halk kesimleri genellikle bu inceliklerin farkında olamayacağı için, Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz falcıya ve kâhine itibar ederek giden ve onların söylediklerini tasdik eden kimselerin kırk gün namazlarının kabul edilmeyeceğini, bunların Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz’e indirileni (Kur’an’ı) inkâr etmiş sayılacaklarını ve cennete giremeyeceklerini haber vermiştir. (Ahmed b. Hanbel, Müslim, Ebu Davud, Tirmizî, İbn Mace)
Bu sebeple Ehl-i Sünnet’in itikat kitaplarında, kâhinlerin ve falcıların söylediklerinin tasdik edilmemesi bir itikat ilkesi olarak zikredilmiştir. (Mesela bkz. el-Akîdetu’t-Tahâviyye, Abdülganî el-Meydânî şerhi, s. 141)
Uğur ve Uğursuzluk Var mı?
Arapça’da “tefe’ül” veya “fe’lul-hasen” tabiri, dilimizdeki “hayra yorma” tabirinin karşılığı olarak kullanılmaktadır. Bunun karşıtı ise “tıyere” veya “teşe’üm” tabirleridir ki, “uğursuz sayma” anlamındadır.
Bir cahiliye adeti
Gerek tefe’ül gerekse teşe’üm, bir olayın veya gelişmenin, ileride ortaya çıkacak bazı durumlar hakkında işaretler taşıdığı düşüncesinden kaynaklanmaktadır. Cahiliye döneminde kuşların adları, sesleri ve uçuşlarından uğursuz anlamlar çıkarmanın da, çakıl taşı, nohut, bakla gibi nesnelerli uğurlu saymanın da Efendimiz s.a.v. tarafından yasaklandığını görüyoruz. (Ebu Davud)
Yine Efendimiz s.a.v.’in, baykuşta ve yıldız batmasında uğursuzluk bulunmadığını, esasen “uğursuzluk” diye bir şeyin olmadığını vurguladığını ilgili rivayetlerden öğreniyoruz. (Buharî, Müslim, Tirmizî, Nesâî)
Halk arasında arabanın önünden tavşan geçmesi, evin bacasına baykuş konması, haftanın belli günlerinde yolculuğa çıkmak, merdiven altından geçmek, göz seğirmesi… gibi şeylerin uğursuzluk alameti sayılması ya da kapının üstüne at nalı çakmak, tavşan tırnağı taşımak gibi şeylerin uğur getireceğine inanılması bâtıl inanç ve hurafe olup, yukarıdaki rivayette örnek olarak zikredilen hususlar çerçevesinde değerlendirilmelidir.
Bununla birlikte Efendimiz s.a.v.’in, bazı gelişmeleri hayra yorduğu, bazı durumlardan hayırlı neticeler çıkmasını umduğunu da yine sahih rivayetler kanalıyla biliyoruz.
Söz gelimi bir keresinde bir devenin sütünün sağılması gerekiyordu. Efendimiz s.a.v., bu işi kimin yapmak istediğini sordu. Orada bulunanlardan birisi ayağa kalktı; Efendimiz s.a.v. ona adını sordu. Adam “Mürre” dedi. Efendimiz s.a.v. ona yerine oturmasını söyledi ve sorusunu tekrarladı. Bir başkası kalktı. Efendimiz s.a.v. ona da ismini sordu, o da “Harb” diye cevap verince ona da oturmasını buyurdu. Üçüncüde isminin “Ya’îş” olduğunu söyleyen birisi kalkınca Efendimiz s.a.v. deveyi onun sağmasını istedi. (Muvatta)
Burada dikkat çeken husus, deveyi sağmak için ilk önce ayağa kalkan kişinin adının “acı” kelimesinden türemiş olması, ikincisinin adının ise “savaş” olmasıdır. Deveyi sağmasına müsaade edilen sahabînin adı ise “yaşamak” kelimesinden türemiştir. Efendimiz s.a.v. bir keresinde tefe’ülü sevdiğini ifade buyurunca, yanında bulunanlar “tefe’ül”ün ne olduğunu sordular; “Güzel kelimedir.” buyurdu. (Buharî, Müslim, Ahmed b. Hanbel vd.)
Burada Efendimiz s.a.v., ilk iki sahabînin adında uğursuzluk bulunduğuna inandığı için değil, fakat üçüncü sahabînin adında bir güzellik bulduğu (tefe’ül) için böyle davranmıştır.
Gerçekten de Efendimiz s.a.v., güzel isimleri sever ve bunların hayra vesile olacağını söylerdi. Bu sebeple şöyle buyurmuştur:
“İsimlerin en hayırlısı Abdullah, Abdurrahman, Hâris ve Hemmâm’dır. (İlk ikisi bellidir) Hâris dünyası (evi, evlad-u ıyali) için çalışır, kazanır. Hemmâm ise hayır düşünür, hayır umar. İsimlerin şerlileri ise Harb ve Mürre’dir.” (et-Temhîd, 24/72)
Efendimiz s.a.v. herhangi bir şeyde uğursuzluk bulunduğunu düşünmezdi. Bir kimseye adını sorup da, karşılığında güzel bir anlam ifade eden bir isim söylendiğinde mübarek yüzü aydınlanırdı. Olumsuz bir anlam ifade eden bir kelime söylendiğinde ise, bundan hoşlanmadığı belli olurdu. Aynı şey, yer, mevki isimleri konusunda da vaki idi.
Bütün bunlardan çıkaracağımız sonuç şudur: Uğur veya uğursuzluk diye bir şey yoktur. Dolayısıyla bazı eşyaların, zaman dilimlerinin, sayıların vs. uğur veya uğursuzluk getirdiğine inanmak doğru değildir.
Buna mukabil, bir şeyi hayra yormak, güzel bir söz, isim vb. duyduğunda bunun hayra vesile olacağını düşünmek meşrudur, güzeldir. Efendimiz s.a.v.’in, bazı ipucu ve işaretlere dayanarak gelecek hakkında iyimser tahmin ve yorumlarda bulunması bunu açıkça göstermektedir.
Nevevî ve İbn Hacer’in de isabetle belirttiği gibi, tefe’ülün şartı, hayra vesile olacağı umulan şeyin maksatlı olarak ve bir anlamda zorla yapılması değil, tevafuk eseri vuku bulmasıdır. (Münâvî, Feyzu’l-Kadîr, 5/229, 231)
Uğurlu gün, uğurlu sayı hurafesi
Bunun bir şeyi “uğurlu veya uğursuz saymak” ile bir ilgisi yoktur. Zira mesela halk arasında dolaşan “Benim uğurlu sayım 3’tür, 11’dir…” veya “Benim uğurlu günüm Çarşamba, uğurlu rengim mordur.” gibi inanç ve kanaatler yanlıştır, çünkü uğurlu olduğu söylenen bu sayı, gün veya renklerde herhangi bir özellik bulunmaz. “Neden bunlar uğurludur?” diye bir soru sorsak, karşılığında hiçbir makul cevap alamayacağımız açıktır.
Buna mukabil Efendimiz s.a.v.’in tefe’ülünün, güzel, hayırlı anlamları olan kelimeler üzerine bina edildiğini yukarıda görmüştük. Nitekim “Tıyere’nin (uğursuzluk) aslı yoktur. Onun en iyisi faldır.” buyurmuş, “Fal nedir?” sorusuna da “Sizden birinin işittiği güzel sözdür.” (Buharî) buyurmuştur ki, bu durum, yukarıdan beri yaptığımız açıklamayı son derece veciz bir şekilde özetlemektedir.
Sahabe’den Hz. Talha ve Hz. Zübeyr’in (Allah ikisinden de razı olsun) onar oğlu vardı. Hz. Talha r.a. oğullarının her birine bir peygamberin, Hz. Zübeyr r.a. ise kendi oğullarının her birine bir şehidin ismini koymuştu. Hz. Talha r.a., peygamberlerin şehitlerden üstün olduğu gerekçesiyle Hz. Zübeyr r.a.’e takıldı. Hz. Zübeyr r.a. ona şöyle karşılık verdi: “Ben çocuklarımın her birinin şehit olmasını umabilirim; ama sen çocuklarından hiçbirisinin peygamber olmasını umamazsın!” (Münâvî, Feyzu’l-Kadîr, 2/246)
Astroloji ve Burçlar
Yıldızların konum ve hareketlerinin belli bir işaret sistemi oluşturduğuna ve bu sistem sayesinde gelecek, şimdiki durum ve geçmişe dair bilgi elde etmenin mümkün olduğuna inananların iştigal sahası olarak Astroloji, Arapça’da “İlm-i Ahkâm-ı Nücum” veya “Tencim” olarak adlandırılır.
Gökten gelecek tahmini
İlm-i Ahkâm-ı Nücum’u, “Tabii Astroloji” ve “Ahkâm Astrolojisi” olmak üzere iki ana disipline ayırmak mümkündür. Tabii Astroloji, feleklerin (gök küre) atmosfer ve yeryüzündeki dört unsura dayalı fizikî nesne ve olaylar üzerine yaptığı tesirleri inceler. Bunlardan hareketle geleceğe dair tahmin ve kehanetlerde bulunur.
Ahkâm astrolojisi ise, gök cisimlerinin insan kaderi üzerinde etkili olduğu inancıyla gelecek hakkında kehanetlerde bulunur.
Günümüzde astroloji dendiğinde halk arasında genellikle Ahkâm Astrolojisi anlaşılır. Bir insanın doğumu sırasında veya bir olay meydana geldiğinde astrolog/müneccim yıldızların konumuna bakar, bunu bir şema üzerinde belirler; sabit ve hareketli yıldızların yerleri arasındaki ilişkileri tesbit ederek gelecek hakkında tahminlerde bulunur.
Burç
Burçların insan üzerinde etkisi bulunduğuna inanmak, burç ve yıldız gibi gök cisimlerine müstakil bir kudret nisbet edilmesine ve giderek onlara tapmaya kadar varan inanışlara götürdüğü için, Tevhid akidesiyle bağdaşmayan son derece tehlikeli hususlardır.
Bu inanışların geçmişte olduğu gibi günümüzde de insanları yaygın bir şekilde etkisi altına aldığı görülmektedir. Bu sebeple tarih boyunca ulema bu konuda oldukça hassas davranmış ve konunun imanla irtibatlı tehlikeli boyutlarına dikkat çekerek halkı uyarmıştır.
Yağmurlu bir gecenin ardından Efendimiz s.a.v. sabah namazını kıldırdıktan sonra, “Rabbiniz ne buyurdu biliyor musunuz?” diye sordu. Sahabe, Allah ve Rasulü bilir.” dediler. Şöyle buyurdu:
“Allah buyurdu ki: Kullarımdan bazısı mümin, bazısı da kâfir olarak sabahladı. Kim, ‘Allah’ın fazl u rahmetiyle yağmura kavuştuk.’ dediyse işte o bana iman etmiş, yıldızı reddetmiştir. Kim de ‘Filan ve falan yıldızın nev’i sebebiyle yağmura kavuştuk.’ dedi ise, o da beni reddetmiş, yıldıza iman etmiştir.” (Buharî, Müslim)
Burada geçen “yıldızın nev’i” ifadesi, eski kavimlerden beri bilinen astronomik olaylarla meteorolojik olaylar arasındaki ilişkiyi anlatmaktadır. Arapça’da “nev” kelimesi, ayın yörüngesinde deveran ederken uğradığı menzillerde kalış süresini ifade etmektedir. Bu sürelerin başlangıç ve bitimi, birtakım tabiat olaylarının ve meteorolojik hadiselerin meydana geliş zamanı olarak tecrübe ile tesbit edilmiştir. (İbn Âsım, Kitabu’l-Envâ’, s. 32 vd.)
Tabiat olayları-gök cisimleri ilişkisi
Yıldızların ve gezegenlerin hareketleriyle ilgili olarak kadim zamanlardan beri bilinen bu hususlar, zaman içinde bazı kavimlerde, tabiat olaylarını gök cisimlerinin hareketlerine bağlama inancını doğurmuştur. Efendimiz s.a.v.’in dikkat çektiği nokta da burasıdır.
Gök cisimleri, kendilerine hakim kılınan kozmik yasaya uygun şekilde hareket eden varlıklardır. Tabiat olaylarının ve meteorolojik hadiselerin bunlarla bağlantısı da yine ilahî kozmik yasanın bir gereğidir. Hal böyleyken yağmuru veya başka herhangi bir tabiat olayını gezegenlerin hareketlerine bağlamak, “Müsebbibu’l-Esbab: Sebeplerin Yaratıcısı” olan Cenab-ı Hakk’ı görmemek olduğundan elbette küfür olacaktır.
Bazı zamanların ve mekânların etkisi
Gök cisimlerinin olduğu gibi, bazı zamanların ve coğrafî mekânların insanların huyu, tabiatı, ahlakı, kabiliyeti, gidişatı… üzerinde tesirli olduğu inancı da doğru değildir. Cahiliye döneminde Araplar bu türlü inançlara sahip olduğu için, Efendimiz s.a.v. “Üç şey cahiliye adetlerindendir.” buyurmuş, bunların soy-sopa kötü konuşmak ve ölü için saçını başını yolarak ağlamak, bir de nev’lerden yağmur ummak olduğunu beyan etmiştir. (Buharî, Müslim)
Eğer bu tür olayların insanlar üzerinde, onların kişiliklerini dahi belirleyecek etkisi olsaydı, bütün insanların aynı emir ve nehiylere muhatap olmasının ve aynı hükümlere uymakla sorumlu kılınmasının bir anlamı olmazdı. (el-Merzûkî, Kitâbu’l-Ezmine ve’l-Emkine, s. 70)
Cahiliye Araplarının, insanın kaderiyle ilgili olan bütün bu hadiseleri gök cisimlerinin hareketlerine, gezegenlerin menzillere uğrayış ve buralarda kalış sürelerine bağlamasını anlamaz isek, Kur’an’da ve hadislerde “dehr” kavramı üzerinde hassasiyetle durulmuş olmasına bir anlam vermemiz zorlaşır.
Bilindiği gibi “dehr” zaman demektir ve Cahiliye döneminde insanların bütün kaderinin, yukarıda belirttiğimiz tarzda gök cisimleri ile kopmaz bir ilişki içinde olduğuna inanılırdı. (Zamanın, Eski Yunan’dan bu yana felekler ve “gök” dediğimiz kozmik sistem ile irtibatlı olarak izah edildiği bilinmektedir. Bkz. Merzûkî, a.g.e., 103)
Cahiliye Araplarının ağzından hikâye edilen “Bizi ancak dehr helâk ediyor.” (Câsiye Suresi, 24) sözü ve Efendimiz s.a.v.’in “Dehr’e sövmeyin. Zira dehr Allah’tır.” (Buharî, Müslim, Ahmed b. Hanbel) hadisi bu noktaya dikkatimizi çekmektedir.
Zikrettiğimiz hadiste geçen “Dehr Allah’tır.” sözünün anlamı şudur: “Bazı kimseler olayları dehre (zamana) bağlıyor; hoşlarına gitmeyen bir şey olduğunda, sebep olarak gördükleri dehr hakkında kötü laf ediyor. Oysa yaşadığınız her şey Allah’tandır. Siz sebep hakkında kötü söz söylediğinizde, Allah Tealâ hakkında konuşmuş olursunuz.”
Dolayısıyla, gezegenlerin uğradığı mutat durak yerleri olarak itibar edilen burçlar da dahil olmak üzere, hiçbir gök hareketinin ve cisminin insan tabiatı, kaderi, özellikleri ve kabiliyeti üzerinde etkisi yoktur. Bazı kitaplarda bu konuda nakledilen bilgiler, farklı kültürlerden harmanlanarak gelen ve dinimiz tarafından tasdik edilmemiş olan hususlardır.
Sonuç olarak Kur’an ve Sünnet’in onaylamadığı şekilde gaybdan haber alma çabası içine girmek, insanı asıl gayesinden alıkoyan ve giderek yaratılış maksadından uzak vadilere sürükleyen tehlikeli bir meşgaledir.
Bizim için gerekli ve lüzumlu olan gaybî bilgiler zaten Kur’an ve Sünnet tarafından verilmiştir. Bunun ötesine uzanarak haddimizi ve yetkimizi aşmak, kulluk bilincimize bir katkı sağlamayacağı gibi, tam tersine şeytanî vesveselerin esiri olarak kendimizde birtakım istidatlar, kuvvetler ve yetenekler vehmetmemize yol açar. Bunun sağlayacağı paye ise -Allah’a sığınırız- şeytanın avaneliğinden başka bir şey değildir.
Ne Sahabe ne de Selef uleması böyle şeylerle meşgul olmuştur. O kutlu nesillerin örnekliği ise, eğer yeterince örnek alabilirsek, bizim için her türlü tehlikeden emin olmanın, her türlü payenin ötesinde “kulluk” makamına erişebilmenin biricik adresidir.
Sorularla İslamiyet
"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR
İhtimal, bu da ilâhi imtihanımızın bir unsuru.
Gelecekten ve gayb aleminden bize gerekli olan bilgileri peygamberler bildirdi.
Daha fazlası için girişilen arayışları, yolları, yöntemleri anlamak ve değerlendirmek, ancak ilâhi vahyin ışığı altında mümkün.
Zaten o ışıkla aydınlanmamış hangi yol, hangi yöntem selamete çıkarabilir ki...
İnancı zayıf veya inançtan tamamen uzak insanlar arasında pek çok ortak özellikten söz edilebilir. Bu özelliklerden birinin de, “geleceği bilme arzusu” olduğunda şüphe yok.
Gelecek tehlike ve olumsuzluklar karşısında kendisini güvenceye almak, toplum nezdinde ayrıcalıklı bir konum elde etmek, başkaları üzerinde hakimiyet kurmak, böylece kendisinin ve başkalarının kaderini belirlemek maksadıyla, hatta sırf merakını tatmin etmek gayesiyle bu türlü bilgilere ulaşmayı hep bir ayrıcalık olarak görür bu tür insanlar. Teslimiyet, rıza, muhabbet… vb. eksikliğinden kaynaklanan bir “şuur eksikliği ya da yokluğu” durumudur bu.
Öte yandan bu amaca ulaşmak için başvurulan değişik yol ve yöntemlerin çoğu zaman toplum tarafından birbirine karıştırıldığı, bu meselede neyin hakikat ve neyin hurafe/asılsız olduğunun çok iyi ayırt edilemediği de bir başka gerçek.
Fal ve Kehanet
Arapça’da, “uğur ve uğurlu şeyleri gösteren simge” anlamına gelen fal kelimesi, Batı dillerinde genellikle “Gelecekten haber verme” anlamında kullanılır. Dilimizdeki kullanımının da bu anlamda olduğu görülüyor. Aşağıda göreceğimiz çeşitli yöntem ve şekillerde yapılan “falcılık”, gelecekten haber verme iddiasıyla icra edilir. Arapça’da “kâhin” veya “arrâf” gibi kelimelerle anlatılan kimselerin yaptığı da bundan başka bir şey değildir.
Eski kavimlerin alışkanlığı
Ülkemizde çoğunlukla el falı, kâğıt (iskambil) falı, kahve falı, yıldız falı… gibi çeşitleri ile yürütülen falcılık, çok eski çağlardan beri çeşitli din ve kültürlerde izine rastlanan bir faaliyettir. Geçmişinin milattan önce 4000 yıllarına kadar uzandığını gösteren belgeler, Mısır, Çin, Babil ve Kalde’de falcılık yapıldığını ortaya koymaktadır. En eski falcılık örneklerinin Mezopotamya’da bulunduğu tahmin edilmektedir. (Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, 12/135)
Gelecekten veya bizim için “gayb” olan herhangi bir meseleden haber verme işini cinler vasıtasıyla yürütme tarzının ilk örneklerinin yahudilerde görüldüğünü biliyoruz. Müfessirlerin rivayet ettiğine göre şeytanlar gök kapılarına kadar çıkar, orada meleklerin, dünyadaki ölüm, kayıp vb. hususlardaki konuşmalarına kulak verir, ezberledikleri sözleri yeryüzündeki kâhinlere aktarırlardı. Kâhinler de (kehânet, falcılık gibi isimler altında) bunları insanlara haber verir, insanlar da gerçekten o haberlerin vaki olduğunu görürdü. Şeytanlar, kâhinler nezdinde belli bir itimat ve güven sağlayınca, bir süre sonra yalan söylemeye, doğru habere yalan karıştırmaya başladılar. Öyle ki, bir doğru sözün yanına yetmiş yalan söz koyup kâhinlere söylüyorlardı.
Bir peygamberin mücadelesi
Derken, bazı kimseler bunları yazıp kaydetmeye başladı. Zaman içinde bu yazılanlar vesilesiyle cinlerin gaybı bildikleri söylentisi İsrailoğulları arasında yayıldı. Hz. Süleyman a.s. bunun üzerine dört bir yana adamlar göndererek bu kitapları toplattı; bir sandığın içine koydu ve tahtının altına gömdü. Sonra da “Kim şeytanların gaybı bildiğini söylerse, boynunu vururum!” diye ilan etti.
Hz. Süleyman a.s. hayatta olduğu sürece o sandığın yanına yaklaşamayan şeytanlar, o ve onun emrini uygulayan alimler vefat edip bu dünyadan ayrılınca, şeytanlar insanları kandırarak tahtın altını kazdırdılar ve sandığı çıkarıp, içindeki kitapları göstererek; “Süleyman insanları, şeytanları, kuşları işte bunlarla kontrol altında tutuyordu!” dediler. Böylece insanlar arasında Hz. Süleyman a.s’ın büyücü olduğu söylentisi yayıldı.
İşte, “Ve onlar, şeytanların Süleyman’ın mülkü aleyhine uydurdukları şeylerin ardına düştüler. Oysa Süleyman asla küfre düşmedi. Sadece şeytanlar küfre düştüler.” (Bakara, 102) ayetinde anlatılan durum budur. (İbn Kesîr, Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm, 1/134 vd.)
Cinler Neyi Bilir?
Kur’an’da cinlerin ağzından şöyle dedikleri haber verilir:
“Doğrusu biz (cinler) göğü yokladık; fakat onu, kuvvetli (ve şiddetli) bekçilerle ve alev huzmeleriyle doldurulmuş bulduk. Oysa biz (daha önce) onun bazı kısımlarında (haber) dinlemek için oturacak yerler (bulup) oturuyorduk. Fakat şimdi kim dinlemek istese, kendisini gözetle(yip izle)yen bir alev huzmesi buluyor. Bilmiyoruz, yeryüzündekilere kötülük mü murad edildi, yoksa Rabbleri onlara bir hayır mı diledi.” (Cin, 8-10)
Gaybı bilmezler
Bu ayet açık bir şekilde gösteriyor ki, cinler gaybı bilen varlıklar değildir. Onlar bir zaman göğün belli yerlerinde meleklerin yeryüzünde olup biten hadiselerle ilgili konuşmalarını dinleme imkanı bulmuşlardır. Ancak daha sonra bu imkan onların elinden alınmıştır.
Bu durum başka ayetlerde de şöyle ifade buyurulur:
“Doğrusu biz dünya göğünü bir süsle, yıldızlarla süsledik. Ve onu inatçı her şeytandan koruduk. Onlar Mele-i Âlâ’yı dinleyemezler. Her taraftan kovulup atılırlar, uzaklaştırılırlar. Onlara ardı arkası kesilmez bir azap vardır. Ancak (meleklerin konuşmalarından) bir sözü kapan olursa, onu da delip geçen alevli yıldızlar takip eder.” (Sâffat, 6-10)
“Andolsun ki, yakın göğü kandillerle donattık. Onlarla şeytanların taşlanmasını sağladık ve şeytanlara çılgın alev azabını hazırladık.” (Mülk, 5)
“Andolsun ki biz gökte burçlar yaptık ve onları bakanlar için donattık. Ve onları, kovulmuş her şeytandan koruduk. Ancak kulak hırsızlığı yapan olursa, apaçık görülen bir ateş onu kovalar.” (Hicr, 16-18)
Bütün bu ayet-i kerimeler açıkça bildiriyor ki, cinler kendiliklerinden gaybı bilemezler. Onlardan bir kısmı göğün bazı yerlerinde gizlenerek meleklerin konuşmalarını dinler, sonra da gelip bu dinlediklerini, bire yüz katarak yeryüzündeki dostları olan kâhinlere, falcılara aktarırlardı.
Bilgi hırsızlığı ve ateş topu
Ancak, Cin Suresi’nden yukarıda aktardığımız ayetlerde de açıkça haber verildiği gibi, Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz’in peygamberliği ve Kur’an’ın nüzulü ile birlikte cinlerin bu imkanı da kalmamıştır. Artık onlardan her kim bir kulak hırsızlığı yapmak için göğün kapılarına yaklaşacak olsa, delip geçici bir alev topu tarafından takip ve helâk edilir.
İbn Abbas r.a.’ın haber verdiğine göre, Efendimiz s.a.v. bir gece ashabıyla oturmuş sohbet ediyordu. O sırada bir yıldız kaydı ve aydınlık saçtı. Efendimiz s.a.v. böyle bir olay cahiliye döneminde vuku bulduğunda ne dediklerini orada bulunanlara sordu. Onlar bu durumu, büyük bir kimsenin doğumuna veya ölümüne işaret saydıklarını söylediler. Efendimiz s.a.v. şöyle buyurdu:
“Yıldız, ne bir kimsenin ölümü, ne de doğumu için kayar. Ancak Rabbimiz Tebareke ve Tealâ bir konuda hüküm verince, Arş’ı taşıyan melekler tesbih ederler. Sonra onların altında bulunan gök ehli tesbih eder. Nihayet bu tesbih bizim dünyamıza kadar ulaşır. Sonra Arş’ı taşıyan meleklerin altında bulunan gök ehli, haberin ne olduğunu soruşturarak Arş’ı taşıyan meleklere, ‘Rabbimiz ne buyurdu?’ derler. Onlar da bu hükmü kendilerine haber verirler. Her gök ehli diğer (daha aşağıdaki) gök ehline durumu bildirir. Nihayet haber dünya göğünde bulunanlara kadar ulaşır. Cinler bu haberi kulak hırsızlığı yaparak çalarlar da, bunun üzerine kovalanırlar. Onların bu şekilde getirdikleri haber haktır. Ancak kendileri değişiklik yapıp artırma-eksiltmede bulunurlar.” (Müslim, Ahmed b. Hanbel)
Bu hadis-i şerif, yukarıda mealini sunduğumuz Hicr Suresi 16’ncı ayetinde geçen “apaçık görülen bir ateş” ifadesinin ne anlama geldiğini de açıklamaktadır.
Cinler için bir dönemin sonu
Rivayeti aktaran râvilerden Ma’mer, Zührî’ye, “Cahiliye döneminde de böyle yıldız kayar mıymış?” diye sorduğunda, “Evet, ancak Rasulullah s.a.v. peygamber olarak gönderilince bu daha çok kuvvetlendirildi.” cevabını verir.
Zührî’nin bu cevabı, Sahabe’den gelen rivayetlere dayanmaktadır ve son derece yerindedir. (Bu rivayetlerin topluca zikri için bkz. Kurtubî Tefsiri, 19/14)
Nitekim Müslim, Tirmizî ve Nesâî’nin yer verdiği bir rivayette Abdullah b. Abbas r.a. şöyle demiştir:
“Rasulullah s.a.v. (Mekke döneminde) ashabından bir cemaatle Ukaz panayırına gitmek üzere yola çıkmış. O tarihlerde (cinnî) şeytanlar gökten haber almaktan men edilmiş, üzerlerine gök taşları atılmış, bunun üzerine şeytanlar kavimlerinin yanına dönmüşler. Kavimleri onlara, ‘Size ne oldu?’ diye sorunca, ‘Gökten haber almaktan men edildik. Üzerimize gök taşları gönderildi.’ diye cevap vermişler. Kavimleri, ‘Bu, mutlaka yeni zuhur etmiş bir şeyden olacak. Hemen yeryüzünün doğusunu-batısını dolaşarak bakın bakalım, gökten haber almanıza mani olan şu hadise nedir?’ demişler. Bunun üzerine şeytanlar yeryüzünün doğusunu-batısını dolaşmışlar. Tihâme tarafına giden şeytan grubu, Ukaz panayırına gitmekte olan Rasulullah s.a.v. Efendimiz, Nahle denen yerde ashabına sabah namazını kıldırırken O’nun yanına uğramış. (Rasulullah s.a.v. Efendimiz’in okuduğu) Kur’an’ı işitince kendi aralarında, ‘Gökten haber almamıza mani olan işte budur!’ diye konuşmuşlar. Sonra da kavimlerine dönerek, ‘Ey kavmimiz! Biz, doğru yolu gösteren şaşılacak bir kıraat dinledik ve ona iman ettik. Bundan sonra Rabbimize asla hiçbir şeyi ortak koşmayacağız.’ demişler.”
Eğer bilselerdi...
Bu rivayet açıkça gösteriyor ki, cinlerin bütün marifeti, göğün bazı yerlerine gizlenerek meleklerin konuşmalarına kulak hırsızlığı yapmaktan ibaretti. Ancak Efendimiz s.a.v.’in peygamber olarak gönderilmesinden sonra bu kapı da onlara kapatılmıştır.
Dolayısıyla cinlerin gaybı bilen varlıklar olduğunu, kendilerinin de cinlerle irtibat kurarak gelecekten haber verdiklerini söyleyen kimseleri tasdik etmenin İslamî bir temeli, dayanağı yoktur.
Kur’an’da Hz. Süleyman a.s.’dan bahseden ayetlerde şöyle buyurulur:
“Onun ölümüne hükmettiğimiz zaman, ölümünü onlara ancak değneğini yiyen canlı (kurt) fark ettirdi. (Süleyman) yere düşünce ortaya çıktı ki, eğer onlar gaybı bilselerdi, alçaltıcı azap içinde kalmazlardı.” (Sebe’, 14)
Tefsir kaynaklarında bu ayetin tefsiri sadedinde çeşitli şeyler nakledilmiştir. Özeti şudur: Hz. Süleyman a.s. eceli gelip de vefat ettikten sonra aradan uzun bir süre geçmişti. Emrinde çalıştırdığı cinler ve insanlar, onun asasını yiyen bir kurt sayesinde vefat ettiğini anladılar. Dayandığı asayı kurdun kemirmesi üzerine desteksiz kalan cansız bedeni yere düştü. Bunun üzerine onun uzun bir süre önce vefat ettiği anlaşıldı.” (Bkz. İbn Kesîr, 3/529 vd.)
Kehaneti Tasdik Etmek
Falcıların her sözünün yalan/yanlış olmadığı, söyledikleri sözlerin ve verdikleri haberlerin bir kısmının gerçek çıktığı tecrübe ile sabit iken, acaba dinimizin bizi onların söylediklerini tasdik etmekten men etmesinin hikmeti ne olabilir?
Hz. Aişe r.anha validemiz şöyle diyor:
“Bazı kimseler Rasulullah s.a.v. Efendimiz’e gelerek kâhinler hakkında soru sordular. Rasulullah s.a.v.:
- Onlar hiçbir şey değildir, buyurdu.
Soruyu soranlar:
- Ey Allah’ın Rasulü! Onlar bazen bize bir şey söylüyor ve söyledikleri doğru çıkıyor, deyince şöyle buyurdu:
- O söz (kâhinin) cinden (öğrendiklerinden)dir. Cin onu (gökten) kapar da, tavuğun gıdaklaması gibi dostunun (kâhinin) kulağına gıdaklar. Bu suretle ona yüz yalandan daha fazlasını karıştırırlar.” (Müslim)
Burada akla şöyle bir soru gelebilir: Yukarıda, Efendimiz s.a.v.’in bi’setiyle birlikte cinlerin gök kapılarından dinledikleri haberleri yeryüzündeki dostlarına (kâhinlere) aktarma imkanından mahrum kılındıkları belirtilmişti. Oysa bu rivayette kâhinlerin bazı şeyleri gerçek olarak söyleyebilecekleri zikredilmektedir. Burada bir çelişki yok mudur?
Biraz şeytan işi, biraz maharet
Bu sorunun cevabını ulema çeşitli şekillerde vermiştir ki, bunları üç madde halinde toparlayabiliriz:
1. Efendimiz s.a.v.’in bi’setinden sonra gök kapılarını dinlemek cinler için eskisi kadar kolay olmadığından, cinlerden birisi ender de olsa orada konuşulanlardan kırık-dökük bazı şeyler kapabilir. Ancak hemen kendisini izleyen alev huzmesi sebebiyle, zaten tamamını dinleyemediği sözü, bir diğer cine, bir o kadar daha eksik aktarır. Allah bilir, kâhinin kulağına –Efendimiz s.a.v.’in tabiriyle– “tavuk gıdaklaması” gibi aktarılan şey işte bu bölük-pörçük sözdür. Ki, aşağıdaki maddelerde zikredeceğimiz hususlar da işin içine katılınca, kâhinin söylediği bazen gerçeğe isabet edebilir.
2. Cinin kâhine haber verdiği husus, insanların genellikle bilgi sahibi olamadığı veya hadisenin yakınında olanlar bilebilirken, uzağındakilere gizli kalan hususlardan olabilir. Çalıntı bir eşyanın yerinin söylenmesi bu türdendir.
3. Hüner sahibi kâhinler genellikle keskin zekâlı, bilgi ve tecrübe sahibi kimseler olduklarından, bazen kendilerine getirilen problemler konusunda zan, tahmin veya akıl yürütme yoluyla da doğruya isabet edebilirler. (İbn Hacer, Fethu’l-Bârî, 10/217)
Sağlam imanı bozmamak için...
Geniş halk kesimleri genellikle bu inceliklerin farkında olamayacağı için, Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz falcıya ve kâhine itibar ederek giden ve onların söylediklerini tasdik eden kimselerin kırk gün namazlarının kabul edilmeyeceğini, bunların Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz’e indirileni (Kur’an’ı) inkâr etmiş sayılacaklarını ve cennete giremeyeceklerini haber vermiştir. (Ahmed b. Hanbel, Müslim, Ebu Davud, Tirmizî, İbn Mace)
Bu sebeple Ehl-i Sünnet’in itikat kitaplarında, kâhinlerin ve falcıların söylediklerinin tasdik edilmemesi bir itikat ilkesi olarak zikredilmiştir. (Mesela bkz. el-Akîdetu’t-Tahâviyye, Abdülganî el-Meydânî şerhi, s. 141)
Uğur ve Uğursuzluk Var mı?
Arapça’da “tefe’ül” veya “fe’lul-hasen” tabiri, dilimizdeki “hayra yorma” tabirinin karşılığı olarak kullanılmaktadır. Bunun karşıtı ise “tıyere” veya “teşe’üm” tabirleridir ki, “uğursuz sayma” anlamındadır.
Bir cahiliye adeti
Gerek tefe’ül gerekse teşe’üm, bir olayın veya gelişmenin, ileride ortaya çıkacak bazı durumlar hakkında işaretler taşıdığı düşüncesinden kaynaklanmaktadır. Cahiliye döneminde kuşların adları, sesleri ve uçuşlarından uğursuz anlamlar çıkarmanın da, çakıl taşı, nohut, bakla gibi nesnelerli uğurlu saymanın da Efendimiz s.a.v. tarafından yasaklandığını görüyoruz. (Ebu Davud)
Yine Efendimiz s.a.v.’in, baykuşta ve yıldız batmasında uğursuzluk bulunmadığını, esasen “uğursuzluk” diye bir şeyin olmadığını vurguladığını ilgili rivayetlerden öğreniyoruz. (Buharî, Müslim, Tirmizî, Nesâî)
Halk arasında arabanın önünden tavşan geçmesi, evin bacasına baykuş konması, haftanın belli günlerinde yolculuğa çıkmak, merdiven altından geçmek, göz seğirmesi… gibi şeylerin uğursuzluk alameti sayılması ya da kapının üstüne at nalı çakmak, tavşan tırnağı taşımak gibi şeylerin uğur getireceğine inanılması bâtıl inanç ve hurafe olup, yukarıdaki rivayette örnek olarak zikredilen hususlar çerçevesinde değerlendirilmelidir.
Bununla birlikte Efendimiz s.a.v.’in, bazı gelişmeleri hayra yorduğu, bazı durumlardan hayırlı neticeler çıkmasını umduğunu da yine sahih rivayetler kanalıyla biliyoruz.
Söz gelimi bir keresinde bir devenin sütünün sağılması gerekiyordu. Efendimiz s.a.v., bu işi kimin yapmak istediğini sordu. Orada bulunanlardan birisi ayağa kalktı; Efendimiz s.a.v. ona adını sordu. Adam “Mürre” dedi. Efendimiz s.a.v. ona yerine oturmasını söyledi ve sorusunu tekrarladı. Bir başkası kalktı. Efendimiz s.a.v. ona da ismini sordu, o da “Harb” diye cevap verince ona da oturmasını buyurdu. Üçüncüde isminin “Ya’îş” olduğunu söyleyen birisi kalkınca Efendimiz s.a.v. deveyi onun sağmasını istedi. (Muvatta)
Burada dikkat çeken husus, deveyi sağmak için ilk önce ayağa kalkan kişinin adının “acı” kelimesinden türemiş olması, ikincisinin adının ise “savaş” olmasıdır. Deveyi sağmasına müsaade edilen sahabînin adı ise “yaşamak” kelimesinden türemiştir. Efendimiz s.a.v. bir keresinde tefe’ülü sevdiğini ifade buyurunca, yanında bulunanlar “tefe’ül”ün ne olduğunu sordular; “Güzel kelimedir.” buyurdu. (Buharî, Müslim, Ahmed b. Hanbel vd.)
Burada Efendimiz s.a.v., ilk iki sahabînin adında uğursuzluk bulunduğuna inandığı için değil, fakat üçüncü sahabînin adında bir güzellik bulduğu (tefe’ül) için böyle davranmıştır.
Gerçekten de Efendimiz s.a.v., güzel isimleri sever ve bunların hayra vesile olacağını söylerdi. Bu sebeple şöyle buyurmuştur:
“İsimlerin en hayırlısı Abdullah, Abdurrahman, Hâris ve Hemmâm’dır. (İlk ikisi bellidir) Hâris dünyası (evi, evlad-u ıyali) için çalışır, kazanır. Hemmâm ise hayır düşünür, hayır umar. İsimlerin şerlileri ise Harb ve Mürre’dir.” (et-Temhîd, 24/72)
Efendimiz s.a.v. herhangi bir şeyde uğursuzluk bulunduğunu düşünmezdi. Bir kimseye adını sorup da, karşılığında güzel bir anlam ifade eden bir isim söylendiğinde mübarek yüzü aydınlanırdı. Olumsuz bir anlam ifade eden bir kelime söylendiğinde ise, bundan hoşlanmadığı belli olurdu. Aynı şey, yer, mevki isimleri konusunda da vaki idi.
Bütün bunlardan çıkaracağımız sonuç şudur: Uğur veya uğursuzluk diye bir şey yoktur. Dolayısıyla bazı eşyaların, zaman dilimlerinin, sayıların vs. uğur veya uğursuzluk getirdiğine inanmak doğru değildir.
Buna mukabil, bir şeyi hayra yormak, güzel bir söz, isim vb. duyduğunda bunun hayra vesile olacağını düşünmek meşrudur, güzeldir. Efendimiz s.a.v.’in, bazı ipucu ve işaretlere dayanarak gelecek hakkında iyimser tahmin ve yorumlarda bulunması bunu açıkça göstermektedir.
Nevevî ve İbn Hacer’in de isabetle belirttiği gibi, tefe’ülün şartı, hayra vesile olacağı umulan şeyin maksatlı olarak ve bir anlamda zorla yapılması değil, tevafuk eseri vuku bulmasıdır. (Münâvî, Feyzu’l-Kadîr, 5/229, 231)
Uğurlu gün, uğurlu sayı hurafesi
Bunun bir şeyi “uğurlu veya uğursuz saymak” ile bir ilgisi yoktur. Zira mesela halk arasında dolaşan “Benim uğurlu sayım 3’tür, 11’dir…” veya “Benim uğurlu günüm Çarşamba, uğurlu rengim mordur.” gibi inanç ve kanaatler yanlıştır, çünkü uğurlu olduğu söylenen bu sayı, gün veya renklerde herhangi bir özellik bulunmaz. “Neden bunlar uğurludur?” diye bir soru sorsak, karşılığında hiçbir makul cevap alamayacağımız açıktır.
Buna mukabil Efendimiz s.a.v.’in tefe’ülünün, güzel, hayırlı anlamları olan kelimeler üzerine bina edildiğini yukarıda görmüştük. Nitekim “Tıyere’nin (uğursuzluk) aslı yoktur. Onun en iyisi faldır.” buyurmuş, “Fal nedir?” sorusuna da “Sizden birinin işittiği güzel sözdür.” (Buharî) buyurmuştur ki, bu durum, yukarıdan beri yaptığımız açıklamayı son derece veciz bir şekilde özetlemektedir.
Sahabe’den Hz. Talha ve Hz. Zübeyr’in (Allah ikisinden de razı olsun) onar oğlu vardı. Hz. Talha r.a. oğullarının her birine bir peygamberin, Hz. Zübeyr r.a. ise kendi oğullarının her birine bir şehidin ismini koymuştu. Hz. Talha r.a., peygamberlerin şehitlerden üstün olduğu gerekçesiyle Hz. Zübeyr r.a.’e takıldı. Hz. Zübeyr r.a. ona şöyle karşılık verdi: “Ben çocuklarımın her birinin şehit olmasını umabilirim; ama sen çocuklarından hiçbirisinin peygamber olmasını umamazsın!” (Münâvî, Feyzu’l-Kadîr, 2/246)
Astroloji ve Burçlar
Yıldızların konum ve hareketlerinin belli bir işaret sistemi oluşturduğuna ve bu sistem sayesinde gelecek, şimdiki durum ve geçmişe dair bilgi elde etmenin mümkün olduğuna inananların iştigal sahası olarak Astroloji, Arapça’da “İlm-i Ahkâm-ı Nücum” veya “Tencim” olarak adlandırılır.
Gökten gelecek tahmini
İlm-i Ahkâm-ı Nücum’u, “Tabii Astroloji” ve “Ahkâm Astrolojisi” olmak üzere iki ana disipline ayırmak mümkündür. Tabii Astroloji, feleklerin (gök küre) atmosfer ve yeryüzündeki dört unsura dayalı fizikî nesne ve olaylar üzerine yaptığı tesirleri inceler. Bunlardan hareketle geleceğe dair tahmin ve kehanetlerde bulunur.
Ahkâm astrolojisi ise, gök cisimlerinin insan kaderi üzerinde etkili olduğu inancıyla gelecek hakkında kehanetlerde bulunur.
Günümüzde astroloji dendiğinde halk arasında genellikle Ahkâm Astrolojisi anlaşılır. Bir insanın doğumu sırasında veya bir olay meydana geldiğinde astrolog/müneccim yıldızların konumuna bakar, bunu bir şema üzerinde belirler; sabit ve hareketli yıldızların yerleri arasındaki ilişkileri tesbit ederek gelecek hakkında tahminlerde bulunur.
Burç
Burçların insan üzerinde etkisi bulunduğuna inanmak, burç ve yıldız gibi gök cisimlerine müstakil bir kudret nisbet edilmesine ve giderek onlara tapmaya kadar varan inanışlara götürdüğü için, Tevhid akidesiyle bağdaşmayan son derece tehlikeli hususlardır.
Bu inanışların geçmişte olduğu gibi günümüzde de insanları yaygın bir şekilde etkisi altına aldığı görülmektedir. Bu sebeple tarih boyunca ulema bu konuda oldukça hassas davranmış ve konunun imanla irtibatlı tehlikeli boyutlarına dikkat çekerek halkı uyarmıştır.
Yağmurlu bir gecenin ardından Efendimiz s.a.v. sabah namazını kıldırdıktan sonra, “Rabbiniz ne buyurdu biliyor musunuz?” diye sordu. Sahabe, Allah ve Rasulü bilir.” dediler. Şöyle buyurdu:
“Allah buyurdu ki: Kullarımdan bazısı mümin, bazısı da kâfir olarak sabahladı. Kim, ‘Allah’ın fazl u rahmetiyle yağmura kavuştuk.’ dediyse işte o bana iman etmiş, yıldızı reddetmiştir. Kim de ‘Filan ve falan yıldızın nev’i sebebiyle yağmura kavuştuk.’ dedi ise, o da beni reddetmiş, yıldıza iman etmiştir.” (Buharî, Müslim)
Burada geçen “yıldızın nev’i” ifadesi, eski kavimlerden beri bilinen astronomik olaylarla meteorolojik olaylar arasındaki ilişkiyi anlatmaktadır. Arapça’da “nev” kelimesi, ayın yörüngesinde deveran ederken uğradığı menzillerde kalış süresini ifade etmektedir. Bu sürelerin başlangıç ve bitimi, birtakım tabiat olaylarının ve meteorolojik hadiselerin meydana geliş zamanı olarak tecrübe ile tesbit edilmiştir. (İbn Âsım, Kitabu’l-Envâ’, s. 32 vd.)
Tabiat olayları-gök cisimleri ilişkisi
Yıldızların ve gezegenlerin hareketleriyle ilgili olarak kadim zamanlardan beri bilinen bu hususlar, zaman içinde bazı kavimlerde, tabiat olaylarını gök cisimlerinin hareketlerine bağlama inancını doğurmuştur. Efendimiz s.a.v.’in dikkat çektiği nokta da burasıdır.
Gök cisimleri, kendilerine hakim kılınan kozmik yasaya uygun şekilde hareket eden varlıklardır. Tabiat olaylarının ve meteorolojik hadiselerin bunlarla bağlantısı da yine ilahî kozmik yasanın bir gereğidir. Hal böyleyken yağmuru veya başka herhangi bir tabiat olayını gezegenlerin hareketlerine bağlamak, “Müsebbibu’l-Esbab: Sebeplerin Yaratıcısı” olan Cenab-ı Hakk’ı görmemek olduğundan elbette küfür olacaktır.
Bazı zamanların ve mekânların etkisi
Gök cisimlerinin olduğu gibi, bazı zamanların ve coğrafî mekânların insanların huyu, tabiatı, ahlakı, kabiliyeti, gidişatı… üzerinde tesirli olduğu inancı da doğru değildir. Cahiliye döneminde Araplar bu türlü inançlara sahip olduğu için, Efendimiz s.a.v. “Üç şey cahiliye adetlerindendir.” buyurmuş, bunların soy-sopa kötü konuşmak ve ölü için saçını başını yolarak ağlamak, bir de nev’lerden yağmur ummak olduğunu beyan etmiştir. (Buharî, Müslim)
Eğer bu tür olayların insanlar üzerinde, onların kişiliklerini dahi belirleyecek etkisi olsaydı, bütün insanların aynı emir ve nehiylere muhatap olmasının ve aynı hükümlere uymakla sorumlu kılınmasının bir anlamı olmazdı. (el-Merzûkî, Kitâbu’l-Ezmine ve’l-Emkine, s. 70)
Cahiliye Araplarının, insanın kaderiyle ilgili olan bütün bu hadiseleri gök cisimlerinin hareketlerine, gezegenlerin menzillere uğrayış ve buralarda kalış sürelerine bağlamasını anlamaz isek, Kur’an’da ve hadislerde “dehr” kavramı üzerinde hassasiyetle durulmuş olmasına bir anlam vermemiz zorlaşır.
Bilindiği gibi “dehr” zaman demektir ve Cahiliye döneminde insanların bütün kaderinin, yukarıda belirttiğimiz tarzda gök cisimleri ile kopmaz bir ilişki içinde olduğuna inanılırdı. (Zamanın, Eski Yunan’dan bu yana felekler ve “gök” dediğimiz kozmik sistem ile irtibatlı olarak izah edildiği bilinmektedir. Bkz. Merzûkî, a.g.e., 103)
Cahiliye Araplarının ağzından hikâye edilen “Bizi ancak dehr helâk ediyor.” (Câsiye Suresi, 24) sözü ve Efendimiz s.a.v.’in “Dehr’e sövmeyin. Zira dehr Allah’tır.” (Buharî, Müslim, Ahmed b. Hanbel) hadisi bu noktaya dikkatimizi çekmektedir.
Zikrettiğimiz hadiste geçen “Dehr Allah’tır.” sözünün anlamı şudur: “Bazı kimseler olayları dehre (zamana) bağlıyor; hoşlarına gitmeyen bir şey olduğunda, sebep olarak gördükleri dehr hakkında kötü laf ediyor. Oysa yaşadığınız her şey Allah’tandır. Siz sebep hakkında kötü söz söylediğinizde, Allah Tealâ hakkında konuşmuş olursunuz.”
Dolayısıyla, gezegenlerin uğradığı mutat durak yerleri olarak itibar edilen burçlar da dahil olmak üzere, hiçbir gök hareketinin ve cisminin insan tabiatı, kaderi, özellikleri ve kabiliyeti üzerinde etkisi yoktur. Bazı kitaplarda bu konuda nakledilen bilgiler, farklı kültürlerden harmanlanarak gelen ve dinimiz tarafından tasdik edilmemiş olan hususlardır.
Sonuç olarak Kur’an ve Sünnet’in onaylamadığı şekilde gaybdan haber alma çabası içine girmek, insanı asıl gayesinden alıkoyan ve giderek yaratılış maksadından uzak vadilere sürükleyen tehlikeli bir meşgaledir.
Bizim için gerekli ve lüzumlu olan gaybî bilgiler zaten Kur’an ve Sünnet tarafından verilmiştir. Bunun ötesine uzanarak haddimizi ve yetkimizi aşmak, kulluk bilincimize bir katkı sağlamayacağı gibi, tam tersine şeytanî vesveselerin esiri olarak kendimizde birtakım istidatlar, kuvvetler ve yetenekler vehmetmemize yol açar. Bunun sağlayacağı paye ise -Allah’a sığınırız- şeytanın avaneliğinden başka bir şey değildir.
Ne Sahabe ne de Selef uleması böyle şeylerle meşgul olmuştur. O kutlu nesillerin örnekliği ise, eğer yeterince örnek alabilirsek, bizim için her türlü tehlikeden emin olmanın, her türlü payenin ötesinde “kulluk” makamına erişebilmenin biricik adresidir.
Sorularla İslamiyet
"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR
130.SİHİR,BÜYÜ,TILSIM,NAZAR
“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim
İnsan kendisine bahşedilen irade ve imkanları hangi yönde kullandığına bağlı olarak; yaratılmışların zirve noktasına çıkabilir, “eşref-i mahlukât” sıfatını kazanır.
Ya da alçaldıkça alçalabilir, “esfel-i sâfilîn” aşağıların aşağısı olur.
İnsan rahmanî kudrete de, şeytanî vesveseye de açıktır. Bu güçlerden hangisine meylederse, kişiliği ve eylemleri o doğrultuda şekillenir, çevresine de yine o doğrultuda tesir eder.
Terbiye ve tezkiye edilmemiş nefsin toplumu etkileme, nüfuz ve şöhret elde etme, insanları kontrol altında tutma ve yönlendirme gibi eğilimleri vardır. Pek çok kişide tutkuya dönüşmüş bir eğilimdir bu.
Böyle kişiler bu amaçlara ulaşmak için yerine göre kaba kuvvete ve her türlü hile ve yalana başvurmaktan çekinmezler.
Bazen bununla da kalmazlar, “tabiat üstü güçler”den yardım alma veya alıyormuşcasına göz boyama yöntemlerini de kullanırlar.
Yani büyüye, sihre başvururlar.
Tarihin çok eski zamanlarından bu yana hep var olan, bilim ve teknolojinin kutsandığı çağımızda ise terk edilmek şöyle dursun, yeni görünümlerle yoğunlaşıp yaygınlaşan sihir ve büyü gerçekte var mıdır, etkisi nedir, nasıl korunulur?
Tarihin kötü alışkanlığı
İnsanın mahiyetini bilmediği şeylere belli bir kuşku ve tereddüt ile yaklaşması son derece tabiîdir. Güç yetiremediğimiz kişilerin tasallutuna maruz kalmak elbette kolay kabullenilecek bir durum değildir. Bir de tabiat üstü varlıklarla ilişkili olduğu söylenen, dolayısıyla baş edilmesi çok daha zor olan güçler söz konusu olursa, iş daha da endişe verici boyutlara tırmanmakta, zayıf tabiatlı insanlar böyle durumlarda kolaylıkla teslim alınabilmektedir.
Yahudilik, Hıristiyanlık gibi semavî kökenli olduğu halde sonradan dejenere edilmiş dinlerde de, Hinduizm, Budizm, Şintoizm… gibi beşer mahsulü inanç sistemlerinde de, nihayet biricik Hak Din olan İslâm’da da büyü, sihir, tılsım gibi kavramlar önemli bir yer tutmuştur.
Bilindiği gibi, Efendimiz s.a.v. Tevhid’i tebliğ etmeye başladığı zamanlarda putperest Mekke toplumunun ileri gelenleri tarafından “büyü/sihir yapmak”la itham edilmişti (Bkz. Sâd Suresi, 4; Zâriyât Suresi, 52). Bu durum, İslâm’dan önceki Arap toplumunda da büyünün/sihrin bilindiğini ve ona inanıldığını göstermektedir.
Hatta Felak Suresi’nde Efendimiz s.a.v.’e hitaben, “düğümlere üfleyenlerin şerrinden” Allah’a sığınılmasının emir ve tavsiye buyurulması, o dönemde, iplere düğüm atarken birtakım şeyler söyleyerek düğümlere üflemek suretiyle sihir/büyü yapıldığını açık bir şekilde göstermektedir.
Bunlar ve çağrışım alanlarında bulunan diğer kavramlar, toplumumuzda genellikle söylentiden ileri geçmeyen şeylere dayanıldığı ve haklarında sahih bilgi edinilemediği için halk tarafından çoğu zaman birbirinden ayırt edilememekte, hakikatine inanılması gerekenlerle, hiçbir hakikati olmayanlar birbirine karıştırılabilmektedir. Oysa bu konu, itikadî sahaya girdiği için son derece önemlidir ve itikadî sahanın hassasiyetinin farkında olan her mümin bu meseleler hakkında doğru bilgi edinmek durumundadır. Dolayısıyla bizim toplumumuzda da diğer toplumlarda da güncelliğini hiçbir zaman kaybetmeyen bu kavramların tarifi ve hakikati doğru bir şekilde öğrenilmelidir.
Büyü ve büyücülük
Büyü, tabiat üstü gizli güçlerle ilişki kurularak yahut kendilerinde gizli güçler bulunduğuna inanılan bazı nesneler kullanılarak fayda veya zarar vermek yahut korunmak maksadıyla yapılan işler diye tarif edilir (TDV İslâm Ansiklopedisi, 6/501). “Sebebi gizli olan, hakikatinin aksine tahayyül edilen, göz boyama ve aldatma tarzında yapılan şeyler” (Fahruddîn er-Râzî, et-Tefsîru’l-Kebîr, 3/205) diye tarif edilen “sihir” ile aynı anlamda kullanılsa da, büyü ve sihir kelimeleri, dilimizde farklı anlam sahalarına sahiptir.
Mesela “büyücü” kelimesi, yukarıdaki tarife giren işlerle, tabiat ötesi güçlerle ilişki kurarak, yani büyü yaparak iştigal ettiğine inanılan kimseler hakkında kullanılırken, “sihirbaz” kelimesi daha ziyade el çabukluğu ile gözbağcılık yapan kimseler hakkında kullanılır. Büyücü, kullandığı materyaller üzerine birtakım şeyler yazmak, okumak ve onları belli tarzlarda kullanmak suretiyle diğer insanlara fayda veya zarar verirken, sihirbaz daha ziyade eğlence maksatlı olmak üzere şaşırtıcı gösteriler yapar.
İslâm alimleri büyünün/sihrin birçok çeşidini zikretmiş, Fahruddîn er-Râzî, et-Tefsîru’l-Kebîr’inde bunları 8 grupta toplamıştır (3/206 vd.). Bunları iki başlıkta toplayan Elmalılı şöyle der: “Bütün bu kısımlar, esaslı iki kısma raci olur. Birisi sırf yalan, uydurma ve kandırmadan ibaret olan söz veya fiil ile tesir icra eden sihir, diğeri az çok bir hakikati suiistimal ederek ortaya konan sihirdir. Sihrin bütün mahiyeti, hayali hakikat zannettirecek şekilde insan ruhu üzerinde aldatıcı bir tesir bırakmaktan ibaret olduğu halde, bunun bir kısmı sırf hayal ve vehmettirmek, diğer bir kısmı da bazı hakikat ile karışıktır. Binaenaleyh her sihrin tesirden büsbütün uzak olduğunu iddia etmemelidir.” (Hak Dini Kur’an Dili, 1/445)
Büyü ve sihrin gerçekliği ve hükmü
Kur’an ve Sünnet’e baktığımızda, büyünün/sihrin gerçek olduğunu görüyoruz. Kur’an’da şöyle buyurulur: “Süleyman mülküne dair şeytanların uydurup izledikleri şeyin ardına düştüler. Oysa Süleyman inkâr edip kâfir olmadı, fakat o şeytanlar kâfirlik ettiler; insanlara sihir öğretiyorlar ve Bâbil’de Harut ve Marut’a, bu iki meleğe indirilen şeyleri öğretiyorlardı. Halbuki o ikisi; “Biz ancak ve ancak imtihan için gönderildik; sakın sihir yapıp da kâfir olmayın!” demeden kimseye birşey öğretmezlerdi. İşte bunlardan koca ile karısının arasını ayıracak şeyler öğreniyorlardı. Fakat Allah’ın izni olmadıkça bununla kimseye zarar verebilecek değillerdi. Kendi kendilerine zarar verecek ve bir fayda sağlamayacak bir şey öğreniyorlardı. Yemin olsun ki, onu her kim satın alırsa, onu alanın ahirette bir nasibi olmayacağını da çok iyi biliyorlardı. Hakkıyla bilselerdi, uğruna kendilerini sattıkları şey ne çirkin bir şeydi.” (Bakara, 102)
Bu ayet üzerinde geniş bir şekilde duran müfessirlerin söyledikleri kısaca şudur:
Ehl-i Kitap’tan bir taife (Yahudiler), Tevrat’ı bir kenara bırakarak Hz. Süleyman a.s.’ın hükümranlığı ve devleti aleyhine insan ve cin şeytanlarının yaptığı işlere ve okuduğu efsun ve efsane kitaplarına uydular. Bunlar, meydana gelmiş ve gelecek olaylar hakkında kulak hırsızlığı ile birtakım malumatlar edinip, bire yüz yalan katarak kâhinler vasıtasıyla gizlice yayarlardı.
Zaman içinde kâhinler, kendilerine haber verilen şeyleri tedvin edip kitap haline getirdiler. Etrafa yaydıkları azı gerçek çoğu yalan efsaneler ve uydurdukları tezvirat zaman içinde türlü siyasî ve sosyal entrikalara yol açmış, Hz. Süleyman a.s.’ın hükümranlığı geçici bir süre sarsıntıya uğramıştı.
Ancak Hz. Süleyman a.s., Allah Tealâ’nın yardım ve lütfuyla bu insan ve cin şeytanlarına galip geldi ve onları buyruğu altına alarak çeşitli işlerde istihdam etti. Nihayet eceli gelip vefat edince sihir/büyü kitapları tekrar tedavüle kondu ve hatta Hz. Süleyman a.s.’ın da devleti sihir/büyü ile idare ettiği yalanını yaydılar.
İşte bu insan ve cin şeytanları bir taraftan kendi elleriyle yazıp tedvin ettikleri sihirleri, diğer taraftan da (muhtemelen I. Sürgün döneminde, milattan önce 721 ve 586 yıllarında iki grup olarak sürgün edildikleri) Babil’de Harut ve Marut isimli iki meleğe indirilen şeyleri de öğrenerek halka aktarıyor, böylece küfür işliyorlardı.
Büyüyü melekler mi öğretti?
Yukarıda mealini verdiğimiz ayete sathî bir nazarla bakanlar, sanki Harut ve Marut isimli meleklerin insanlara sihir/büyü öğrettikleri ve insanların da onlardan öğrendikleri büyüyle koca ile karısının arasını ayırdığını söylemişlerdir.
Kur’an’ın ifadesinden anlaşılan odur ki, adı geçen iki meleğe indirilen şey bizzat sihir/büyü değildi. Söz konusu şeytanlar, o iki meleğe indirilen hakikatleri, küfür vesilesi olan sihir için öğrenmiş ve o yolda kullanmışlardır.
Bir diğer ifadeyle, o iki melek insanlara bizzat sihir/büyü öğretmiş değildir. Onların yaptığı, sihir/büyü amacıyla kullanılmaya müsait bir ilmi öğretmek ve bunu yaparken de şu uyarıda bulunmaktır: “Bizim öğrettiğimiz bu bilgiler, hayır yolunda da şer yolunda da kullanılmaya elverişlidir. Sakın bu ilimleri suistimal ederek büyü/sihir yapıp da kâfir olmayın.”
Hz. Musa a.s.’ın, asasını emr-i ilahî ile yere atmak suretiyle Firavun’un büyücülerinin büyü ile yılana dönüşen değnek ve iplerini birer birer yutması (A’raf, 115-117; Tâhâ, 66-70) da Firavun zamanında Mısır’da büyü yapıldığını göstermektedir.
Hadis-i şeriflerde büyü
Sünnet’te de büyü/sihir çokça zikredilmiştir. En önemlisi de, bizzat Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz’e bir Yahudi tarafından büyü/sihir yapılmış olmasıdır. (Buharî) Hicretin 7. senesinde Efendimiz s.a.v. Hudeybiye’den döndükten sonra Lebîd b. A’sem isimli bir yahudi tarafından kendisine büyü yapılmış, büyünün etkisiyle Efendimiz s.a.v., yapmadığı bazı şeyleri yaptığını zannetmiştir. Rivayetlere göre 6 ay sürdüğü anlaşılan büyünün etkisinden Allah’ın izniyle kurtulmuş, iki meleğin (bir rivayete göre Cebrail ve Mikâil a.s.’ın) bildirmesiyle büyüde kullanılan tarak ve saç telinin atıldığı kuyuyu bularak kapattırmıştır.
Bu vesileyle belirtelim ki, bu büyü, vahyin tebliği ve dinî işlerin tedviri konusunda değil, tamamen dünyevî işlerde Efendimiz s.a.v.’i kısmen etkilemiştir. O’nun, bu büyünün tesiriyle peygamberlik görevine halel getirecek en küçük bir değişiklik yaşadığına dair hiçbir işaret yoktur. Kaldı ki Kur’an, O’nun peygamberlik görevini yerine getirirken devamlı surette koruma altında olduğunu bildirmiştir. (Maide, 67)
Keza Efendimiz s.a.v’in pak eşlerinden Hz. Hafsa r.anha’ya bir cariyesi tarafından büyü yapıldığı, bu sebeple cariyenin ölüm cezasına çarptırıldığı rivayet edimiştir. (Muvatta)
Sihir/büyünün hakikati sebebiyle Efendimiz s.a.v., “helâk edici” olarak nitelendirdiği 7 şeyden bizleri sakındırırken, bunlar arasında büyü/sihir yapmayı ve yaptırmayı da zikretmiş ve şöyle buyurmuştur: “Helak edici yedi şeyden sakının.” Sahabe bu 7 şeyin neler olduğunu sorunca şöyle buyurmuştur: “Allah’a şirk koşmak, sihir yapmak, Allah’ın haram kıldığı bir kimseyi haksız yere öldürmek, faiz yemek, yetim malı yemek, düşmana hücum esnasında savaştan kaçmak ve hiçbir şeyden haberi olmayan namuslu kadınlara zina iftirası atmak...” (Buharî, Müslim, Ebu Davud)
Tılsım nedir?
Tılsım: Semavî birtakım güçlerin, arzî güçlerle birleşerek garip, olağandışı işler yapması şeklinde tarif edilir (et-Tânevî, Keşşâfu Istılâhâti’l-Fünûn, 2/927). Elmalılı Hamdi Yazır, tılsımın, Hz. İbrahim a.s’ın kavmi olan Keldanîler’in yaptığı sihir türü olduğunu söyler ve şöyle der: “Fikrimizce bu sihirde, tabiiyat ile ruhiyatın eski zamanlarda keşfedilmiş, birbiriyle ilişkili bazı garip özellikleri birleştirilerek uygulandığı anlaşılmaktadır.” (Hak Dini Kur’an Dili, 1/443)
Ayın akrep burcunda bulunduğu sırada mühre kazıtılan akrep figürünün, kişiyi akrep ısırmalarına karşı koruyacağı, arkasını üstü açık olduğu halde aya doğru dönen hayvanların, ay ışığının arkalarına vurması sebebiyle öleceği… gibi hususlar semavî kuvvetlerle arzî kuvvetlerin belli bir tarzda bir araya gelmesi sonucunda oluşan tılsımlara örnek olarak zikredilmiştir. (İbn Hazm, el-Fısal, 5/101-102; Âlûsî, Rûhu’l-Ma’ânî, 20/120)
İbn Hazm tılsım hakkında müşahedeye dayalı enteresan bilgiler verir ve şunları söyler: “Tılsım, eşyanın tabiatını değiştirme ve gözbağcılık değildir. Tılsımlar, Allah Tealâ’nın terkib ettiği birtakım güçlerdir ki, soğuğun sıcak ile ve sıcağın soğuk ile giderilmesi gibi, Allah Tealâ bu tılsımlar vasıtasıyla başka bazı güçleri ortadan kaldırır. (…) Tılsımların def’i mümkün değildir.”
Semavî güçlerle arzî güçler arasındaki denge ve ilişki doğru biçimde kurulduğu zaman, tılsım garip hadiselerin oluşmasına yol açabilir. “Mıknatısın demiri, kehribarın saman çöpünü çekmesi ve sirkenin ittiği taş böyledir. Bu taş, içinde sirke bulunan kaba sarkıtıldığı zaman kaba girmez, dışına kaçar. Keza yağmur çeken taş da buna örnektir ki, bu taş Türkler arasında iyi bilinir.” (el-Îcî, el-Mevâkıf, 3/368)
Tılsımın gerçekliği
Tılsımın varlıklar üzerinde gerçek bir etkisi olabileceği, ulemanın bu konudaki beyanlarının ortaya koyduğu bir sonuçtur.
Bağdat’a giriş kapılarından “Tılsım Kapısı” üzerindeki yılan figürü sebebiyle Bağdat’ta hiç kimsenin yılan sokması sebebiyle ölmediği, yılanın soktuğu kimselerin hiç acı hissetmediği veya çok az hissettiği, buna mukabil Bağdat dışında yılan sokması sebebiyle ölümlerin meydana gelmesi, Âlûsî’nin bizzat müşahede ettiği bir hadise olarak yukarıda adı geçen tefsirinde zikredilmektedir.
Keza İbn Hazm de -yine yukarıda mezkûr eserinde- tılsımın hakikati hakkında şunları söylemektedir: “Biz tılsımların etkilerini açık olarak bugüne kadar görüyoruz. Çekirgenin girmediği ve havanın hiç soğumadığı köylerin mevcudiyeti, Sarakosta (Saragossa)’ya zorla sokulmadıkça yılan girmemesi ve daha birçok olay buna örnektir ki, bunu sadece inatçı kimseler inkâr eder. Tılsım konusunu iyi bilenlerden artık kimse kalmamıştır; geride kalan ise onların yaptıklarının eser ve izlerinden ibarettir…” (el-Fısal, 5/101-102)
Tılsımla gerçek anlamda ilgilenenlerin söylediklerine tefsirinin pek çok yerinde değinen Allame Âlûsî de şöyle der: “Tılsım ilmiyle uğraşanların söylediklerinin doğru olması mümkündür. İşin gerçek durumunu ise Allah Tealâ bilir.” (Âlûsî, a.g.e., aynı yer.)
Şu halde tılsımın bir hakikati olduğunu, ancak günümüzde bu konuyu gerçek mahiyetiyle bilen ve uygulayan kimse bulunmadığını söylemek mümkündür. Bu itibarla birtakım eşyaların insanlara uğurlu geldiği, kötülük ve zararları def ettiği şeklinde halk arasında dolaşan inanç ve söylentilere itibar etmemek gerekir.
Nazar değmesi nedir?
Nazar, bir kimsenin, başka birisine, onun bir eşyasına, hayvanına, malına… hasetle karışık beğenerek bakmasıdır (İbn Hacer, Fethu’l-Bârî, 10/200). Bu bakışın etkisi ile o kimsenin şahsına, malına veya eşyasına büyük zarar gelebilir.
Kur’an’da şöyle buyurulur: “İnkâr edenler Zikr’i (Kur’an’ı) işittikleri zaman neredeyse seni gözleriyle devirivereceklerdi. ‘O mutlaka delidir’ diyorlardı. Oysa Kur’an, alemler için bir öğütten başka bir şey değildir.” (Kalem, 51-52)
İbn Abbas r.a, Mücahid ve daha başkaları bu ayetin, nazarın mevcudiyetine ve Allah Tealâ’nın dilemesiyle tesirinin gerçek olduğuna delil teşkil ettiğini söylemişlerdir. (İbn Kesîr, Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm, 4/525)
Efendimiz s.a.v.’den de nazarın hak olduğunu ifade eden birçok hadis nakledilmiştir. Bunlardan birisi şöyledir: “Nazar haktır. Eğer kaderi geçecek bir şey olsaydı, nazar onu geçerdi.” (Müslim, Tirmizî)
Bir diğer rivayette de şöyle buyurulmuştur: “Nazar, Allah’ın izniyle kişiyi dağa çıkaracak ve oradan indirecek derecede etkiler.” (Ahmed b. Hanbel, Ebu Ya’lâ)
Sahabe’den Sehl b. Huneyf r.a. yıkanmak için elbisesinin üstünü çıkarmıştı. Âmir b. Rebî’a r.a. da ona bakıyordu. Sehl, cildi güzel, bembeyaz bir kimseydi. Âmir, “Hiç güneş görmeyen ciltler bile bugün gördüğüm gibi değildir.” dedi. Bunun üzerine Sehl hastalandı. Sehl’in rahatsızlandığı Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz’e haber verildi ve “Sehl başını bile kaldıramıyor.” dendi. Bunun üzerine Efendimiz s.a.v., “Suçladığınız birisi var mı?” diye sordu. Orada bulunanlar, “Âmir b. Rebî’a” diye cevap verdiler. Efendimiz s.a.v. Âmir r.a.’ı çağırıp kendisine kızdı ve şöyle buyurdu: “Sizden biriniz kardeşini neden (nazarla) öldürüyor? Ona ‘mâşallah’ deseydin ya! Haydi şimdi kardeşin için yıkan.” buyurdu. Âmir de yüzünü, ellerini, dirseklerini, dizlerini, ayak topuklarını ve böğürlerini bir kap içinde yıkadı. Sonra bu su Sehl r.a.’ın üzerine döküldü. Sehl r.a. anında iyileşti. (Muvatta)
Mucize ile Sihir/Büyü Farkı
1.Mucize Allah Tealâ’nın, peygamber olarak görevlendirdiği insanlar eliyle gerçekleştirdiği olağan üstü olaylara denir; çalışarak, öğrenerek, okuyarak ve pratik yaparak mucize gösterilemez. Sihir/büyü ise bilenlerden öğrenmek ve çalışmak suretiyle herkesin ulaşabileceği bir iştir.
2. Mucize tamamen gerçektir; meydana gelmesinde herhangi bir sahtelik, göz bağcılık veya aldatma yoktur. Doğrudan doğruya peygamber tarafından ve vasıtasız olarak izhar edilir. Sihir/büyü ise genellikle gözbağcılığa ve el çabukluğuna dayanır. Gerçek payı bulunanlarda ise cinlerden ve sair varlıklardan yardım alınır.
3. Sihir/büyü, özel bazı vakitlerde ve özel birtakım eşya kullanılarak yapılır; yani belli şartları vardır. Mucize ise böyle değildir. Allah Tealâ’nın dilediği her zaman peygamberler eliyle izhar olunur.
4. Büyü/sihir yenilenmediği zaman bir süre sonra etkisini kaybeder. Mucize ise, kendisinden beklenen maksadı hasıl ettiği sürece devamlıdır.
5. Mucize, kevnî olaylara bile müdahale edip onları değiştirecek çapta meydana gelebildiği halde (ayın ikiye ayrılması, denizin yarılması… gibi), sihir/büyü, sınırlı bir sahada cüz’î bir etkiye sahiptir.
Sihir, Büyü ve Tılsımın Hükmü
Sihir, büyü, tılsım… gibi işlerle uğraşmak dinimizin kesin olarak yasakladığı, haram kıldığı şeylerdir ve kişiyi küfre kadar götürür.
Bununla birlikte, alimler yapmak için değil, fakat yapılmış olanı bozmak ve şerrinden korunmak için sihir/büyü öğrenmenin haram olmadığına hükmetmiştir. (Elmalılı, a.g.e., 1/447)
NE YAPMALI?
Her ne kadar kendimiz uğraşmasak da -Allah korusun- sihir/büyüye maruz kalabilir veya başkasının nazarının hedefi olabiliriz. Böyle bir durumda yapılması gerekenleri de kısaca özetleyelim:
Sihirden korunmanın yolu
Sihir/büyü, tılsım, nazar vb. şeylere karşı takınılacak tavır, öncelikle her şeyin Allah Tealâ’nın iznine ve dilemesine bağlı olduğunu bilmektir. Dolayısıyla öncelikle Allah Tealâ’ya güçlü bir iman ve teslimiyetle bağlanmak gerekir. “Allah’ın izni olmadıkça onlar (büyücüler) kimseye bir zarar veremezler.” (Bakara, 102) ayeti dikkatimizi bu noktaya çekmektedir.
Efendimiz s.a.v., hayvanının terkisine bindirdiği Abdullah b. Abbâs r.a.’a hitaben, “Ey çocuk! Sana, Allah’ın seni faydalandıracağı kelimeler öğreteyim mi?” demişti. İbn Abbâs r.a., “Evet, ey Allah’ın Resulü..” diye cevap verince şöyle buyurdu:
“Allah’ın emir ve nehiylerini (onlara riayet etmek suretiyle) muhafaza et ki Allah da seni muhafaza etsin. Allah’ın emir ve nehiylerini muhafaza et ki, O’nu(yardımını) her zaman önünde bulasın. Genişlik zamanında O’nu an ki, darlık zamanında da O seni ansın (ve sana yardım etsin). İstediğinde Allah’tan iste; sığındığında Allah’a sığın. Olacak şeyler konusunda kalem kurumuş, hüküm kesinleşmiştir. Şayet mahlukatın tamamı sana bir menfaat sağlamak için bir araya toplansalar ve fakat Allah onu senin hakkında yazmamış ise, onu yapmaya muktedir olamazlar. Ve şayet sana bir zarar vermek için toplansalar, ancak Allah onu senin hakkında takdir etmemişse, onu yapmaya da güç yetiremezler. Bil ki, zorlandığın şeye sabretmende çok hayır vardır. Zafer sabırla, ferahlık da sıkıntıyla birliktedir. Güçlükle beraber kolaylık vardır.” (Ahmed b. Hanbel, 1/307)
Bunun arkasından, dua ve zikri terk etmemek gelir. Efendimiz s.a.v.’den nakledilen uzun bir hadisin bir bölümü şöyledir:
“Sizin yapacağınız şey, Allah’ı zikretmektir. Böyle bir kimse, düşmanın hızla takip ettiği, sonunda muhkem bir kaleye rastlayıp kendisini düşmandan koruduğu kimse gibidir. Kendini şeytandan ancak Allah’ı zikretmek suretiyle koruyan kul da böyledir.” (Ahmed b. Hanbel, Tirmizî)
Çokça Kur’an okumak, ibadetleri aksatmadan yapmak ve devamlı abdestli bulunmaya özen göstermek de kişiyi sihir/büyü gibi zararlı şeylerin etkisinden koruyan hususlardandır.
Yapıldıktan sonra ise büyü/sihirin etkisini ortadan kaldırmanın en sahih yolu, çokça Kur’an okumak ve Allah Tealâ’yı zikretmektir. Bunun yanında Efendimiz s.a.v.’in öğrettiği dualar vardır ki, onları da ezberleyip okumak son derece faydalıdır.
Nazardan nasıl korunulur?
Nazardan korunmanın ve meydana gelmeden önce nazarı engellemenin yolu, bir kardeşimizde hoşumuza giden bir şey gördüğümüzde “Bârekellâhu fîhi.” (Allah ona bereket versin), “Allâhümme bârik aleyhi.” (Allahım, ona bereket ihsan eyle) veya “Mâşallah.” (Allah’ın dilediği olur) demektir.
Efendimiz s.a.v. buyurmuştur ki: “Sizden biriniz kardeşinde, kendisinde veya malında hoşuna giden bir şey gördüğü zaman ona bereket dileyerek dua etsin. Zira nazar haktır.” (Ahmed b. Hanbel, 3/447)
İbn Hacer şöyle der: “Bir şeyi beğenen kimsenin, hemen beğendiği şey için bereket dilemesi gerekir. Onun böyle yapması bir rukye (dua) olur.” (Fethu’l-Bârî, 10/205) Bereket dilemek, yukarıda geçen ifadelerden birisini söylemek demektir.
Nazar meydana geldikten sonra yapılacak şey ise, yukarıda geçen Sehl r.a. olayında olduğu gibi, nazarı değen kişinin abdest alması ve o suyu, kendisine nazar değen kişinin üzerine dökmesidir. Nitekim Efendimiz s.a.v.’in yukarıdaki uygulamasını teyit eder tarzda Hz. Aişe r.anha validemizin şöyle dediği nakledilmiştir:
“Başkasına nazarı değen kimseye abdest alması emredilir, o da abdest alırdı. Sonra o suyla, kendisine nazar değen kişi yıkanırdı.” (Ebu Davud)
Eğer bir kimseye kimin nazarının değdiği bilinmiyorsa, zikir ve meşru rukyeyle Allah Tealâ’ya sığınmaktan, Kur’an okumaktan ve dua etmekten başka yapılacak bir şey yoktur. Bilhassa Fatiha, Felâk, Nas ve İhlâs sureleri ile Ayetelkürsî’yi okumak tavsiye edilmiştir.
Efendimiz s.a.v. şöyle buyurmuştur: “Rukye ancak nazar ve (yılan, akrep vb.) sokma(sı) sebebiyle yapılır.” (Buharî, Müslim). Burada geçen rukye, Kur’an okumaktan ibarettir.
Halk arasında çocukları nazardan korumak maksadıyla “nazar boncuğu” takmak oldukça yaygın bir adettir. Ne var ki nazar boncuğu göz değmesine bir fayda sağlamadığı gibi, dinimizce de yasaklanmış şeylerdendir.
Aynı şekilde içinde Kur’an ayetlerinden başka bir şey bulunan muskalar takmak da dinimizce hoş karşılanmamış, yasaklanmış uygulamalardandır.
Bununla birlikte okuma yazması olmayan ve ezberinde Kur’an ayetleri bulunmayan kimseler için, üzerinde Kur’an ayetleri ve Efendimiz s.a.v.’den rivayet edilmiş dualar bulunan bir kâğıdı (muska), hürmetine halel getirmemeye dikkat ederek taşımakta da bir sakınca yoktur. Bu da bir anlamda rukye olarak kabul edilebilir.
Sorularla İslamiyet
"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)