Tevekkül; bir sonuca ulaşmak için gerekli olan sebeplere başvurduktan sonra başarıyı Allahu Teala’dan beklemek ve Onun takdirine razı olmaktır. İnsanın, Allah’a güvenmesinin bir diğer adıdır tevekkül. Said Nursi Hazretleri tevekkülü şu şekilde tanımlamıştır :
Tevekkül, esbabı bütün bütün reddetmek değildir. Belki, esbabı, dest-i kudretin perdesi bilip riayet ederek; esbaba teşebbüs ise, bir nevi dua-yı fiilî telâkki ederek, müsebbebatı yalnız Cenâb-ı Haktan istemek ve neticeleri Ondan bilmek ve Ona minnettar olmaktan ibarettir.
| Sözler, 23.Söz, 3. Nokta
Tevekkül Nasıl Yapılmalıdır?
Rabbimiz, Kur’an-ı Kerim‘de ayetleriyle ve Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem de hadis-i şerifleriyle bize tevekkül nasıl yapılmalıdır bildiriyorlar;
Ey Resulüm! Sen müminlerin içinde olup da onlara namaz kıldıracak olursan, onlardan bir kısmı sana tâbi olarak namaza dursun ve silahlarını yanlarına alsınlar. Bunlar secdeye vardıklarında, diğer kısım arkanızda beklesinler. Sonra o namaz kılmamış olan diğer kısım gelsin, sana tâbi olarak namaz kılsınlar, hem ihtiyatlı bulunsun ve silahlarını da yanlarına alsınlar. Kâfirler sizi silahsız ve teçhizatsız vaziyette iken kıstırıp, birden baskın yaparak işinizi bitirmek isterler. Eğer yağmur sebebiyle zahmet çekerseniz yahut hasta düşmüş iseniz, silahlarınızı bırakmanızda bir mahzur yoktur. Bununla beraber yine de tedbiri elden bırakmayın. Muhakkak ki Allah kâfirler için, zelil ve perişan eden bir azap hazırlamıştır.
| Nisa Suresi / 102. Ayet Meali
Açıkça anlaşıldığı gibi Allahu Teala, her zaman tedbiri alıp öyle tevekkül etmemizi istiyor. Başka bir ayet-i kerimede Rabbimiz, Yakub aleyhisselam’ın evlatlarına olan nasihatini bizlere şöyle bildiriyor;
Ve “Evlatlarım!” diye ilave etti : “Şehre aynı kapıdan değil de, ayrı ayrı kapılardan girin.Gerçi ben ne yapsam, Allah’tan gelecek takdiri önleyemem.Zira hüküm yetkisi, yalnız Allah’ındır. Onun içindir ki ben ancak O’na dayanır, O’na güvenirim.Tevekkül edenler de yalnız O’na dayanıp güvenmelidirler.”
| Yusuf Suresi / 67. Ayet Meali
Başka bir ayette ise Allahu Teala buyuruyor ki;
Zulme mâruz kaldıktan sonra Allah uğrunda hicret edenleri, elbette dünyada güzel bir yere yerleştiririz. Âhiret mükâfatı ise daha büyüktür. Bunu bir bilselerdi! O muhacirler hak yolda sabreder ve yalnız Rab’lerine dayanıp güvenirler.
| Nahl Suresi / 41-42. Ayet Meali
Tedbir almak Allah’a güvenmeye engel değildir. Allah sebepleri yaratmıştır ve bizlerden o sebeplere başvurup sonra O’na dayanıp güvenmemizi, sonuç ne olursa olsun her şeyin Allah’ın takdiri ile olduğunu bilmemizi ister. Bir hadis-i şerifte Peygamberimiz Hz. Muhammed aleyhissalatu vesselam şöyle buyurmuştur;
Kuvvetli mü’min Allah katında zayıf mü’minden daha hayırlı ve sevimlidir. Ama her ikisinde de hayır vardır. Sana fayda verecek şeye çaba göster. Allah’tan yardım dile ve acizlik gösterme. Sakın ola, “Keşke şöyle yapsaydım şöyle olurdu!” deme. Çünkü ‘keşke’ sözü şeytanın ameline kapı aralar.
| Müslim, Kader, 64
Bir başka hadis-i şerifte sahabe efendilerimizden Avf b. Malik radıyallahu anh şöyle rivayet etmiştir;
Rasulullah aleyhissalatu vesselam, davalı iki kişi arasında hüküm verdi. Aleyhinde hüküm verilen kişi dönüp giderken,
“Allah bize yeter, O ne güzel vekildir” dedi.
Bunun üzerine Rasulullah aleyhissalatu vesselam buyurdu ki :
“Allah Teala ihmalkar davrananları kınar. Üzerinize düşen, akıllıca hareket etmektir. Ancak buna rağmen bir işte başarılı olamadığın zaman, ‘Allah bize yeter, O ne güzel vekildir!’ demelisin.”
| Ebu Davud, Akzıye, 29; Süyuti, el-Camiu’s-Sagir, nr. 1940
Başka bir hadis-i şerifte ise;
Bir sahabe,
“Ey Allah’ın Resulü! Devemi bağlayıp da mı tevekkül edeyim, yoksa salıverip de mi tevekkül edeyim?”
diye sordu. Rasulullah aleyhissalatu vesselam da ;
“Deveni bağla öyle tevekkül et!” buyurdu.
| Tirmizi, Sıfatü’l-Kıyamet, 60; Beyhaki, Şuabü’l-İman, nr. 1210
Tevekkülün Önemi
Tevekkül etmenin bizler için en büyük önemi Allah’ın rızasını, sevgisini ve yardımını kazanmamızdır.
Allah’ın rahmeti sayesinde sen onlara karşı yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı yürekli olsaydın, onlar senin etrafından dağılıp giderlerdi. Artık sen onları affet. Onlar için Allah’tan bağışlama dile. İş konusunda onlarla müşavere et. Bir kere de karar verip azmettin mi, artık Allah’a tevekkül et, (ona dayanıp güven). Şüphesiz Allah, tevekkül edenleri sever. Allah size yardım ederse, sizi yenecek yoktur. Eğer sizi yardımsız bırakırsa, ondan sonra size kim yardım edebilir? Mü’minler, ancak Allah’a tevekkül etsinler.
| Al-i İmran Suresi / 159-160. Ayet Meali
Onlar öyle kimselerdir ki, halk kendilerine, “İnsanlar size karşı ordu toplamışlar, onlardan korkun” dediklerinde, bu söz onların imanını artırdı ve “Allah bize yeter, O ne güzel vekildir!” dediler. Bundan dolayı Allah’tan bir nimet ve lütufla kendilerine hiçbir fenalık dokunmadan geri döndüler ve Allah’ın rızasına uydular. Allah, büyük lütuf sahibidir.
| Al-i İmran Suresi / 173-174. Ayet Meali
Mü’minler ancak o kimselerdir ki; Allah anıldığı zaman kalpleri ürperir. O’nun âyetleri kendilerine okunduğu zaman (bu) onların imanlarını artırır. Onlar sadece Rablerine tevekkül ederler.
| Enfal Suresi / 2. Ayet Meali
Onu beklemediği yerden rızıklandırır. Kim Allah’a tevekkül ederse, O kendisine yeter. Şüphesiz Allah, emrini yerine getirendir. Allah, her şeye bir ölçü koymuştur.
| Talak Suresi / 3. Ayet Meali
Allahu Teala, ayetlerinde mü’minlere, kendisine dayanıp güvenene yardım edeceğini bildiriyor. Her şeye gücü yeten ve “Ol” dediğinde “Olduran” Rabbimize dayanıp güvenmenin huzuru ve verdiği manevi güven bize tevekkülün çok önemli olduğunu gösteriyor. Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri bu konuyu şöyle açıklamıştır :
İman hem nurdur, hem kuvvettir. Evet, hakikî imanı elde eden adam, kâinata meydan okuyabilir ve imanın kuvvetine göre, hâdisâtın tazyikatından kurtulabilir. “ Tevekkeltü alâllah” der, sefine-i hayatta kemâl-i emniyetle, hâdisâtın dağlarvâri dalgaları içinde seyran eder. Bütün ağırlıklarını Kadîr-i Mutlakın yed-i kudretine emanet eder, rahatla dünyadan geçer, berzahta istirahat eder. Sonra, saadet-i ebediyeye girmek için Cennete uçabilir. Yoksa, tevekkül etmezse, dünyanın ağırlıkları, uçmasına değil, belki esfel-i sâfilîne çeker. Demek, iman tevhidi, tevhid teslimi, teslim tevekkülü, tevekkül saadet-i dâreyni (dünya ve ahiret mutluluğunu) iktiza eder.
| Sözler, 23.Söz, 3. Nokta
Tevekkül Etmek ile Çalışmak Birbirine Zıt Mıdır?
Çalışıp çabalamadan yan gelip yatan, sonra da “Biz mütevekkil kimseleriz” diye caka satan kimseleri Hz.Ömer radıyallahu anh,
Siz Allah’a değil, başkalarının malına güvenen kimselersiniz. Mütevekkil; toprağa tohumu attıktan sonra Allah’a güvenen insandır.
diye azarlamıştı. (İbn Recep el-Hanbeli, Camiu’l-ulum ve’l-hikem)
Kur’an-ı Kerim, hadis-i şerifler ve Hz.Ömer radıyallahu anh’ın bu sözlerinden anlaşılıyor ki, mütevekkil insanlar işiyle uğraşan, ailesinin rızkını kazanmaya gayret edenlerdir. Allah’a güvendiğini göstermenin en iyi yolu; çiftiyle, çubuğuyla, sanatıyla, ticaretiyle meşgul olmak, kimseye el açmamak ve kimseden bir şey beklememektir. Sebeplere başvurup fiili duamızı yaparak sonuçlarını Allah’tan beklemek ve sonuç ne olursa olsun Allah’ın takdir ettiğine güvenmek, gerçek anlamda tevekkül etmektir. Rabbimiz, rızkımız için çalışmamız gerektiğini bir ayetinde şöyle bildiriyor;
Namaz kılınınca artık yeryüzüne dağılın ve Allah’ın lütfundan nasibinizi arayın. Allah’ı çok zikredin ki kurtuluşa eresiniz.
| Cum’a Suresi / 10. Ayet Meali
Öyle ise mü’min kişi, tembellik ile tevekkülü karıştırmamalıdır. Ders çalışmadan yüksek not almayı istemek, helal yoldan para kazanmaya çalışmadan rızkın gelmesini beklemek, tedavi olmadan şifa bulmayı düşünmek tevekküle zıttır.
Kaynaklar :
| Fazıl İlahi, Rızkı Artıran Etkenler, Polen Yayınları, 2006
| M. Yaşar Kandemir, Peygamberimin Sevdiği Müslüman, Zafer Yayınları, 2010
Soru:
Kur'an-ı Kerim'in Matematiksel Mucizelerinden bahseder misiniz. (Gün kelimesinin 365 kere ay kelimesinin 12 kere günler kelimesinin de 30 defa geçmesi gibi). Ve daha bir çok Matematiksel ve istatistiki mucizeler.
Cevap:
Kur'an-ı Kerim'in Allah kelamı olduğunu anlamamızı sağlayan birçok mucize nitelikleri vardır; bunların başında onun muhtevası (anlattığı şeyler) ve lafzındaki taklit edilemez güzellik ve özelliklerdir. Bunların dışında bazı edebiyatçılar yine lafza yönelik ilgi çekici san'atlar, tevâfuklar bulmuşlardır. Soruda bahsedilen gün (yevm), ay (şehr) kelimelerine "el-Mu'cem..." isimli kitaptan baktım, orada verilen rakkam (365) ve (12) değil. Ancak birisi bizzat saymış da bu rakkamları tesbit etmiş ise ona da hayret etmem; Eşsiz muhteva ve lafzıyla mucize olduğuna inandığım ilâhî kitaba bir de sayı ile ilgili mucizenin bulunduğunu anlamış olurum ve bu anlayış benim imanımı arttırmaz; çünkü o artmayacak kadar tamdır.
Düz, doğru ve hatasız olan; namuslu, ahlâklı ve doğruluk üzere bulunan kimse.
Müstakim kelimesi Kur'ân'da otuz yedi ayrı yerde geçmektedir. Bunların ilki Fatiha suresindeki "Bizi doğru yola ilet" (el-Fatiha 1/6) ayetidir.
Bu ayetteki "sırat-r müstakîm" doğru yol şeklinde tercüme edilir. Hiç bir yerinde meyil ve eğrilik bulunmayan, dümdüz ve dosdoğru yol veya cadde demektir. Fakat bu cadde, bu yol, manevî bir yoldur. Yüce Allah'ın ortaya koyduğu, batıl olmayan, izleyenleri hayra götüren hak yoldur. Kur'an'da bir kaç yerde geçen "sırat-ı müstakîm", müfessirler tarafından Allah yolu, hak yol, Allah'ın kitâbı (Kur'an-ı Kerim), Îmân, imâna tabi olanların yolu, İslâm, İslâm şeriatı, Peygamberimiz (s.a.s)'in sünnetleri, O'nun ve ashâbının yolu, Ehl-i Sünnet vel Cemâat'ın yolu, Cennet yolu, kısacası İslâm ümmetinin yolu diye tarif edilmiştir (Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'ân Dili, İstanbul 1971, 1, 123 vd).
Bu ayetteki istikamet; marifet gibi Allah'ın verdiği bir hidayet ve rahmettir. Allah'a ihlâs ve samimiyetle inanmanın ürünüdür. Mü'minlerin Allah'tan en çok istedikleri nimetlerden biri bu yoldur. Ondan sonra gelen ayette, sırât-ı müstakîm'in ilâhî bir nimet, mutluluk ve saadet olduğu, Allah'ın gazabına uğrayan ve sapık olanların yolu olmadığı anlatılmaktadır (Muhammed Ali es-Sâbûnî, Revâi'l-Beyân Tefsir'u Ayâti'l-Ahkâm Mine'l-Kur'ân, Dımaşk I977, I, 35, 36).
"Allah benim de Rabbim, sizin de Rabbinizdir. O'na kulluk edin, doğru yol (sırat-ı müstakim) budur" (Alu İmrân, 3/51).
Bu ayetteki ifade, hem Hz. Muhammed (s.a.s)'in ve hem diğer peygamberlerin ortak ifadesidir. Bütün peygamberler insanları Allah'a kullukta bulunmaya davet etmişlerdir. Bu durumun sırât-ı müstakîm olduğu, burada vurgulanmaktadır (ez-ZemahŞerî, el-Keşşaf, Kahire 1977,1, 176). Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s) de bir hadiste, bu ayetin açıklaması mahiyetinde şöyle buyurmuştur: "Allah'a inandım (imân ettim) de ve müstakîm (istikamet sahibi, doğru) ol!.. " (Müslim, İmân, 67; Ahmed b. Hanbel, III 413, IV, 385).
"Kim Allah'a sarılırsa muhakkak ki o doğru yola iletilmiştir" (Alu İmrân, 3/101).
Görüldüğü gibi bu ayette de, müstakîm olan (doğru) yol, Allah'a O'nun dinine sarılmak veya bütün işlerimizde O'na sığınmak olarak tarif edilmiştir (Kâdî el-Beydâvî, Envâru't-Tenzîl ve Esrâru't-Te'vîl, Mısır 1955, I, 73).
"Allah dilediği kimseyi saptırır (şaşırtır), dilediği kimseyi de doğru yola koyar" (el-E'n'âm, 6/39).
Bu ayete göre ise, Yüce Allah müstakîm (doğru) yolu, sapıklığın zıddı ve ilâhî bir lütuf olarak haber vermiştir (ez-Zemâhşerî el-Keşşâf, II, 66).
"Sen onları doğru bir yola çağırıyorsun" mealindeki ayette de sırat-ı müstakîm, Allah ve Peygamber yolu olan İslâm dini olarak tanıtılmaktadır (Tefsiru'l-İmâmeyn el-Celîleyn, Dımaşk, s. 458). Bununla berâber sırât-ı müstakîm, Peygamber yolu olarak tarif edilmiştir (Yasin, 36/4; el-Har 22/54; eş-Şurâ 42/52; ez-Zuhruf 43/43). Ayrıca (el-En'âm, 6/126, 135; Hud, 11/56); sırat-ı müstakîm, Allah yolu bazan hidayet (el-En'âm, 6/87; Yunus 10/25; es-Saffât 37/118; en-Nisâ, 4/68, 175; el-Feth 48/2, 20), bazan ibadet (Meryem, 19/36; Yasin 36/61; ez-Zuhruf, 43/64; en-Nahl 16/76) ve bazan da adâlet anlamında kullanılmıştır.
Yüce Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.s)'in de, "müstakîm" kelimesinin ifâde ettiği doğruluk, dürüstlük ve İslâm'a tabi olma hususunda söylediği hayli hadisi vardır. Hz. Peygamber; "Doğru, dürüst olun, felâha kavuşursunuz"buyurmak suretiyle, felâha kavuşup çeşitli sıkıntı, huzursuzluk ve perişanlıklardan kurtulmanın, müstakîm (doğru, dürüst) olmaya bağlı olduğunu anlatmıştır. Bununla beraber o, "Doğru, dürüst ve birlikte olun!.. " (Ahmed b. Hanbel, IV, 231) diyerek, müslümanların bu yolda birleşmelerini emretmiştir.
"Allah'tan korkmanız, takva sahibi olmanız ve doğru dürüst olmanız ne güzeldir!.. " (ed-Dârimî, Mukaddime, 19) demek suretiyle, müstakîm olmayı övmüştür.
Müstakîm kelimesinin, bu kadar ayet ve hadiste anılması ve tavsiye edilmesi, ifâde ettiği geniş manayı ve bunun İslâm dinindeki önemini ortaya koymaktadır.
Nureddin TURGAY
“Sırat-ı mustakim” nedir?
İstikamet için, “orta yol”, “dosdoğru yol”, “pürüzsüz yol”, “adalet” gibi değişik ama birbirine yakın tarifler getirilmiş. Bu yolu Kur’an-ı Kerim, “göklerde ve yerde olan her şeyin kendisine ait olduğu Allah’ın yolu” (Şura, 53) ve “Peygamberlerin, sıddıkların, şehitlerin ve salihlerin yolu”( Nisa, 69) olarak izah eder. Ve bu yol cennete çıkar.
Müminler her namazın bütün rekâtlarında fatiha-yı şerifeyi okur ve Allah’tan sırat-ı müstakime hidayet isterler. Bu yolu istikametle tamamlayanlar eşsiz saadet yurdu olan cennete varırlar. Sıratın altı cehennem. Hangi tarafa sapılsa o dehşet saçan azap beldesine düşülür.
Biz Rabbimizden sırat-ı müstakime hidayetimizi dilemekle, bu dünyada ömrümüzü istikamet çizgisinde geçirmeyi, yâni kıldan ince, kılıçtan keskin olan sıratı bu dünyada geçmeyi istemiş oluyoruz. Gerçekten de bu dünyada bütün işlerimizi, sözlerimizi, hallerimizi istikamet çizgisinde tutabilmemiz oldukça zor. Ama bu ince ve keskin yolu aşırılıklara sapmadan tamamlamadıkça da âhirette sıratı geçmemiz mümkün değil...
Sırat, cehennem üzerinde kurulmuş. Bizim bütün işlerimizin de önü cennet, altı cehennem gibi, hangi işimizi Allah’ın rıza çizgisinden saparak işlesek, günaha girmiş, isyana düşmüş oluruz. Bunlar ise dünyada cehennem habercileridir.
İstikamet, rıza beldesine götürür. Gerçek lezzet ve saadetin o ebedî yurduna ulaştırır.
İstikamet, her türlü aşırılıktan uzak olan orta yol. Dünyada mesut olmanın yolu da bundan geçmiyor mu? Bedenimiz bütün organlarıyla, kalbimiz bütün his dünyasıyla, hep istikamet üzere bulunmadıkça saadete ermemiz mümkün mü?
Gözümüz ne miyop olacak, ne hipermetrop. Tansiyonumuz ne yüksek olacak ne düşük... Beynimizi çalıştıran mekanizmanın elektrik akımı ne düşük olacak ne yüksek. Kalp atışlarımız belli sınırlar arasında gerçekleşecek. Vücut ısımız da öyle...
Yetmiş trilyon hücremizde gerçekleşen bunca faaliyetin hepsi istikamet üzere olacak ki biz, bedenimizle uğraşmayalım da başka işlerin peşinde koşabilelim. Aksi halde ömrümüz hep kliniklerde geçer.
...
Bir oyun, bir aldatmaca ile karşı karşıyayız. İçimizde bir düşman saklı. Bedenimize zarar veren her şeyi ânında hissettiğimiz ve çaresini bulmaya koştuğumuz halde, kalbimizi yaralayan, his dünyamızı çizgiden çıkaran, aklımızı tehlikeli sahalarda dolaştıran manevî hastalıklara karşı aynı hassasiyeti gösteremiyoruz. Daha kötüsü bunlar hoşumuza gidiyor. İşte karayı ak gösteren, zehiri zevkle yudumlayan bu gizli düşmanımız, nefis... İçimizdeki bu düşman, insî ve cinnî şeytanlarla işbirliğine girince ruhumuz sarsıntıya uğruyor, istikamet çizgisinden uzaklaşıyor. Halbuki bizim için asıl tehlike, dünyevî istirahatımızın bozulması değil, ebedî saadetimizin kaybolması. Ama, o nefis bunu ikinci plâna atıp berikini öne almayı becerebiliyor.
Biz bu durmak dinlenmek bilmez düşmanlarımıza karşı Rabbimize, bizi sırat-ı müstakime hidayet etmesi için niyazda bulunuyoruz. Bunun yolunun da ‘Ancak O’na ibadet etmek ve O’ndan yardım dilemekten” geçtiğini biliyoruz.
Düşünüyoruz da, bize karşı hata yapan bir dostumuzu affetmeyi bir türlü başaramıyoruz. Ona mutlaka karşılık vermek ve ondan acı bir intikam almak geliyor içimizden. Bu düşünce bizi şu hakikate ulaştırıyor: “Bez bir tek hissimizi susturamazken, bütün ruh dünyamızı nasıl düzene sokabiliriz. Bu ancak Rabbimizin ihsanı, keremi ve hidayetiyle olabilir. Her hissi ve duygusuyla ruhumuzun istikamet üzere bulunması, onun lütfu olmaksızın mümkün değil.”
İnanmak kalp için en büyük hidayet... İnanan kalp istikamet üzeredir. Mü’minin kalbi, mekândan münezzeh olan Rabbine yönelmiştir. Neye baksa onda İlâhî isimlerden bir tecelli görür. Kendisini o eserin yanına hayalen getirir ve “ikimizi de güzelce terbiye eden Allah’a hamd olsun” der. Sonra bu ikiye üçler dörtler, binler yüz binler eklenir. Ve kalp, âlemlerin Rabbine hamd ile teveccüh eder. Bu noktaya varan bir kalp neyi severse sevsin yine istikamet çizgisindedir. Allah’tan gâfil olan bir kalp ise mahlûkattan her neyi sevse, önüne bir gaflet perdesi daha eklemiş, Rabbinden biraz daha uzaklaşmış olur.
İşte bu sayısız mahlûkat ve hâdisat içinde istikameti kaybetmemek büyük bir meseledir. Ve bu ağır imtihan ancak Allah’ın hidayetiyle başarılabilir. Yoksa insan maddede boğulur, sebeplerde kaybolur ve mahvolur.
Münkir yahut müşrik olma tehlikelerinden kurtulup da Allah’a iman eden bir kalp istikamete ermiştir. Bir de kalpteki imanın istikameti var. Bu da ehl-i sünnet itikadıyla mümkün. Buna sadece bir misal: Kader imanın bir rüknü. Kulun cüz’î iradesini inkâr eden Cebriye mezhebi de, kulu kendi fiilinin hâlikı kabul eden Mutezile de istikametten uzaklaşmıştır. Orta yol, ihtiyarî fiillerde kesbin, yâni istemenin kuldan, yaratmanın ise Allah’tan olduğuna inanmak. İşte istikamet budur.
Nur külliyatından İşârât-ül İ’caz’da, sırat-ı müstakimin, “şecaat, iffet ve hikmetin mezcinden ve hülâsasından hâsıl olan Adl ve adalete işaret olduğu” ifade edilerek şu açıklamalara yer verilir:
“Kuvve-i şeheviyenin tefrit mertebesi humuddur ki, ne helâle ve ne de harama şehveti, iştihası yoktur. İfrat mertebesi fücurdur ki, namusları ve ırzları payimal etmek iştihasında olur. Vasat mertebesi iffettir ki, helâline şehveti var, harama yoktur.
Ve keza kuvve-i gadabiyyenin tefrit mertebesi cebanettir ki, korkulmayan şeylerden bile korkar. İfrat mertebesi tehevvürdür ki, ne maddî ne manevî hiçbir şeyden korkmaz. Vasat mertebesi şecaattır ki, hukuk-u diniye ve dünyeviyesi için canını feda eder, meşru olmayan şeylere karışmaz.
Ve keza kuvve-i akliyenin tefrit mertebesi gabavettir ki, hiçbir şeyden haberi olmaz. İfrat mertebesi, cerbezedir ki, hakkı bâtıl, bâtılı hak sûretinde gösterecek kadar aldatıcı bir zekâya mâlik olur. Vasat mertebesi ise hikmettir ki, hakkı hak bilir imtisal eder; bâtılı bâtıl bilir içtinap eder.”
İşte insan ruhundaki bütün kuvvelerin, duyuların ve hislerin böylece ifrat ve tefritten kurtulmasıyla insan istikametli bir mü’min olur.
Kalp iman ile hidayete erdi mi, sıra salih amele gelmiştir. İnsan amel âlemini, fiil dünyasını da hak çizgisinde tutacaktır ki gerçek istikamete erebilsin. Bakışı istikametli olacak, harama kaymayacaktır. Konuşması doğru olacak, her şeyi olduğu gibi anlatacaktır. Ne aşırı methe, ne de insafsızca kötülemelere lisanında yer olmayacaktır. Ticareti dürüst olacak, aldatmaktan, faizden, ihtikardan uzak kalacaktır. Bütün bunlar nefsin hoşuna gitmeyen şeyler. Zaten istikamet de nefsin gösterdiği yönün aksi değil mi?
İstikametin bir tarifi de, ahlâkın bütün şubelerinde aşırılıklarından uzak olan orta yolu tutmak.
Sahavet, yâni cömertlik güzel ahlâkın bir şubesi. Ne savurgan, ne de cimri olmayan insan bu ahlâka sahip demektir. Adalet bir başka güzel ahlâk. İnsan ne başkasına zulmedecek, ne de hakkını korumaktan âciz kalarak, muhatabının zâlim olmasına sebep olacaktır. Bir de insanın kendi nefsine zulmetmesi var. Kendisine verilen İlâhî emanetleri yerinde kullanmayan insan cehenneme girmekle nefsine zulmetmiş olur.
Güzel ahlâkın başta gelen bir şubesi de tevekkül. Sebeplere teşebbüs eden ve neticeye razı olan insan tevekkülün sırrına ermiştir ve istikamet üzeredir.
Bir mü’min, “bizi istikamet yoluna hidayet buyur” diye dua etmekle, Rabbinden istikameti bütün şubeleriyle yaşama talebinde bulunmuş olur. Ve bu duasına bütün mü’minleri de dahil eder.
Namazda bütün yüzler Kâbe’ye döndüğü gibi, bütün ruhlar da Kur’an’a uyacaktır ki cemiyet hayatı istikametini bulabilsin. “Bizi sırat-ı müstakime hidayet buyur” duasını Kur’an-ı Kerim’inde bize ders veren Rabbimiz, âhiret saadeti gibi dünya huzurunun da istikametten geçtiğine dikkatimizi çekiyor. Bu yoldan sapanların “Mağdup” ve “dallin” olacaklarını haber veriyor bize. Mağdup, Allah’ın gazabına uğramış, kahrına hedef olmuş insanlar. Dallin ise yanlış inançların esiri olmuş zavallılar. İkisinin de sonu azap, ikisinin de âkıbeti hüsran. Tefsir âlimlerimiz, mağdub grubu için Yahudiler, dallin için ise Hıristiyanlardır demişler? Bu beyanların ışığında karşımıza şu gerçek bütün berraklığıyla çıkıyor:
“Ne Yahudi, ne de Hıristiyan menşeli kültürler istikamet üzeredirler ve ne de bizi huzur ve saadete eriştirebilirler.” Geliniz batılılardan yüz çevirip hakka dönelim. Aksi halde, yanlış tercihimizin cezasını dünyada ahlâk buhranlarıyla, ruhî sıkıntılarla ve anarşiyle çekeriz; âhiretteki azabımız ise pek çetin olur.
Ömrünü imanlı olarak geçirip, son anda kafir olarak ölenin cehenneme, bir kafirin yetmiş sene imansız yaşayıp son günlerinde iman edip cennete girmesi nasıl açıklanabilir?
Cevap
Değerli kardeşimiz,
Soruda geçen konuyla ilgili Abdullah İbni Mes’ûd'un şöyle bir açıklaması var:
"Kendisinden başka ilâh olmayan Allah’a yemîn ederim ki, sizden biri, cennetliklerin yaptığı işleri yapar ve kendisi ile cennet arasında sadece bir arşın mesâfe kalır da, sonra anne karnında yazılan yazının hükmü öne geçer, cehennemliklerin yaptığı işleri yapar ve cehenneme girer. Yine sizden biri cehennemliklerin yaptığı işleri yapar ve kendisi ile cehennem arasında bir arşın mesâfe kalır; sonra anne karnında yazılan yazının hükmü öne geçer ve o kişi cennetliklerin yaptığı işleri yapmaya devâm eder de, neticede cennete girer." (Buhârî, Bed’ü’l-halk 6, Enbiyâ 1, Kader 1; Müslim, Kader 1)
Abdullah İbni Mes’ûd, yaygın olarak meydana gelmese bile, bazı kere herkesin dikkatini çeken bir hususa açıklık getirmektedir. Bu husus, hayatı boyunca cehenneme girmeye sebep olacak işleri yapıp sonunda cennetlik olmak veya cennete girmeye vesile olacak işleri yapıp sonunda cehennemlik olmaktır.
Allah’ın bir lutfu olmak üzere, birinciler çok görülürse de ikinci sınıfa girenler son derece azdır. Ömrünü küfür ve isyân bataklığında geçirmiş veya günahlara dalmış nice insanın, hayatının sonunda hakikatı seçtiği ve Allah’ın hoşnutluğunu kazanacak iyi işler yaptığı bilinen ve görülen bir gerçektir.
Bu rivayet, insan ile cennet veya cehennem arasındaki mesafeyi arşın gibi kısa bir uzunluk birimiyle açıklarken, bu ikisine girmede davranışlarımızın önemini ortaya koymuş, iyi ve güzel işler yapmamız, kötü ve çirkin işler yapmaktan da sakınmamız gerektiğine dikkatimizi çekmiştir.
Bazı rivayetlerde, İbni Mes’ûd’a ait olan bu ifadelerin, peygamberimiz’in (asm) sözü olarak nakledildiğini görmekteyiz. (bk. Bagavî, Şerhu’s-sünne, I, 128 vd.; Tecrid-i Sarih Tercümesi, IX, 18 vd.)
Bu konu hakkında birkaç maddeyi beraber analiz etmek lazımdır.
1. Allah’ın hiç kimse ile bir anlaşması yoktur. Yani, “Ey insan belirli bir süre iman ve İslam dairesinde ömrünü geçirsen sana imanla gitmeyi kendime farz kılarım” diye bir sözü yoktur. Onun için ömrümüzün sonuna kadar korku ve ümit arasında yaşamak gerekir.
2. Münkir yahut müşrik olma tehlikelerinden kurtulup da Allah’a iman eden bir kalp, istikamete ermiştir. Bir de kalpteki imanın istikameti var. Bu da ehlisünnet itikadıyla mümkün. Buna sadece bir misal: Kader imanın bir rüknü. Kulun cüz’î iradesini inkâr eden Cebriye mezhebi de, kulu kendi fiilinin hâlikı kabul eden Mutezile de istikametten uzaklaşmıştır. Orta yol, ihtiyarî fiillerde kesbin, yâni istemenin kuldan, yaratmanın ise Allah’tan olduğuna inanmak. İşte istikamet budur.
3. Gerçi “Nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz, nasıl ölürseniz öyle dirilirsiniz.” hadis-i şerifi mevcuttur. Fakat bu gibi rivayetler genellik ve çokluk ifade etmektedirler, yüzde yüz anlamında değildir.
4. Bir memur otuz sene devlet dairesinde çalışır ve devletten istifa edebilir. Böyle bir memura artık devlet memuru denmez. Veya bir şoför 1000 km.’lik bir yolculuğa çıkar. 995 km’lik mesafeye kadar arabayı iyi kullanır. Sonra gideceği yere 5 km kala arabayı şarampole sürer ve feci sona sebep olabilir. Bunlar gibi bir insan yetmiş sene mü’min olarak yaşar; daha sonra manen İslam dairesinden istifa edebilir.
5. Diğer taraftan yetmiş yıl Allah'ı inkar eden bir adamın, bundan sonra iman edip cennete gitmesi de bunun tam aksidir. Sorunuza göre olayı tersinden alırsak böyle bir soru daha çıkar. Binlerce yıl karanlıkta kalmış bir odaya ışık yakmakla hemen aydınlanır. Yine binlerce yıl aydınlık olmuş bir odanın ışığını söndürmekle de hemen kararır. Ne önceki karanlık sonraki aydınlığa, ne de önceki aydınlık sonraki karanlığa tesir eder. İman ışıktır; söner sönmez insanın kalp odası kararır.
6. Bununla beraber önce inanıp sonra inkar eden birisinin, hiç inanmayan birine göre cehennemde azaplarının bir olmayacağını Allah’ın rahmetinden ümit ederiz.
7. İnsan her zaman ümit ve korku arasında olmalıdır. İman eden birisi "ben artık Cennetliğim ne yapsam bana zarar vermez" diyerek geleceğinden emin olabilir. Diğer taraftan Kafir olan birisi de "ben artık ne yapsam kurtulamam çünkü Cehennemliğim" diyebilir. Bunun ikisi de yanlıştır.
8. İman bir süreçtir. Sebat ve istikamet imanın gereklerindendir. Allah’ın bizden istediği yalnız iman etmek değildir; imanla ölmektir. Yani süreci tamamlamaktır. Mesela, bir otomobil yarışmasında yarışmaya birincilikle başlamaktan çok birincilikle tamamlamak temel gayedir. Son on saniyesine kadar birincilikle devam edip son anda kaybedebilir. Nice futbol maçlarında beş sıfır öne geçtikten sonra, bu başarıyı sonuna kadar koruyamadıkları için mağlup düşen takımlar olmuştur. Çünkü başarı bir süreçtir. Doksan dakikaya dağıtılmıştır. İnsandaki, iman başarısı ise bir ömrün tümüne dağıtılmıştır.
9. İman, tıpkı toprağa atılan bir tohum gibi, zamanla tekamül eder, olgunlaşır. Bu süre içinde bakıma, korumaya ve beslenmeye muhtaçtır. Efendimiz (sas), imanın zamanla eskidiğini, yıprandığını ifade eden beyanları vardır. Devletler zamanın şartlarına göre kendilerini yenileyemediklerinde sonlarını hazırladıkları gibi, zamanın itikadı ve fikri şüphe ve tereddütlerine karşı beslenemeyen bir iman da zamanla istikametini kaybedebilir.
10. Bu rivayet, insanın yaptığı iyi ve güzel amellerle gururlanmamasını, kendini beğenme, kibirlenme ve kötü huy gibi sevilmeyen hallerden uzak durmasını tavsiye etmekte, öte yandan işlediği bir takım günahlar sebebiyle Allah’tan ümit kesmeyip korku ile ümit arasında bir hayat sürmesi icâb ettiğini bize öğretmektedir.
11. Ayrıca, bu rivayet, dünyada insanlar hakkında cennetlik cehennemlik gibi kesin hükümler vermenin doğru olmadığını da göstermektedir.
Bu gibi nedenlerden dolayı bir insanın yapması gereken şey; daima imanlı bir şekilde kabre girmesi için Allah’a dua etmesi ve imanına uygun bir hayat sürmesidir.
Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet
Kur'an-ı Kerim bize öncelikle tek eşliliği tavsiye etmektedir. Ancak şartlar gereği birden fazla evliliğin gerekli olduğu durumlarda adaletli olmayı emretmektedir.
Ayrıca İslam birden ikiye üçe çıkarmamış, daha yüksek sayılardan aşağıya çekmiştir. Kadın neslinin erkeklere göre fazla olması da kadınlara meşru yoldan bir yol açılmış oluyor.
Diğer taraftan erkeğin uzun müddet yaşlılık yıllarına kadar cinsel arzusunun devam etmesi, kadının hem arzularının erken kesilmesi hem de ayın belli zamanlarında adet halinde olması ve bazen hamile kalarak uzun müddet cinsel ilişkiye girememe gibi durumlar dikkate alınınca, olayın boyutları daha iyi anlaşılacaktır.
Dini hükümlerin bir kısmı taabbudi dediğimiz akla tabi olmayan ve aklın değil teslimiyetin hakim olduğu kurallar manzumesidir. Mesela sabah namazının iki, öğle namazının dört rekat olması akla tabi olan bir mesele değildir. Tamamıyla Allah’ın istediği bir şeydir. Bir kısmı ise, makul-ul mana dediğimiz tamamıyla mantık ve ilim ile hikmetin bulunduğu kısımdır. Bu kısımda bir Müslüman alim veya bilim adamı, kendi ihtisas alanı içerisindeki bir İslami meseleyi tartışabilir, fikir beyan edebilir veya mantık yürütebilir. Mesela "domuz eti neden haram kılınmıştır, içki neden haram kılınmıştır v.s." gibi meseleleri ilim ve hikmet düsturu ile açıklayabilir. Mantığa dayalı olan ikinci kısım taabbudi kısma göre daha geniştir. Bu durumda sorduğunuz soruya “Allah böyle irade ettiği için.”deriz.
Bir kadın ve erkeğin birleşmesinden meydana gelen çocuğun annesi bellidir; fakat babası belli olmasa nesiller karışır. Şayet bir kadın birkaç erkekle evlilik yapsa o zaman doğan çocuğun kime isnat edileceği belli olmaz. Düşünün bir kadının dört tane kocası var. Hepsi de kadınla yakınlık kuruyor. Doğacak çocuk kime ait olacak. Anne bir baba dört tane. Düşünülebilir mi böyle bir şey. En önce kadınla yakınlık kuran baba oldu diyelim, diğerleri, çocuk doğuncaya kadar ne yapacak? Bütün bunlar bir neslin karışması değil sadece, erkeklerin kavgası, kadınların da perişan olması demektir. Bu sadece bir hikmettir. Bununla beraber binlerce hikmetler olabilir. Fakat bütün bu hikmetler illet dediğimiz Allah’ın emri yerine geçemez. Yani bu çocuğun kime ait olduğu belli olsa ve tıp böyle bir ilerleme kaydetse, bir kadının birden çok erkekle evliliği caiz olur mu? Elcevap hayır. Çünkü, Allah bir kadının bir erkekle evlilik yapabileceği emrini vermiştir;(bk. Nisa, 4/24) binlerce hikmet bu emr-i ilahiyi kaldırmaz.
Allah kadına ait olma, birilerine bağlanma duygusu vermiştir. Erkeğe ise sahib olma, birilerini kendine bağlama duygusu vermiştir. O nedenle kadının erkek gibi davranıp birkaç erkeği nikahına alması onları idare etmesi düşünülemez, bu onun tabiatına aykırıdır. Bu fıtratın muktezası olarak pek az ilkel kabileler dışında tarih boyunca erkekler çok evlilik yaptığı halde kadınlar birden fazla erkekle evlenmemiştir.
Selam ve dua ile...
Faruk Beşer (Prof. Dr.)
Sorularla İslamiyet
Soru:
Bundan iki yıl kadar önce nişanlandım. Nişanlım, "içimiz rahat olur, günaha girmemiş oluruz" diyerek imam nikahı yapmamızı istedi. Ben imam-hatip lisesi mezunuyum. Fakat imam nikahı yapıp yapmama konusunda tereddütlüydüm. Nişanlım, her seferinde bu konuyu daha iyi bildiğini ve bir sakıncası olmadığını, aksine bizi günahtan koruduğunu söyleyip durdu. Annem ve babam da karşı çıkmadı, sonuçta imam nikahı ile nikahlandık. Önceleri sadece alışverişe çıkıyor, yürüyorduk. Bunu söylemek istemezdim ama el ele de tutuştuk. Çok değil, nikahtan 4 ay kadar sonra ise anlaşamadık ve ayrıldık. Bana üç kez boş ol dedi. Hükmen dul olduğumu biliyorum. Asıl sorun ise, geçen ay bir başkası ile sözlendim. Çok iyi bir insan. Dini bilgileri benden çok daha yerinde ve iyi. Bir ara ağzını aradım ve imam nikahına düğünden önce nasıl baktığını öğrenmeye çalıştım. Kesinlikle karşı çıkıyor. Benim daha evvel nişanlandığımı ve anlaşamayarak ayrıldığımı biliyor ama ne ben ne de ailem, ona imam nikahlı olup da ayrıldığımı henüz söylemedik. Açıkçası söylemekten çekiniyorum. Hükmen dul olduğumu biliyorum fakat bunu söyleyecek olursam bana çok kızacağına eminim. Günün birinde bu konu için, "sırf gezip eğlenebilmek için Allah'ın emrini kullanıyorlar, sanki Allah'ı kandırıyorlar 'biz nikahlıyız' der gibi" demişti. Hatta imam nikahlı nişanlıların aciz, zavallı, günahkar ve basit insanlar olduğu gibi şeyler söylemişti. O çok iyi bir insan, benim ileride çevremdeki insanlara güzel dini bilgiler öğretebilmem için bana bildiklerini öğretmeyi istiyor... O çok iyi ve temiz bir insan. Bense kendimi öyle hissetmiyorum, keşke eski nişanlım bunun için beni zorlamasaydı. Ben bir dulum ama bunu söyleyecek olursam beni bırakır diye korkuyorum. Söylemesem olmaz mı? Belki size saçma gelecek bu sorum ama ilk nikahta çok heyecanlı olduğum için hatırlamıyorum, nikah sırasında imam dul olup olunmadığını sorar mı? Onu kaybetmek istemiyorum. Çevremde onun kadar iyi bir kişiyle karşılaşacağımı da hiç sanmıyorum, bugüne kadar benimle hep belli bir seviyede görüştü ama çok da resmi değil, samimi ve cıvık da değildi. Belki söylediklerimle, "söylemezsen bir şey olmaz" demenizi ister gibi davranıyorum ama açıkçası ancak böyle bir cevap vicdanımı biraz olsun rahatlatır. Başka türlüsünü, yani hükmen dul olduğumu söylemeye dilim varmaz ve bahaneler üretip ayrılma yolunu seçerim. Annem "söylemeyelim" diyor, babam "ne yaparsan yap" diyor. İmam-hatip mezunuyum dedim ama böyle bir bilmecenin cevabını veremiyorum. Kitaplara bakmaktan bile çekiniyorum desem inanmazsınız. İnternetin bir faydası da bu olsa gerek. Günlerden beri çektiğim sıkıntıyı ancak bu şekilde hafifletebildim. İnanın sizden henüz cevap gelmediği halde, böyle bir sıkıntım olduğunu yazmak bile biraz olsun bana nefes aldırdı. Sizden rica ediyorum, bana cevap yazın. Böyle bir konuyu köşenizde cevaplamanız, Yeni Şafak'ın düşmanı olan... gibi kurumları harekete geçirerek aleyhte kullanabilirler. Belki Gerçek Hayat'ta belki de bu e-mail adresime cevap verirsiniz, bilemiyorum. Fakat lütfen kısa zamanda cevap verin, bir hafta içinde nişan yapalım istiyorlar bense sizden gelecek cevap gelene kadar ertelemeye çabalıyorum. Zira "mutlaka söylemelisin" derseniz, utancımdan bunu söyleyemem ve bahane bulup reddedeceğim. Bu bahanelerle onun da incineceğini biliyorum ama o çok iyi biri, onun beni suçlayarak reddetmesi daha yıkıcı olur. Lütfen cevap yazın, gecikmeden, Allah razı olsun.
Cevap:
Bu soruya zamanında, soru sahibinin adresine yazarak cevap vermiştim. Aynı mahiyette pek çok soru mektubu aldığım için hem detaylı ve ibretli soruyu olduğu gibi vermeyi hem de kısaca vereceğim cevabı Gerçek Hayat sayfalarından ilgililere duyurmayı uygun buldum.
Bizim dilimizde ve kültürümüzde dul diye, başından nikah geçmiş kimseye değil, nikahlandıktan sonra eşi ile cinsel hayat yaşamış ve bekareti bozulmuş kimseye (özellikle kadına) derler. Fıkıh kitaplarında da dul (seyyib) bu mânada kullanılır. İddet (yeniden evlenebilmek için kadının beklemesi gereken süre) bakımından da yalnızca nikahlanmak yetmez; nikahtan sonra ya cinsel temas veya bunu yapmaya imkan verecek şekilde başbaşa kalmak (halvet-i sahîha) gerekir. Buna göre kızımızın "Ben hükmen dulum" sözü, hem geleneğimiz hem de dinimiz bakımından yerine oturmuş olmuyor.
Nişanlı iken görüşme durumunda olan ve görüşmeler esnasında haram işlemekten korkan kimseler, "nasıl olsa fiilen de evleneceğiz, şimdiden evlenme akdini yapıp haram işlemekten kurtulalım" diyerek, böyle düşünerek nikah (evlenme akdi) yapıyorlar. Bu akdin, taraflar haram işlemekten kurtarmak gibi bir yararı oluyorsa da, soruda gördüğümüz gibi sakıncaları da oluyor. Dilimizde "Gelin ata binmiş de ya nasip demiş" şeklinde güzel bir söz vardır. Nişanlandıktan sonra bundan vazgeçen nice çift çeşitli problemler yaşıyorlar. İşte bu durumda, yukarıda gördüğümüz problemden daha önemli olarak bir de, kocanın, kendisini terkeden bayandan intikam almak için onu boşamaması olayı vardır. Nişanlı iken nikah yapan, sonra nişanı bozan bayanın, bir başkasıyla nişan ve nikah yapabilmek için eski nişanlı-nikahlısının kendisini boşamasına ihtiyaç vardır; o da boşamayınca ortaya, çözümü güç bir problem çıkmaktadır. Bu sebeple gençlere, sabırlı ve ölçülü davranmalarını, fiilen evlenme zamanı gelinceye kadar nikah yaptırmamaların tavsiye ediyorum.
Kocanın, evli yaşamak istemediği (veya bunu karısı istemediği) halde, sırf başkasıyla evlenmesini engellemek ve ona eziyet etmek için eşini boşamama hususunda direnmesi durumunda çözümün nasıl olacağı konusunu bir başka yazıda ele alacağız. Soruda geçen "söyleme, söylememe" meselesine gelince:
Karşı taraf, senin başından -cinsel temas veya halvet-i sahihayı içersin içermesin- bir nikah olay geçti mi" diye sormadıkça, kızımızın kendisini bakire olarak tanıtmasında, cinsel olaysız bir nikah geçirdiğinden söz etmemesinde bir sakınca olmaması gerekir; çünkü bu nikah onu dul yapmamaktadır. Ancak evlilikten sonra bu olayın duyulması ihtimali varsa önemli bir risk yüklenilmiş olur; koca "Bunu bana söylemeliydin" diyebilir. Söylendiğinde iyi bir nasibi kaçırma, söylenmediğinde, ileride duyulması ve tepki gösterilmesi riskleri var; bunlardan birini tercih etmek ilgili taraflara kalmaktadır.
http://www.hayrettinkaraman.net/sc/00071.htm
Soru:
Bir görücü meselesi oldu, önce ablam için geldiler ablamın bir başkasıyla görüştüğünü öğrenince daha sonra aynı kişi benim için geldi... İslami açıdan bir problem olur mu?
Cevap:
Bir problem olmaz. Ablanızı isteyip bu olmayınca, onunla evlenemeyeceği ortaya çıkınca sizi isteyebilir. Eğer ablanızla evlenmiş olsaydı, onunla evli bulunduğu sürece sizinle -ikinci bir eş olarak- evlenemezdi, iki kız kardeşi aynı zaman içinde birden almak, nikahlamak caiz değildir. Ama mesela ölmüş bir kadının kız kardeşi ile (yani baldız ile) evlenmek caizdir. Vaktiyle ablanızla evlenmiş bir kimse bile -o ölünce veya boşanınca- sizinle evlenebiliyorsa, ablanızı istemiş, fakat onunla evlenmemiş birinin sizi istemesinde ve evlenmenizde elbette bir sakınca olmaz.
Soru: Eşim Habil ve Kabil'in kıssasından yola çıkarak kurban kesmek için takvanın şart olduğunu bu sebeple kesilen çoğu kurbanların heder olduğunu söylüyor ve "Ben kendimi Allah'a yakın hissediyorsam kendimin kesebileceğimi söylüyor. Ben ise bu takva olmasa da bizler kurbanlarımızı kestiğimiz sürece Allah'ın rahmetiyle bu takvaya ulaşmamızı sağlayacağını aksi taktirde ise Allah'tan uzaklaşacağımızı hissediyorum. Siz ne dersiniz?
Cevap:
Kurban ibadetini yerine getirmenin şartlarından biri takvâ değildir; takvâ genel olarak müminlerin elde etmeleri ve geliştirmeleri gereken bir vasıftır. "Kurban ibadeti vaciptir, sünnettir; kesmezsem Allah'a itaatsizlik etmiş, Hz. Peygamber'in sünnetini terk etmiş olurum" düşüncesi bir takvâdır ve bu düşünce de hemen her kurban kesende vardır.
Hz. Âdem'in iki oğlunun kurbanları konusu Kur'an'da açıklanmıştır (Maide. 5/27-31). Buna göre oğullardan birinin kurban ibadetinin kabul edilmemiş olmasını, diğer (kurbanı kabul edilen) oğul "takvâ" ile açıklamakta, "ibadetin ancak takvâ sahibi olanlardan kabul edileceğini" ifade etmektedir. Burada takvânın ne mânaya geldiği de âyetin devamından anlaşılmaktadır: Kurban'ı kabul edilmeyen oğul, kıskançlık yüzünden kardeşini öldürmek istemektedir. Bir kulun Allah'a bağlılığı, O'na karşı sevgi ve saygısı, itaatsizliğin sebep olacağı kötü sonuçlardan korkması (takvâ) onun kıskançlık duygusunu veya başkaca nefsani arzularını yenmesine yetmiyorsa takvâsı eksik demektir; takvâsı eksik olanların itaatı (kulluğu) da eksik olur, ibadetlerini Allah için değil, başka saik ve sebeplerle yapmış olabilirler ve ibadetin kabul edilmemesi işte bu "niyet ve saik" kusuruna bağlıdır. Ayrıca bir kimse diğerinde takvâ olup olmadığın bilemez, kendisinde takvâ duygusu ve buna bağlı davranışların bulunup bulunmadığını ise bilir. Allah emrettiği, Hz. Peygamber de yaptığı için ödev bilerek kurban kesen kimsede -bu mânada- takvâ vardır.
http://www.hayrettinkaraman.net/sc/00069.htm
Soru:
Hayvanı önce bayıltmak, sonra kesmek ve birden fazla hayvanı birden kesmek, yahudi ve hristiyanların kestiklerini yemek caiz midir?
Cevap:
Bayıltılmış hayvan, usulüne uygun olarak kesildiğinde eti yenir. Kanın tamamen boşalıp boşalmaması hükmü değiştirmez. Kafasına vurulduğunda hayvan ölürse, ölmüş hayvan boğazlamak onu helal kılmaz. Yurt dışında yapılan uygulamada hayvanın, kesilmeden önce ölüp ölmediğini sormak ve anlamak gerekir.
Hayvanların öldürülme usulünün islama uygun olması konusunda büyük ve küçük baş hayvanlar arasında çok fark yoktur. Her ikisinin de ya müslümanlar veya ehl-i kitap (yahudi ve hristiyanlar) tarafından usulüne uygun olarak öldürülmüş olması gerekir. Birden fazla hayvanı bir makinada, düğmeye bir basmada kesmek caizdir. Kesen ya müslüman veya ehl-i kitap olacaktır. Besmele sünnet olmakla beraber, çekilmediği zaman hayvan haram olmaz. Hristiyanların kestikleri, kendi dinlerine göre yeniyorsa, o eti müslümanlar da yiyebilirler; yeter ki et domuz, yılan gibi eti haram olan hayvanlardan olmasın! http://www.hayrettinkaraman.net/sc/00067.htm