10 Eylül 2018 Pazartesi

Deccâl ve Hz. Îsâ (as)'ın Gelişi ile ilgili Riyâzü's Sâlihîn'den Hadisler


Hadisler

1812. Nevvâs İbni Sem’ân radıyallahu anh şöyle dedi: 

Bir sabah Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem deccâlden uzun uzun bahsetti. Sonunda yorulup sesini alçalttı, sonra tekrar yüksek sesle konuştu. Biz onun anlatışına bakarak deccâlin Medine civarındaki hurmalıklara gelip dayandığını zannettik. Tekrar yanına gittiğimiz zaman üzüntümüzü anladı ve:

 - “Hayrola, bu ne hal?” dedi. Biz de: 

- Yâ Resûlallah! Sabahleyin deccâlden bahsettin. Kâh alçak sesle kâh yüksek sesle konuştuğun için, biz onun hurmalıklara gelip dayandığını sandık, dedik. Bunun üzerine şöyle buyurdu: 

- “Sizin adınıza deccâlden başka şeylerden daha çok korkuyorum. Şayet deccâl ben aranızdayken çıkarsa, onun oyununu bozar, delillerini çürütürüm. 

Eğer ben aranızdan ayrıldıktan sonra çıkarsa, artık herkes kendini ona karşı savunup korumalıdır. Zaten Allah Teâlâ mü’minleri onun kötülüklerinden koruyacaktır. Deccâl kıvırcık saçlı, patlak gözlü, (Câhiliye devrinde ölen) Abdüluzzâ İbni Katan’a benzeyen bir gençtir. Sizden onu gören Kehf sûresinin baş (ve son) tarafından onar âyet okusun. O Şam ile Irak arasındaki bir yerden çıkacak. Sağa sola her yana kötülüğünü yayacaktır. Ey Allah’ın kulları, imanınızı koruyup direnin!” 

- Yâ Resûlallah! Deccâlin yeryüzünde kalma süresi ne kadardır? diye sorduk. Şöyle buyurdu: 

- “Kırk gündür. Bir günü bir yıl kadar, bir başka günü bir ay kadar, bir diğer günü de bir hafta kadardır; geri kalan günleri ise sizin bildiğiniz günler gibidir.” Biz: 

- Yâ Resûlallah! Bir yıl kadar olan günde, kılacağımız bir günlük namaz kâfi gelecek mi? dedik. - “Hayır, siz namaz vakitlerini ona göre takdir ve hesap ediniz” buyurdu. Biz: 

- Yâ Resûlallah! Onun yeryüzündeki sürati ne kadardır? diye sorduk. Şöyle buyurdu: 

- “Rüzgârın sürüklediği bulut gibi insanların yanından geçer, ilâh olduğunu söyleyerek kendisine iman etmelerini ister, onlar da iman ederler. Göğe yağmur yağdırmasını emreder, yağmur yağar; yere bitki bitirmesini emreder, otlar, çayırlar biter; insanların yayılmaya gönderdikleri hayvanları daha gösterişli ve semiz, sütleri daha bol olarak döner. Daha sonra başka insanların yanına gelerek onları kendine inanmaya davet eder; fakat onlar kendisine inanmayıp teklifini geri çevirirler; deccâl de yanlarından ayrılıp gider; lakin sabahleyin suları çekilip çayır çimenleri kurur, hayvanları da helâk olur. 

Deccâl bir örene uğrayıp ‘Definelerini ortaya çıkar!’ der, o harâbedeki defineler arıbeyinin peşinden giden arılar gibi deccâlin arkasından gider. Sonra deccâl babayiğit bir genci yanına çağırıp onu kılıcıyla ikiye biçer; vücudunun her parçası bir yana düşer; ardından ona seslenir. Delikanlı gülümseyen bir çehreyle ona doğru gelir. Deccâl böyle işler yaparken Allah Teâlâ Mesîh İbni Meryem sallallahu aleyhi ve sellem’i gönderir. Mesîh, boyanmış iki elbise içinde, ellerini iki meleğin kanatları üzerine koyarak Dımaşk’ın doğusundaki Akminare’nin yanına iner. Mesih parıldayan yüzüyle başını yere eğince saçlarından terler damlar, başını kaldırınca inci gibi nûrânî damlalar dökülür. Onun nefesini koklayan kâfir derhal ölür. Nefesi baktığı yere ânında ulaşır. Mesih deccâlin peşine düşer, onu (Kudüs yakınındaki) Bâbülüd’de yakalayıp öldürür. Sonra Îsâ sallallahu aleyhi ve sellem, Allah Teâlâ’nın kendilerini deccâlin şerrinden koruduğu birtakım insanların yanına gelir, onların yüzlerini okşayarak deccâl fitnesinin sona erdiğini söyler ve kendilerine cennetteki yüksek derecelerini haber verir. Bu sırada Allah Teâlâ Îsâ  aleyhisselam’a vahyederek “Kimsenin öldüremeyeceği kullar yarattım; diğer kullarımı toplayıp Tûr’a götür” buyurur. Allah Teâlâ Ye’cûc ve Me’cûc’ü yeryüzüne gönderir. Onlar tepelerden süratle inip giderler; öncüleri Taberiye gölüne varıp gölün bütün suyunu içer. 

Arkadan gelenler oraya vardıklarında, “Bir zamanlar burada çok su varmış” derler. Îsâ aleyhisselam ile yanında bulunan mü’minler Tûr dağında mahsur kalırlar. Onlardan her biri için bir öküz başı, sizin bugünkü paranızla yüz altından daha kıymetli olur. Îsâ aleyhisselam ile yanındaki mü’minler bu belâdan kendilerini kurtarması için Allah Teâlâ’ya yalvarırlar. Allah Teâlâ da Ye’cûc ve Me’cûc’ün enselerine kurtçuklar musallat eder; hepsi bir anda ölüp gider. Ardından Îsâ aleyhisselam ile mü’minler Tûr dağından inerler. Ye’cûc ve Me’cûc’ün kokmuş cesetlerinin olmadığı bir karış yer bulamazlar. Îsâ aleyhisselam ile yanındaki mü’minler bu belâdan da kendilerini kurtarması için Allah Teâlâ’ya yalvarırlar. 

Allah Teâlâ deve boyunları gibi iri kuşlar gönderir; bu kuşlar onların kokmuş cesetlerini alarak Cenâb-ı Hakk’ın dilediği yere götürüp atarlar. Sonra Allah Teâlâ hiçbir evin ve çadırın engel olamayacağı bol bir yağmur gönderir; bu yağmur yeryüzünü ayna gibi pırıl pırıl temizler. Daha sonra yeryüzüne “Meyveni bitir, bereketini getir” diye emredilir. O gün bir grup insan tek bir nar ile doyar, kabuğuyla da gölgelenirler. 

Yaylıma gönderilen hayvanların sütü de bereketlenir, bir devenin sütü kalabalık bir grubu, bir ineğin sütü bir kabileyi, bir koyunun sütü bir cemaati doyurur. Onlar böyle yaşayıp giderken Allah Teâlâ tatlı bir rüzgâr gönderir; bu rüzgâr onları koltuk altlarından sarmalayıp her mü’minin ve müslimin rûhunu alıp götürür. Yeryüzünde insanların en fenaları kalır; onlar eşekler gibi birbiriyle tepişip herkesin gözü önünde cinsel ilişkide bulunurlar ve kıyamet onların üzerine kopuverir.” Müslim, Fiten 110. Ayrıca bk. Tirmizî, Fiten 59; İbni Mâce, Fiten 33 

Açıklamalar 

Kitabımızın bu kısmı “bölüm” adıyla anılmamakla beraber altmış hadisin yer aldığı müstakil bir bölüm mahiyetindedir. Bu kısımdaki on iki hadiste öncelikle deccâl konusu işlenmektedir. Kur'ân-ı Kerîm’de kendisinden söz edilmeyen deccâl, hadîs-i şerîflerden öğrendiğimize göre kıyamet alâmetlerinden biridir. Kıyametle ilgili her bilgi gayb sahasına girer. Gayb, akıl ve duyular yoluyla hakkında bilgi edinilemeyen varlık alanıdır. Gayb hakkındaki bilgiler ya Allah Teâlâ’nın veya Resûlü’nün haber vermesiyle öğrenilebilir. Etrafımızda olup da kendilerini akıl ve duyularla bile idrâk edemediğimiz varlıklar ve yaşadığımız andan sonra olup bitecek şeyler bizim için gaybdır. Biz bu konulardaki bilgileri ya Kur'ân-ı Kerîm’den veya hadîs-i şerîflerden öğrenebiliriz. Kur'ân-ı Kerîm'de gayb konusuna, önemi sebebiyle 60 yerde temas edilmektedir. Bu âyetlerde gaybı sadece Allah Teâlâ’nın bileceği anlatılmaktadır. Bunun bir tek istisnası vardır. O da yine Kur'ân-ı Kerîm’de şöyle belirtilmektedir: "Allah Teâlâ bütün görülmeyenleri bilir. Sırlarından kimseyi haberdâr etmez. Ancak bildirmeyi dilediği Peygamber müstesnâ" [Cin sûresi (72), 26]. İşte deccâl, kıyâmet, âhiret, cennet, cehennem ve daha başka şeyler hakkındaki bütün bilgiler Cenâb-ı Hak tarafından Resûl-i Ekrem Efendimiz’e bildirilmiş, o da bunlardan uygun gördüklerini bize haber vermiştir. 

Şimdi gelelim deccâle. Onun âhir zamanda ortaya çıkacak, Allah Teâlâ’nın kendisine verdiği bazı imkânlar sebebiyle hârikulâde mârifetler gösterecek ve böylece bazı insanları sapıtacak bir yalancı ve sahtekâr olduğu anlaşılmaktadır. Zaten Deccâl kelimesi de yalancı, hilekâr, hakkı bâtıla, iyiyi kötüye karıştıran kimse anlamına gelmektedir. 

Peygamber aleyhisselâm ümmetinden otuz kadar yalancı deccâl çıkacağını, bunların kendilerini peygamber olarak tanıtıp “Ben Allah’ın elçisiyim” diyeceklerini haber vermektedir (Buhârî, Fiten 25; Müslim, Fiten 84). Gerçekten de tarih boyunca, anlatılan cinsten nice yalancılar çıkmış, Allah Teâlâ onların hepsini perişan etmiştir. Hadisimizde anlatılan büyük deccâl de şüphesiz aynı âkıbete uğrayacak, rezil ve perişan olacaktır. 

Peygamber Efendimiz’in, yukarıdaki konuşmasında deccâlden söz ederken, sanki o sırada bu belâ Medine’ye gelip dayanmış gibi ashâbına heyecanlı bir ses tonuyla hitap etmesi, sesini kâh alçaltıp kâh yükseltmesi deccâlin insanlık adına ne büyük bir tehlike olduğunu anlatmak içindir. Bazı âlimler hadiste geçen alçaltma ve yükseltme ifadelerini ses olarak değerlendirmemekte, Resûlullah deccâli “Bir gözü kördür; Allah katında son derece basit ve önemsizdir” gibi ifadelerle hem küçümsedi (onu alçalttı) hem de “Kıyametten önce ortaya çıkacak en büyük fitnedir” gibi sözlerle onun ne dehşetli bir belâ olduğunu belirtti (yükseltti), şeklinde anlamışlardır. 

Peygamber aleyhisselâm, ashâbın deccâlden çok korktuğunu görünce onları teskin ve teselli etmek istedi; şayet ben hayattayken deccâl çıkarsa onun oyununu bozar, delillerini çürütürüm, buyurdu. Efendimiz aleyhisselâm’ın “Sizin adınıza deccâlden başka şeylerden daha çok korkuyorum” buyurması, esasen imanı kuvvetli kimseler için deccâlin büyük bir tehlike teşkil etmeyeceğini göstermektedir. Şu halde müslümanlar çocuklarına dinlerini iyi bir şekilde öğrettiği, peygamber vârisi olan güçlü ilim adamları yetiştirdiği sürece deccâl tehlikesi fazla fire vermeden atlatılabilecektir. 

Yine Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in “Eğer deccâl ben aranızdan ayrıldıktan sonra çıkarsa, artık herkes kendini ona karşı savunup korumalıdır” buyurması, her müslümanın kendi dinini iyi bir şekilde öğrenmesi gerektiğini göstermektedir. Müslümanlar dinlerini iyice öğrendikleri takdirde ne hakikî ne de sahte deccâller onları aldatabilecektir. Zaten Efendimiz’in de belirttiği gibi, Allah Teâlâ mü’minleri deccâlin şerrinden koruyacaktır. Resûl-i Ekrem Efendimiz’in “şayet deccâl ben aranızdayken çıkarsa” buyurması, kıyametin ne zaman kopacağını bilmediği gibi, deccâlin ne zaman çıkacağını da bilmediğini göstermektedir. Zira bir insan peygamber de olsa, ileride olacak şeyleri ancak Cenâb-ı Hakk’ın kendisine haber vermesi halinde bilebilir. Peygamber Efendimiz’in bu ifadesinden, deccâlin çıkacağı zaman hakkında önceleri bilgisi olmadığı, bunun için de “şayet deccâl ben aranızdayken çıkarsa” ifadesini kullandığı, fakat daha sonraları kendisi hayattayken deccâlin çıkmayacağını öğrendiği anlaşılmaktadır.

Resûl-i Ekrem Efendimiz bu hadiste, deccâli görenlerin, on sekizinci sûre olan Kehf sûresinin baş tarafından (fevâtih) on âyet okumalarını tavsiye buyurmaktadır. 1023 numaralı hadiste de geçtiği üzere Resûl-i Ekrem “Kehf sûresinin baş tarafından on âyet ezberleyen kimse deccâlden korunur” buyurmuştur (Müslim, Müsâfirîn 257; Ebû Dâvûd, Melâhim 14)

Yine aynı kaynaklarda, bu rivayetin hemen ardından, Kehf sûresinin sonundan on âyet okunması tavsiye edildiği kaydedilmektedir. Bu sûrenin baş tarafındaki ilk on âyette Cenâb-ı Hakk’ın zâtını ve sıfatlarını bilmekten söz edilmekte, ve O’nun ashâb-ı Kehf’i zâlim Dakyanus’un şerrinden koruduğu anlatılmaktadır. Muhtemelen bu alâka sebebiyle, deccâli görenlerin bu sûrenin ilk on âyetini okumaları tavsiye buyurulmuştur. Biz hadisimizin tercümesinde her iki rivayeti de dikkate almayı uygun gördük. 1000 numaralı hadiste, bu sûreyi okuyan bir sahâbîyi dinlemek üzere meleklerin yeryüzüne indiği de görülmüştü. Peygamber aleyhisselâm, deccâlin her tarafa kötülük yayacağını belirtmekte, onu görecek olan ümmetine hitâben “Ey Allah’ın kulları! İmanınızı koruyup direnin!” buyurmak suretiyle, ümmetinin mâneviyâtını yükseltmekte ve deccâl denen sahtekârı iman gücüyle yenebileceklerini onlara hatırlatmaktadır. 

Deccâlin yeryüzünde ne kadar kalacağını merak eden ashâb-ı kirâm, onun kırk gün kalacağını, fakat bir günün bir yıl, bir başka günün bir ay, bir diğer günün bir hafta kadar uzayacağını, daha sonraki günlerin ise normal günlerin uzunluğunda olacağını öğrenince, vaktin söz konusu olmadığı o uzun günlerde namaz ibadetini nasıl îfâ edeceklerini merak etmişler, o zaman namaz vakitlerini normal günlere kıyaslayarak hesap etmeleri gerekeceğini öğrenmişlerdir. Ashâbın böyle anormal bir zamanda nasıl namaz kılacaklarını düşünmeleri, onların bu ibadete verdikleri önemi göstermektedir. Deccâl çıktığı zaman “bir günün bir yıl kadar, bir başka günün bir ay kadar, bir diğer günün bir hafta kadar olmasını” lafzî mânası dışında anlayıp yorumlayan âlimler de vardır. Onlara göre deccâl yapacağı bir nevi hipnotizma ile insanların göz ve kulak gibi duyu organlarını tesiri altına alacak, başlarına gelen o müthiş belânın sıkıntısıyla zaman bir türlü geçmek bilmeyecektir. 

Deccâle verilen yetkiler, imanı güçlü olmayan kimseler için onun ne büyük bir tehlike teşkil edeceğini göstermektedir. Onun emriyle bol yağmurlar yağması, bol bitkiler yetişmesi, bu sebeple kısa zamanda gelişip semiren sağmal hayvanların bol süt vermesi, bazı kimselerin deccâle inanmaması üzerine ertesi gün sularının çekilip çayır çimenlerinin kuruması, bu sebeple hayvanlarının helâk olması, deccâlin bir viraneye emretmesi üzerine oradaki definelerin tıpkı bir arıbeyinin peşinden giden arılar gibi onun arkasından gitmesi, kendisine inanmayan bir genci kılıcıyla ikiye böldükten sonra onu tekrar diriltmesi düşündürücüdür. 

Bütün bu hârikulâde olaylar, o günlere yetişen mü’minlerin büyük bir imtihandan geçeceğini göstermektedir. Öldürülüp diriltilen gencin deccâl karşısındaki tavrı ne kadar haşmetli ve mânalıdır. Âdeta deccâle, sen beni bin kere öldürüp diriltsen de ben sadece kâinâtın yegâne Rabbine iman ediyor ve senin bir sahtekâr olduğunu biliyorum dercesine alaycı bir tavırla gülümsemesi, imanın sarsılmaz gücünü ne güzel ortaya koymaktadır. 

Deccâl kötülüklerini yapmaya devam ederken Allah Teâlâ Mesîh İbni Meryem’i yeryüzüne gönderecek (bk. 1814 numaralı hadis), o da deccâli yok edecektir. Burada bir hatırlatma yapalım. Bilindiği üzere Hz. Îsâ’ya mesîh dendiği gibi deccâle de mesîh (mesîhü’d-deccâl) denmektedir. Mesîh, silmek anlamına gelen mesh kelimesinden türemiştir. Deccâle mesîh denmesi, kendisinden hayrın silinip alınması veya bir gözünün, hiç yokmuş gibi tamamen silinmesi sebebiyledir. Zira deccâlin yüzünün bir tarafı tamamen dümdüz, dolayısıyla bir gözü kördür. 

Diğer hadislerden öğrendiğimize göre, var olan gözü de tıpkı salkımdan dışarı fırlamış bir üzüm tanesi gibi pörtlektir (Buhârî, Ta’bîr 11, 33). Deccâle çok seyahat etmesi, mesafeleri silip süpürmesi sebebiyle mesîh dendiği de söylenmiştir. 

Hz. Îsâ’ya mesîh denmesine gelince, onun mübarek elini hastalara sürerek (meshederek) iyileştirmesi sebebiyledir. Allah Teâlâ’nın bir Mesîh’i diğer bir Mesîh ile yok etmesi ne kadar anlamlıdır. “Biz hakkı bâtılın tepesine bindiririz de o, bâtılın işini bitirir” [Enbiyâ sûresi (21), 18] âyet-i kerîmesi, deccâlin de aralarında bulunduğu bütün bâtılların âkıbetini dile getirmektedir. 

Hz. Îsâ’nın, parıldayan yüzüyle başını yere eğince saçlarından terler damlaması, başını kaldırınca inci gibi nûrânî damlalar dökülmesi onun vücudunun son derece mevzûn, yüzünün güzel olduğunu göstermektedir. Elbisesi hakkında verilen bilgiler de buna eklenince, onun çok güzel bir görünüme sahip olacağı anlaşılmaktadır. Peygamber Efendimiz bir başka hadisinde onun tatlı esmer bir sîmaya sahip orta boylu bir insan olduğunu, pek kıvırcık olmayan pırıl pırıl saçlarının omuzlarını dövdüğünü, hamamdan yeni çıkmış gibi hafifçe kırmızı tertemiz yüzünden sular damladığını anlatmıştır. Hz. Îsâ’nın nefesini koklayan kâfirin derhal ölmesi ifadesini bazı âlimler, güçlü nefesinin gözünün gördüğü yere kadar ulaşacağı ve kâfirlerin ona yaklaşmaya fırsat bulamadan öleceği şeklinde anlamışlardır. 

Hadisimizde Hz. Îsâ’nın Dımaşk’ın doğusundaki Akminare’nin yanına ineceği belirtilmektedir. Nevevî VII. (XIII.) yüzyılda bu minarenin mevcut olduğunu söylemektedir. Hz. Îsâ’nın Kudüs’e veya Ürdün’e ineceğine dair rivayetler bulunduğu da söylenmektedir. Ama onun deccâli öldüreceği yerin, Kudüs yakınında bulunan ve bugün de Bâbülüd diye anılan yer olduğu hadisimizde zikredilmektedir. 

Şüphesiz deccâl fitnesi insanoğlunun yeryüzünde göreceği en büyük fitnedir. Bu sebeple bütün peygamberler ümmetlerine bu fitneden söz etmişler ve ondan sakındırmışlardır (Tirmizî, Zühd 3; İbni Mâce, Fiten 33; ayrıca bk. 21. hadis). Peygamber Efendimiz de “Dualar Bölümü”nde çeşitli örneklerini gördüğümüz üzere deccâlin fitnesinden Allah’a sığınmış, dolayısıyla bizim de ondan Cenâb-ı Hakk’a sığınmamızı tavsiye etmiştir. 

Deccâlden sonraki büyük fitnenin Ye’cûc ve Me’cûc fitnesi olduğu anlaşılmaktadır. Kur'ân-ı Kerîm’de iki yerde Ye’cûc ve Me’cûc’den söz edilmektedir. Birinde, bozgunculuk yapan Ye’cûc ve Me’cûc’ün Zülkarneyn’e şikâyet edilmesi, onun da bu zorbaların bulunduğu yeri demir kütleleriyle tıkayarak bir daha dışarı çıkamayacak şekilde önlerine bir set yapması [Kehf sûresi (18), 94-98], diğerinde ise, hadisimizde geçtiği gibi, “Ye’cûc ve Me’cûc’ün önündeki seddin açılıp her tepeden akın etmeleri” hâdisesidir. 

Ye’cûc ve Me’cûc’ün, Hz. Îsâ ile birlikte Tûr’da korunan mü’minler dışında yeryüzündeki bütün insanları öldürmesi bu felâketin büyüklüğünü göstermektedir. Cenâb-ı Hakk’ın bu önünde durulmaz barbarları enselerine kurtçuklar musallat ederek bir anda mahvetmesi, daha sonra yeryüzünün âdeta yeniden ihyâsı ve yaşamaya daha elverişli hale getirilmesi olayları ise kâinâtın Rabbi’nin her şeye kâdir olan sonsuz gücünü göstermektedir. 

Deccâl ile Ye’cûc ve Me’cûc fitnelerinden kurtulan ve benzeri görülmemiş derecede mutlu bir hayat süren mü’minlerin ölümünden sonra yeryüzünde insanların en kötülerinin kalması, onların eşekler gibi herkesin gözü önünde cinsel ilişkide bulunacak olması ve kıyametin onların üzerine kopuvermesi de pek düşündürücüdür. Bu çağda zinanın suç kabul edilmesini gerilik sayan, nefsânî arzularının tatmini önünde hiçbir sınır tanımayan ve dolayısıyla Peygamber aleyhisselâm’ın ifadesiyle eşekler gibi herkesin gözü önünde cinsel ilişkide bulunmak isteyen kimselerin durumu, üzerlerine kıyamet kopacak o en fena, en talihsiz kimselerin halinden farksızdır. Cenâb-ı Mevlâ o bozuk zihniyetli insanların şerrinden bizi ve yavrularımızı muhafaza buyursun. 

Aşağıdaki hadislerde deccâl hakkında daha başka bilgiler verilecek, deccâlin bazı özellikleri 1823 numaralı hadiste açıklanacaktır. Hz. Îsâ’nın yeryüzüne inmesi konusu ise 1814 numaralı hadiste ele alınacaktır. 

Hadisten Öğrendiklerimiz 

1. Deccâl insanın dünya hayatında karşılaşacağı en büyük fitnedir. 

2. Müslümanları onun şerrinden derin imanları koruyacaktır. 

3. Deccâl yeryüzünde kimi uzun kimi kısa olmak üzere kırk gün kalacaktır. 

4. Deccâl, kasırga önündeki bulut gibi yeryüzüne süratle yayılacaktır. 

5. Kendisine verilen imkânlar sebebiyle beşer gücünün üstünde işler yapacaktır. 

6. Hz. Îsâ yeryüzüne inerek deccâli öldürecek, insanları onun şerrinden kurtaracaktır. 

7. Hz. Îsâ Ye'cûc ve Me’cûc’ün geleceğini haber alınca mü’minlerle birlikte Tûr dağına gidecek, Ye'cûc ve Me’cûc belâsı ortadan kalkıncaya kadar orada mahsûr kalıp açlık sıkıntısı çekeceklerdir. 

8. Önlerinde kimsenin duramayacağı Ye'cûc ve Me’cûc, yeryüzünü talan edip herkesi öldürecek, Allah Teâlâ da onları, enselerinde yaratacağı kurtçuklarla bir anda mahvedecektir. 

9. Yeryüzü Ye'cûc ve Me’cûc’ün leşlerinden temizlendikten sonra insanlar bolluk ve bereket içinde yaşayacaklardır. 

10. Daha sonra Allah Teâlâ mü’minlerin ruhlarını kabzedecek, yeryüzünde en kötü insanlar kalacak, kıyamet onların üzerine kopacaktır.

1813. Rib’î İbni Hırâş şöyle dedi: 

Ebû Mes’ûd el-Ensârî ile birlikte Huzeyfe İbni Yemân’ın yanına gittim. Ebû Mes’ûd ona: 

- Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’den deccâl hakkında duyduklarını söyle, dedi. Huzeyfe de şunları söyledi:

 - “Deccâl, yanında bir su ve bir de ateş olduğu halde ortaya çıkacak. Bazılarının onun yanında gördüğü su gerçekte su olmayıp yakıcı ateştir. Bazılarının onun yanında gördüğü ateş de gerçekte ateş olmayıp soğuk, tatlı bir sudur. Sizden deccâle kim yetişirse, ateş olarak gördüğü tarafta bulunsun. Zira o, tatlı, içimi güzel bir sudur.” 

Ebû Mes’ûd el-Ensârî, Huzeyfe’nin böyle söylediğini ben de duydum, dedi. Buhârî, Enbiyâ 50, Fiten 26; Müslim, Fiten 105, 108 

Açıklamalar 

Sahîh-i Müslim’deki bir rivayete göre Resûl-i Ekrem Efendimiz: “Ben deccâlin yanında ne bulunduğunu iyi bilirim. Onun beraberinde iki nehir vardır. Biri beyaz su gibi görünür, diğeri yanan ateş gibi. Bir kimse deccâle yetişirse, ateş şeklinde gördüğü nehre gelip gözünü yumsun. Sonra başını eğerek ondan içsin. Çünkü o soğuk sudur” buyurmuştur. Daha başka rivayetlerde deccâlin yanında cennet ve cehenneme benzer iki şey bulunduğu, onun cennet dediği şeyin ateş, yani cehennem olduğu da belirtilmektedir (Müslim, Fiten 109). 

Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem’in bu hadiste gözbağcı deccâlin oyununa gelen ve gelmeyenlerin durumunu mecâzî bir anlatımla ortaya koyduğu sezilmektedir. Bu ifadeyi şöyle anlamak uygun olur: Nemrûd’un o dağ gibi ateşini İbrâhim aleyhisselâm’a gül bahçesi yapan Allah Teâlâ, deccâle kanmayan, onun oyununa gelmeyen imanlı kişilere bu sahtekârın sözde ateşini tatlı, buz gibi bir su yapacaktır. Onun ateşi de cehennemi de mü’minlere hiçbir zarar veremeyecektir. Muhtemelen deccâl, insanları sağlam bir imtihandan geçirmesi, gerçek mü’minle öyle olmayanı birbirinden ayırması için kendisine büyük imkânlar verilmiş büyük bir hokkabazdır. Buna göre hadisimizdeki “Sizden deccâle kim yetişirse, ateş olarak gördüğü tarafta bulunsun” ifadesini, o mü’min deccâli yalanlasın; yanındaki ateş gibi, cehennem gibi görünen şeyden korkmasın; zira o gerçek ateş değildir; deccâli böylece yalanlayan kimse, içinde serin ve tatlı sular bulunan cennete kavuşacaktır, şeklinde anlamak belki de en uygunudur. Meseleye şöyle de bakmak mümkündür; Bütün bu fevkalâde imkânları deccâle veren Allah Teâlâ olduğuna göre, deccâlin cenneti gibi görünen şeyin gerçekte cehennem, deccâlin cehennemi gibi görünen şeyin de gerçekte cennet olması mümkündür. 

Bizim bu hadislerden çıkaracağımız ders şudur: Allah Teâlâ mü’minlere deccâli tanıma imkânı sağlayacak ve onun oyunlarına kanmayacak bir ferâseti herhalde ihsan edecektir. Bunun tedbiri ne olabilir? İyi müslüman olmak, ilmini uygulayıp yaşayan âlimler yetiştirmek, Kur’an-Sünnet çizgisini aşmamaktır. Böyle olan kimseler, Cenâb-ı Hakk’ın lutuf ve ihsânı ile deccâl denen hilekârın karşısında yer alacaklar, ona mağlûp olmayacaklar ve neticede cenneti hak edecektir. 

Hadisten Öğrendiklerimiz 

1. Deccâl bir gözbağcıdır. Gerçek olmayanı gerçekmiş gibi gösterebilecektir. 

2. Deccâl cenneti cehennem, cehennemi cennet veya suyu ateş, ateşi su gibi gösterme imkânına sahip olacaktır. 

3. Deccâli gören müslümanlar, onun cehennem veya ateş gibi gösterdiği şeyi tercih ettikleri takdirde cennete ve içimi tatlı ve güzel bir suya kavuşacaklardır. 

1814. Abdullah İbni Amr İbni Âs radıyallahu anhümâ’dan rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

 “Ümmetimin hayatta bulunduğu bir zamanda deccâl çıkar ve kırk, bu kadar zaman kalır. (Râvi, Hz. Peygamber’in kırk gün mü, kırk ay mı, yoksa kırk yıl mı buyurduğunu bilemediğini söylemektedir.) Bunun üzerine Allah Teâlâ Îsâ İbni Meryem’i yeryüzüne gönderir; o da deccâli bularak ortadan kaldırır. Sonra insanlar, aralarında hiçbir düşmanlık bulunmadan yedi yıl yaşarlar. Sonra Allah Teâlâ Şam taraflarından soğuk bir rüzgâr gönderir ve bu rüzgâr kalbinde zerre kadar hayır -veya iman- bulunan yeryüzündeki bütün insanların ruhunu kabzeder. Şayet biriniz dağın içine bile girse, bu rüzgâr onu mutlaka bulup canını alır. İşte o zaman yeryüzünde kötülüklere bir kuş hafifliğiyle dalan, yırtıcı hayvan atılganlığıyla şuursuzca saldıran kimseler kalır. Bunlar ne bir iyilik tanırlar ne de bir kötülüğü yadırgarlar. Şeytan bir insan kılığına girerek onlara görünür ve: 

- Dediğimi yapmayacak mısınız? diye sorar. Onlar da: 

- Ne yapmamızı emredersin? derler. Şeytan da onlara putlara tapmalarını emreder. Onlar her türlü ahlâksızlığı yapıp putlara taparken rızıkları bollaşır, hayat tarzları iyileşir. Daha sonra sûra üflenir. Onun sesini duyan herkes dehşet ve şaşkınlık içinde yıkılır kalır. Sûrun sesini ilk duyup can veren adam, devesinin havuzunu tamir eden bir kimsedir. Onunla birlikte yanındakiler de kendilerini yere atıp can verirler. Sonra Allah Teâlâ çiğ gibi -veya gölge gibi- bir yağmur yağdırır. İnsanların çürüyüp gitmiş cesetleri bununla yeniden hayat bulur. Ardından sûra bir kere daha üflenir; herkes yerinden fırlayıp kendilerine verilecek emri beklemeye başlar. Daha sonra: 

- Haydi, Rabbinize gelin! denir. Meleklere de: 

- Onları alıkoyun; çünkü onlar sorguya çekilecektir, denir. Daha sonra yine meleklere: 

- Cehennemlikleri ayırın! buyurulur. Onlar da: 

- Kaçta kaçını ayıralım? diye sorarlar. 

- 1000 kişiden 999’unu, denir. İşte o gün, dehşeti yüzünden çocukların ihtiyarladığı bir gün olacaktır. O gün her şeyin ortaya çıktığı korkunç bir gündür.” Müslim, Fiten 116 

Açıklamalar 

1812 numaralı hadisten öğrendiğimize göre Resûl-i Ekrem Efendimiz deccâlin yeryüzünde kırk gün kalacağını belirtmiştir. Fakat bu hadisi rivayet eden Abdullah İbni Amr İbni Âs, Peygamber aleyhisselâm’ın kırk demekle beraber, bunun kırk yıl mı, kırk ay mı, yoksa kırk gün mü olduğunu açıklamadığını söylemektedir. Her ikisi de sahih olan bu rivayetlerin birincisinde “kırk gün” kaydının bulunması, bu rivayetteki belirsizliği gidermeye yeterlidir. Hatta bir rivayette “kırk sabah” kalacağının belirtilmesi (Ahmed İbni Hanbel, Müsned, IV, 364) kırk gün ifadesini güçlendirmektedir. Şüphesiz en doğrusunu Allah bilir. 

Hadisimizin devamında, 1812 numaralı hadiste teferruatlı bir şekilde anlatılan olayların âdeta özeti verilmektedir. Hz. Îsâ’nın yeryüzüne ineceği meselesi bunlardan biridir. Hz. Îsâ’nın yeryüzüne ineceğini açıkça belirten sahih hadislerden birine göre Resûlullah Efendimiz şöyle buyurmuştur: “Canımı kudretiyle elinde tutan Allah’a yemin ederim ki, yakında Îsâ İbni Meryem âdil bir hakem olarak gökten yere inecek, haçı kıracak (Hıristiyanlığın hükümsüz olduğunu ilân edecek) , domuzu öldürme emrini verecek, zimmîlerden cizyeyi kaldıracak (din olarak sadece İslâmiyet kalacak), mal da o kadar çoğalacak ki, onu kimse kabul etmeyecek” (Buhârî, Büyû‘ 102, Enbiyâ 49; Müslim, Îmân 242). 

Hz. Îsâ’nın yeryüzünde İslâm kanunlarına göre hükmedeceğini açıkça gösteren bir diğer hadis ise şöyledir: “Devlet başkanınız (imamınız) kendinizden olduğu halde Îsâ İbni Meryem gökten yanınıza indiği zaman haliniz nice olur!” (Buhârî, Enbiyâ 49; Müslim, Îmân 242-246). 

Hz. Îsâ’nın yeryüzüne ineceğine ve İslâmiyet’i uygulayacağına dair pek çok hadis vardır. Muhammed Enverşâh el-Keşmîrî (ö. 1352/1933) bunlardan yetmiş beşi Resûlullah’ın sözü, yani merfû hadis olmak üzere 101 rivayeti derlediği eserine et-Tasrîh bimâ tevâtere fî nüzûli’l-Mesîh (Halep 1385/1965) adını vermiştir. 

Resûlullah’ın son peygamber olması, ondan sonra bir peygamber gelmemesi gerçeği ile bu olay arasında bir çelişki yoktur. Zira Îsâ aleyhisselâm Cenâb-ı Hakk’ın yeni emirlerini tebliğ etmek üzere gelen bir peygamber değil, Resûl-i Ekrem’in getirdiği dini yaşayan ve uygulayan “adaletli bir hakem” sıfatıyla yeryüzüne inecektir. 

Bu hadiste insanların yeryüzünde birbirine kin ve nefret duymadan, düşmanlık beslemeden yedi yıl boyunca huzurlu bir hayat sürecekleri belirtilmektedir. Hz. Îsâ’nın yeryüzünde kırk yıl kalacağına dair rivayetler de bulunmaktadır. Onun daha önce otuz üç yıl yaşadığına dair rivayet ile son gelişindeki yedi yıl birleştirilince kırk yıl hesabı ortaya çıkabilir. 

Hadisimizin devamında Hz. Îsâ’nın deccâli öldüreceği, yedi yıl sonra çıkacak bir rüzgârla birlikte bütün müslümanların öleceği, yeryüzünde sadece kötülerin kalacağı, onların da şeytanın emrine girerek putlara tapmak da dahil olmak üzere her fenalığı yapacağı anlatılmaktadır. Resûlullah Efendimiz daha sonra sûra üflenmesiyle birlikte dünya hayatının son bulacağını, ikinci sûr ile herkesin dirilip hesap vermek üzere Cenâb-ı Hakk’ın huzuruna varacağını, ondan sonra da cennetlik ve cehennemliklerin ayrılacağını, 1000 kişiden 999’unun cehennemlik, sadece birinin cennetlik olacağını belirtmektedir. 

Hadisten Öğrendiklerimiz 

1. Deccâl yeryüzünde uzun bir süre kalarak insanları kendi bâtıl dâvasına kazanmaya çalışacaktır. 

2. Hz. Îsâ yeryüzüne inerek deccâli öldürecektir. 

3. Daha sonra insanlar birbirine hiçbir kötülük beslemeden yedi yıl boyunca huzur içinde yaşayacaktır. 

4. Esecek bir rüzgâr bütün müslümanların vefatına sebep olacak; yeryüzünde, her fenalığı çekinmeden yapan, hatta putlara tapan kötü insanlar kalacaktır. 

5. Daha sonra sûra üflenecek ve herkes ölecek belli bir zaman geçtikten sonra yine sûra üflenecek ve bu defa herkes dirilecektir. 

6. İnsanlar hesaba çekilecek, 1000 kişiden 999’u cehenneme, biri cennete gönderilecektir. 

7. O gün, dehşetinden çocukların ihtiyarlayacağı korkunç bir gün olacaktır.

Detaylı bilgi için:

http://ikrayasin.blogspot.com/2014/04/309edille-i-seriyye-ne-nuzul-u-isa.html

http://ikrayasin.blogspot.com/2013/02/ehli-sunnete-gore-hzmehdi.html

https://ikrayasin.blogspot.com/2014/04/310hzmehdinin-gelisi-ile-ilgili-hadisler.html

‘Sünnetullah’ nedir, nasıl yaşanır?


Allah’ın yarattıkları için koymuş olduğu kurallara Sünnetullah denir. Bu kurallar canlılar için ve cansızlar için geçerli olan kurallardır. Yağmurun yağması, insanın yaratılması, sıcağın oluşması, ateşin yakması, suyun söndürmesi gibi pek çok olay bizim derinlemesine tahlil etme imkânımız olmasa bile bu kanunlar çerçevesinde olup bitmektedir. Bu kanunlar tabiat olayı adıyla anılabileceği gibi, eski ümmetlerden itibaren gözlenen sosyal olaylarda da geçerlidir. Allah’ın kanunlarında asla bir değişiklik olmaz. (Fatır sûresi, 43)

Sünnetullah olarak bilinmesi gereken hakikatlerden biri de Allah’ın nezdindeki gün kavramının bizdeki gün gibi olmadığıdır.

Rabbimizin bir başka kanunu da, mühlet vermesi; ama ihmal etmemesidir. Bize göre çok uzun denebilecek bir süre bekler; ama asla ihmal etmez. O’nun takdir ettiği bir zamanda muhakkak suçlular suçlarının karşılığını, iyi kullar da iyiliklerinin karşılığını görürler.

Allah’ın dini için çalışanların, akıbeti O’ndan bekleyenlerin kendi ellerindeki yirmi dört saatlik günlerden oluşan takvimlerle hesap yapmaya kalkışmaları hatadır.

Müslümanın vazifesi Sünnetullah dâhilinde bütün gayretini göstermek ve gayretinde ihlâslı olmaktır. Zaman hakkında söz Allah’ın olacaktır. Neyi ne zaman yaratacağını dileyecek olan O’dur.

Huy kapmaktan çekinmeliyiz


Oturup konuştuğumuz, dertleştiğimiz, yolculuk yaptığımız insanların beyinlerini sömüren hastalıklardan emin olmamız mümkün değildir. Onların beynini sömüren herhangi bir illet onlarda da yoktu. Onlara başkalarından bulaşmıştır. Onlara bulaşanın bize bulaşmaması garanti edilemez. ‘Kişinin arkadaşının dini üzere olduğu’ gerçeğini göz ardı edemeyiz. Belki sosyal kimliğimizin gereği olarak selamlaşabilir, yiyip içebiliriz. Ama beyinlerimizin mikroplanmasına karşı hassas olmamız zorunluluktur.

Salihlerle beraber bulunmak zaten dinimizin bizden istediği bir şeydir. Özellikle yaşadığımız çağdaki savaş türlerinden birinin insanları düşünemez, düşünse de yönlendirilmiş olarak düşünür halde tutma savaşı olduğunu düşündüğümüzde salihlerle beraber bulunmanın önemi daha iyi kavranmış olmaktadır. Cephe çökertmek için öldürmekten ve yok etmekten daha etkili taktikler geliştirilmiştir. Şer güçlerin yok etmek yerine, yaşatıp menfaatleri doğrultusunda kullanmayı yeğlediklerini görmekteyiz.

Kalplerdekine Şifa’dan


“İnsan aceleci olarak yaratılmıştır. Size ayetlerimi göstereceğim, bunu Ben’den acele istemeyin.” (Enbiya suresi, 37)

Denge temel karakterimizdir

İfrat ve tefrit arasında denge tavrımız mü’min olarak hiçbir türlü taviz veremeyeceğimiz genel karakterimiz olmalıdır. Cennet ve cehennem konusunda dahi bizden ‘korku ile umut arasında’ olmamız istenmiştir. İtikatta olduğu kadar ibadetlerde ve ahlâkta, muamelatta dengeli bir hayat yaşamamız İslam’ın aslına uygun olan tavırdır.

Acelecilikle ilgili mü’min kimliğine uygun bir tavır değerlendirmesi yapılırken bu dengenin dikkate alınması gerekmektedir. Acelecilik bir arıza görüldüğü gibi vurdumduymazlık da bir arızadır. Yılların ve enerjilerin boşa geçmesi karşısında, ‘Allah’ın işinde bir hikmet vardır.’ gibi bir mantık ucuz bir savunma türüdür.

Cemaat ve fert olarak herhangi bir çalışmada yapılmış planın neresinde olduğumuzu istişare etmek mecburiyetindeyiz. Çalışmaların ve şahsiyetlerin farklı zaviyelerden değerlendirilmesi, olması gerekenle olan arasındaki mesafelerin tahlil edilmesi gerekir.

Aceleci olmadığımız gibi uyuşuk ve dağınık da olamayız. Hesapsız feda edebileceğimiz bir dakikamız bile yoktur.

Öveceksen müslümanca öv


İslam terbiyesinde övgü için şu kurallar konmuştur:

*Övgü aşırı olmamalıdır. Övgü ile övülenin işinin arasında denge bulunmalıdır. Verilen bir görevi vaktinde bitiren birine teşekkür edilip, takdir edildiği hissettirilebilir. Ama ‘Bu yaptığın İstanbul’un fethine denktir.’ gibi abartılı bir cümle kullanılamaz. Böyle bir üslup, zamanla, kaba sığmaz isteklere davetiye çıkartabilir.

*Övgü, batıl bir değer üzerinden olmamalı, ahlâksızlık ihtiva etmemelidir.

*Övülen, övgü ile beraber fitneye düşürülecekse, övmekten uzak durulmalıdır.

*Övgü amaçlı yapılan faaliyetlerde, davanın özüne ve mantığına aykırı hareketlerden uzak durulmalıdır. Övgü veya takdir için yapılan bir törenin, alkolün kullanıldığı bir otelde yapıldığını düşünmek bile ürkütücüdür. Futbolcuların birbirlerinin sevinçlerini paylaşırken yaptıkları el hareketlerinin, İslamî bir çalışmada kullanılması düşündürücüdür.

Önemli Bir Kural

Allah’ın koruduğu özel kulları hariç, bütün insanlar hataya müsait bir kimliğin sahibidirler. Âdemoğlu hatakârdır. Dünkü durumumuzun bugün aynı kalacağını iddia edemeyiz. Bize göre her doğan güneş yeni bir imtihan günü getirmiştir. Ne iyiler iyi olarak kalma güvencesi içindedirler, ne de kötüler kötülüklerinde batıp kalmış sayılırlar. Mü’min elde ettiği yüksek dereceleri korumak zorunda olduğu gibi, düştüğü alt seviyelerden de yükselmeye çalışmak zorundadır. Son nefes bitmeden iyi ve kötünün son kararı verilmemiştir. Biz kul olarak imanımızı ve amellerimizi koruma altında tutmakla mükellefiz.

Allah için çalışmayı kendisine bir dava edinenlerin, çalışma aşkı ve şekli büyüdükçe, bıkıp terk etme, kenara çekilme riski de o derece yükseliyor demektir. Maalesef yükseklerden yuvarlanmak daha tehlikelidir. Özellikle örnek şahsiyetlerin hız kaybı göstermeleri, alan değiştirmeleri, kendileri için bir kayıp olduğu kadar yükselttikleri davalar için de bir kayıptır.

Bıkma ruhta, bedende ve akılda ortaya çıkabilir. Hangi türü olursa olsun, mü’minin davasından soğuması, bahanelerin ardına saklanıp tembelliği benimsemesi Allah’a sığınılması gereken bir hastalıktır.

Davaya hizmetin özellikle resmi bir işe dönüştürülmüş şekli tam bir bıkkınlık türüdür.

‘Gençliğimizde şöyle böyle işler yapmıştık.’ şeklindeki anlatımlar kuru avuntudan başka bir şey değildir. Bazılarının, ‘nöbet değişimi’ isimli bir maskeyi kullanmaları ise sadece gülünç olarak isimlendirilebilir. Biz, ‘yakîn gelinceye kadar’ kulluk sınavındayız. Sınav zili o yakîndir. Zil çalmadan bırakıp gidenler nöbet değiştirmiş olmazlar. Olsa olsa nöbetten kaçmışlardır. Seksen yaşından sonra binlerce km. yol kat edip, fetih için gelenlerle aynı şehirde yaşamak başka şey, onlarla aynı aşkı yaşamak başka şey olsa gerek!

Müslümanlığımızla iftihar etmekle Müslümanlığımıza hizmet etmek arasında bağ kurulurken, biri hepimizin diğeri ise ‘din görevlilerinin’ görevi olarak algılanmamalıdır.

Bize ikramı cennet olan dinimize hizmet etmek, onu yaşamak ve yaymak, uğrunda fedakârlık yapmakla mümkündür.

Bir ucundan tutarak değil, altına girerek destek olmak, gereken şekliyle cihada katılmak bizi gösteren önemli bir göstergedir.

Din hepimizindir; ona hizmet etmek de hepimizin görevi olmalıdır. Dinden konuşulurken akla cami ve cami görevlilerinin geliyor olması, düzeltilmesi gereken bir yanlıştır. Önemli kavramlardan başlayarak, bu yanlışı düzeltmeliyiz.


Nureddin Yıldız

9 Eylül 2018 Pazar

Dinimize Hizmetin İç Meseleleri


Bir toplantıda kullanılan kaba bir söz, köy kafasıyla şehirde iş yapmaya çalışanların varlığı, geleneklerinden, ailesindeki kısır döngüden, izlediği haber bülteninden sıyrılamayanın, o anlayışla yönlendirmeye çalıştığı plan hangi iyi sonuçları üretebilir? İyi düşünmüş olmak yeterli değildir.

İslam’ın, kumar, faiz ve cinayet gibi zaten herkesçe bilinen yasakları ve o yasaklara getirdiği cezaları kolayca anlaşılıp yorumlanabilmektedir. Zinanın yasak olması, zina edene ağır cezaların verilmesi bir anlamda ortak amaca dönüşebilir. Aynı dinin, zina için kullandığı ‘haram’ kavramını, gıybet için neden kullandığını iyi düşünmek durumundayız. Gıybet, gözle izlenebilecek sonuçları olan bir eylem olmadığı halde, Kur’an ayetleri arasında ayıplanan, hadislerde ağır tedibe uğratılan tutumlar arasında geçmektedir. İftira, nemime, kaş göz işaretiyle eğlenmek gibi tutumlar da benzer üsluplarla tedip edilmiştir. Düşünmeye mecbur olduğumuz bir gerçekle karşı karşıyayız: Düşman füzesinin dağıttığı birlikteliğimiz kadar, bir gıybetin, iftiranın dağıttığı birlikteliğimiz de vardır.

Bu iki dağılma sebebinden birinin diğerine önemli bir farkı vardır. Düşmanın dağıttığı birlikteliğimizin ve o esnada gördüğümüz maddi veya manevi zararımızın, geçmiş birikimimizin hasenatımız arasında olacağı kesindir. Ama iki mü’min kardeşin, Şeriat’ın tahkir ettiği bir davranışa dayanan sebeplerden birinden ötürü, Allah için yapmaya çalıştıkları bir işe son vermeleri, en azından beraberliklerini sürdürememeleri, ne şehitlik, ne gazilik ne de herhangi bir hasene getirecektir. Mü’min olarak beraber bulunmak zorunda olduğumuz ortamları, hizmet adlı birlikteliklerimizi temiz havalarda tutmak mecburiyetindeyiz. Temiz havayı solumak, havamızı kirletecek tehlikelere karşı müteyakkız bulunmak vazifemizdir. Düşmansız olmak gibi bir talebimizin olması nasıl mümkün değilse, meselesiz, pürüzsüz olmamızı beklememiz de mümkün değildir. Muhtemel meselelerimize, önceden tedbir almak ve çareler üretmek, arızaları gidermek bizim görevimizdir.

Ashab üzerindeki dikkatli bir tahlil, bu hakikati çok canlı bir şekilde önümüze koyacaktır.

Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem efendimizin, Ebu Zer gibi bir sahabiye, Bilal’e kullandığı bir cümleden ötürü, ‘içinde cahiliyeden kalıntı bulunan biri olduğunu’ söylemesi oldukça düşündürücüdür. (Buhari, 30. Hadis)

‘Cahiliyeden kalıntı’ bulundurmak, Ebu Zer için, iman eksikliği, namaz ve benzeri taatlerde ihmal anlamında değildi. Özellikle, sıradan zannettiğimiz bir konuda, mü’min kardeşlerden birinin incitilmesi konusunda olması oldukça düşündürücüdür. Yarın için fetihlere hazırlanan bir cemaatin, kendi aralarında kabalık, kırıcılık sorunlarını çözememiş olması önemli bir meseledir.

Enfal süresindeki adlandırmanın da asla unutulmaması gerekir.

Bedir, katılımcılarının Allah’tan büyük mükâfatlar kazandıkları bir savaştı. Meleklerle beraber bulundular. Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellemin memnuniyetini en zirve noktasında elde ettiler. Bir gün içinde İslam’ın coğrafya ve tarih açısından yeni bir yön almasına vesile oldular. Övgü üstüne övgü gördüler. Ancak mesele, bir iki demir parçası, beş on altından fazla çok önemli bir değer ifade etmeyen ganimetlerin paylaşılmasına gelince, birbirlerini üzecek işler yaptılar, ayet inmesine sebep oldular.

Ashab konuşulduğu durumlarda geçerli olan önemli bir tutum burada tekrar etti elbette; ayet yön verince, hemen o yöne yöneldiler, özür beyan ettiler şüphesiz. Fakat bizim vurgulamak istediğimiz şey, onların bile Bedir gibi bir maneviyatın sema ile birleştiği bir ortamda, birkaç demir parçası engeline takılabildiği hakikatidir.

Çağlardan hangisi olursa olsun, Bedir, mükemmel bir örnek olarak Kur’an’da önümüzde durmaktadır. Çağın değişmesi veya gelişmesi, insan fıtratının değişmesi anlamına gelmemektedir. Biz buyuz. Ordu dizerken de, namazda safları dizerken de dikkatimizin dağılması halinde ortaya çıkarabileceğimiz insanî sorunlarımız kesinlikle vardır. Bunları yok saymak, düşmanı yok saymaktan daha hafif görülmemelidir. Tarihi bu gözle incelemek yeterli olacaktır.

Ashaba kadar gitmeye bile gerek kalmayabilir. İstanbul’u fetheden Sultan Muhammed’in, fetihten sonraki çalışma takvimi incelenirse bize önemli ipuçları verecektir. Bizans’ı kahretmekle, nefisleri ve şehvetleri kahretmek, aynı rahatlıkta olmayabilir.

Bu anlamı tefekkür etmemize yardım etmesi açısından -zayıf olsa bile- ‘küçük cihaddan büyük cihada dönüyoruz’ şeklindeki hadis, dikkatle tahlil edilmelidir. Müslümanların büyük çaplı nice yatırımları, insanî birikimleri; kişisel ihtiraslara, usul yordam bilgisizliğine, düzeltilebilir olduğu halde, ilgilenilmediği için beraberliği yakan kıvılcımlara heba edilmiştir. Mal israf ederken, israf titizliği gösterenlerin, en mükerrem varlık olan insanı israf etmeye, mü’minlerin emellerini eritmeye hakları olmadığını bilmeleri gerekmez mi?

Allah rızası eksenli hizmetler için, görkemli yapılar oluşturmak, lüks toplantılar yapmak yeterli olmuyor. Hizmetlerde ihlâs, kalıcılık ve tesir kesinlikle aranmalıdır. Allah’ın rızasını kazanmakla kendi kendimizi tatmin etmemiz aynı şeyler değildir. Elde ve amel defterlerinde nelerin bulunduğu çok önemli bir sorudur.

“İmanın en güçlü halkası Allah yolunda bağlılık ve Allah yolunda düşmanlık, Allah için sevmek, Allah için buğz etmektir.” (Ahmed, 4/286; Musannaf İbni Ebi Şeybe, 7/226)

Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin ümmetine nasihatindeki ölçü şudur:

“Sizden biriniz kendisi için istediğini kardeşi için de istemedikçe iman etmiş olamaz.” (Buhari, İman, Müslim, Tirmizi, Nesai, İbni Mace)

Eğer bir mü’min, Allah’ın kendisine karşılığında rızasını ve cennetini vaat ettiği kardeşliğini, şu veya bu dünyevi bir menfaat için zedeleyebiliyor ya da kökten atabiliyorsa bu hadisi defalarca tefekkür etmelidir. Hangi gerginlik, hangi bunaltma hadisteki tehdidi göze almaya değer? Kardeşliğin birinci düşmanı, dünya ve içindekilerdir. Kardeşliği korumayı düşünenler de dünyanın içlerine sinme ihtimali olan alanlara dikkat etmek, o konudaki ilahî emir ve uyarılara kulak vermek durumundadırlar. Mal eksenli buluşmalar bu açıdan oldukça hassas alanlardır.

Sevgili Peygamber Aleyhisselam Efendimizin şu hadisini unutmamak gerekir:

“Mü’min geçinir ve geçinilir kimsedir. Geçinmeyen ve geçinilemeyende hayır yoktur. İnsanların en hayırlısı insanlara en faydalı olandır.” (Beyhaki, Şuabu’l-İman, 7395)

Dinden taviz vermemeyi gerekçe gösterip, zevklerden ve özel prensiplerden kopmamak uygun değildir. ‘Hep benim dediğim gibi olsun!’ anlayışındakilerin, teheccüt kılan Müslüman olmaları, beraberinde bulundukları kardeşleri için bir yarar sağlamaz. Beraber olmak, ortak isteklere karşı uyumlu olmaktır. Yönetici konumunda olanlar için bile geçerli olan bu kuralı, Resûlullah sallallahu Aleyhi ve Sellem efendimiz, hayırlı mü’min olmak veya olmamakla kilitlemiştir. Bu da uyumluluğu ve uyumluluğun gereklerini imanla ilgili konular arasına koymaktadır.
 

8 Eylül 2018 Cumartesi

Dinî ve ilmî olarak Reenkarnasyon nedir?


 Reenkarnasyon (insan öldükten sonra ruhunun bir başka bedende yeniden dünya hayatına dönmesi) konusu da bunlardan biri. 

Bakara sûresinin 28. âyetinde insanlara "cansız nesneler" (lafzî anlamıyla "ölüler") iken hayat verildiği, sonra yine öldürülüp tekrar diriltilecekleri bildirilmiştir. "Ölüler iken diriltilme" ifadesi bazı kimselerin aklına, ilk ölü olma halinden önce de bir hayatın bulunması gerektiği düşüncesini getirmiştir. Buradan da insanların defalarca ölüp başka bir bedende yeniden dünyaya geldikleri (Reenkarnasyon, tenâsüh) inancı ortaya çıkmıştır. Bu inancı, Kur'ân-ı Kerîm'den ve hadislerden çıkarmak ve delillendirmek mümkün değildir. Çünkü bir başka âyette "Rabbimiz, bizi iki kere öldürdün ve iki kere dirilttin, biz de günahlarımız itiraf ettik, buradan çıkmanın bir yolu yok mu dediler" buyurulumuştur (Mü'min 40/11). "Kur'an âyetleri birbirini açıklar" kaidesinden hareket ederek 28. âyeti ele alırsak bunu, "peş peşe defalarca ölüp her defasında bir başka bedende dünyaya gelme, dirilme" şeklinde anlamamız tutarlı olmaz. 40/11. âyete göre "Ölmek de iki keredir, dirilmek de iki keredir." İki âyeti, aynı olayın iki ayrı yönden açıklanması olarak aldığımızda şu mâna ortaya çıkar: İnsanlar yaratılmadan, doğmadan önce yokturlar ve bu bakımdan ölü gibidirler, önce bu ölülere (yoklara) varlık ve hayat verilmiştir; "Bu, birinci diriltmedir." Sonra dünya hayatını tamamlayanlar birinci ölümü tatmışlardır, bütün dünya insanlarının ve dünyanın ömürleri sona erip kıyamet kopunca yeryüzünde canlı kalmamıştır. Arkadan sûra üflenmiş ve bütün insanlar yeniden diriltilmişler, âhiret hayatına başlamışlardır; "Bu da ikinci diriltmedir". Özetleyecek olursak insanlar yok iken var edilmişler, sonra dünyada bir kere ölmüşler, kıyametten sonra da ikinci kez hayata gelmişlerdir; iki ölüm ve iki dirilme bundan ibarettir. İkinci âyete göre "Yaşayan insanın iki kere ölmesi ve her iki ölümden sonra da birer kere dirilmesi gerekir, yukarıdaki açıklama buna tam olarak uygun düşmüyor" denilecek olursa; şöyle açıklama yapmak da mümkündür: Yaşayan insan eceli gelince ölmüştür, kabirde dirilmiştir, ilk sorgudan sonra tekrar ölmüş ve kıyametten sonra tekrar dirilmiştir. Yok iken yaratılma ve can vermeye "ölü iken diriltme" demek mecazi olduğu için gerçek mânada (hakikat mânasında) iki kere ölme ve dirilme olayı da Mü'min sûresindeki âyette açıklanmış olmaktadır. Ölmek ve dirilmekle ilgili âyetler nasıl yorumlanırsa yorumlansın, ölmenin iki ve dirilmenin de iki kereden ibaret olması sonucu değişmez. Bu vâka da Reenkarnasyon inancına ters düşer, onun asıl olmadığını ortaya koyar.
Ayrıca birçok âyet ve hadisin açıkladığı "insanın yaratılma amacı, dünya hayatının sebebi ve hikmeti, ölümden sonra dirilerek dünyada hak edilene göre mükâfat veya ceza görme gerçeği, insan nefsinin terbiye edilerek kâmil insanın olgun nefsi haline gelebilmesi için gösterilen yollar ve çareler...", yeniden bedenlenme inancının İslâm'a aykırı olduğunun kesin kanıtlardır.
Yeniden bedenlenmenin aklî ve ilmî hiçbir delili yoktur. Dünyada yaşayan 6 milyar insanın, daha önce gelip bir başka bedende yaşadıklarına dair bir bilgi ve şuurlar mevcut değildir. Bu kesin gerçekler karşısında bazı insanların hipnoz veya telkin altında, geçmişlerine aitmiş gibi bazı bilgiler vermelerinin başka açıklamalar olmalıdır; nitekim kolektif şuur, rüya benzeri görüntüler, cinlerle temas, hâfızanın oyunları gibi nazariyelerle bu tür açıklamalar yapılmaktadır. Dün akşam (13-7-2003) bir tv tartışmasında, branşı tıp veya parapsikoloji olmayan ama herşeyden dem vuran bir ilahiyatçı bir çeşit Reenkarnasyonu, hem de Kur'an'a dayanarak savunurken bunu bilimin de kabul ettiğini söylemiş, arkasından konuşan iki uzman ise bu iddiayı yanlışlamış, reenkarnasyonun bir çeşit hastalık olduğunu, kişilik karışmasının ortaya çıktığını ve her gün birçok reenkarne olmuş "hastayı" tedavi ettiklerini ifade etmişlerdir.
İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi'nde Uzman psikiyatrist Dr. İlhan Yargıç da bir makalesinde şunu söylemektedir. "Hipnoz altında hiçbir yönlendirme olmaksızın ya da uyanırken kendiliğinden ortaya çıkan kimlik değişiklikleri yani kişinin kendisini farklı birisi olarak tanıtması dissosiyatif bozukluk adı verilen psikiyatrik rahatsızlığın belirtisidir. Bu hastalığın en şiddetli biçimine çoğul kişilik (dissosiyatif kimlik bozukluğu) denilir ve hasta farklı zamanlarda farklı kimliklere bürünür, bu kimlikler birbirinden kısmen habersizdir."


7 Eylül 2018 Cuma

Hasta olduk, ne yapalım?

Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabb'il âlemin. Ve sallallahu ve selleme ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmaîn.

Hasta olan bir mü’minin ilk işi uzman bir doktora başvurmaktır.

Kocakarı ilaçlarıyla veya başka hastalara verilmiş reçeteleri uygulayarak tedaviye kalkışmak doğru değildir. Vaktinin olmadığını ileri sürerek ya da masraftan kaçınarak tedavi yollarını kullanmayan Müslüman vebal altında kalır. Bedenlerimiz bize emanettir. Emaneti korumak ve kollamak zorunda olduğumuzu unutmamalıyız. Peygamber aleyhisselam efendimiz buyurdular ki:

“Her hastalığın bir ilacı vardır. İlaçta isabet edildiğinde Allah’ın izni ile iyileşme olur.”

Tedavi sürecinin tamamlandığını uzman doktoru bildirmedikçe, hafif iyileşmelerle kenara çekilmeyiz. Sabır ve sebatla devam ederiz.

Doktoru, eczacıyı, hemşireyi hepsini Allah’ın lütfedeceği şifanın vasıtaları olarak görür, biliriz.

Haram olan şeylerden şifa beklemeyiz.

Hastalığın şiddeti ne olursa olsun, umutsuzluğa kapılmamız caiz değildir. Ölümü istemek gibi bir hakkımız hiç yoktur.

Hastanın hastalık günlerinde TV izleyerek veya mübah olmayan şeylerle vakit geçirmesi hiç doğru olmaz. Duanın kabul olma ihtimali yüksek olan anlarda gafletten uzak durarak, zikir ve duayla, bereketli yazılar okuyarak vakit geçirilmelidir.

Dua ile, okuma ile iyi olunur mu?

Dua ve okuma dirinin de ölünün de ihtiyacıdır. Hastanın elbette en önemli ihtiyaçlarındandır.

Ancak hastalığın okuma ile tedavisinin caiz olabilmesi için kurallar vardır.

Okuma ile tedavide

Birinci Kural:

Tıbbın ilgi alanında olan ve ilaçla veya benzeri bir yolla tedavisi yapılabilen hastalıklarda okuma, sadece Allah’a sığınmanın tezahürü içindir.

Moral takviyesidir.

Okumaya güvenip tedaviden kaçınmak doğru olmaz.

İkinci Kural:

Organik olmayan ruhi hastalıklarda okuma ile şifa haktır, denenmiştir. Hem Peygamber aleyhisselam efendimiz hem de ashabı kiram hastaları okumuşlardır.

Ancak hem okuyanda hem de okunan şeylerde aranan şartlar vardır. Sadece “okumak” değildir yapılan. Kur’an’ın bereketinden hastanın iyileşmesi için yararlanmaktır. Kur’an ise, ne abdestsiz tutulabilen bir kitaptır ne de her okuyanına kendisini veren bir kitap... Mesele, iman meselesidir.

En güzeli ihtiyacı olanın kendisinin okumasıdır. Başkasına da okutabilir.


Üçüncü Kural:

Hastayı okuyan kimse “salih” bir mü’min olmalı, okuma işini bir meslek olarak yapmamalıdır.

Dördüncü Kural:


Hastaya okunan şeyler ya Kur’an ayetleri olmalı ya da hadisi şeriflerde okunması tavsiye edilen dualar olmalıdır. Birtakım rumuzlar, tılsımlarla okuma olmaz.

Hasta üzerine okunup tesiri olan belli başlı ayetler şunlardır:

Fatiha sûresi,

Bakara sûresinin ilk bölümü,

Ayet’el Kürsi,

Bakara sûresinin sonu,

Haşr sûresinin sonu,

Kalem sûresinin 51. ayeti,

İhlas, Felak, Nâs sûreleri.

Beşinci Kural:

Cinlerden gelen hastalıkların varlığı doğrudur. Ancak cinlerle ilgili bu bilginin suistimali cinlerin verdiği zarardan daha fazla olabilmektedir. Cinlerden daha tehlikelisi bunu istismar edenlerdir. Hiçbir iyiliği dokunmadığı halde insanların dertleri ile geçim temin edenler için söylenebilecek ilk söz, onlardan uzak durmanın tavsiye edilmesidir.

Hasta bakmak mı? Hasta olmak mı?

Hastanın bakımı ve hizmeti, kimi zamanlar hastalığı aratmayacak kadar yorucu olabilir. Bu, elde edilecek sevabın o denli büyük olduğunu gösterir. Hasta ile ilgilenenler bir sabır taşı olmalıdırlar. Duymadıklarını duymaya, görmediklerini görmeye hazır olmalıdırlar. Bilhassa yatalak hastaların bakımı, o hastaların artık çekilmez görüldüklerini hissetmeden yapılabilirse ne büyük bir kazanç elde edilir. Hayırda sabır yarışı yapılmalıdır.

Hastalık halinde eşlerin birbirlerine vefaları çok önemlidir. Etini yiyip kemiğini atmak gibi bir tavır İslami değildir.

Ebeveynin hastalığı anındaki hizmet ise direkt cennete açılan bir yoldur. Allah’tan korkan mü’min bir çocuk/çocuklar böyle bir fırsatı kaçırmamak için yarışmalı, aralarında kura çekmek zorunda kalmalıdırlar. Ama bu kura, sende değil bende kalsın diye olmalıdır.

Eğer hasta kendisine yapılan hizmeti takdir edemeyecek bir hasta ise, bakıcıları onun takdirini değil, Allah’ın rızasını hesap edip hizmet etmelidirler.

Dikkat! Hasta ziyareti bir ibadettir:

Evet, hasta ziyareti bir ibadettir. Her ibadet gibi o da edebine uyularak yapıldığında sevaba vesile olur.

Her şeyden önce hastayı ziyaret “gelmedi demesinler” diye değildir. Bir ibadet olduğuna göre Allah için ve sevap umularak yapılır.

Uygun vakitte, oturma edebine riayetle, konuşma nezaketine dikkatle, dua ederek-isteyerek, gerektiğinde mali ve bedeni yardımda bulunarak ziyaret etmek gerekir. Hasta ziyareti akraba ziyareti gibi olmamalıdır. Kısa ve saygın ziyaret en makbul olanıdır. Bilhassa hastanın ve bakıcıların moralini bozacak söz ve kabalıklardan çekinmelidir. Ziyaretçi ucuz doktorluk yapmamalı, ilaca ve tedaviye müdahale yanlışlığına girmemelidir.

Hasta ve İbadet

Aslında hastalık ibadet için en gerekli zamanlardandır.

Hastanın hac ibadetini ertelemesi caiz olur.

Oruç tutması ise, hastalığına bağlıdır. Hastalığının orucu kaldırıp kaldıramayacağını oruç tutan bir doktorun raporuna dayanarak kendisi de verebilir. Eğer oruç tutamazsa, iyileştiğinde tutamadığı gün kadarını kaza eder. Artık oruç tutması mümkün olmayacak bir hastalığa tutulmuş ise her günün yerine bir fidye verir.

Hasta, başını oynatabilecek güçte olduğu sürece namazı ertelemesi caiz olmaz.

Abdest için suyu kullanamıyorsa teyemmüm eder.

Ayakta kılamıyorsa oturarak, oturarak kılamıyorsa yatarak, yaslanarak kılar. Rükû ve secde için başını eğerek (ima) namazını kılar. Ama namazını ertelemez.

Sıkışınca yanlış yapmamak için; sıhhatliyken bir ilmihâl iyice okunmalıdır!


Nureddin Yıldız

https://www.yeniakit.com.tr/yazarlar/nureddin-yildiz/hasta-olduk-ne-yapalim-17999.html

Sallallahu ve sellem ve ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Ve’l hamdüli’llahi rabbi’l âlemin.


Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah-u Teala’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH azze ve celle BİLİR

6 Eylül 2018 Perşembe

Kader nedir?


Soru:
Bizim gibi cahil kesimin en fazla ihtilafa düştüğü konulardan birisi de kader konusu. Biz Allah Teâla'nın bizim için ezelde irade ettiği ve levh-i mahfuza yazdığı bir hayatı mı yaşıyoruz, kullar kendi iradeleri ile mi hidayette veya küfürde olurlar, kulun iradesi ne işe yarar, Allah Teâla dileyeni mi hidayete erdirir -dilediğini mi hidayete erdirir veya dileyeni mi saptırır- dilediğini mi saptırır. Kadere nasıl iman edeceğiz ?

Cevap:
Bu soruya kısmen de olsa geçen haftaki yazının ikinci sorusunun cevabında açıklık getirmiştik. Burada şunları ilave etmekle yetinebiliriz:
Allah Teâlâ'nın elbette yaratılmış her şeyi kuşatan iradesi ve kudreti vardır ve her şeyi yalnızca O yaratır. Ancak O'nun adalet sıfatı da vardır, kendisine zulmü kendisi haram kılmıştır. Adalet ve zulmün Allah için anlamı, bizim anlamayacağımız, bilemeyeceğimiz bir anlam değildir; Kitabında adalet ve zulümden söz etmiş, kullarına bu kavramları açıklamış, kendisinin de bu kavramlar çerçevesinde adil olduğunu, zalim olmadığını bildirmiştir. Eğer Allah bir yandan kulların ne yapacaklarını, onların iradeleri dışında belirleyip bir tarafa yazsa, onları bu fiillere mecbur kılsa, öte yandan da "Niçin şunu yaptın, bunu yapmadın" dese, bazı yapma ve yapmamalara ceza verseydi adil olmazdı. İşte kaza, kader, kulun irade hürriyeti, fiili konuları konuşulurken, düşünülürken mutlaka yukarıda ortaya koyduğumuz esas çerçevesinde düşünülmelidir.
Özetle kulun da kendine mahsus bir küllî bir de cüz'î iradesi vardır. Küllî irade, fiile uygulanmadan var olan ve bütün seçenekleri kapsayan (yapmaya da yapmamaya da karar vermeyi sağlayan) iradedir. Cüzî irade ise bunun bir seçeneği için kullanılan (yapma veya yapmamayı seçen) iradedir. İnsanlar sorumlu tutulacakları fiilleri yapıp yapmamakta hürdür, bu sebeple de yapınca veya yapmayınca sorumlu olurlar. Allah her şeyi, zaman ve mekan engeli olmadan bildiği için, zamanı gelince kulun, serbest iradesi ile neyi seçeceğini de bilmekte ve onu yazdırmaktadır. Eskilerin deyişi ile "ilim maluma tabidir"; olan, Allah öyle bildiği ve yazdığı için değil, bilgi, öyle olacağı içindir; serbest seçim ve irade ile öyle yapılacağı için öyle bilinmiştir. Hidayet ve dalalet, doğru veya eğri yolda olmak, bunlara yöneltmek de öyledir; Allah kulunu, onun isteği dışında saptırıp da sonra "Niçin saptın" diye sormaz. Kul doğru yolu seçerse Allah da onu murad eder, eğri yolu seçerse Allah da onu -kulun ek bir irade ve fiili bulunmadan- engellemez. Kullar hidayet ve dalalet konusunda Allah'a dua ederler; mesela işte bu fiil (dua), kendi iradeleriyle yanlış yola girmek isteyenlerin Allah tarafından engellenmesi için bir ek fiil, ek irade sayılabilir.
Kaza, kader, kulun iradesi, kudreti, fiili, sorumluluğu konularında benim anlayış ve inancım özetle bundan ibarettir; hem ilgili nasları hem de İslam tarihi boyunca bu konuda ortaya çıkmış görüşleri, açıklamaları gözden geçirdikten sonra bu sonuca varmış bulunuyorum.

5 Eylül 2018 Çarşamba

Yeni doğan bebeğe yapılması gereken sünnetler nelerdir?

Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabb'il âlemin. Ve sallallahu ve selleme ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmaîn.

Bu safha, doğumla başlayıp tam iki sene devam eder. Müslüman anne-babaların, dünyaya gelen çocuklarını, Sünnet’e uygun olarak yetiştirmek istemeleri, onların en güzel dilekleridir. İleride pişman olmayacağımız, iftihar edeceğimiz evlâtlara sahip olmak istiyorsak, “İşi, daha en başından sıkı tutmalı!” kanaatindeyiz. Temelde hata yapmayalım ki, hayırlı neticeler alınabilsin. Temeli sağlam bir bina yıkılmaz!

İLK LİBAS

Bebeğin doğduğu gün ona giydirilen ilk kıyâfetin (zıbın, kundak, göbek bağı vb.) beyaz olması isabetlidir. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in kızı Hazret-i Fâtıma’nın doğumunda hazır bulunan Sevde binti Misrah, bebeği, sarı bir kundağa sarar. Az sonra gelen Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bu duruma müdahale eder; sarı bezi atıp, beyaz bir beze sarar.[
Alî el-Müttakî, Kenzü’l Ummâl, Hadis No: 16, 261, 62.] Bizzat kendi kızı için yaptığı bu uygulama, yeni doğan yavrunun tertemiz beyazlar içinde olmasını arzulaması, bizlere de güzel bir misal teşkil eder.

Ezan ve kamet çocuğa yapılan ilk iman telkinidir 

Bundan murat; yeni doğan bebeğin sağ kulağına ezân okunması, sol kulağına ise kamet getirilmesidir.[ Tirmizî, Edeb, 17, Hadis No: 15, 229.]

Ezan ve kamet çocuğa yapılan ilk iman telkinidir
Hz. Hasan dünyaya gelince Peygamberi Efendimiz (asm) onun sağ kulağına ezan okumuştur.
Hz. Hüseyin’in rivayetine göre ise Peygamberimiz (asm) bu adetlerinin hikmeti hususunda da şöyle buyurmuşlardır:

“Kimin bir çocuğu olur da, sağ kulağına ezan, sol kulağına kamet okursa, o çocuğa ümmü sıbyan hastalığı zarar vermez (cin zarar vermez).” Çünkü ezanın mana ve muhtevasında tekbir, tevhit, nübüvvet ve namaz gibi dinin esasları bulunmaktadır.

Çocuğa güzel isim vermek çocuğun babası üzerindeki haklarındandır 

Peygamber Efendimiz (asm) “Çocuğa güzel isim vermek, dinini öğretmek ve vakti gelince evlendirmek, evladın babası üzerindeki haklarındandır.”
“Kıyamet günününde kendi isimleriniz ve babalarınızın isimleriyle çağrılacaksınız. Öyle ise isimlerinizi güzel koyun.” buyurmuştur.
Çocuklarımıza “güzel mânâlara” delâlet eden isimler vermemiz sünneti ihya açısından önemlidir. Peygamber Efendimiz'in (asm) isimleri, sair peygamberlerin isimleri ve güzel mânâlar ifade eden isimler verilebilir. Çirkin mânâlara delâlet eden isimler verilmez. Hatta güzel isim koymayı tavsiye eden Peygamber Efendimiz'in (asm) kötü anlamlı veya yanlış anlaşılabilecek isimleri de daha güzelleriyle değiştirdiği rivayet edilir.
Ayrıca çocuğun isminin doğduğu günün akşamında verilmesi tavsiye edilmektedir; fakat yedinci güne kadar da ertelenebilir.

Dua ve ziyafet

Hz. Aişe (ra) validemizin rivayetine göre, yeni doğan çocuklar getirildiğinde Resul-i Ekrem Efendimiz (asm) onlara hayır ve bereket duasında bulunurlardı. Peygamberimiz (asm) elini yeni doğan bebeğin başına koyarak dua ederdi. Çocuğun doğumundan sonra ziyafet vermek bu duanın toplu yapılması için olduğundan sahabeler yeni doğan bebekler için ziyafet yemeği vermeyi de önemserlerdi.

Çocuğa yedirilecek ilk gıda (tahnik)

Yeni doğan çocuğa tatlı bir şey çiğneyerek ağzına vermek, dudağına sürmek sünnet-i seniyedir. Bunu sâlih bir kimsenin yapması ise menduptur. Kuru üzüm ve şeker gibi tatlılarla yapılabilirse de kuru hurma ile yapmak müstehaptır, daha faziletlidir.
Hazret-i Âişe (ra) der ki:

“Yeni doğan çocuklar Resulullah'a (asm) getirilirdi. O da bunlara mübarek olmaları için duâ eder ve ağzında yumuşattığı hurmanın suyunu çocuğun ağzına sıkardı.”
Yine Peygamberimiz (asm) Enes'in annesinden çocuk doğduğunda ağzına süt koymadan kendisine haber vermesini istemiştir. Enes doğar doğmaz Efendimiz'in (asm) yanına getirilmiş, Peygamberimiz de (asm) bebeğin ağzının içini iyi cins bir hurma ile ovarak tahnik yapmıştır.

SÜRÛR

Kur’ân-ı Kerîm’de yeni doğan/doğacak çocuklarla ilgili mutluluk, genellikle “tebşîr: müjdelemek” masdarıyla kullanılmıştır. Hazret-i İsmâil -aleyhisselâm-, Hazret-i İshâk -aleyhisselâm-, Hazret-i Yâkub -aleyhisselâm-, Hazret-i Yahya -aleyhisselâm- gibi peygamberlerin dünyaya gelmesi[
Bkz: es-Sâffât, 101; ez-Zâriyât, 28; Hûd, 71; Meryem, 97.], bir sürûra vesîle olmuştur.

Doğumda bir “izhâr-ı sürûr: sevinç belirtisi” gösterilir.[9] Ayrıca çocuğu; “kalplerin meyvesi” (semeretü’l-kulûb) ve “gözün nûru” (kurretu ‘ayn) olarak vasıflandıran Sevgili Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, çocuğun doğumunun büyük sevince vesîle olacağını belirtmiş, hattâ oğlu İbrahim doğduğunda, âzatlı kölesi Ebû Rafi’e bir köle hediye etmiştir.[
İbrahim Canan, a.g.e., sh: 84.] Doğum vesîlesiyle ziyâfetler de verilebilir.[İbrahim Canan, Hadis Ansiklopedisi, İstanbul, 1993, I, sh: 309.]

Bu arada doğumun meşakkatinden kurtulan anneye, “Geçmiş olsun!” demeli ve doğum sebebiyle tebrik edilmelidir. Bu, doğumdan hemen sonra veya diğer günlerde de olabilir. Bir müslüman kardeşinin çocuğu dünyaya geldiğinde onun sevincini paylaşmak müstehaptır.[
A. Ulvan, a.g.e., c. I, sh: 81.]

Ayrıca bebeğin dünyaya gelmesinde yardımcı olan ebenin de dindar olması, hiç olmazsa çocuğu alırken “besmele” çekmesi gerekir.[
Numan Kurtulmuş, Amentü Şerhi, İstanbul, 1952, sh: 253.] Bebek dünyaya gelirken helâl ve haram ölçülerine de son derece titizlik göstermek yerinde bir davranıştır.

Çocuğun sünnet edilmesi 

"Dört şey var ki, bunlar peygamberlerin sünnetlerindendir. Sünnet olmak, güzel koku sürünmek, misvak kullanmak ve evlenmek" (Tirmizî, Ahmed b. Hanbel, Müsned)
Sünnet, bazı âlimlerce vacip, bazılarınca da farz olarak kabul edilmiştir. Çocuğu sünnet etme zamanına gelince; bulüğ çağına kadar müsaade varsa da, müstehap olan vakit doğumun yedinci günüdür.

Kurban kesilmesi ve başının tıraş edilmesi

Resûlullah (asm) Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin (ra) için birer koç kurban kesmiş ve “Erkek çocuk için bir akika vardır. Onun için bir kan akıtınız ve çocuğun saçlarını tıraş ediniz.” (Ebu Davud) buyurmuştur.
Çocuk erkek olsun, kız olsun kurban kesmek mübahtır. Akika Allah Teâlâ’nın ihsan ettiği evlat için, bu büyük nimet için bir şükür kurbanıdır. Yeni doğan çocuğun başındaki kıllara akika dendiği için kesilen kurbana da akika kurbanı denilmiştir. Kurban kesmek için yeterli olan herhangi bir hayvan akika kurbanı için de yeterlidir.
İmâm Ahmed b. Hanbel der ki:
"Çocuk, ana-babasına şefâat etmekten alıkonulur, ancak akîka ile şefâat hakkı doğar."
Akika kurbanı, çocuğun doğumunun yedinci gününde kesilirse daha faziletlidir. Bülûğ çağına kadar da kesilebilir. Yine sünnet-i seniyyede yer aldığına göre, akika kurbanı kesildiği günlerde, çocuğun başının tıraş edilip, kesilen saçın ağırlığınca altın veya gümüş tasadduk edilmesi tavsiye edilmektedir. Yine Hz. Fatıma’nın (ra), çocuklarının doğumlarından sonra saçlarını kesip ağırlığınca gümüş tasadduk ettiği bildirilmektedir.

Peygamber Efendimiz'in (asm) çocuğa ilk kelam olarak öğretilmesini istediği şey Allah’ın kelamı Nahl süresinin 78. ayetidir 

“Ve Allah sizi analarınızın karınlarından, (siz) hiçbir şey bilmez bir hâlde iken çıkardı; şükredesiniz diye de size kulaklar, gözler ve kalbler verdi.” (Nahl 78)

Peygamber Efendimiz (asm) çocuğun dünyaya geldiği yedinci gününde bebeğe yedi işlem yapılmasını tavsiye eder : 

1. Çocuğa isim verilip sünnet edilir
2. Ondan eza bertaraf edilir (banyo yaptırılır)
3. Kız ise kulağı delinir
4. Akika kurbanı kesilir
5. Saçı tıraş edilir
6. Akika kurbanının kanı sürülür
7. Kesilen saçın ağırlığınca altın ve gümüş sadaka edilir.


Çocuğa güzel isim vermek çocuğun babası üzerindeki haklarındandır 

Peygamber Efendimiz (asm) “Çocuğa güzel isim vermek, dinini öğretmek ve vakti gelince evlendirmek, evladın babası üzerindeki haklarındandır.”
“Kıyamet günününde kendi isimleriniz ve babalarınızın isimleriyle çağrılacaksınız. Öyle ise isimlerinizi güzel koyun.” buyurmuştur.
Çocuklarımıza “güzel mânâlara” delâlet eden isimler vermemiz sünneti ihya açısından önemlidir. Peygamber Efendimiz'in (asm) isimleri, sair peygamberlerin isimleri ve güzel mânâlar ifade eden isimler verilebilir. Çirkin mânâlara delâlet eden isimler verilmez. Hatta güzel isim koymayı tavsiye eden Peygamber Efendimiz'in (asm) kötü anlamlı veya yanlış anlaşılabilecek isimleri de daha güzelleriyle değiştirdiği rivayet edilir.
Ayrıca çocuğun isminin doğduğu günün akşamında verilmesi tavsiye edilmektedir; fakat yedinci güne kadar da ertelenebilir.


Kaynak: Nurten Selma Çevikoğlu, Şebnem Dergisi, Sayı: 157


Kaynak: Kütüb-i Sitte

http://www.islamveihsan.com/islama-gore-yeni-dogan-bebege-yapilmasi-gerekenler.html

https://www.sorusorcevapbul.com/soru-cevap/sunnet-i-seniyye/yeni-dogan-bebege-yapilmasi-gereken-sunnetler-nelerdir

Sallallahu ve sellem ve ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Ve’l hamdüli’llahi rabbi’l âlemin.


Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah-u Teala’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH azze ve celle BİLİR

4 Eylül 2018 Salı

MÜSLÜMAN KADININ GAYR-İ MÜSLİM KADINA KARŞI TESSETTÜRÜ


Cenâb-ı Hak, Kur’ân’da şöyle buyurur: “Mümin kadınlara söyle ki… Zînet takılan yerlerini kocaları, babaları, kocalarının babaları, oğulları, üvey oğulları, erkek kardeşleri, erkek kardeşlerinin oğulları, kız kardeşlerinin oğulları, kadınları, ellerinin altında bulunanlar (köleler) … dışında kimseye göstermesinler.”[ Nur Sûresi, 24/31.]

Ayette zikredilen “kadınları” ifadesi üzerinde fıkıhçılarımız ve müfessirlerimiz bu kelimeden maksadın, Müslüman kadınlar olduğu, böylelikle müşrik, Hristiyan, Yahudi vs. kadınların dışarıda kaldığı konusunda hemen hemen ittifak etmişlerdir. Buna göre Müslüman kadınlar, ziynet yerlerini mümin olmayan kadınlara yani, Hristiyanlara, Yahudilere, putperestlere, hiçbir dine inanmayanlara gösteremezler. Bu hükmün sebebi olarak İbn Abbas Hazretleri’nden gelen bir rivayette şu husus gösterilmiştir: “Müslüman olmayan kadınlar, Müslüman kadınlarda gördükleri ziynet mahallerini, ziynet eşyalarını ve güzelliklerini kocalarına ya da diğer erkeklere anlatırlar, böylece o erkekler Müslüman kadınların ziynet mahallerine bakmış gibi olurlar.”[ Ahmed b. Hanbel, Müsned, 7/403.]

İşte bu ihtimale karşı, bir tedbir olarak (sedd-i zerâi’ prensibi de denebilir) Müslüman kadınların dikkatli olmaları istenmiş ve bir yabancı erkeğin görmesi haram olan yerlerini Müslüman olmayan kadınlara da göstermemeleri emredilmiştir.

Hatırda tutulması gereken bir hususu daha arz edelim. Müslüman olmayan kadınlara karşı tedbir alınacak husus sadece tesettür meselesidir. Onlarla bir arada yalnız kalmada, onlarla karşılıklı konuşup vakit geçirmede mahzur yoktur. Bu konularda onları birer erkek gibi görmek gerekmez.

Bununla beraber, güvenilen kadınların, beraber yaşanıp da kendilerine itimad edilen gayrimüslim kadınların yanında –tamamen açılmamak, tedbiri elden bırakmamak ve beraberliklerini bir ideale bağlamak şartıyla- biraz daha rahat hareket edilebilir çünkü bunda zaruret vardır. Aksi takdirde hayat çok zorlaşacaktır. Özellikle aynı evde kalan kız öğrencilerin, aynı mekanda çalışan kadınların durumu düşünüldüğünde, Müslüman kızların, Müslüman olmayan bayanlar yanında devamlı kapalı kalmaları, hem kendilerine zor olacaktır hem de gayrimüslim kızların işkillenmelerine, soğumalarına ve önyargılarına sebebiyet verme ihtimali vardır.

http://hikmet.net/musluman-kadinin-gayr-i-muslim-kadina-karsi-tessetturu/