23 Haziran 2018 Cumartesi

Neden Bu Ameli Yapmanız Gerekiyor?


Şimdi, hangi amelden bahsediyorum? Yapması zor mu? Çok zaman ve çaba gerektiriyor mu? Bu amelin gerçekleştirilmesinin faydaları nelerdir?

Hepimiz dünyadaki zamanımızın sınırlı olduğunu biliyoruz ve bilinçli ya da bilinçsiz olarak mümkün olduğunca çok sayıda iyi amel toplamaya çalışıyoruz. Bazen bocalarız ve insanlar olarak, kasıtlı veya başka türlü günah işleriz. İyi işler yapmak için ani kıvılcımlarımız vardır ama sonra dünya ile dikkatimizi dağıtırız ve ana amacımızı unuturuz:

Cennet’e ulaşmak ve Allah rızası.

Okul / üniversite hayatınızı düşünelim: Ortalama öğrenciler ve sıra dışı olanlarınız var. Yaptıkları her şeyde en yüksek amaçlara ulaşmaya çalışanlar ve elde edebilecekleri çok az şeyden memnun olanlar var. Bu iki öğrenci kategorisini ayıran nedir? Biri en iyisinden başka bir şey istemezken, diğeri yolunda ne olursa olsun mutludur. Görüyorsunuz, temel şeyleri yapmak, dünya veya ahiretteki en yüksek başarı mertebesine ulaşmanıza yardımcı olmayacaktır. Bunu herkes yapar. Ama biz Müslümanlar sıradan değiliz. Cennet’in en alt katmanına yerleşmekten mutlu olmamalıyız, biz Cennet’teki en yüksek yer olan Firdevs-i al’a’yı istemek için teşvik edildik.

Şimdi, bu kadar yüksek bir amaç nasıl elde edilir?
İşte size beş dakika ya da daha az bir sürede yapabileceğiniz basit ve güçlü bir eylem ve dünya ve ahirette yükseklere ulaşmanıza yardımcı olabilecek bir amel.

Duha Namazı

Duha namazı vakti, güneşin bir mızrak boyu yükselmesinden, yani Güneş doğduktan 45 dakika sonra başlar, öğle namazına 45 dakika kalıncaya kadar devam eder. Duha namazı için en uygun zaman, güneşin en yüksek noktaya ulaştığı, günün en sıcak zamanıdır ve bu, gün doğumu ile Öğle namazı arasının yaklaşık olarak ortasındadır. Bazı anlatılara göre en az 2 rekat veya en fazla 12 rekat olarak kılabilirsiniz. Duha namazını ara sıra duymuş ya da kılmışsınızdır; ancak bu namazı her dört günde bir gerçekleştirmenizi sağlayacak dört inanılmaz fazileti listeleyeceğim. Ve biliyor musunuz? Bunu yapmak sadece beş dakika sürse de, yalnızca fevkalade Müslüman olmak isteyenler bu rutine sonuna kadar sadık kalacaklar. Sadece en yüksek Cennet’i isteyenler, bu namazı eda etmede ısrarlı olacaklar. Hangi kategoriye girmek istiyorsunuz?

#1 Tüm işleriniz halledilecek

Rasulullah (aleyhissalâtu vesselâm) tahdis ederek şöyle dedi:
“Allah Tebareke ve Teâlâ şöyle buyuruyor:
Ey Ademoğlu! Gündüzün evvelinde (kuşluk vakti) benim için dört rekât namaz kıl, gündüzün sonunda sana kifayet edeyim.”

[Ebu Davud (1289)]

Başka bir anlatımda şöyledir:

“Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Allah Teâlâ hazretleri dedi ki: “Ey Ademoğlu! Günün evelinde benim için dört rek’at namaz kıl, ben de sana günün sonunu garantileyeyim.”
[Tirmizî (475)]

Bu, tüm işlerin halledileceği anlamına gelir.
Size zarar veren herhangi bir zarar veya kötülük hakkında endişelenmenize gerek yoktur, çünkü Allah (c.c) sizi koruyacaktır.
O (c.c), endişelerinizi ve zorluklarınızı giderecektir.
Sizi yanlış yönlendirmelerden veya günahlara düşmekten koruyacaktır.
Sizi, sizin için en uygun olana doğru yönlendirecek ve eksikliklerinizi affedecektir.
Tüm dünyevi ihtiyaçlarınızla ilgilenecek, dolayısıyla iş yerinizde veya evinizde hiçbir şey için endişelenmenize gerek kalmayacaktır.

Şaşırtıcı değil mi!

Bu hadislerde 4 rekatın Duha namazına atıfta bulunup bulunmadığı ya da Sünneti ile birlikte Fecr namazına atıfta bulunup bulunmadığı hakkında bilginin farklı olduğuna dikkat etmek önemlidir. Hadisin Duha namazına atfettiği görüşe sahip olan alimler arasında Ebu Davud, Tirmizi, Irâkî, İbn Receb ve diğerleri yer almaktadır. En yüksek faydayı elde etmek için, ödül, koruma ve nimetleri kazanmak için Fecr ve Fecr’in sünneti ile dört rekat Duha namazının ikisini de uygulamaya çalışalım.

#2 Günahları silmenin en kolay yolu


Her gün beş dakika harcadığınızı ve günahlarınızın “hepsinin” silineceğini düşünün! Duha Namazı bu kadar güçlüdür!

Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor:
“Rasulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
‘Kim kuşluğun bir çift (namaz)ına devam ederse, deniz köpüğü kadar çok da olsa, Allah günahlarını affeder.’ “
[Tirmizi (476) ve İbn Mücahid (1382)]

“Rasulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
‘Kim sabah namazından çıkınca, iki rekatlik kuşluk namazını kılıncaya kadar hayırdan başka bir şey söylemeden namaz kıldığı yerde oturur beklerse, Allah onun günahlarını, denizin köpüğü kadar çok da olsa bağışlar.’ ”
[Ebu Davud (1287)]

#3 Hac ve Umre’ye eşittir


Birçoğumuz Hac ve Umre’yi gerçekleştirmeye özlem duyuyoruz ama bunu yapmak için gerekli araçlara sahip değiliz ya da bu zaman zarfında bu ibadetlerin gerçekleştirileceği bir konumda bulunmuyoruz. Duha Namazı’nın ortaya çıktığı yer burası.

Peygamber Efendimiz (aleyhissalâtu vesselâm) şöyle dedi:
‘Kim sabah namazını cemaatle kıldıktan sonra güneş doğuncaya kadar Allah’ı zikrederek bekler ve iki rekat namaz kılarsa hac ve umre sevâbı kazanır.’
Tirmizî bu metni naklettikten sonra Hz. Peygamber’in üç kere “تامة “yani “tam bir hac ve umre sevâbı” dediğini de aktarır.

[Tirmizi (586)]

Açıkça görülüyor ki bu, Hacc’ı yapmak zorunda olmadığınız anlamına gelmez. Hac yapmak için gerekli araçlara sahip olduğunuz an, bunu en erken yapmalısınız, ancak Duha Namazı’nı eda ederek, her gün bu güzel amelin (Hac) faydalarını yine de kazanabilirsiniz!

#4 Cennette altın bir saray


Enes b. Mālik ( radıyallahü anh ), Allah’ın Resulü’nün şöyle buyurduğunu söyledi:

“Duha Namazı’nı on iki rekat kılan için Allah Cennet’te bir altın saray inşa edecektir.”

[Hasan tarafından İbn Hacer ‘den tasnif edilmiştir]

Bir saray ya da televizyondaki süslü binaları gördünüz mü? İnanılmazlar değil mi? Güzel duvar süsleri, fayanslarda akıllara durgunluk veren desenler ve tavanları süsleyen ışıklandırmalara sahip büyük avizeler bizi hayrete düşürüyor ve hayranlık uyandırıyor. Eğer insan tarafından yaratılan bu güzellikler bizi huşu içinde tutabilirlerse, o zaman Cennet’teki sarayın sizi beklediğini hayal edin… Ki o sadece Allah’ın kendisi tarafından tasarlandı! Sonsuza kadar yaşamak için böyle bir yer istemez miydiniz? O zaman Duha Namazı’nı kılın!

Taberânî Mucemü`l-Kebir adlı eserinde Ebu`d-Derdâ yoluyla Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vessellem’in şöyle dediğini naklediyor:

“Kim iki rekât duha namazı kılarsa o kimse gafil kimselerden olmaz. Kim duha namazını dört rekat kılarsa Allah’a ibadet eden kimselerden olur. Kim bu namazı altı rekat kılarsa o gün ona duha namazı olarak kafi gelir. Kim yine bu namazı sekiz rekat kılarsa, Allah o kimseyi kendisine itaat eden kimselerden kabul eder. Ve kim ki bu duha namazını on iki rekat kılarsa Allah ona Cennet’te bir köşk yapar.”
(et-Tahtavî, 321)

Şimdi, bu güzel Namaz’ın size neler yapabileceğine dair kısa bir bakış elde ettiniz, bu hakkı hemen uygulamaya başlayın ve başkalarını da bunu yapmaya teşvik edin!

Veda Hutbesi ve insan hakları (3)


“Allah’a isyandan uzak durmanızı, O’na itaat etmenizi tavsiye ve teşvik ediyorum. Size iki şey bırakıyorum; bunlara sarıldığınız müddetçe doğru yoldan sapmazsınız: Allah’ın Kitabı ve benim Sünnet’im (yine Allah’ın verdiği bilgiye dayanarak yaptığım açıklama ve uygulamalarım.)”

Temel kaynak olarak bu iki vahiy ürünü var, alimler ve yöneticilerin ihtiyaca göre bu iki kaynağa dayalı içtihatları da zorunlu değişim ile dinin paralel gitmesini, değişimin bozulma ve sapma şeklinde olmamasını sağlıyor. Bunlara devlet başkanı, seçkinler, alimler, soylular ve dağdaki çobana kadar herkes uymaya mecbur; işte bu manada bir hukuk devleti.

“Bir suç işleyen onu kendi aleyhine işlemiş olur.”

“İlki benim yakınlarıma ait olmak üzere İslam öncesinden kalma kan davalarını (öç almak için masum insanların öldürülmeleri geleneğini) kaldırıyorum.”

“Suçludan başkası suçtan sorumlu tutulamaz.” Bu ifade, başka milletlerde asırlarca sonra uygulanmaya başlanan 'suçun şahsiliği' ilkesini getiriyor.

Aynı zaman devlet başkanı olan Efendimiz (s.a.) yaptığı inkılabın gereği olarak kaldırdığı öç alma zulmünü öncelikle kendi yakınlarında uyguluyor ve onların öç almak maksadıyla masum insanları öldürmelerini engelliyor.

“Dokunulmazlık ilan ettiğiniz aylar, günler ve Harem bölgesi gibi can, mal, namus ve şerefleriniz de dokunulmazdır.”

“Müslüman Müslüman'ın kardeşidir; kardeşi helal etmedikçe onun hiçbir şeyi helal olmaz. Kimde bir emanet varsa onu yerine teslim etsin.”

“Başta amcam Abbas’ınki olmak üzere İslam öncesine ait faiz alacaklarını kaldırıyorum; (faiz ve faizciliğin yasak olduğunu ilan ediyorum); alacaklılar ancak anaparalarını alabilirler; ne size haksızlık edilsin, ne de siz başkalarına haksızlık edin.”

Can, mal ve insan onurunun dokunulmazlığı ilan ediliyor, zenginlerin yoksulları, ihtiyaç sahiplerini faizcilikle soymaları, sömürmeleri yasaklanıyor.

“Kadınların sizin üzerinizde, sizin de kadınlarınız üzerinde hakları vardır... Zina ve isyan dışında onlara şiddet uygulamayın. Kadınlar hakkında Allah’tan korkun, onlara iyi davranın...”

1789 Fransız Devrimi sonrası ilan edilen insan hakları belgeleri dahil olmak üzere ilan edilen bütün belgelerde erkekler vardır, kadınlar söz konusu değildir. Bu yüzden Olympe de Gouges öncülüğünde 1791’de 'Kadınlar İçin İnsan ve Yurttaş Hakları' girişimi başlatılmıştır....



...Dini ve hukuku korumak için kanunlar, hak belgeleri ilan etmeler yetmiyor; insanların, 'insanüstü, insanları yaratan, onları her an görüp gözeten... bir Yüce Varlığa' iman ve kulluk etmeleri, O’na itaatten saptıracak iç ve dış saiklere karşı bireyler olarak da direnmeleri, direnç kazanmaları gerekiyor. Peygamberimiz’in bu ikazı dahil olmak üzere Peygamberliğinden vefatına kadar kesintisiz sürdürdüğü eğitim, dine ve hukuka içten bağlılığı; severek, isteyerek, bir ibadet şuuru içinde itaat etmeyi sağlıyor.

Peygamberimiz (s.a.) müminlere veda ederken yerine bir yönetici tayin etmiyor, yönetici seçimini doğrudan ümmetin veya onları temsil edecek olanların hür seçimine bırakıyor. Seçilenler de hukuka (Kitab'a ve Sünnet’e) itaatle yükümlü olacakları için saptıklarında ümmete onları ıslah etme ve bu olmuyorsa düşürme yetkisi veriyor.


Ve bütün bunlar 15 asır önce oluyor.


22 Haziran 2018 Cuma

Veda Hutbesi ve insan hakları (2)


İlan edilen insan hak ve özgürlüklerinin bir eksiği manevî-dînî saik ve müeyyidesinin olmamasıdır demiştik, ikinci eksik ve zayıf noktası muhtevası ve amacı ile ilgilidir. Muhtevasında haklara ağırlık verilmiş, ödevler gölgede kalmıştır.

Amacı ise insanı, bütün kabiliyetleri (bunun içinde iyisi de kötüsü de vardır) ile hür ve serbest bırakmaktır, erdemli bir insan topluluğunu değil, neredeyse mutlak manada hür bir insan topluluğunu gerçekleştirmektir. Bu hürriyet anlayışında bir gün dünyada eşcinsellik, ana babayı tanımamak, ensest ilişki yaygın hale gelse ve insanlar bunları tabii karşılasalar mesele yoktur, insan hakları sözleşmeleri amacına ulaşmış sayılır.

Ya peki Veda Hutbesi’inde ifadesini bulan “İslam’ın insan hak ve özgürlükleri anlayışı” nedir?

Biz Müslümanlar'a ve daha önce gelip geçmiş peygamberlerin tebliğ ettiği dinlere göre insanı Allah yaratmıştır. Bir güzel adı da Hakîm olan Allah abes (manasız, hikmetsiz, saçma) şeyler yapmayacağına, O’nun her emrinde, her fiilinde, her tasarrufunda hikmet bulunduğuna göre insanı da yaratıp bu dünyaya atmış değildir:

“İnsan başıboş bırakılacağını mı sanır”; (Kıyame: 36).

Yaratan, insanın bu dünyada, kabiliyet ve imkanlarını hür olarak 'iyilik, güzellik ve hayır' için kullanmasını, peygamberlere kulak vermesini, şeytana ve tedîb edilmemiş nefse uymamasını, kendi kesbi ve Yaratan’ın lutfu ile iki cihanda saadete ermesini istemiştir. İnsanın bu hedefi (yaratılış hikmetini) gerçekleştirebilmesi için hür olması ve elinde bazı imkanların bulunması gerekir. İşte İslam’da insan hak ve hürriyetleri, bu hedef göz önünde tutularak verilmiş, hürriyetin sınırları da buna göre çizilmiştir. Bugün adına 'temel veya insan olmaya bağlı haklar' denilen kısım, İslam toplumunda yaşayan her insana (kadın erkek, Müslüman gayr-i Müslim, dinli dinsiz...) tanınır. Kamu hizmetleri, vatandaşlık, evlenmede denklik gibi bazı hak alanlarında, seküler sistemlerde de insan olmaktan başka nitelikler aranır; bu nitelikleri taşıyanlara, bu 'liyakate, ehil olmaya, hak etmeye bağlı' olan haklar da verilir. Bir gayr-i Müslim 'İslam ülkesi vatandaşı' yaşama, düşünce, inanç, mülk edinme, seyahat, özel hayatın korunması, ekonomik faaliyet...” gibi temel (insan olmaya bağlı) haklardan Müslümanlar gibi yararlanır. Ama sıra mesela devlet başkanı veya ordu komutanı, hakim olmak gibi kamu hizmetlerine geldiğinde Müslüman olmayanlar bu vazifelere ehil kabul edilmezler.

Laik/seküler sistemlerde de mesela vatandaş olmayanlara, sabıkası temiz olmayanlara, belli bir yüksek tahsil yapmış olmayanlara... bu haklar tanınmaz.

Bu girişten sonra muhteşem ve mübarek Veda Hutbesi’ne dönelim ve dünyada 'insan hakları' konuşulmaz iken Son Peygamber’in (s. a.) dilinden ilan edilen ve Allah tarafından insanlara bahşedilen haklara bakalım:

“Ey insanlar, Rab'biniz birdir, babanız da birdir. Hepinizin soyu Adem’e çıkar, Adem ise topraktan yaratılmıştır. Allah katında en değerli olanınız en takvalı (hayatını Allah rızasına uygun yaşama bilinci, azmi ve titizliği içinde) olanınızdır. Bu takva ölçüsüne bağlı olan değer dışında Arap olanın, başka ırk ve kültürlere mensup olanlardan üstünlüğü yoktur.”

Tek medeniyet olduğu, insanlığın o medeniyete intisap ederek medeni olabilecekleri iddia edilen Batı medeniyeti hâlâ bu noktaya gelemedi. İnsanların eşit olduğunu ilan eden ilk belgeler ancak 18. Yüzyıl’da yazıldı, kabul edildi, ama hâlâ fiilen çeşitli sebeplerle birçok ayrımcılık hüküm sürüyor, bu belgelerde kadın yoktu (hayli zaman sonra girdi), bu belgelerde eşitliğin temel gerekçesi ile üstünlüğün makul ölçütü eksikti, hâlâ eksik.

Hutbedeki ifadeye göre herkes eşittir, üstünlük ancak takvadaki üstünlük ile olur, hiçbir kimse kendi takvasının başkasına göre daha üstün olduğunu iddia edemeyeceği için –takva bakımından da- bir ayrışma, bir “kendini üstün görme” durumu yaşanmaz.

Temel haklar bakımından Müslümanlar'a eşit olan gayr-i Müslimler'in, dînî değerlendirme ve Allah katındaki derece bakımından Müslümanlar'dan aşağıda olmaları objektif bir kıstasa dayanır ki, bu da apaçık inkardır. (İslam’a iman etmemektir.) İslam topluluğu içinde fâsık denilen ve açıkça günah işleyen kimselerin, sabıkası temiz olanlardan daha aşağı derecede olmalarının sebebi de yine objektif, elle tutulur gözle görülür olan ihlallerdir, kırmızı çizgileri çiğnemektir.



Yazının tamamı için:

https://www.yenisafak.com/yazarlar/hayrettinkaraman/veda-hutbesi-ve-insan-haklari2-2041572

21 Haziran 2018 Perşembe

Veda Hutbesi ve insan hakları (1)


Sevgili Peygamberimiz (s.a.) Hicret’ten sonraki onuncu yılda Hac ibadetini ifa ettiler. Rivayetler bu Hacda 100-140 bin civarında insanın bulunduğunu ifade ediyor.

Peygamberimiz bu Hac ibadetinin çeşitli merhalelerinde halka hitap ettiler; özellikle Müzdelife, Arafat ve Mina’da hutbeler irad buyurdular, bu hutbelerinde önemli buldukları hususları tekrarladılar. Bugün ellerde dolaşan “Veda Hutbesi” bu hitapların toplamıdır.

Bir hitabında “İyi dinleyin, belki bu yıldan sonra bu mekânda sizinle bir daha buluşamayacağım” dediği için birçok sahâbî O’nun artık Rabbine kavuşma zamanının geldiğini ve bu hitabın “bir veda konuşması” olduğunu anlamışlardı.

Bilindiği gibi vahiy yaklaşık yirmi üç yıl sürdü; bu arada bir yandan ilk muhatap topluluğun ihtiyacına cevap verenler yanında daha çoğu dünyanın sonuna kadar gelip geçecek insanların ihtiyaçlarını karşılayan bilgiler ve hükümler gelmiştir. Bunların tamamı Kur’ân-ı Kerim’de toplanmış, Hz. Peygamber’in Sünneti de gerekli açıklamalarla rehberliği tamamlamıştır. Veda Hutbesi ise İslâm inkılabının ana çizgilerini insanların dikkatine pekiştirerek sunan bir beyanname olmuştur.

İnsan hakları ile ilgili açıklamalar, antlaşmalar ve beyannamelerin tarihçesinden söz edenler belki de kasıtlı olarak Medine Vesikasını ve bu muhteşem hutbeyi görmüyorlar ve başlangıç olarak Magna Carta’yı alıyorlar.

“Büyük Özgürlükler Sözleşmesi” manasına gelen Magna Carta 1215 yılında Papa III. İnnocent, Kral John ve onun baronları arasında imzalanmıştır.

Magna Carta’nın başında “İngiliz kilisesinin özgür olacağı, haklarının kısıtlanmayacağı ve özgürlüklerinin kısıtlanmayacağını temin ederiz” cümlesi bulunmaktadır. Demek ki bütün dinler için bir din ve vicdan hürriyetinden bahsedilmek yerine İngiliz Kilisesi’ne yönelik özgürlük ve haklar bahse konudur. Onun dışındaki maddelerde de Kral’a, daha ziyade asiller lehine, bazı hak ve tasarruflara kısıtlamalar getirmektedir.

Halbuki bundan aşağı yukarı bir 600 yıl kadar geriye gidildiğinde, Resulüllah Efendimiz (s.a.) Mekke’den Medine’ye hicret ediyorlar. Bu hicreti takip eden yıl, bilindiği gibi, Medine şehir devleti oluşuyor ve burada “Medine Vesikası” diye anılan, bir mânâda ilk yazılı Anayasa ilan ediliyor ve uygulanıyor. İşte bu Anayasa’da Peygamber Efendimiz’in oluşturduğu topluluk içinde, müşrikler vardır, Müslümanlar vardır ve Yahudiler vardır. Bilahare yapılan anlaşmalarda, aynı haklar Hıristiyanlara da bahşedilmiştir. O halde, aslında dünyada ilk defa Medine Site Devleti Anayasası’yla, dinleri, inançları ne olursa olsun, insanların bir arada bir topluluk, bir ümmet oluşturmaları, sözleşmelere, hak ve hükümlülüklere dayalı bir yönetim kurmaları uygulaması ortaya konmuştur...


...Diğer ulusların içinde de zenginler, güçlüler, arkası olanlar haklı-haksız istediklerini alıyorlar, zayıflar ise bunlara katlanıyorlar.

(Devamı var)


20 Haziran 2018 Çarşamba

‘Kalbi bildiğini iddia etmek küfürdür’, bu ne ağır bir söz değil mi?-Faruk Beşer


Veli bir kul, ya da her hangi bir insan diğer bir insanın kalbindekini bilebilir mi? Açıktır ki bunun iki ihtimali vardır; ya bilebilir, ya bilemez. Hangisi doğru? İşte bunu irdelemeye devam ediyoruz. Bildiğim tek kesin şey, benim başkasının kalbini bilemediğimdir.

Peki, başkalarının bunu bilip bilmediğini nasıl öğrenebiliriz? Bunu ya bir tecrübeye tabi tutarız, ya da bu eğer bir gaybı bilme meselesi ise, o zaman aklın, bilimin ve içtihadın konusu olmaktan çıkar, gaybı bilene, yani Allah’a ve Allah’ın verdiği gayb bilgilerini O’ndan vahiy ile alan Resulüllah’a sorarız. Kısaca ayetlerde ve hadislerde bilebileceğini ya da bilemeyeceğini açıkça söyleyen naslar varsa artık onların dediğinden şüphe etmeyiz. Açık naslar yoksa ama her iki taraftan birine işaretler varsa o zaman da daha başka deliller arar ve birisinden yana kanaate varmaya çalışırız. Ama o takdirde de bu bir kanaat olmayı öte geçmez, yani kesin bir iman meselesi olmaz...


...Daha sonra İmam Azam Ebu Hanife’nin (r) meşhur beş risalesinden birinde onun şu ifadelerine rastladım. Bunları aşabilmek ise o kadar kolay gözükmüyor.

Birisi ona öğrenmek maksadıyla (müteallim) soru sormaya devam ediyor:

‘Dediklerin güzel, peki şunu da açıklar mısın, Allah insanları ne ile mümin veya kâfir sayar ve biz onlara ne ile mümin veya kâfir deriz?’

Ebu Hanife cevap veriyor:

‘Allah insanlara, kalplerindekine göre mümin ya da kâfir der. Çünkü O kalplerde olanı bilir. Biz ise insanlara dilleriyle açığa vurdukları tasdik ya da inkârları ile, taşıdıkları sembollerle, yaptıkları ibadetlerle mümin ya da kâfir deriz. Mesela biz tanımadığımız bir topluluğa uğrayıp onları mescitte kıbleye dönmüş namaz kılarken görsek onlara mümin deriz ve onlara selam veririz. Gerçekte ise Yahudi ya da Hıristiyan olmuş olabilirler. Resulüllah zamanında münafıklar da böyleydi; Müslümanlar onlara; görünen yönlerine, dillerinin ikrarına bakarak mümin diyorlardı. Ama gerçekte onlar kalplerindeki inkârları sebebiyle Allah katında kâfir idiler. Buradan hareketle biz de bazı insanlara bize görünen yönleriyle mümin deriz, ama onlar gerçekte Allah katında kâfir olabilirler. Başkalarına da kâfir sembolleri taşıdıkları, hiçbir iman belirtisi göstermedikleri için kâfir deriz ama belki onlar da kalplerindeki iman sebebiyle Allah katında mümin olmuş olabilirler. Biz onların namaz kılmalarına muttali olmamış olabiliriz. Ve Allah bizi bu kanaatimizden dolayı hesaba çekmez. Çünkü O bizi kalpleri ve ondaki sırları bilmekle yükümlü tutmamıştır. Rabbimiz bizi sadece şununla yükümlü tutmuştur: Biz, bize görünen yönleriyle insanlara mümin deriz, severiz ya da buğzederiz. İçlerini ise sadece O bilir. Onu sevapları ve günahları yazmakla memur Kiramen-Katibîn melekleri bile bilmez. Onlar da sadece insanın yaptığı eylemleri yazarlar. Kalplerine ulaşma imkânları yoktur. Çünkü kalplerde olanı Allah’tan ve yine ancak O’ndan aldığı vahiy ile bilen resulünden başka hiç kimse bilemez. Binaenaleyh, kendisine vahiy gelmediği halde kalplerde olanı bildiğini iddia eden kimse, kendisinin âlemlerin rabbi olan Allah’ın ilmine sahip olduğunu söylemiş olur.Sonuçta kalplerde olanı bildiğini, ya da bunun dışında sadece Allah’ın bilgisinde olan gaybı kendisinin de bildiğini iddia eden kimse çok büyük bir suç işlemiş, ateşi ve küfrü hak etmiş olur’.

Görüldüğü gibi, Ebu Hanife kalplerde olanın, diğer insanlara göre bir gayb olduğunu söylüyor ve ‘deki, ne göklerde ne yerde gaybı Allah’tan başka hiç kimse bilmez’ (Neml 65) mealindeki ayeti kerimeden hareketle onu kimsenin bilemeyeceğini söylüyor. Göklerde denmesinin sebebi, onu meleklerin de bilemeyeceğinin kast edilmesidir. Metinde gördüğümüz gibi, Ebu Hanife bunu böyle açıklıyor...

Yazının tamamı için:


19 Haziran 2018 Salı

KIYÂMET ALAMETLERİ


(Eşrâtu's-Saa), âhir zamanda (zamanın sonları) ortaya çıkarak Kıyâmet'in yaklaştığını, kopmak üzere olduğunu gösteren belirtiler. Bu belirtiler genellikle Küçük Alametler (Alâmât-ı Suğra) ve Büyük Alametler (Alâmât-ı Kübrâ) olmak üzere iki bölüm halinde incelenir.

Kur'an, Kıyâmet'in zamanını Allah'tan başka kimsenin bilemeyeceğini belirtir (el-A'raf, 7/187; Lokmun 31/34; el-Ahzab, 33/63). Buna karşılık yaklaştığını (el-Zümer, 54/1), yakın olduğunu (en-Nahl, 16/77), ansızın geleceğini (el-A'raf, 7/187) bildirir. Kıyâmet alametlerinin belirdiğini (Muhammed, 47/18) ifade etmekle birlikte bunlar hakkında bilgi vermez. Ancak, "Saat yaklaştı, ay yarıldı yarılacak" (el-Kamer, 54/1) âyetinin ikinci bölümünün "ay yarılacak" biçimde anlaşılması durumunda, bu olay Kur'an'da anılan tek Kıyâmet alameti olma özelliği kazanır.

Hadis külliyâtları ise Kıyâmet'ten önce ortaya çıkacak alametlerden söz eden çok sayıda hadis ihtiva eder. İslâm bilginleri hadislerde dile getirilen alametleri nitelikleri açısından değerlendirerek bunları Küçük Alametler (Alâmât-ı Suğrâ) ve Büyük Alametler (Alâmât-ı Kübrâ) olmak üzere iki başlık altında toplamışlardır. Âhir zaman olarak tanımlanan Kıyâmet öncesi dönemde dini duygu, düşünce ve davranışların zayıflaması, dini kurallara gereken önemin verilmemesi, ibadetlerin terkedilmesi, ahlaksızlığın çoğalması biçiminde kendini gösteren Küçük Alametler'in başlıcaları şu şekilde sıralanabilir:

a) İnsanların bina yapmakta birbiriyle yarışmaları (Buhârî, Fiten, 25; bk. Tecrid-i Sarih Terc; 1/58).

b) İnsanların ölümü temenni etmeleri (Buharî, Fifen, 25; Müslim, Fiten, 53-54)

c) Câriyenin efendisini doğurması (Müslim, İmân, 1).

d) Hicaz'da bir ateşin çıkarak Busra'da (Şam yakınlarında bir yer) develerin ayaklarını aydınlatması (Buhârî, Fiten, 24; Müslim, Fiten, 42).

e) Fırat nehrinin sularının çekilerek, nehir yatağından altın çıkması (Müslim, Filen, 29-31).

f) İkisi de hak iddiasında bulunan iki büyük İslâm ordusunun birbiriyle savaşması (Buhârı, Fiten, 25; Müslim, Fiten, 17).

g) İslâmî ilimlerin ortadan kalkması, cehaletin artması (Buhârî, Fiten, 4).

h) Depremlerin çoğalması (Buhârî, Fiten, 25).

ı) Zamanın yaklaşması, gece ile gündüzün eşit olması (Buhârî, Fiten, 25).

i) Cinâyetlerin çoğalması, fitnelerin zuhur etmesi (Buhârî, Fiten, 4; Müslim, Fiten, 18).

j) Yahudilerle Müslümanların savaşmaları, Müslümanların Yahudileri öldürmesi (Tecrid-i Sarih Tercümesi, VIII, 341; Müslim, Fiten, 79-82).

k) Zinanın açıkça işlenmesi, içki tüketiminin artması, kadınların çoğalıp erkeklerin azalması (el-Ali en-Nâsif Tac, 5/335).

l) Kahtân'dan bir kişinin çıkarak, insanları asâsı ile sevketmesi Buhârî, Fiten, 23).

Kıyâmetin büyük alâmetleri ise şu hadis-i şerifte toplu olarak zikredilir: Huzeyfetu'l-Gifarı (r.a)'den rivayet edilmiştir: Biz bir gün kendi aramızda konuşurken, Hazreti Peygamber yanımıza çıkageldi. Bize "Ne konuşuyorsunuz?" dedi. Biz de "Kıyâmet gününden konuşuyoruz" diye cevap verdik. Hazreti Peygamber" Şüphesiz on alâmet görülmedikçe kıyamet kopmayacaktır" dedi ve "Deccâl'i, dumanı(duhan), Dâbbetü'l-arz'ı, güneşin batıdan doğmasını, İsa (a.s.)'ın yere inmesini, Ye'cûc ve Me'cuc'u, doğuda, batıda ve Arap yarımadasında olmak üzere üç yer çöküntüsünü, son olarak da Yemen'den çıkarak insanları Mahşere sürecek ateşin vuku bulacağını söyledi" (Müslim, Fiten, 39).

Kıyâmetin bu on büyük alameti başka hadislerce ya da İslâm bilginlerince şu şekilde açıklanır:

1. Deccal'in ortaya çıkışı: Deccâl, kıyâmette zuhur edecek yalancı bir kişidir, İslâm Dini'ni ve müslümanları ifsad edip, kötülüğe ve bozgunculuğa sevketmek isteyecektir. Deccal'in sağ gözünün kör olduğu, iki gözünün arasında "kâfir" yazdığı, çocuğunun olmadığı, Medine'ye ve Mekke'ye giremeyeceği, ortaya çıktıktan sonra yeryüzünde kırk gün kalacağı, bu süre içerisinde istidrac türünden bazı olağanüstü olaylar göstereceği, daha sonra da yine kıyâmetin büyük alametlerinden olan Hz. İsa'nın yeryüzüne inmesiyle onun tarafından öldürüleceği sahih hadislerde belirtilmiştir (Buhârı, Fiten, 26; Müslim, Fiten, 37, 39, 40, 91, 101, 110, 112).

2. Duhan'ın çıkışı: Duman anlamına gelen duhan da kıyâmetin büyük alametlerinden biridir (Müslim, Fiten, 39). Kıyâmetin vukuundan önce dünyayı bir duman bulutu kaplayarak, kırk gün ve kırk gece kalacak, mü'minler nezleye tutulmuş gibi, kâfirler ise sarhoş gibi olacaklardır.

3. Dabbetü'l-arz'ın çıkışı: Kıyâmet'ten önce çıkacağı bildirilen bir yaratıktır. Kelime anlamı "yer hayvanı" demektir. Kur'an-ı Kerim'de "Kendilerine söylenmiş olan başlarına geldiği zaman, yerden bir çeşit hayvan (dâbbe) çıkarırız ki o, onlara, insanların âyetlerimize kesin olarak inanmadıklarını söyler" (en-Neml, 27/82) buyurulmaktadır. Hz. Peygamber Dâbbetü'l-arz hakkında "Çıkacak olan kıyâmet alametlerinden ilki, güneşin batı tarafından doğması ile, bir kuşluk vakti insanlara karşı bir dâbbenin (hayvanın) zuhurudur. Bu iki alametten biri, arkadaşından evvel olur. Akabinde diğeri de onun izi üzerinde yakın olarak meydana gelir" (Müslim, Fiten, 118) buyurmuştur.

4) Güneşin Batıdan doğması: Güneş batıdan doğacak, insanlar topluca iman edecek, ancak daha önce iman etmemiş olanların imanları kendilerine bir yarar sağlamayacaktır (Tecrid-i Sarih Tercümesi, XII 307; Müslim, Fiten, 118).

5. Hazreti İsa (a.s)'ın inmesi: Ehl-i sünnet itikadına göre Kıyâmetin vukuundan önce Hazreti İsa yeryüzüne inecek, hristiyanları İslâm'a davet edecek, Deccâl'i öldürecek, Hazreti Peygamber (s.a.s)'in şerîati ile hükmedecektir (Buhârî, Büyû, 102; Müslim, İmân, 242-247).

6. Ye'cûc ve Me'cûc'ün çıkışı: Kıyâmetin vukuundan önce çıkarak "yeryüzünde bozgunculuk yapacak" (el-Kehf, 18/94) olan asılları ve soyları belirsiz iki insan topluluğudur (Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, IV, 3288). Hz. ZülKarneyn'in önlerine yaptığı seddin yıkılarak (el-Enbiya, 21/96) açılması ile yeryüzüne dağılacaklar insanlara saldıracak, kentleri yakıp-yıkarak harabe haline getireceklerdir. Bazı rivayetlerde bu seddin Çin seddi olduğu zikredilir (Muhammed Hamdi Yazır, a.g.e., IV, 3291, 3374; Buhârı, Enbiyâ, 7; Müslim, Fiten, 1,2).

7.8.9. Doğuda, Batıda, Arap Yarımadasında olmak üzere üç bölgede yer çöküntülerinin meydana gelmesi de Kıyâmet'in büyük alametlerindendir (Müslim, Fiten, 39).

10. Yemen'den çıkacak olan büyük bir ateşin insanları önüne katarak sürmesi (Müslim, Fiten, 39).

Ebu Davud ve Tirmizi'nin Sünen'lerinde yeralan bazı hadislere göre Mehdî'nin çıkması da Kıyâmet'in büyük alametlerindendir (Sünen-i Tirmizî, IV, s.1-93: Sünen-i Ebu Davud, N. Şr. M.Abdul Hamid IV, 100, 106).

Hz. Peygamber (s.a.s), Kıyâmetin kötü insanlar ve kâfirler üzerine kopacağını bildirmiştir. Bu hadislere göre Kıyâmet kopmadan önce mü'minlerin ruhları alınacak ve onların âhirete göçmeleri sağlanacaktır (Buhari, Fiten, 5; Müslim, imare, 53).

Ahmet ÖZGEN

18 Haziran 2018 Pazartesi

KIYÂMET


Kalkmak, dikilmek, ayaklanmak, doğrulmak ve dirilmek. İslam inancında, evrenin düzeninin bozulması, her şeyin altüst olarak yok olması ile ölen tüm insanların yeniden dirilerek ayağa kalkması olayını dile getirir. Bu olay Kur'an'da çok çeşitli isimlerle anılır.

Bunların başlıcaları Yevmü'l-Kıyâme (Kalkış, Diriliş Günü), el-Saa (Saat), Yevmü'l-Âhir (Son Gün), el-Âhire (Gelecek Hayat), Yevmü'd-Din (Ceza Günü), Yevmü'l-Hesap (Hesap Günü), Yevmü'l-Fası (Karar Günü), Yevmü'l-Cem (Toplanma Günü), Yevmü'l-Hulud (Sonsuzluk, Sonsuzlaşma Günü), Yevmü'l-Ba's (Diriliş Günü), Yevmü'l-Haşre (Pişmanlık Günü), Yevmü't-Teğabün (Kusurların Ortaya Çıktığı Gün), el-Karia (Şaşırtan Felâket), en-Naşiye (İnsanı Dehşete Düşüren Felâket), et-Tamme (Herşeyi Kuşatan Felâket), el-Hakka (Büyük Hakikat) ve el-Vakıa (Büyük Olay)'dır. Bu isimler Kıyamet'in oluş biçimi ve sonuçlarına ilişkin çeşitli nitelik ve yönlerini açığa çıkarmakta, tanımlamaktadır.

Kıyâmet, Allah inancından sonra İslâm'ın ikinci temel inancı olan Âhiret hayatının ilk aşamasını oluşturur. Genel bir yok oluş ve yeniden dirilişle birlikte gelişecek Haşr, Hesap, Mizan, Cennet ve Cehennem gibi olaylar hep Kıyâmet gününün gündem içindedir. Bu nedenle Âhiret inancı, Kıyâmet ve onunla birlikte gelecek olaylara inançtan başka birşey değildir. Bu büyük önemi yüzünden Kur'an Kıyâmet olayını sık sık hatırlatır, zaman zaman da bir korkutma, uyarma öğesi olarak kullanır. Kıyamet kesin olarak gerçekleşecek (el-Hicr, 15/85), şüphe götürmeyen bir olaydır (el-Hac, 22,7). Alametleri belirmiş (Muhammed, 47/18), yaklaşmıştır (el-Kamer, 54/1). Ancak bir göz kırpması gibi ya da daha yakındır (en-, Nahl, 16,77). Kâfirler bu günden devamı, bir şüphe içinde kalırlar (el-Hac. 22/55), yalanlarlar (el-Furkan 25/11). Onun ağırlığına ne gökler, ne de yer dayanabilir, ansızın gelir (el-A'raf, 7/187). Sarsıntısı korkunç bir şeydir (el-Hac, 22/1). Belalı ve acı bir Saat'tır (el-Kamer, 54/46). Yalanlayanlar için çılgın bir ateş hazırlanmıştır (Furkan, 25/11).

Kur'an, Kıyâmet olayının kesinliğini, yakınlığını bildirdiği, hatta oluş biçimine ilişkin tasvirler verdiği halde zamanı konusunda bir açıklama yapmaz. Kıyâmet doğrudan doğruya Allah'ın dilemesine bağlı bir olaydır ve O'ndan başka hiç kimsenin bu konuda bir bilgisi yoktur. Kur'an, "Kıyâmet saatinin bilgisi şüphesiz Allah katındadır" (Lokman, 31/34) gibi âyetlerle Kıyâmet'in zamanının hiç kimse tarafından bilinemeyeceğini belirttikten sonra, bu konuda sorulan soruları şöyle cevaplar: "De ki: 'Onun bilgisi ancak Rabbimin katındadır. Onun vaktini kendisinden başkası açıklayamaz" (el-A'raf, 7/187). "Kıyâmet'in ne zaman gelip çatacağını soruyorlar. Senin neyine gerek onun zamanını bildirmek. Onun nihayeti ancak Rabbine aittir" (en-Nâziât, 79/42-44). Cibril Hadisi olarak ünlü hadiste, Hz. Peygamber (s.a.s) Hz. Cebrâil'in bu konudaki sorusunu "Soruları sorandan daha bilgili değildir." diye cevaplayarak kendisinin de kıyâmet'in zamanına ilişkin bir bilgiye sahip olmadığını açıklamıştır (Buhârî, İmân, 37).

Kur'an kıyâmet'in oluş biçimine ilişkin ayrıntılı ve dehşet verici tablolar çizer. Buna göre Kıyâmet "Sur'a üflenince" (ez-Zümer, 39/68) başlayacak, kulakları sağır edecek bir ses ve korkunç bir sarsıntı nedeniyle emzikli kadınlar kucaklarındaki çocukları unutacak, hamile kadınlar bebeklerini düşürecek, insanlar sarhoş gibi olacaklardır (el-Hac, 22/1-2). Gök, erimiş maden gibi, dağlar atılmış yün gibi olacak, kimse dostunu soramayacaktır (el-Meâric, 70/8-10). Gök yarılacak, yıldızlar dağılıp dökülecek, denizler fışkıracak, kabirler altüst edilecektir (el-İnfitâr, 82/1-5). Gözler dehşetten kamaşacak, ay tutulacak, güneş ve ay kararacak, insanlar kaçacak sığınacak bir yer bulamayacaktır (el-Kıyame, 75/6-12). Dehşetten on aylık gebe develer bile salıverilecek, yabani hayvanlar bir araya toplanacak, denizler kaynatılacak, nefisler çiftleşecek, gök sıyrılıp düşecek, Cehennem alevlendirilecek, Cennet yakınlaştırılacaktır (el-Tekvir, 81/1-13).

Kıyâmet'in genel yok oluşu belirten bu ilk safhasını Sur'a ikinci kez üflenmesiyle ikinci safha izleyecek, tüm insanlar yeniden dirilerek ayağa kalkacaklardır (ez-Zümer, 39/68). Bu diriliş ve kalkışı (Bas') toplanma (Haşr)izleyecektir. Kur'an Kıyâmet'in bu ikinci safhasını da canlı tasvirlerle anlatır: O gün insanlar gözleri dönüp kararmış bir halde, öteye beriye yayılmış çekirgeler gibi kabirlerinden çıkacak ve davet edene koşacaklardır. Bu arada kâfirler "bu ne çetin gün" diyerek korkularını dile getireceklerdir (el-Kamer, 54/7-8). Muttaki kullar ise Allah'ın huzuruna elçiler olarak toplanacaklardır (Yûnus 10/45). 0 gün herkes kardeşinden, anasından babasından, eşinden ve oğlundan kaçacaktır. Çünkü her insan ancak kendi derdi ile uğraşacaktır. Mü'minlerin yüzleri parıl parıl parlayacak, gülecek ve sevinç içinde olacaklardır. Kâfir ve fâcirlerin yüzleri ise sanki toprak bürümüşçesine kapkara kesilecektir (Abese, 80/34-42). Tüm insanlar tabi oldukları önderlerle birlikte çağrılacak (el-İsra, 17/71), peygamberler ümmetlerine şahitlik etmek üzere toplanacak (el-Mürselat, 77/11), gök beyaz bulutlar halinde parçalanacak ve melekler bölük bölük ineceklerdir (el-Furkan, 25/25).

Yeniden diriliş, kalkış ve toplanışın ardından insânlara amel defterleri dağıtılacak, mizan kurularak sevap ve günahları tartılacak, hakedenler Cennet'e, müstahak olanlar geçici ya da süresiz olarak Cehennem'e gönderilecek; böylece sonsuz âhiret hayatı mutluluk ya da azabla başlayacaktır.

Kur'an ve Sünnet'ten kesin bir delile dayanmamakla birlikte müslümanlar arasında ölüme küçük Kıyâmet (kıyâmet-i suğra) denilmesi gelenekleşmiştir. Bazı bilginlere göre bu tanımlama, ölümün âhiret hayatına bir geçiş olmasına dayanılarak yapılmıştır. Kimi bilginler ise bu tanımlamanın Kur'an'a dayandığını öne sürmektedir. Bu bilginlere göre "Allah'a kavuş(up huzura çık)mayı yalan sayanlar, gerçekten ziyana uğradı(lar). Nihayet kendilerine ansızın Saat gelince, onlar (günah) yüklerini sırtlarına yüklenerek (gelirler ve): "Orada (hayatta iken), işlediğimiz büyük kusurlardan dolayı yazıklar olsun bize! " derler..." (el-En'am, 6/31) ayetinde "Kıyâmet" anlamındaki "Saat" aynı zamanda ölümü de dile getirmektedir. Bu geleneğe göre gerçek kıyâmet, Kıyâmet-i Kübra (Büyük Kıyâmet) olarak anılır.

Küçük kıyâmet (ölüm) ile başlayan ve büyük kıyâmet'e kadar süren dönem Kabir Hayatı ya da Berzah olarak adlandırılır. Kabir Hayatı içinde Münker ve Nekir adlı meleklerin sorgusu ve ölünün mü'min ya da kâfir oluşuna göre mutluluk ya da azab vardır. Kabir Hayatı'na ilişkin bir hadisinde Hz. Peygamber (s.a.s) kabri ya Cennet bahçelerinden bir bahçe, ya da Cehennem çukurlarından bir çukur olarak nitelemiştir (Tirmizî, Kıyâmet, 26). Bir başka hadiste de Münker ve Nekir'in sorgusundan sonra ölünün nimetlendirildiği yada azaba uğratıldığı anlatılır. Buna göre Mü'minin mezarı yetmiş arşın genişletilir, aydınlatılır ve ona "Zifafa giren ve sadece en çok sevdiği kişi tarafından uyandırılan şahıs gibi Mahşer gününe kadar uyumana devam et" denilir. Münafık kişinin mezarına da "Bu adamı alabildiğine sıkıştır" emri verilir. Yer, cendere gibi adamı, kemikleri hurdahaş oluncaya kadar sıkıştırır ve ölü yeniden dirilene kadar böyle işkence görür (Tirmizi, Cenaiz; 70).

Ahmet ÖZALP


14 Haziran 2018 Perşembe

Bayram Cuma Gününe Denk Gelirse Cuma Namazı Kılınmaz mı?


Soru: Muhterem Hocam, malumunuz bu sene Ramazan Bayramı, Diyanet’in ilan ettiği tarihe göre Cuma gününe denk geliyor. Bazı kardeşlerimiz, Ebû Davud’da ve İbn Mace’de geçen Ebû Hüreyre rivayetini delil getirerek, aynı günde iki namazın olmayacağını, Bayram namazı kılındıktan sonra Cuma namazını kılmaya gerek olmadığını söylüyorlar. Bu doğru mu? Bu konu hakkında bizleri aydınlatırsanız, çok memnun olacağız. Hürmet ve dualarımızla…

Cevap: Canım Kardeşim, öteden beri yapılan bir yanlışa bu vesile ile bir kez daha dikkatleri çekmiş olalım. Başta fıkhî meseleler olmak üzere, İslam’ın tüm meselelerinde bir ayet veya bir hadis üzerinden hüküm çıkartmak doğru değildir. Bir bütüncül okuma olmadan, aynı mesele hakkında dile getirilmiş sözler/rivayetler bir araya getirilmeden, bir ayete bakarak, yada bir hadise dayanarak bir hüküm ortaya koymak asla bizi işin hakikatine ulaştırmaz. İşte mezhep imamlarımızın yaptıkları bu olmuştur. Onlar, (Allah hepsinden ebeden razı olsun) bir meselede son sözü söylemek için mevcut delillerin hepsini bir araya getirmişlerdir ve oluşturdukları usul üzerinden bir değerlendirmeye tabi tutmuşlardır; bunun neticesinde de nihaî hükme varmış, onu da delileri ile paylaşmışlardır. Bize düşende onların içtihatları çerçevesinde amel etmektir.

Sorunuza gelince, söylediğiniz gibi başta Ebû Davud ve İbn Mace olmak üzere bazı hadis kitaplarımızda, Hz. Peygamber’in (sas) Bayram, Cuma’ya denk geldiğinde sadece Bayram namazının kılınması gerektiğini, Cuma namazı konusunda ise insanların muhayyer/serbest bırakıldığını belirten rivayetler vardır. Bu rivayetlerden iki tanesi şunlardır:

İyas b. Ebû Remlete’ş-Şamî rivayet ediyor. Muaviye b. Ebî Süfyan, Zeyd b. Erkam’a sordu:
“İki bayram (bayram ve cuma) aynı güne rastladığı bir günde Resûlullah (sas) ile beraber bulundun mu?” Zeyd b. Erkam: “Evet” dedi. Muaviye b. Ebî Süfyan: “Peki nasıl yaptı?” diye sordu. Zeyd b. Erkam: “Bayramı kıldı sonra Cuma için ruhsat verip “kılmak isteyen kılsın!” buyurdu. (Ebû Davud, Kitabu’s-Salât, 217)

Ebû Hüreyre rivayet ediyor. Hz. Peygamber (sas) şöyle buyurdu:
“Sizin şu gününüzde iki bayram bir araya geldi. İsteyene bayram namazı yeter, isteyen cumayı kılmayabilir, ama biz cumayı kılacağız.” (Ebû Davud, Kitabu’s-Salât, 217; İbn Mace, İkametü’s-Salât,166)

Bu hadislerin değerlendirmelerini yapan mezhep imamlarımız birbirinden farklı hükümler çıkarmışlardır. Özellikle Hanbeliler, hadislerin zahiri manasından yola çıkarak, neden Hz. Peygamber’in (sas) böyle dediğini dikkate almadan kişinin muhayyer olduğunu, Bayram namazını kıldığı zaman, Cuma’yı kılmasına gerek olmadığını söylemişlerdir. (Avnü’l-Ma’bud Şerhu Süneni Ebî Davud, c. 1, s. 156)

Diğer mezhep imamlarımız özellikle o günlerde Bayram ve Cuma namazlarının nasıl kılındığına dikkat çekmiş, Medine’nin dışından gelen köylülerin sabah Hz. Peygamber (sas) ile Bayram namazını eda ettikten sonra, öğlene kadar beklemelerine gerek olmadığını, Efendimiz’in (sa) onları muhayyer bıraktığını, isteyenin bekleyip Cuma’yı kılabileceklerini, isteyenlerin ise kılmadan köylerine dönebilecekleri ruhsatını verdiğini söylemişlerdir. Ancak Medine ahalisinin o gün, Hz. Peygamber ile Cuma’yı eda ettiklerini belirtmişlerdir. (Sünen-i Ebî Davud ve Tercemesi, c.2, s. 171)

Bayram namazının Cuma gününe denk gelmesi durumunda hükmün ne olacağı konusu Hanefî Mezhebi’nin temel kaynaklarından olan el-Hidaye’de şöyle ele alınmıştır: “Bayram, Cuma gününe rastladığı zaman birinci namaz sünnet, ikincisi farz olmasına rağmen ikisi de terkedilmez.” (el-Hidaye, c.1, s. 191) Bu ifadelerden sonra Bayram namazının sünnet mi, vacip mi olduğu ele alınmış; sonra vacip olduğu delileri ile ortaya konmuştur.

Dolayısıyla, Bayram Namazı’nı eda ettikten sonra, Cuma namazını da normal usulüne uygun vaktinde kılmamız gerekmektedir.

Selam ve dua ile…

Muhammed Emin Yıldırım

7 Haziran 2018 Perşembe

RABBİMİZLE SÖZLEŞME


Ey Rabbim!

Hikmetler deryası olan Kur'an'ımızı hayat kitabım yapacağıma,

Dosdoğru yolun öncüsü Peygamber'inin izinden gitmek için cihat edeceğime,

"Hakikati göremezler" dediğin, azaba müstahak gafillerden olmayacağıma,

Senin sözüne kulak veren ve görmediği halde Sana hakkıyla kulluk eden kullarından olacağıma söz veriyorum.

En küçükten en büyüğe her şeyi yazdığına ve bunların Sen'in huzurunda bulunduğuna iman ediyorum. Ölüleri dirilttiğin gün, salih amelimin üstün olmasını ihsan eyle!

Sen'in tarafından gönderilen elçilerini yalanlamayacağıma bilakis rehberim göreceğime ve tebliği kendime görev kabul edeceğime,

Önceki kavimlerden ibret alıp onlar gibi olmayacağıma, Peygamber'imin Sünnet'ine sadık kalacağıma ve haddi aşmış toplumlara doğruyu söylemekten geri durmayacağıma,

Bulunduğum asırda Sana davet etmek için koşan, gayret eden kullardan olacağıma,

Sen'in dinine Sen'in rızandan ve cennetinden başka bir mükâfat beklemeksizin yüksek sesle çağrıda bulunacağıma,

Beni yaratan ancak Sen'sin! Yalnız Sana kulluk edeceğime ahdediyorum.

Rabbim!

Helake duçar olmuş kullardan değil Peygamber'ine Ümmet olmayı becerebilmiş kullardan olmayı niyaz ediyorum.

Sen'in huzuruna çıkacağıma iman ediyorum.

Ekin bitiren toprak, hurmalıklar, üzüm bahçeleri, pınarlar... Hepsi Sen'in kudretinin delilidir. Bütün nimetlerine, Sen'in kudretine yakışır üslupla hamd etmek istiyorum.

Bir ve tek olmayı kendine, insanlar olarak beraber yaşamayı ise bizlere uygun gördün. Mü'minlerle, insanlarla, canlılarla bir arada Sen'in takdir ettiğin düzen içinde yaşamayı arzuluyorum.

Gece-gündüz döngüsü, Güneş'in doğuşu ve batışı, Ay'ın hilali, dolunayı vs. şekilleri yalnız ve yalnız Sen'in kudretinledir. Ben de kadir bilen kul olmayı istiyorum.

Dağ gibi gemileri suyun üzerinde durduran, yüzdüren Sen'in iradendir! Bu iradenin merhametine mazhar bir kul olmak için çalışacağıma,

Hükümlerine, nimetlerine, Sana davet edenlere yüz çevirenlerden olmayacağıma,

Kıyametin işareti olan birinci sura üfleyiş, o gün gelmeden kıyametten sakınarak yaşayacağıma,

İnsanlar kabirlerinden Sana doğru akın akın koşmadan, Rahman sıfatınla vadettiğin gün gelmeden Sana doğru koşacağıma söz veriyorum.

İsrafil aleyhisselamın ikinci defa sura üflemesiyle sadece amellerimle Senin huzurunda bulunucağıma ve haksızlığa uğramaktan beri olacağıma iman ediyorum.

Ey Cennet'in Sahibi Olan Allahım!

Nimetlerle cennettekileri zevklendirdiğin, gölgelerde koltuklara yaslanılan, taze meyveler ve istenilen her nimetin var olduğu,

Rahim sıfatının tecellisi olarak "Selam" sözünün işitileceği yere; cennete layık bir mü'min olmak istiyorum.

Sen, bize: "Şeytana kulluk etmeyin. Çünkü o, sizin apaçık düşmanınızdır. Bana kulluk edin, doğru yol budur." diye bildirdin Rabbim! Bu emrine itaat edebilmeyi istiyorum,bana yardım eyle, beni benimle bırakma!

Nice nesilleri saptırmış, küfre-inkâra batırmış ve cehenneme yuvarlanma sebebi olmuş şeytanın şerrinden Sana sığınıyorum.

Ağzımın kapatılıp ellerimin, ayaklarımın şahitlik yapacağı günde mahcup olacağım amellerle değil razı olacağın amellerle beni meşgul et!

Sen anında azabı indirecek güçtesin ama biliyorum ki bize mühlet veriyorsun. Ömrünü uzattığın kullarından ibret almamızı istiyorsun. Akleden kullarından olmayı Sen'den niyaz ediyorum.

Kur'an'ın bir öğüt ve apaçık bir kitap olduğuna iman ediyorum. Kalbi, ruhu diri olup bu Kitap'la uyaranlardan olmak istiyorum.

Bütün mahlûkatında, hizmetimize sunduğun hayvanlarda bile Sen'in kudretini görüp Sen'in kudretine yaraşır şekilde şükretmek istiyorum.

Sen benim Rabbimsin, kulluğum ve itaatim yalnızca Sana'dır. Yalnız Sen'den yardım istiyorum.

Ey Kalplerin Sahibi Rabbim!


Gizlediklerim ve aşikâr yaptıklarım Sen'in ilmindedir. Yalnızken de kalabalıkların içindeyken de Sen'in kulun olarak yaşamayı nasip et!

Beni bir damla sudan ve yoktan var ettin. Ben haddini bilen bir kul olarak yeryüzünde yaşamayı gaye ediniyorum.

Bütün insanları yarattığın gibi dirilteceksin de. Sen'in gücün her şeye yeter, acizlik kullarına mahsustur. Bugünkü mahşer gününe imanımla yarın dirilmeyi arzuluyorum.

Kulları için yeşil ağaçtan ateş çıkartan,

Gökleri, yeri yaratan ve dilediğini yaratmaya Muktedir olan Allahım...

Senin için hiçbir zorluk yoktur. Sen "Ol" dersin ve her şey oluverir.

Sen, kâinatın hükümranlığı elinde olan yüceler yücesisin! Sana döndürüleceğim gün için Sen'in kudretine sığınıyorum.

Beni bu imanımla yaşat ve ruhumu bu imanımla al ey Rabbim.

"OL" DEDİ OLDU Kampından "Yasin Sözleşmesi"