30 Eylül 2025 Salı

57-HADÎD SÛRESİ BİZE NE ANLATTI?

Mekke’de nâzil olduğu yolunda bazı rivayetler varsa da İbn Abbas’tan gelen birçok rivayette sûrenin Medine’de indiği bildirilmiş ve bu husus müfessirlerin büyük çoğunluğu tarafından kabul görmüştür. İbn Atıyye el-Endelüsî, Hadîd sûresinin sadece başlangıç kısmının üslûp ve muhteva bakımından Mekkî sûrelere benzediğini ifade etmiştir. Onuncu âyetle, sonlara doğru yer alan ve Hıristiyanlık’taki ruhban sınıfının teşekkül şekline dikkat çeken âyetler ise tamamıyla Medenî sûrelere benzer. Bu sebeple Süyûtî, sûrenin Mekkî olduğunu söyleyenlerin bile son âyetleri Medenî saydıklarını belirtir (el-İtḳān, I, 12). Bezzâr, Taberânî, Ahmed b. Hüseyin el-Beyhakī ve Ebü’l-Kāsım İbn Asâkir gibi müelliflerin kaydettikleri bir rivayete göre Hz. Ömer kız kardeşinin yanına gittiği zaman üzerinde Hadîd sûresinin ilk âyetlerinin yazılı olduğu bir sahife görmüş, “Allah’a ve resulüne iman ediniz... İçinizden iman edip infakta bulunanlara büyük ecir vardır” (âyet 7) meâlindeki âyeti okuyunca iman etmiştir. Fakat Âlûsî, Hz. Ömer’in İslâmiyet’e girmesine sebep olan sahifenin üzerinde Tâhâ sûresinin yazılı olduğuna dair kuvvetli bilgiler bulunduğunu hatırlatarak yukarıdaki rivayetin zayıf kabul edildiğini söyler (Rûḥu’l-meʿânî, XIV, 164). Konuyla ilgili görüş ve rivayetler topluca değerlendirildiğinde Hadîd sûresinin ilk dokuz âyetinin Mekke döneminde, diğer âyetlerinin ise Medine yıllarında ve Mekke’nin fethinden sonra nâzil olduğu sonucuna varılabilir. Âyet sayısı yirmi dokuz olan sûrenin fâsılaları ب، د، ر، ز، م، ن harfleridir. Adını 25. âyette geçen ve “demir” anlamına gelen hadîd kelimesinden alır. Tesbihle başladıkları için “Müsebbihât” denilen beş sûrenin ilkidir (diğerleri Haşr, Saf, Cum‘a ve Tegābün sûreleridir).

Allah’ın bazı sıfatları, özellikle ilim ve kudretinin delilleri, iman etmenin, infak ve ihsanda bulunmanın gerekliliği, âhiretteki durumları bakımından müminlerle münafıkların karşılaştırılması, dünya hayatının anlamı, Hıristiyanlık’taki ruhbanlık uygulaması Hadîd sûresinin başlıca konularını teşkil eder.

Bir önceki sûrenin son âyetinde yer alan, “Rabbinin yüce ismini tenzihle an” emrinin açıklaması mahiyetinde olmak üzere göklerde ve yeryüzünde ne varsa hepsinin Allah’ı tesbih ettiğini bildiren âyetle başlayan sûrenin ilk bölümünde Allah’ın görünen ve görünmeyen âlemlerdeki hükümranlığının büyüklüğü, kudretinin ve ilminin genişliği dile getirildikten sonra insanlar kendilerini imana davet eden, aydınlığa çıkarmak isteyen Peygamber’e inanmaya çağrılır. Dünya malının emanet olduğuna işaret edilerek infakın gerekliliği üzerinde durulur. Bu arada Mekke fethinden (daha zayıf bir görüşe göre Hudeybiye Antlaşması’ndan) önce infak ve cihad gibi faaliyetlerde bulunanların fetihten sonra bu hayırları yapanlardan daha üstün olduğu, her hâlükârda Allah rızası için iyilik edenlerin daha fazlası ile ödüllendirileceği bildirilir.

İkinci kısımda (12-19), samimiyetle inanan erkek ve kadın müminlerin âhirette elde edecekleri kazanç ve mükâfatlara dikkat çekilir; buna karşılık dil ucuyla “inandık” demekle birlikte şeytanın aldatmasına kapılıp şüpheler içinde boğulan ve müslümanların bir felâkete uğramalarını dört gözle bekleyen erkek ve kadın münafıkların âhiretteki acıklı durumları tasvir edilir. Allah yolunda infak etmenin O’na güzel bir borç (karz-ı hasen) vermek gibi olduğu vurgulanır ve bunun imandaki ihlâs ve samimiyeti ortaya koyduğu belirtilir.

Konusuna uygun olarak etkileyici bir üslûbun hâkim olduğu üçüncü bölümde (20-24) dünya hayatının geçici ve aldatıcı olduğu, bu sebeple Allah’ın mağfiretini ve cennetini kazandıracak işlerde yarışmanın icap ettiği anlatıldıktan sonra her şeyin Allah’tan geldiği, dolayısıyla insanların kaybettiklerine üzülmemeleri, elde ettikleriyle de şımarmamaları gerektiği ifade edilir.

Sûrenin son bölümünde (25-29) insanların adaleti yaşatabilmeleri için Allah’ın peygamberlerle kitaplar gönderdiği belirtilir; ayrıca hem güç sembolü olan hem de insanlara çeşitli faydalar sağlayan demirin de bir nimet olarak yaratıldığından söz edilir. Âyetin üslûbundan, Allah’ın dinine ve peygamberlerine yardım eden, hak ve adaleti ayakta tutmak isteyenlerin bu gayelerini gerçekleştirebilmek için demirle sembolize edilen maddî güce ve siyasî otoriteye sahip olmaları gerektiği anlaşılmaktadır. Sonraki âyetlerde Hz. Nûh’un, İbrâhim’in ve diğer peygamberlerin gönderilişine işaret edilmekte; özellikle Hz. Îsâ’nın ve ona bağlananların şefkat ve merhameti temsil ettikleri, bunun yanında bir de ruhbanlık icat ettikleri halde buna hakkıyla riayet etmedikleri bildirilmektedir. Sûre, müslümanlardan, ilâhî emirlere uyup imanda sebat göstermelerini isteyen, böyle yaptıkları takdirde Allah’ın kendilerine yardım edeceğini ve yollarını aydınlatacağını müjdeleyen, ilâhî lutuf ve ikrama müslümanların Ehl-i kitap’tan daha çok lâyık olduğuna işaret eden âyetlerle sona erer.

Hadîd sûresinden itibaren beşi tesbihle başlayan on sûre Medine’de nâzil olan son sûrelerdir. Daha önce inen sûreleri tamamlayıcı nitelikteki bu sûreler iman ve ahlâkla ilgili son bilgileri, son öğütleri ihtiva eder. Bunlarda doğru bilginin, sağlam iman ve tutarlı davranışın ne olduğu anlatılır.

Sûrenin fazileti hakkında İrbâd b. Sâriye’den şöyle bir hadis rivayet edilmiştir: “Hz. Peygamber yatıp uyumadan önce Müsebbihât’ı okur ve bunlarda bin âyetten daha faziletli bir âyetin bulunduğunu söylerdi” (Müsned, IV, 128; Ebû Dâvûd, “Edeb”, 97; Tirmizî, “Feżâʾilü’l-Ḳurʾân”, 21, “Daʿavât”, 22).

 Übey b. Kâ‘b’dan rivayet edilen ve bazı tefsirlerde yer alan (meselâ bk. Zemahşerî, IV, 70; Beyzâvî, II, 501), Hadîd sûresini okuyan kimsenin Allah’a ve peygamberlerine inananlardan sayılacağını bildiren hadisin mevzû olduğu kabul edilmiştir (İbnü’l-Cevzî, I, 239-241; Zerkeşî, I, 432).

Müellif: EMİN IŞIK

BİBLİYOGRAFYA

Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, “ḥdd” md.

Müsned, IV, 128.

Ebû Dâvûd, “Edeb”, 97.

Tirmizî, “Feżâʾilü’l-Ḳurʾân”, 21, “Daʿavât”, 22.

Zemahşerî, el-Keşşâf (Beyrut), IV, 70.

İbnü’l-Cevzî, el-Mevżûʿât (nşr. Abdurrahman M. Osman), Medine 1386/1966, I, 239-241.

Beyzâvî, Envârü’t-tenzîl ve esrârü’t-teʾvîl, İstanbul 1303, II, 501.

İbn Kesîr, Tefsîrü’l-Ḳurʾân, VIII, 30.

Zerkeşî, el-Burhân, I, 432.

Fîrûzâbâdî, Beṣâʾiru ẕevi’t-temyîz (nşr. M. Ali en-Neccâr), Beyrut, ts. (el-Mektebetü’l-ilmiyye), I, 453-455.

İbn Hacer, el-Kâfi’ş-şâf (Zemahşerî, el-Keşşâf [Beyrut] içinde), IV, 164.

Süyûtî, ed-Dürrü’l-mens̱ûr, Beyrut 1403/1983, VIII, 46.

a.mlf., el-İtḳān, Kahire 1381/1961, I, 12.

a.mlf., Esbâbü’n-nüzûl, Kahire 1986, s. 190-191.

Abdürrezzak el-Kâşânî, Te’vilât-ı Kâşâniyye (trc. Ali Rıza Doksanyedi, s.nşr. M. Vehbi Güloğlu), Ankara 1987, III, 154-161.

Âlûsî, Rûḥu’l-meʿânî, Beyrut 1408, XIV, 164-195.

Elmalılı, Hak Dini, VI, 4728-4771.

Ömer Rıza Doğrul, Tanrı Buyruğu, İstanbul 1947, II, 831-837.

Abdullah Mahmûd Şehhâte, Ehdâfü külli sûre ve maḳāṣıdühâ fi’l-Ḳurʾâni’l-Kerîm, Kahire 1980, II, 205-212.

Mevdûdî, Tefhîmü’l-Kur’ân (trc. Muhammed Han Kayanî v.dğr.), İstanbul 1987, IV, 105-138.

Muhammed Ali es-Sâbûnî, Safvetü’t-tefâsîr (trc. Sadreddin Gümüş – Nedim Yılmaz), İstanbul 1992, VI, 315-340.

https://islamansiklopedisi.org.tr/hadid-suresi

29 Eylül 2025 Pazartesi

57-Hadîd Suresi - 28-29 . Ayet Tefsiri

                 Eûzu billahi mineş şeytânirracîm 

                 Bismillahirrahmanirrahim

﴾28﴿ Ey iman edenler! Allah’a saygısızlıktan sakının ve resulüne iman edin ki size rahmetinden iki kat versin, aydınlığında yürüyeceğiniz bir nur lutfetsin ve sizi bağışlasın. Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhametlidir.

﴾29﴿ Böylece Ehl-i kitap’tan olanlar, Allah’ın lütfu üzerinde hiçbir güçlerinin bulunmadığını ve bütün lütfun Allah’ın elinde olup onu dilediğine verdiğini bilsinler. Allah büyük lutuf sahibidir.

                        Sadakallahul Azim

Tefsir (Kur'an Yolu)

Önceki âyetlerde bütün peygamberlere iman etmenin gerekliliği üzerinde ısrarla durulmuş olduğundan, 28. âyetin “Size rahmetinden iki kat versin” diye çevrilen kısmı “Size rahmetinden iki pay versin” şeklinde de tercüme edilebilir. Bu ifade umumiyetle, Allah Teâlâ’nın, biri önceki peygamberlere, biri de Hz. Muhammed(s.a.s.)’e iman sebebiyle iki ayrı ecir vereceği anlamıyla açıklanmıştır (Zemahşerî, IV, 69; İbn Atıyye, V, 271).

29. âyetin başındaki –genellikle olumsuzluk anlamı taşıyan– “lâ” edatı dolayısıyla âyete değişik mânalar verilmiş ve önceki âyete farklı şekillerde bağlanmıştır. Müfessirlerin çoğunluğu bu edatın olumsuzluk anlamı taşımadığını (zâit olduğunu) kabul edip şöyle bir anlam vermeyi tercih etmişlerdir: 

“Böylece Ehl-i kitap’tan olanlar Allah’ın lutfundan hiçbir şeye erişemeyeceklerini veya Allah’ın lutfu üzerinde hiçbir güçlerinin bulunmadığını ve bütün inayetin Allah’ın elinde olduğunu bilsinler.” Bu mânayı önceki âyete bağlamak için yapılan izahların yaygın olanı şudur: 

Allah Teâlâ anılan peygamberlerden sonra Hz. Muhammed’e peygamberlik görevi vermiş olup hem onlara hem Hz. Muhammed’e inanmanızı istemektedir, ecrinizi de buna göre verecektir. Şu halde Ehl-i kitap bilmelidir ki peygamberlik sırf kendilerine özgü değildir; bu husus Allah’ın takdirinde olup dilediğine lutfeder ve kimse onun bu iradesini bertaraf etmeye güç yetiremez. Elmalılı, bu ifadeyi olumsuz soru kabul ederek mâna vermeyi tercih eder. Bu mânayla ilgili olarak onun yaptığı izah özetle şöyledir: 

Ehl-i kitap bu gerçekleri bilmez olurlar mı, bilmeyecekleri için mi Allah’ın resulüne iman etmeyecekler? Hayır, iman etmezlerse, bunları bilmediklerinden değil sırf çekememezlik, taassup ve inat sebebiyledir (VII, 4768-4770). 

Süleyman Ateş buna yakın bir anlayışla “... bilmezlik etmesinler” şeklinde bir mâna vermiş (IX, 283); İbn Âşûr ise baştaki –daha çok “için, dolayı, diye” anlamıyla kullanılan– “lâm” harfini sonuç bildirme (âkıbet) lâm’ı kabul ederek “Böylece Ehl-i kitap bilemeyecekler, peygamberlik lutfunun hep kendilerine ait olduğu yönündeki cehalet ve aldanışları içinde kalacaklardır” anlamını tercih etmiştir (XXVII, 430-432). 

Bizim tercih ettiğimiz meâlin önceki âyetle bağlantısı şöyledir: 

Ehl-i kitap, özellikle yahudiler Allah’ın lutuf ve rahmetinin kendilerine ait olduğunu ileri sürüyorlardı; müslümanlar Allah’a itaat ve son peygamberine iman ederek –böylece Ehl-i kitabın temel inancını tevârüs ettikleri gibi bu inancın bir gereği olan son peygambere iman değerine de sahip olarak– iki kat ecir alacaklar, Ehl-i kitabın iddialarının da temelsiz olduğu ortaya çıkacaktır.

Evrendeki bütün varlıkların Allah’ı tesbih ettiğini bildirerek başlayan sûre, bütün lutuf ve ikramların O’ndan geldiğini hatırlatan bir ifadeyle, Allah Teâlâ’nın büyük lutuf sahibi olduğu belirtilerek sona ermektedir.

Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 5 Sayfa: 255-256

28 Eylül 2025 Pazar

57-Hadîd Suresi - 26-27 . Ayet Tefsiri

                 Eûzu billahi mineş şeytânirracîm 

                 Bismillahirrahmanirrahim

﴾26﴿ Andolsun Nûh’u ve İbrâhim’i elçi olarak gönderdik, onların soyundan gelenlere de peygamberlik ve kitap verdik. Onlardan doğru yolu bulanlar olduğu gibi birçoğu da yoldan çıkmış kimselerdir.

﴾27﴿ Sonra onların izinden peygamberlerimizi peş peşe gönderdik. Arkalarından Meryem oğlu Îsâ’yı da gönderdik, ona İncil’i verdik, ona uyanların kalplerine şefkat ve merhamet yerleştirdik. Kendilerinin icat ettikleri ruhbanlığa gelince, biz onlara bunu emretmemiştik; sırf Allah’ın hoşnutluğunu kazanmak için yapmışlardı, ama buna hakkıyla riayet etmediler. Biz de içlerinden iman edenlere mükâfatlarını verdik, ama çokları yoldan çıkmışlardır.

                        Sadakallahul Azim

Tefsir (Kur'an Yolu)

Önceki âyette peygamberler gönderilmesinden söz edilmişti; bu âyetlerde de insanlığın ikinci atası olarak bilinen Hz. Nûh ve sonrasındaki peygamberler tarihine genel bir bakış yapılması sağlanmaktadır. Kur’an’da peygamberler zinciri ve birçok peygamber hakkında daha ayrıntılı bilgiler verilmiş olup burada bu sürecin nasıl tamamlandığı hususu öne çıkarılmaktadır. Pek çok peygamber gönderildikten sonra nihayet Hz. Muhammed öncesinde Hz. Îsâ’ya kutsal kitap İncil verilmiştir. Ona uyanlar, yani Hz. Îsâ’nın örnek ahlâkını, İncil öğretisine hâkim olan hoşgörü vb. ahlâkî erdemleri özümseyenler kalpleri şefkat ve merhamet dolu insanlar oldular. Allah onlara ruhbanlık gibi bir görev yüklememişti; fakat Hıristiyanlığın başlangıcında samimi müminler ağır sosyal ve siyasî baskılara mâruz kaldılar. Bu durum karşısında onlardan bir kısmı sırf bu katliam ve çatışmalarda eriyip gitmemek ve böylece dinlerini koruyabilmek amacıyla dağlara, ücra yerlere çekilip kendilerini ibadete verdiler. Fakat zaman içinde bu hareket amacından saptırıldı ve dinin istismar aracı olmasını kurumlaştıran hatta toplum içi ve toplumlar arası çatışmaları körükleyen bir örgütlenmeye dönüştü (Hz. Îsâ hakkında bilgi için bk. Âl-i İmrân 3/45; İncil hakkında bilgi için bk. Âl-i İmrân 3/3; ruhbanlık hakkında bilgi ve değerlendirme için bk. Tevbe 9/31, 34; hıristiyanların Kur’an tarafından olumlu bulunan nitelikleri hakkında bk. Mâide 5/82-85).

26. âyetin son cümlesindeki “onlar” zamiri genellikle “Nûh ve İbrâ­him’in soyundan gelenler” şeklinde açıklanmıştır; fakat bunu “bildirimde bulundukları insanlar” diye yorumlamak da mümkündür. Yine, buradaki “yoldan çıkmışlar” anlamı verilen fâsık kelimesi –Kur’an’daki kullanımlar ve bağlam dikkate alınarak– hem “günahkâr” hem de “kâfir” anlamlarıyla izah edilmiştir (Taberî, XXVII, 237-238; Râzî, XXIX, 244). “Onlar” zamiri konusunda birinci yorum esas alındığında burada, peygamber soyundan gelmenin iman etme veya iyi mümin olma garantisi sağlamadığına işaret edildiği söylenebilir.

Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 5 Sayfa: 254-255

27 Eylül 2025 Cumartesi

Yapılan hayrın veya okunan Kur’an’ın sevabı ölen kimseye bağışlanabilir mi?

Yapılan hayrın veya okunan Kur’an’ın sevabı ölen kimseye bağışlanabilir mi?
Yapılan ibadetin ve hayırların sevaplarının başkasına bağışlanması caizdir. Kişi, okuduğu Kur’an-ı Kerim’in, yaptığı hatmin ve işlediği bir hayrın sevabını başkasına bağışlayabilir. İster sağ, ister ölmüş olsun, kendisine sevap bağışlanan kimsenin, bundan yararlanacağı umulur. Başkası tarafından bağışlanan sevapla, bir kimsenin bizzat yapması gereken ibadet borçları ödenmiş olmaz ise de, bunlar iyilik ve sevaplarının çoğalmasına ve derecesinin yükselmesine vesile olabilir.
Benî Seleme kabilesinden bir adam, annesi ve babası öldükten sonra, onlara bir iyilik yapıp yapamayacağını sordu. Hz. Peygamber (s.a.s.), “Evet, onlara rahmet dilemek, onlar için istiğfar etmek, vasiyetlerini yerine getirmek, akrabaları ile ilgilenip onlara karşı üzerine düşeni yapmak, dostlarına hürmet edip ikramda bulunmaktır.” (Ebû Dâvûd, Edeb, 130; İbn Mâce, Edeb, 2) buyurmuştur.
Annesinin aniden öldüğünü, şayet konuşabilseydi sadaka verilmesini vasiyet edeceğini zannettiğini belirterek, onun adına sadaka verirse sevabının kendisine ulaşıp ulaşmayacağını soran sahabîye de, “Evet, ulaşır. Onun namına sadaka ver.” (Buhârî, Vasâyâ, 19; Müslim, Zekât, 51) buyurmuşlardır.

57-Hadîd Suresi - 22-25 . Ayet Tefsiri

                 Eûzu billahi mineş şeytânirracîm 

                 Bismillahirrahmanirrahim

﴾22﴿ Yeryüzünde vuku bulan veya başınıza gelen hiçbir musibet yoktur ki, biz onu yaratmadan önce bir kitapta yazılı olmasın. Kuşkusuz bu Allah’a göre kolaydır.

﴾23﴿ Kaybettiklerinize üzülmeyesiniz ve O’nun size verdikleriyle şımarmayasınız diye (böyle yapmıştır). Allah kendini beğenen, böbürlenen hiç kimseyi sevmez.

﴾24﴿ Onlar kendileri cimrilik yaptıkları gibi insanlara da cimrilik telkin ederler. Kim yüz çevirirse bilsin ki Allah’ın hiçbir şeye ihtiyacı yoktur, O her türlü övgüye lâyıktır.

﴾25﴿ Andolsun biz peygamberlerimizi açık kanıtlarla gönderdik, beraberlerinde kitap ve adalet terazisini de indirdik ki insanlar hakkaniyete uygun davransınlar. Bir de demiri indirdik ki onda büyük bir güç ve insanlar için yararlar vardır. Böylece Allah, görmeden iman ederek kendisine ve peygamberlerine yardım edecekleri ortaya çıkaracaktır. Şüphesiz Allah güçlüdür, üstündür.

                        Sadakallahul Azim

Tefsir (Kur'an Yolu)

İlk iki âyette insanın hayata bakışını belirlemede çok önemli bir gerçeğe ve bunun hikmetine değinilmektedir: Olan ve olacak her şey Allah’ın ezelî ilminde kayıtlıdır; bunu böylece bilen ve kabul eden insan kaçırdığı fırsatlara hayıflanarak veya Allah’ın kendisine verdiği imkânların sarhoşluğuna kapılarak ömrünü tüketmez. Çünkü bunların ikisi de olmuş bitmiştir. Bu bir musibetse kendisinin bundaki payını düşünüp sonuç çıkarmalı ve bu sonucun gelecekteki davranışlarına ışık tutmasını sağlamalı, şayet bu bir nimetse asıl kaynağının kendi bilgi, beceri ve çabası değil yüce Allah olduğunu dikkate alıp övünme ve böbürlenmesi için bir sebep bulunmadığı, bilâkis bu nimetin kendisine sorumluluk getirdiği bilinci içinde hareket etmelidir. Buna karşılık insanın asıl yükümlülüğü kaçırılanlar ve elde edilenlerden sonrasında, yani “olacak”lar ve “olması gereken”ler sınırında başlamaktadır. İmtihan gereği olarak başa gelecekleri (musibet) önlemek insanın gücü dahilinde değildir; fakat insan bunları bilemeyeceği için, bu onun yükümlülüğünü etkilemez ve koyu kaderci bir anlayışı haklı kılmaz. Çünkü onun yükümlülüğü, yapılması irade ve tercihine bırakılan davranışlarla ilgilidir, bir başka anlatımla onun görevi hür iradesiyle buyruk ve yasaklara uygun davranmaktır. Nitekim 23. âyetin sonunda ve 24. âyette, kendini beğenmiş, böbürlenen ve elindeki imkânları sırf kendisine ait gibi görüp cimrilik yapan, üstelik başkalarının da öyle davranmasını isteyen kimseler ağır bir dille eleştirilmiştir. 25. âyette de insanın sorumluluk gerekçesi açıklanıp bunun kendisine getirdiği yükümlülükler genel bir ilke halinde ifade edilmiştir: İnsanın sorumluluğu, kanıtları değerlendirebilme melekesine yani akıl ve muhakeme gücüne sahip olma temeline dayalıdır ve yüce Allah ona doğru yolu bulması için yeterli kanıt ve aydınlatıcı vahiy göndermiştir; sorumlu tutmanın amacı, Allah’ın gayb yoluyla iman edip gereğini yapanları ortaya çıkarması yani insanın sınanmasıdır. Bu statünün getirdiği yükümlülük de adaleti yani olması gerekeni gerçekleştirmeye çalışmak ve bu uğurda Allah’ın lutfettiği imkânları en iyi şekilde kullanmaktır (musibet konusunda değerlendirme için ayrıca bk. Şûrâ 42/30-35; bu bağlamda daha çok “adalet” anlamıyla açıklanan mîzan kelimesinin anlamları için bk. Rahmân 55/7-9).

22. âyetin “biz onu yaratmadan” diye çevrilen kısmındaki “o” zamirinin “musibet, nefisler veya yeryüzü”nün yahut hepsinin yerini tuttuğu yorumları yapılmıştır (Şevkânî, V, 204).

25. âyette, hem güç sembolü olan hem de insanlara çeşitli faydalar sağlayan demirin de bir nimet olarak yaratıldığından söz edilmektedir. “İndirme” anlamına gelen kelime, Zümer 39/6. âyetinde olduğu gibi “yarattı, lutfetti, insana onu kullanabilme yeteneğini ilham etti” anlamındadır (İbn Âşûr, XXVII, 416-417). Âyetin üslûbundan, Allah’ın dinine ve peygamberlerine yardım eden, hak ve adaleti ayakta tutmak isteyenlerin bu gayelerini gerçekleştirebilmek için demirle sembolize edilen maddî güce ve siyasî otoriteye sahip olmaları gerektiği anlaşılmaktadır (Emin Işık, “Hadîd Sûresi”, DİA, XV, 14). 

Kimyasal element olarak birçok bileşiği bulunan ve değişik endüstri kollarında önemli işlevleri olan demir, metaller arasında da kullanımı en yaygın ve en ucuz olanıdır. Bir bütün olarak yerküreyi meydana getiren elementler arasında yaklaşık üçte birlik oranla ilk sırayı tutan demirin güneşte ve başka yıldızlarda da bolca bulunduğu tesbit edilmiştir. Teknolojinin gelişmesinde demirin tuttuğu yeri özellikle modern çağın insanı günlük hayatının hemen her adımında yaşar ve hisseder. Hayatı kolaylaştıran pek çok ürün demire dayalı olduğu gibi, gerek beşerî zaafların vahşete dönüşmesinden ibaret olan haksız saldırılarda gerekse varlığını koruma amacıyla bunlara karşı koymada, gerek yıkmada gerekse yapmada demir insanın asırlardan beri vazgeçemediği unsur olagelmiştir. Kısacası demir, kontrollü kullanımı insanlık için büyük yararlar, kontrolsüz kullanımı ise büyük tehlikeler taşıyan bir madde olduğu gibi bu özellikleri taşıyan başka nesneleri ve imkânları da güçlü bir biçimde temsil eden bir örnektir. Başka elementlerle birleşmiş durumda pek çok mineralde de bulunan demir insan vücudu bakımından özel bir önemi haizdir. İnsan vücudunda demir eksikliğinin yol açtığı kansızlık, en sık rastlanan kansızlık tipidir. Demirin özellikleri ve insan hayatındaki önemiyle ilgili bu ve benzeri bilgiler ışığında âyetin “Onda büyük bir güç ve insanlar için yararlar vardır” diye tercüme edilen kısmı daha iyi anlaşılabilmektedir.

https://kuran.diyanet.gov.tr/tefsir/Had%C3%AEd-suresi/5097/22-25-ayet-tefsiri

26 Eylül 2025 Cuma

57-Hadîd Suresi - 21 . Ayet Tefsiri

                 Eûzu billahi mineş şeytânirracîm 

                 Bismillahirrahmanirrahim

﴾21﴿ Genişliği gökle yerin genişliği gibi olup Allah’a ve peygamberlerine iman edenler için hazırlanmış bulunan cennete ve rabbinizin bağışlamasına erişebilmek için yarışın. Bu, Allah’ın lutfudur ki onu dilediğine verir. Allah büyük lutuf sahibidir.

                        Sadakallahul Azim

Tefsir (Kur'an Yolu)

Burada cennetin genişliğiyle ilgili anlatımın amacı bu konuda bir sınır tayin etmek ve ölçü vermek değil, bu genişliğin insan tasavvuruna sığmayacak kadar büyük olduğunu ifade etmektir (İbn Âşûr, XXVII, 408; başka yorumlar için bk. Şevkânî, V, 203; benzer bir ifade ve izahı için bk. Âl-i İmrân 3/133). Belirli şartları yerine getirenlerin, Allah’ın kendilerini bağışlamasını ve cennete koymasını O’nun açısından zorunlu bir sonuç gibi düşünmemeleri için âyetin devamında bir uyarı yapılmakta, bütün bu sonuçların gerçekte Allah’ın lutfundan ibaret olduğu hatırlatılmaktadır.

Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 5 Sayfa: 250-251

25 Eylül 2025 Perşembe

57-Hadîd Suresi - 20 . Ayet Tefsiri

                 Eûzu billahi mineş şeytânirracîm 

                 Bismillahirrahmanirrahim

﴾20﴿ Bilin ki dünya hayatı, bir oyun, bir eğlence, bir gösteriş, aranızda bir övünme, mal ve evlâtta bir çokluk yarışından ibarettir. Tıpkı bir yağmur gibi ki bitirdikleri çiftçileri imrendirir, sonra kurumaya yüz tutar, bir de bakarsın ki sararmıştır, ardından da çerçöp haline gelmiştir. Âhirette ise ya çetin bir azap yahut Allah’ın bağışlaması ve hoşnutluğu vardır. Dünya hayatı sadece aldatıcı bir yararlanmadan başka bir şey değildir.

                        Sadakallahul Azim

Tefsir (Kur'an Yolu)

Kur’an’ın birçok âyetinde belirtildiği üzere insanın yaratılış ama­cından tamamen kopuk bir dünya hayatı anlamını, özünü yitirmiş, sadece biçimde kalmıştır. Belirtilen amacı göz ardı etmeden bu hayatın icaplarına uyulması ise zaten Kur’an’ın da insandan istediğidir; dolayısıyla bu gibi âyetlerde dünya hayatının mutlak anlamda mahkûm edildiği söylenemez. Diğer taraftan buradaki tasvir sırf inananlara değil inanmayanlara da aynı yargıya ulaşabilme imkânı sağlamaktadır. Zira inanmayan bir kimse de kabul etmek zorundadır ki, buradaki eylemleri ne kadar içerikli ve belli bir amaca dönük gibi görünürse görünsün, şayet bunlarla öteki âlem arasında kurulmuş fikrî bir bağ yoksa, –son tahlilde– onlar da yağmurun yeşerttiği, önce o işle meşgul olanları bile imrendiren ama sonra yavaş yavaş câzibesini kaybeden ve nihayet bir hiç haline gelen bitkiden farksızdır (ayrıca bk. En‘âm 6/32; Ankebût 29/64; Şûrâ 42/19-20).

Âyetteki temsilde dünya hayatı yağmura benzetilmekle beraber asıl benzetilen bitkidir. Bitkinin burada belirtilen evreleriyle insanın oyun, eğlenme, mal-mülk edinme ve çoluk-çocuğa karışma çağları arasında da bir benzerlik kurulabilir. “Çiftçiler” diye çevrilen küffâr kelimesi kâfirin çoğuludur. Bu kelime sözlükte “örten, gizleyen” anlamına geldiği için hem tohumu ekip üstünü örtmesi sebebiyle çiftçiye hem de Allah’ı ve gerçekleri inkâr edip üstünü örtmesinden dolayı inkârcı kişiye “kâfir” denmiştir. Burada “çiftçi” anlamı uygun düşmekle beraber, özellikle bu kelimenin seçilmesi, inkârcıların dünya hayatına düşkünlüklerine de bir göndermenin bulunduğunu düşündürmektedir (İbn Âşûr, XXVII, 404-406).

Âhirette iyilerle kötülerin elde edecekleri farklı sonuçlara işaret eden “ve” bağlacı alternatif belirtme anlamı taşıdığı için (Taberî, XXVII, 232; Şevkânî, V, 203), bu kısım “ya çetin bir azap yahut Allah’ın bağışlaması ve hoşnutluğu vardır” şeklinde çevrilmiştir (âhiretteki güzel sonucun iki yönlü oluşu ve Allah’ın rızâsına erişmenin önemi hakkında bk. Tevbe 9/72).

Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 5 Sayfa: 249-250

24 Eylül 2025 Çarşamba

57-Hadîd Suresi - 19 . Ayet Tefsiri

                 Eûzu billahi mineş şeytânirracîm 

                 Bismillahirrahmanirrahim

﴾19﴿ Allah’a ve peygamberlerine (böyle) iman edenler var ya, işte onlar rableri katında sıddıklar ve şehidler mertebesindedirler. Mükâfatları ve nurları (âhirette) onları beklemektedir. İnkâr edip âyetlerimizi yalan sayanlar ise cehennemliktirler.

                        Sadakallahul Azim

Tefsir (Kur'an Yolu)

Sıddîk, “inancında samimi olan, içtenlikle tasdik eden; sadakat ve bağlılık örneği; özü sözü bir, dürüst” anlamlarına gelir. Bazı müfessirlere göre bu kelimeyle kastedilen, “peygamberleri hemen tasdik eden ilk müminler”dir. Şehid de “Allah yolunda ve yüce değerler uğruna canını feda eden kimse” demektir. İfade akışından anlaşıldığına göre âyet, Allah’a ve peygamberlerine böylesine (önceki âyette belirtildiği şekilde) iman etmiş olanlara müjde vermekte ve onların da Allah katında sıddîklar ve şehidlerle beraber bulunacaklarını veya onlar gibi değerli olduklarını belirtmektedir. Cümlenin ana yapısı konusunda bu yaklaşıma sahip olan müfessirlerin çoğu, âyetin lafzî karşılığı “Onlar sıddîklar ve şehitlerdir” şeklinde olduğu için, bu ifadeye “Onlar sıddîkların ve şehidlerin mertebesindedir” mânasını vermiştir; bir kısmı ise “Her mümin bir sıddîktır, bir şehiddir” veya “Her mümin bir sıddîktır ve –Bakara sûresinin 143. âyetinde belirtildiği anlamda– bir tanıktır” yorumunu yapmıştır (farklı bir bağlamda “sıddîklar ve şehidlerle beraber olmak”tan söz eden bir ifade için bk. Nisâ 4/69).

Diğer bir yaklaşıma göre ise birinci cümlenin ikinci kısmı müstakil bir cümle olup şöyle bir mâna taşımaktadır: “Rableri katındaki şehidlere gelince, mükâfatları ve nurları onları beklemektedir.” Bu anlayışa sahip müfessirlerin bir kısmı buradaki şehid kelimesini meşhur anlamıyla açıklarken, bazıları “tanık” anlamından hareketle “maksat –Nisâ sûresinin 41. âyetinde belirtildiği üzere– ümmetlerinin lehinde ve aleyhinde tanıklık edecek peygamberlerdir” demişlerdir. Burada geçen nur kelimesi de genellikle 12. âyetteki anlamıyla açıklanmıştır. Âyette Allah’a imanın yanında peygamberlere imandan söz edilmek suretiyle samimi bir mümin olmak için Allah’tan mesaj getiren bütün elçilere inanmanın ön şart olduğu belirtilmekte, sadece mensup oldukları dinin peygamberine iman edenlerin ilâhî din fikriyle çelişen bir ilke hatası yapmış olacaklarına îmada bulunulmaktadır (İbn Atıyye, V, 265-266; Râzî, XXIX, 231-232; Şevkânî, V, 201).

Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 5 Sayfa: 247-248

23 Eylül 2025 Salı

57-Hadîd Suresi - 18 . Ayet Tefsiri

                 Eûzu billahi mineş şeytânirracîm 

                 Bismillahirrahmanirrahim

﴾18﴿ Karşılıksız yardım eden erkeklere, karşılıksız yardım eden kadınlara ve Allah’a (O’nun muhtaç kullarına) güzel bir ödünç verenlere bu fazlasıyla ödenecektir. Ayrıca onlara pek değerli bir ödül de vardır.

                        Sadakallahul Azim

Tefsir (Kur'an Yolu)

Daha önceki âyetlerde iman ile infak arasındaki sıkı ilişkiye değinilmişti; burada infakın önemine yeni bir vurgu yapılmasını, 16 ve 17. âyetlerde sözü edilen ruhî yenilenmede bu davranışın olumlu etkisine ve Allah’ın hoşnutluğunu arama heyecanını beslemedeki rolüne işaret olarak anlamak mümkündür. Bir kıraate göre ilk iki kelime “tasdik eden erkekler ve tasdik eden kadınlar” anlamına gelmektedir. Bu takdirde imandaki derinliğin, peygamberin getirdiklerine içtenlikle ve hiçbir kuşku duymadan inanmanın değerine ve önemine yapılmış bir vurgu söz konusudur (Şevkânî, V, 200).

Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 5 Sayfa: 246-247

22 Eylül 2025 Pazartesi

57-Hadîd Suresi - 17 . Ayet Tefsiri

                 Eûzu billahi mineş şeytânirracîm 

                 Bismillahirrahmanirrahim

﴾17﴿ Bilin ki Allah, ölmüş toprağa yeniden hayat verir. Şüphesiz biz, düşünesiniz diye delilleri bir bir açıklamışızdır.

                        Sadakallahul Azim

Tefsir (Kur'an Yolu)

Kur’an’da değişik vesilelerle değinilen –cansız hale gelmesini takiben– toprağa yeniden hayat verilmesi örneğine, kalp diriliğinin birey ve toplum olarak insanın hayatiyet ölçüsü olduğuna dikkat çekilmesinden sonra yer verilmesi oldukça mânidardır. Böyle bir bağlamda, yakın planda gözlemlenebilen bir realite kanıt gösterilerek Allah Teâlâ’nın ölüye bile can verme kudretinin hatırlatılması, şöyle bir mesaj içermektedir: Bazı sebeplerle kalplerin kararmış, yüreklerin katılaşmış ve imanın küllenmiş olmasından ötürü ümit kesilmemelidir; zira Allah insanı hem birey hem de toplum düzeyinde kendisini yenileyebilecek bir varlık olarak yaratmıştır. Yeter ki o, zihnini kendisine gösterilen deliller üzerinde düşünmeye, gönlünü de bunlardan çıkacak sonuçları kabullenmeye açık tutsun; gaflet bataklığında kaybolup gitmek üzereyken küçücük bir dikenin batmasını bile vesile edinip silkinebilsin, insan olma sorumluluğunun ve yüce yaratıcısı karşısındaki konumunun bilinci içinde kalbinde bir ürperti duyabilsin.

Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 5 Sayfa: 246

21 Eylül 2025 Pazar

57-Hadîd Suresi - 16 . Ayet Tefsiri

                 Eûzu billahi mineş şeytânirracîm 

                 Bismillahirrahmanirrahim

﴾16﴿ İman edenlerin, Allah’ı anmak ve vahyedilen gerçeği düşünmekten dolayı kalplerinin heyecanla ürperme zamanı gelmedi mi? Onlar daha önce kendilerine kitap verilmiş ve üzerlerinden uzun zaman geçip kalpleri katılaşmış kimseler gibi olmasınlar. Onlardan birçoğu yoldan çıkmışlardır.

                        Sadakallahul Azim

Tefsir (Kur'an Yolu)

İniş zamanı ve sebebiyle ilgili rivayetler birbiriyle uyumlu olmadığı için âyetin daha çok bunlarla irtibat kurulmaksızın yorumlanması tercih edilmektedir. Bir yoruma göre bu, iman etmiş görünen münafıklar hakkında inmiş olmalıdır. Bu görüşü ileri sürenler muhtemelen müminin kalbinin huşûsuz olamayacağını ve Allah Teâlâ’nın böyle bir sözü ancak gerçek mânada mümin olmayanlar hakkında söylemiş olabileceğini düşünmektedirler. Fakat yaygın kanaat âyetin müminler hakkında olduğu yönündedir. Bu istikametteki yorumları da şöyle özetlemek mümkündür: 

a) Müminlerden bir grup, bazı konularda mümine yaraşır bir duyarlılık içinde davranmamış ve bu sebeple uyarılmış olabilir. 

b) Bazı müminler iman şuuruyla hareket etme hususunda büyük mesafe katetmişken zamanla bu özelliklerinde zayıflama görülmesi üzerine eski hallerine dönmeleri özendirilmiş olabilir.

c) Âyetlerin ilk muhatapları olan sahâbîler iyi birer müslüman olma ve imanın sıcaklığını kalbinin derinliklerinde hissetme konusunda geriledikleri için kınanmış olmayıp, onlara kemale doğru ilerlerken daha üstün bir mertebeye yaklaştıkları hatırlatılmış ve kendilerini bu seviyeye hazırlamaları için teşvikte bulunulmuş olabilir. Nitekim âyetin devamında, iman neşesi ve heyecanını kazanmanın yanı sıra onu korumanın ve sönmesini önlemenin de çok önemli olması dolayısıyla, bir kısım Ehl-i kitabın yaşadığı olumsuz tecrübeye dikkat çekilmektedir.

Meâlde “Allah’ı anma” mânası verilen kısım “Allah’ın Kur’an’daki öğütleri, Allah’ın onlara yaptığı uyarılar” gibi mânalarla da açıklanmıştır. “İnen gerçek” diye çevrilen kısım genellikle “Kur’an-ı Kerîm” şeklinde anlaşılmıştır. Her ikisiyle Kur’an-ı Kerîm’in kastedildiği görüşü de bulunmaktadır ki buna göre burada Kur’an’ın önemine yapılmış bir vurgu söz konusudur. Meâlde Ehl-i kitap’la ilgili kısım, bazı müfessirlerin kanaatine uygun olarak ve “Onlara şunu bildir” anlamındaki bir mâna takdir edilerek tercüme edilmiştir. Çoğu müfessir ise bunu âyetin başındaki ifadeye şu şekilde bağlamıştır: “İman edenlerin Allah’ı ve inen gerçeği anmaktan dolayı kalplerinin heyecanla ürpermelerinin ve daha önce kendilerine kitap verilmiş, üzerlerinden uzun zaman geçip kalpleri katılaşmış kimseler gibi olmamalarının zamanı gelmedi mi?” Bu ifadede “uzun zaman geçmesi”yle “kalplerinin katılaşması” arasında şöyle bağlar kurulmuştur: 

a) Peygamberleriyle kendi aralarındaki süre uzadı;

b) Dünyaya düşkünlük gösterdiler, Allah’ın buyruklarından yüz çevirdiler; 

c) Sonu gelmez hülyalar peşine düştüler; 

d) Daha önceki peygamberler ile Hz. Muhammed arasındaki süre uzadı, böylece kalpleri katılaştı (Râzî, XXIX, 228-230; Şevkânî, V, 200; İbn Âşûr, XXVII, 389-392; Elmalılı, IX, 4743-4746).

Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 5 Sayfa: 245-246

20 Eylül 2025 Cumartesi

57-Hadîd Suresi - 12-15 . Ayet Tefsiri

                 Eûzu billahi mineş şeytânirracîm 

                 Bismillahirrahmanirrahim

﴾12﴿ O gün mümin erkeklerin ve mümin kadınların ışıklarının önlerini ve çevrelerini aydınlattığını görürsün. “Bugün size müjde var; altından ırmaklar akan cennetlerde ebedî kalacaksınız” (denir). İşte en büyük murada ermek budur.

﴾13﴿ O gün münafık erkekler ve münafık kadınlar iman edenlere şöyle diyecekler: “Bizi bekleyin de yetişip nurunuzdan bir parça alalım.” Şöyle denecek: “Geriye dönün de başka bir nur arayın!” Ve hemen aralarına kapısı da olan bir duvar çekilir; duvarın iç tarafında rahmet, kendilerine bakan dış tarafında ise azap vardır.

﴾14﴿ Münafıklar onlara, “Sizinle beraber değil miydik?” diye seslenirler. Onlar, “Evet öyleydi” derler, ama siz başınızı belâya kendiniz soktunuz, fırsat kolladınız, hep şüphe içinde oldunuz ve Allah’ın emri gelip çatıncaya kadar geleceğe yönelik kuruntularınız sizi oyaladı; bundan ötürü o aldatan (şeytan) da Allah hakkında sizi kandırıp durdu.

﴾15﴿ Bugün artık ne sizden ne de açıkça inkâr edenlerden bir fidye kabul edilir. Varacağınız yer ateştir. Size yaraşan odur. Ne kötü bir gidiş!
                     

                    Sadakallahul Azim

Tefsir (Kur'an Yolu)

Âhiret hayatına ait önemli bir sahneye yer verilen bu âyetleri, kalabalık bir insan kitlesinin, etrafı uçurumlar ve tehlikelerle dolu bir ortamda, ama karanlıklar içinde yol almaya çalıştıklarını göz önüne getirerek anlamak daha kolay olacaktır. Bu şartlar altında önleri ve yanları özel olarak aydınlatılmış grup hızla ve kolayca yol alabilmekte ve esenliğe kavuşmakta; daha önemlisi kendilerine kurtuluşa erdikleri ve ebedî mutluluğu hak ettikleri müjdesi verilmektedir. İşte bunlar kadınıyla erkeğiyle müminlerdir. Arkalarında ise böyle bir aydınlıktan mahrum, onlara yetişmeye, ışıklarından yararlanmaya çalışan kadınlı erkekli münafıklar topluluğu bulunmakta ve onlara kendilerini beklemeleri veya ışıklarından yararlandırmaları için yalvarmaktadırlar. Ama onlara söylenecek olan şudur: Geriye dönün ve kendinize başka ışık arayın! Bu esnada iki kesim arasına –kapısı olan fakat aşılamaz– bir duvar konmuştur. Muhtemelen müminler kapıdan girecekler, müna­fıklar dışarıda kalacaklar; içerisi rahmet ve nimetle dolu olacak ama dış tarafında azap bulunacaktır. Münafıkların kullanabilecekleri tek argüman kalmıştır: “Dünyada sizinle beraber değil miydik?” diye sormak. Alacakları cevabın baş kısmı olumludur: “Evet.” Gerçekten, müna­fıklar içlerindeki inkârcılığı ve müminlere besledikleri husumeti gizledikleri için zâhiren müslüman muamelesi görmüşler, hatta mescidde beraberce namaz bile kılmışlardı. Ne var ki artık her şeyin içyüzü, hakikati ortaya çıkmış ve onların dünyada iken ne yaptığı ayan beyan anlaşılmıştır; bu sebeple müminlerin cevabı şöyle devam edecektir: “Ama siz başınızı belâya kendiniz soktunuz, fırsat kolladınız, hep şüphe içinde oldunuz ve Allah’ın emri gelip çatıncaya kadar geleceğe yönelik kuruntularınız sizi oyaladı; bundan ötürü o aldatan (şeytan) da Allah hakkında sizi kandırıp durdu.”

12. âyette geçen nûr kelimesi “hidayet” ve “içinde bulundukları hoşnutluk hali” mânasıyla da açıklanmıştır; fakat genel kanaate göre maksat gerçek anlamda “ışık ve aydınlık” demektir. “Sağ yanlarından” ifadesi bazı müfessirlerce “bütün yönlerinden” mânasında anlaşılmıştır. Bazılarınca bu ifadeyle Araplar’da sağ tarafın uğurlu ve değerli sayılması telakkisi arasında bağ kurulmuştur. Diğer bir yoruma göre burada, amel defterlerinin sağ yanlarından verilmesine işaret vardır (İbn Atıyye, V, 261; ayrıca bk. Vâkıa 56/1-10).

13. âyette “Bizi bekleyin de yetişip nurunuzdan bir parça alalım” diye çevrilen cümle, “Bize bakın da nurunuzdan bir parça alalım” şeklinde de anlaşılmıştır. Bu âyetteki “Geriye dönün de başka bir nur arayın!” anlamına gelen sözü meleklerin veya müminlerin söyleyeceği yorumları yapılmıştır. Bu sözde asıl amaç onları azarlamaktır. “Geriye” denirken “nurun elde edilmesine vesile olan amellerin işlendiği dünya” veya “nur taksim edilen yer” ya da –istihza yollu– “arkalarındaki karanlık” kastedilmiş olabilir; fakat ilk ihtimal daha kuvvetli görünmektedir. Yine bu âyette geçen ve “duvar” diye çevrilen sûr kelimesi “a‘râf, münafıkların müminlerden talepte bulunmalarına mani olacak engel, cennet ile cehennem arasında bir set” mânalarıyla açıklanmıştır (Zemahşerî, IV, 65-66; İbn Atıyye, V, 261-262; Şevkânî, V, 197; Elmalılı, VII, 4739-4740; a‘râf hakkında bilgi için bk. A‘râf 7/46-48).

Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 5 Sayfa: 243-245

19 Eylül 2025 Cuma

57-Hadîd Suresi - 11 . Ayet Tefsiri

                 Eûzu billahi mineş şeytânirracîm 

                 Bismillahirrahmanirrahim

﴾11﴿ Kim Allah’a güzel bir borç verirse Allah bunu fazlasıyla öder. Ayrıca ona pek değerli bir ödül de vardır.

                        Sadakallahul Azim

Tefsir (Kur'an Yolu)

“Allah’a güzel bir borç verme” ifadesi mecazi olup İslâmî literatürde âyetteki terkip esas alınarak “karz-ı hasen “şeklinde terimleştirilmiştir (bilgi için bk. Bakara 2/245).

Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 5 Sayfa: 241

18 Eylül 2025 Perşembe

57-Hadîd Suresi - 10 . Ayet Tefsiri

                 Eûzu billahi mineş şeytânirracîm 

                 Bismillahirrahmanirrahim

﴾10﴿ Göklerin ve yerin tamamı zaten Allah’a ait olduğu halde ne diye hâlâ Allah yolunda harcama yapmıyorsunuz? İçinizden fetihten önce harcayan ve savaşanlar ötekilerle bir değildir. Onların derecesi, daha sonra harcayan ve savaşanlardan üstündür. Bununla birlikte Allah her birine en güzel olanı vaad etmiştir. Allah, yaptıklarınızdan tamamen haberdardır.

                        Sadakallahul Azim

Tefsir (Kur'an Yolu)

İnsanların bu dünyada sahip oldukları servet ve diğer imkânların asıl mâliki ve kişilerin gerçek konumları hakkında 7. âyette yapılan hatırlatmayı takiben burada bir de bütün bu imkânların âkıbeti hakkında bir uyarı yapılmakta, “Mal sahibi mülk sahibi! Hani bunun ilk sahibi?” mısralarında özetlenen gerçeğe dikkat çekilmektedir. İnsan ister uzun süre yaşama emeli ve hayatını refah içinde geçirme düşüncesiyle isterse mirasçılarına çok şey bırakma hevesiyle ne kadar servet biriktirirse biriktirsin, bir gün asıl mâlik olan Allah’ın imtihan sebebiyle kullarına bu servet üzerinde tanıdığı yetkiler sona erecektir. “Göklerin ve yerin mirasının Allah’a ait” yani “tamamının zaten O’na kalacak olduğu”nun belirtilmesi işte bu anlamdadır. Daha sonra “Ne diye hâlâ Allah yolunda harcama yapmıyorsunuz?” buyurularak soru şeklinde bir uyarıya yer verilmesi, belirtilen gerçeği göz önüne alan müminin infak konusunda daha duyarlı davranmasının kaçınılmaz olacağına vurgu yapma anlamı taşımaktadır (ayrıca bk. Âl-i İmrân 3/180).

Âyette geçen “fetih” kelimesiyle Mekke fethinin kastedildiği kanaati yaygındır. Bununla birlikte bazı müfessirler Hudeybiye Antlaşması’nın da fetih anlamı taşıdığını ve burada bu antlaşmanın kastedildiğini belirtirler (İbn Atıyye, V, 259; “fetih”in bu anlamı için bk. Fetih 48/1). Zor dönemlerde özveride bulunmanın ve güçlüklere katlanmanın normal zamanlara nazaran daha değerli olduğuna ilişkin bir örneğe yer verildikten sonra Allah Teâlâ’nın, kendi yolunda infakta bulunma ve canını feda etmeyi göze alma noktasında buluşan her iki gruba da güzel ödüller vaad ettiği belirtilmektedir. Böylece belirli bir döneme yetişememiş olanların bu sebeple hayıflanmalarına gerek olmadığı; bütün zamanlarda, iyi niyetle çaba harcayıp özveride bulunacaklara tanınmış fırsatlar bulunduğu, bununla birlikte istisnaî özellikler taşıyan gayret ve fedakârlıklara müstesna bir mevki tanınmasının normal karşılanması gerektiği bildirilmiş olmaktadır. Derveze bu âyetin Hz. Ebû Bekir hakkında indiği yönündeki rivayete değindikten sonra şöyle der (XII, 35-36): Bu kümedeki âyetlerin ruhundan ve bağlamından edindiğimiz izlenim, anılan âyetin bir kişi hakkında değil, Tevbe sûresinin 100. âyetinde “es-sâbikūne’l-evvelûn” diye nitelendirilen ilk tabaka muhacir ve ensar hakkında olduğudur. Ona göre âyetin iniş vesilesi de İslâmiyet’e yeni girmiş, özellikle görevlerini yerine getirme ve özveride bulunma hususunda tereddütlü ve gevşek davranan kimselerin uyarılmasına ihtiyaç duyulmasıdır. Nitekim onların bu gibi tutumlarına başka birçok âyette değinilmiştir (bk. Bakara 2/264-267; Nisâ 4/52-57, 71-87, 95-100, 114-115, 140-147 ve bu sûrenin daha sonra gelecek âyetleri).

Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 5 Sayfa: 240-241

17 Eylül 2025 Çarşamba

57-Hadîd Suresi - 8-9 . Ayet Tefsiri

                 Eûzu billahi mineş şeytânirracîm 

                 Bismillahirrahmanirrahim

﴾8﴿ Peygamber rabbinize iman etmeniz için çağrıda bulunup dururken, O da sizden kesin söz almışken -bir şeye inanmaktaysanız- ne diye O’na iman etmezsiniz?

﴾9﴿ Sizi karanlıklardan aydınlığa çıkarmak üzere kuluna apaçık âyetler indiren O’dur. Kuşkusuz Allah size karşı çok şefkatli, çok merhametlidir.

                        Sadakallahul Azim

Tefsir (Kur'an Yolu)

Bu âyetler önceki âyetin iman unsuruyla, 10. âyet de infak unsuruyla ilgili açılımı gibidir. Burada, bütün şartlar hazır olduğu halde hâlâ iman etmeyenler kınanmakta, iman etmenin gerekçeleri özetlenmektedir.

Ağırlıklı yoruma göre 8. âyette geçen ve “kesin söz” diye tercüme edilen mîsâk, bu bağlamda “Allah’a verilmiş olan söz” demektir. Ancak bunun mahiyeti hakkında farklı iki yorum bulunmaktadır. 

Birinci yoruma göre maksat, “bezm-i elest” diye terimleşmiş olan farklı bir âlemde Allah Teâlâ’nın insanlara kendileri hakkında şuur verip kendi zâtını da rab olarak tanıttıktan sonra onlardan kulluk sözü almış olmasıdır (A‘râf 7/172).

 İkinci yorum ise şöyledir: Cenâb-ı Allah insanlara akıl nimeti ve düşünme yeteneği bahşetmiş, önlerine imana götüren açık deliller koymuştur. Şu halde peygamberin çağrısı ve bildirdikleriyle (nakil) akıl arasındaki uyumun açıkça görülmesi imanın gerekliliği yargısına ulaştıracak kesin bir kanıt yani mîsak oluşturmaktadır. 

Râzî, şu gerekçeyle birinci yorumu zayıf bulur: Yüce Allah mîsak almış olmayı, insanların iman etmemeleri için hiçbir mazeret kalmadığını belirtmek üzere zikretmiştir. Halbuki o âlemdeki sözleşme ancak peygamberin bildirmesiyle bilinebilir. Şu halde önce onun sözünün doğruluğunun yani peygamberliğinin kabul edilmiş olması gerekir, dolayısıyla bu gerekçe peygamberi tasdik etmeyi gerektiren bir delil olarak kullanılamaz; 

ikinci yorumda sözü edilen kanıtlar ise herkes için açıktır (Zemahşerî, IV, 64-65; Râzî, XXIX, 216-217; “bezm-i elest” hakkında bilgi için bk. A‘râf 7/172). Ancak ezelde verilen sözün dünya hayatında insanlarda din duygusu ve mâneviyat ihtiyacı olarak var olduğu ve kendini hissettirdiği de dikkate alınmalıdır. Öte yandan 8. âyette geçen “söz almıştı” fiilinin öznesinin Hz. Peygamber olduğu ve burada Hudeybiye Antlaşması öncesinde Resûlullah’ın 1500 kadar sahâbîden aldığı bağlılık sözüne atıfta bulunulduğu kanaatini taşıyanlar da vardır (Elmalılı, VII, 4734-4735; Ateş, IX, 259; anılan bağlılık sözü hakkında bk. Fetih 48/8-10, 18-19).

8. âyetin sonundaki “inanmaya açıksanız” şeklinde çevirdiğimiz ifade değişik şekillerde açıklanmıştır: 

a) Şayet iman edecekseniz şu an buna en uygun zamandır; çünkü peygamber size peşpeşe deliller getirmekte ve sizi, doğruluğu sizce de anlaşılmış bulunan bildirim, delil ve mîsaka uymaya çağırmaktadır (Taberî, XXVII, 218). 

b) Delile dayalı bir çağrıyı kabul etmeye açıksanız, “Kanıt gösterilsin inanalım” diyorsanız, aklî ve naklî deliller öylesine açık ve örtüşmüş durumda ki artık bunlardan daha güçlü kanıt olmaz (Zemahşerî, IV, 64; Râzî, XXIX, 217). c) 

Burada cümlenin bir ögesi gizlenmiştir ve imanın sonucuna dikkat çekilmek istenmektedir. Asıl mâna şudur: “Şayet iman ederseniz, yani başladığınız gibi devam eder, bu imanınızı sürdürürseniz değerinizi korursunuz ve en yüce mertebeleri hak edersiniz” (İbn Atıyye, V, 258. 9. âyette geçen zulumât ve nûr kelimeleri ve “karanlıklardan aydınlığa çıkarma” ifadesiyle ilgili yorumlar için bk. Bakara 2/257; Mâide 5/15-16; En‘âm 6/1).

Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 5 Sayfa: 239-240

16 Eylül 2025 Salı

57-Hadîd Suresi - 7 . Ayet Tefsiri

                 Eûzu billahi mineş şeytânirracîm 

                 Bismillahirrahmanirrahim

﴾7﴿ Allah’a ve resulüne iman edin; O’nun size emanet olarak verdiklerinden, başkaları için de harcayın. İçinizden iman edip böyle harcamada bulunanlara büyük mükâfat vardır.

                        Sadakallahul Azim

Tefsir (Kur'an Yolu)

Buradaki hitapla ilgili farklı açıklamalar yapılmış olmakla beraber, hita­bın genel olduğu dikkate alındığında, henüz iman etmemiş muhatapların inanmaya çağırıldığı, müminlerin ise imanlarını pekiştirmelerinin isten­diği söylenebilir (İbn Atıyye, V, 258; Şevkânî, V, 193; başka yorumlar için bk. Râzî, XXIX, 215; Ateş, IX, 259). 

“Allah’a iman” buyruğunun hemen ardından gelen iki unsur âyetin asıl mesajının şu iki noktada odaklandığını göstermektedir: 

a) Yukarıda sıfatlarından söz edilen Allah’a imanla birlikte O’nun resulüne de inanmak şarttır, 

b) İnfak yani kişinin sahip olduğu imkânları paylaşmaya, başkaları için ve özellikle Allah ve resulünün hoşnut olacağı biçimde harcamalar yapmaya razı olması bu imanın gereklerindendir.

Harcamaya (infak) ilişkin buyrukta kullanılan ifade, dünyada elde ettiğimiz imkânların asıl sahibini hatırlatan ve bulunduğumuz konumun bilincinde olmamız gerektiğine dikkat çeken bir incelik taşımaktadır. Hak tasniflerinde “mülkiyet”, eşya üzerindeki en güçlü hak olarak nitelenir; zira mâlik, mülkiyetinde bulunan eşyayı kullanma, semerelerinden yararlanma ve gerektiğinde onu tüketme yahut başkalarına temlik etme hususunda –istisnaî bazı sınırlamalar bir yana– mutlak bir yetkiye sahiptir. Fakat bu, insanların birbiriyle ilişkileri açısından böyledir. Mülkün asıl sahibinin insanı ve bütün evreni yaratan olduğu dikkate alındığında ise başka insanlara nisbetle mâlik konumunda olan kişi, Yüce Allah’a nisbetle emanetçi konumundadır. Şu var ki bu, –“vedia”da olduğu gibi– kendisine bırakılan şeyi korumakla yükümlü olmaktan ibaret bir emanetçilik değildir; kişi kendisine verilen imkânları belli ölçüler içinde kullanmakla da görevlidir. Âyette bu durumu anlatmak üzere kullanılan müstahlefîn kelimesi, hem Allah tarafından bu imkânları kullanmaya yetkilendirilmiş olma hem de mal, mülk ve başkalarına aktarılabilir birikimlerin önceki nesillerden devralınmış olması mânasıyla açıklanmıştır (Zemahşerî, IV, 64). İnfakın konusu olarak ilk hatıra gelen şey servet olmakla beraber bunu, başkalarıyla paylaşılabilecek her türlü imkân olarak düşünmek gerekir. Meselâ insanın sahip olduğu bilgi birikimi de bu kapsamdadır.

Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 5 Sayfa: 238

15 Eylül 2025 Pazartesi

57-Hadîd Suresi - 1-6 . Ayet Tefsiri

                 Eûzu billahi mineş şeytânirracîm 

                 Bismillahirrahmanirrahim

﴾1﴿ Göklerde ve yerde bulunanlar Allah’ı tesbih etmektedir. O üstündür, her yaptığında hikmet vardır.

﴾2﴿ Göklerin ve yerin hükümranlığı yalnız O’nundur. Hem hayat verir hem öldürür. O’nun her şeye gücü yeter.

﴾3﴿ O, evvel ve âhir, zâhir ve bâtındır. O her şeyi bilir.

﴾4﴿ Gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra arşa istivâ eden O’dur. Toprağa giren ve ondan çıkan, gökten inen ve ona yükselen her şeyi bilir. Nerede olursanız olun O sizinle beraberdir. Allah yaptıklarınızı görmektedir.

﴾5﴿ Göklerin ve yerin hükümranlığı yalnız O’nundur ve bütün işlerin dönüp varacağı merci ancak Allah’tır.

﴾6﴿ Geceyi gündüze katar, gündüzü de geceye katar. O kalplerde olanı çok iyi bilir.

                        Sadakallahul Azim

Tefsir (Kur'an Yolu)

Evrendeki bütün varlıkların Allah’ı tesbih ettiklerinin belirtilmesini takiben, O’nun eşsizliğini ve benzersizliğini gösteren niteliklerine dikkat çekilerek bu tesbihin gerekçesi sayılabilecek bir açıklama yapılmaktadır: O, üstün güç ve engin hikmet sahibidir (azîz ve hakîmdir); göklerde ve yerde mutlak egemenlik O’nundur; O, hem hayat verme hem hayatı sona erdirme kudretini haizdir ve gücünün yetmeyeceği iş yoktur; O, evvel ve âhir, zâhir ve bâtındır, ilmi her şeyi kuşatmıştır; belli hikmetlerle gökleri ve yeri yaratmıştır, kendisi ise zamandan ve mekândan münezzehtir, ama her yerde hâzır ve nâzırdır. Yerde ve gökte cereyan eden her şeyi ve yapılanları görmektedir. Göklerin ve yerin egemenliği öylesine O’nundur ki onların ve oralarda bulunanların âkıbetine hükmedecek olan da yalnız O’dur ve bütün işler dönüp dolaşıp O’na varır. Kulların içinde yaşadığı zamanın gece ve gündüz şeklinde dilimlere ayrılması da O’nun kudretinin eseridir, dolayısıyla O’ndan gizlenebilecek hiçbir şey yoktur. O kalplerin derinliklerinde bulunanları dahi bilmektedir. Tesbih, kısaca, bir yandan şuurlu varlıkların iradî olarak Allah Teâlâ’nın her türlü noksanlıktan uzak olduğunu söz ve davranışlarla ortaya koymaları diğer yandan da evrendeki bütün varlıkların ilâhî yasalara zorunlu olarak boyun eğip O’nun hükümranlığını itiraf etmeleri anlamına gelir (ayrıca bk. İsrâ 17/44).

3. âyette zikredilen “evvel, âhir, zâhir, bâtın” isimleri Hz. Peygam­ber’in, Allah’ın doksan dokuz isminin sayıldığı “esmâ-i hüsnâ” ile ilgili hadisin yanı sıra, onun şu şekilde başlayan bir münâcâtında da yer alır: “Allahım! Sen evvelsin, senden önce olan yoktur; sen âhirsin, senden sonra da hiçbir şey yoktur. Sen zâhirsin, senden daha açık ve üstün olan yoktur; Sen bâtınsın, senden daha gizli ve senden öte hiçbir şey yoktur...” (Müslim, “Zikr”, 61; Tirmizî, “Da‘avât”, 19). 

Bunların anlamları kısaca şöyledir: 

a) Evvel: Allah Teâlâ kadîmdir, ezelîdir; varlığının başlangıcı yoktur; O, her şeyin başlangıcı ve başlatıcısıdır. 

b) Âhir: Allah Teâlâ bâkidir, ebedîdir; varlığının sonu yoktur; her şey sonludur ve sonunda O’na ulaşmak üzere vardır. 

c) Zâhir: Allah Teâlâ’nın varlığı ve varlığının kanıtları, kudretinin eserleri açıktır. O açıkta olanları bilir; üstündür, yücedir, hikmet sahibidir. 

d) Bâtın: O’nun zâtının mahiyeti gizlidir, yaratılmışlarca bilinemez; gözler O’nu göremez, akıllar O’nu idrak edemez, muhayyileler O’nu kuşatamaz. O ise bütün gizlilikleri bilir, her şeye nüfuz eder (bilgi için bk. Bekir Topaloğlu, “Âhir”, “Bâtın”, “Evvel” maddeleri, DİA, I, 542, V, 187, XI, 545). 

Âyeti “O evveldir, âhirdir, zâhirdir, bâtındır” veya “O evvel, âhir, zâhir ve bâtındır” şeklinde de çevirmek mümkündür; meâlde, “ve” bağlaçlarının rolüyle ilgili olarak Zemahşerî’nin yaptığı açıklama (IV, 63-64) esas alınıp bu isimlerden ilk ikisiyle son ikisi arasındaki bağı belirginleştiren bir tercüme yapılmıştır. İbn Âşûr ise bu yaklaşımı isabetli bulmaz (bk. XXVII, 363; bu konudaki bazı mâna incelikleri ve kelâm problemleri hakkında bilgi için bk. Râzî, XXIX, 209-214; Allah’ın gökleri ve yeri altı günde yaratması ve arşa istivâ etmesi hakkında bilgi için bk. A‘râf 7/54; “gökten inen ve ona yükselen” ifadesi için bk. Sebe’ 34/2; Allah’ın geceyi gündüze, gündüzü geceye katması hakkında bk. Âl-i İmrân 3/27).

https://kuran.diyanet.gov.tr/tefsir/Had%C3%AEd-suresi/5076/1-6-ayet-tefsiri

14 Eylül 2025 Pazar

57- Hadid Sûresi-Hakkında-Nuzülü-Konusu-Fazileti

Hakkında

Medine döneminde inmiştir. 29 âyettir. Sûre, adını 25. âyette geçen “elHadîd” kelimesinden almıştır. Hadîd, demir demektir. Sûrede başlıca, tüm kâinatın Allah’a ait olduğu ve kâinatta dilediği gibi tasarruf edeceği, Allah’ın dinini yüceltmek için can ve mal ile mücadelenin gerekliliği, dünya hayatının geçiciliği ve aldatıcılığı konu edilmektedir.

Nuzülü

Mushaftaki sıralamada elli yedinci, iniş sırasına göre doksan dördüncü sûredir. Zilzâl sûresinden sonra, Muhammed sûresinden önce nâzil olmuş ve genellikle Medine’de inen sûreler arasına yerleştirilmiştir. İbn Âşûr bunun, Mekkî mi Medenî mi olduğu hususu en tartışmalı sûre olduğunu ifade eder. Fakat hemen bütün âlimler hem Mekkî hem Medenî âyetler ihtiva ettiğini kabul ederler (bk. İbn Atıyye, V, 256; İbn Âşûr, XXVII, 353-354).

Konusu

Allah Teâlâ’nın bazı sıfatlarına, evrendeki mutlak egemenliğine dikkat çekilerek başlayan sûrede, iman ve infakın önemi üzerinde durulmakta, âhirette müminler münafıklardan ve kâfirlerden ayrılıp kurtuluşa ererlerken diğerlerinin içine düşeceği acı durum tasvir edilmekte, dünya hayatının âhiret inancından bağımsız olması halinde anlamını yitireceği, buna karşılık insanın iyi bir kul olabilmek için hıristiyan rahiplerinin yaptığı gibi dünyayı tamamen terketmesinin gerekmediği hususu işlenmektedir.

Fazileti

Tesbih ifadesiyle başladıkları için “müsebbihât” diye anılan beş sûrenin ilkidir (diğerleri Haşr, Saf, Cum‘a ve Tegābün sûreleridir). Bu ve devamındaki dört sûrenin faziletiyle ilgili olarak şöyle bir hadis rivayet edilmiştir: Hz. Peygamber yatmadan önce “müsebbihât”ı okur ve bunlarda bin âyetten faziletli bir âyetin bulunduğunu söylerdi (Tirmizî, “Fezâilü’l-Kur’ân”, 21, “Da‘avât”, 22).

https://kuran.diyanet.gov.tr/tefsir/sure/57-hadid-suresi

13 Eylül 2025 Cumartesi

49-HUCURÂT SÛRESİ BİZE NE ANLATTI?

Medine döneminin son yıllarında muhtemelen Feth sûresinin ardından nâzil olmuş, 13. âyetin Mekkî olduğu yolunda Abdullah b. Abbas’tan nakledilen rivayete ise itibar edilmemiştir. Âlûsî, 13. âyetin Mekkî olduğu kabul edildiği takdirde sûrede yer alan âyetler arasındaki uyumun bozulacağına dikkat çekmektedir (Rûḥu’l-meʿânî, XXVI, 131). Sûre on sekiz âyet olup fâsılaları ر، م، ن harfleridir.

Hucurât sûresinin nüzûl sebebi olarak Temîmoğulları kabilesinden bazı kişilerin Medine’ye gelip Hz. Peygamber ile görüşmek isterken ortaya koydukları kaba tavır gösterilir. Rivayete göre Resûl-i Ekrem, mescide bitişik odalardan birinde gündüz vakti istirahat ederken bu bedevîler dışarıdan yüksek sesle, “Hey Muhammed, kalk, biz geldik!” diye bağırıp çağırmışlar, bunun üzerine Resûlullah alelacele giyinip yanlarına çıkmış, onları mescide alarak görüşmeye başlamış, fakat kaba tutumlarından rahatsız olmuştu (Vâhidî, s. 386-387).

Sûre ismini 4. âyette geçen ve “hücre” kelimesinin çoğulu olan “hucurât”tan alır. Hücre “başkalarının girmesine engel olacak şekilde taş duvarla çevrilmiş yer” demektir. Arapça’da tahtadan, çalı veya hurma dallarından yapılmış tek gözlü basit evlere de bu ad verilir. Sûrede ise Mescid-i Nebevî’nin yanındaki Hz. Peygamber ve ailesine ait odalar kastedilmektedir. Bunların hurma dallarından ve çadır parçalarından yapılmış basit meskenler olduğu, daha sonra Emevî halifelerinden Velîd b. Abdülmelik zamanında Mescid-i Nebevî’nin genişletilerek yeniden inşası sırasında bu odaların mescide katıldığı, bu esnada Saîd b. Müseyyeb’in, “Ben bu odaların kendi haline bırakılmasını ve öylece korunmasını isterdim ki Medine halkı ile dışarıdan gelen müslümanlar peygamberlerinin nasıl yaşamış ve ne kadar az şeyle yetinmiş olduğunu gözleriyle görsünler” dediği kaynaklarda belirtilmektedir (Âlûsî, XXVI, 139).

Resûl-i Ekrem, yalnızca vahyin tebliğiyle değil aynı zamanda onun müslümanların hayatında uygulanıp topluma mal edilmesiyle de görevliydi. İşte Hucurât sûresi daha çok Hz. Peygamber’in ahlâk alanındaki eğitimcilik göreviyle ilgili bir sûredir. Sûrenin muhtevası iki bölüm halinde incelenebilir. Birinci bölümde (âyet 1-10) iyi huylara ve erdemli davranışlara dair buyruklar, ikincisinde (âyet 11-18) kötü huylar ve çirkin davranışlarla ilgili yasaklar yer almaktadır. Allah’a ve resulüne saygılı olmayı emreden ilk beş âyette bütün toplumların ahlâk anlayışında önemli bir yeri olan saygı konusu üzerinde durulmaktadır. Resûl-i Ekrem’i odaların arkasından kaba bir tavırla çağıranların bu yanlış tutumları dolayısıyla büyüklerin önünde bağıra çağıra konuşmanın yanlışlığına, insanların birbirlerinin mahremiyetine, haklarına ve zamanlarına saygılı olmaları gerektiğine işaret edilir. Bu uyarının ardından her duyulan şeye inanmamayı, özellikle güven vermeyen kişilerin aktardığı yanlış haberleri mutlaka araştırmayı emreden âyet gelir. Önemli hususların çözümünde Allah resulünün ölçülerine uyulması gerektiği ve bu ölçüleri kendi çıkarları doğrultusunda yorumlamanın müslümanları sıkıntıya sokacağı bildirilir. Birbiriyle çatışan iki müslüman topluluğun barıştırılması ve saldırganlığını sürdüren tarafa karşı zor kullanılarak çatışmanın önlenmesi istenir. Müslüman topluluklar arasında barışı sağlamanın bütün müslümanlara düşen önemli bir görev olduğu vurgulandıktan sonra ilk bölüm bütün inananların kardeş sayıldığını, bundan dolayı kardeşlerin arasını bulmanın da onlara düşen bir görev olduğunu hükme bağlayan âyetle son bulur.

İkinci bölüm, toplulukların üstünlük iddiasıyla başka bir topluluğu hor görüp onunla alay etmesini yasaklayan 11. âyetle başlar. Kendileriyle alay edilenlerin alay edenlerden daha hayırlı olabileceğine dikkat çekildikten sonra birbirini aşağılamanın, birbirine çirkin ve küçültücü lakaplar takmanın kötülüğü üzerinde durulur. Bu uyarılara rağmen bu tür kötülüklerden vazgeçmeyenler “zalimler” olarak nitelenir. İnsanlar hakkında kötü düşünmenin ve gizli kusurlarını araştırmanın çirkinliği, arkadan çekiştirmenin ölmüş kardeşinin etini yemekten farksız olduğu, bu kötü huy ve alışkanlıklardan vazgeçmek gerektiği vurgulanır. Bu uyarıların ardından, Kur’an’da çeşitli vesilelerle ortaya konmakla birlikte Hucurât sûresinde en mükemmel ve veciz üslûpla ifade edilen bütün insanların eşit olduğu şeklindeki tezin temel gerekçesi olmak üzere insanların bir erkekle bir kadından yaratıldığı, Allah katında en büyük değer ölçüsünün takvâ olduğu belirtilir. Müslüman olmakla mümin olmak arasında fark bulunduğuna, mümin olabilmek için her şeyden önce kalben inanmanın gerektiğine işaret edildikten sonra çıkar sağlamak için müslüman olanlarla, Allah yolunda canları ve malları ile cihad eden gerçek müminlerin aynı değerde olmadığı ortaya konulur. Allah’a dini öğretmeye kalkışmanın, “müslüman oldum” diye Peygamber’i ve müminleri minnet altına sokmaya yeltenmenin yanlışlığına dikkat çekilir. Sûre, göklerde ve yerde olup biten her şeyi hakkıyla bilen Allah’ın insanların yaptıklarını da görmekte olduğunu bildiren bir âyetle sona erer.

Hucurât sûresi İslâmî edep ve ahlâkın önemli ilkelerini belirleyen bir sûredir. 

Bu kısa sûrede “ey iman edenler” hitabı beş defa tekrarlanır. 

Birincisinde Allah’a karşı saygılı olunması emredilir. 

İkincisinde Hz. Peygamber’e karşı saygılı davranma ve küstahça hareketlerden sakınma tavsiye edilir. 

Üçüncüsünde sorumsuzların sözlerine güvenilmeyeceği, onların getirdiği haberlerin araştırılması gerektiği vurgulanır; toplum ilişkilerinde dürüstlük, açıklık, adalet ve barış ilkelerinin geçerli olması istenir. 

Dördüncüsünde toplulukların birbirlerini aşağılamaktan uzak durması emredilir. 

Beşincisinde kötü düşünce ile hareket etmenin, buna bağlı olarak dedikodu yapmanın çirkinliği üzerinde durulur. 

Nihayet bütün insanlara şâmil olmak üzere “ey insanlar” şeklindeki hitaptan sonra çeşitli kavim ve kabilelerin var oluşunun savaş sebebi değil tanışma ve anlaşma vesilesi olduğuna dikkat çekilir.

Başından sonuna kadar umuma hitap eden ifade tarzıyla Hucurât sûresi toplumların hukuk ve ahlâk ilkelerine dayanması gereğini vurgulamaktadır. İslâm’dan önce yeryüzünde kavmiyet esasına ve kan bağına dayanan toplum gerçeği hüküm sürmekteydi. İslâmiyet kavmiyet ve kan bağının yerine iman kardeşliğini getirmiş, üstün ırk iddialarına dayanan toplum düzeni anlayışını reddetmiştir. Sadece kişiler arasında değil renkleri ve soyları ayrı olup farklı dilleri konuşan çeşitli kavimler arasında da kardeşliği öngören, haklara ve haysiyetlere saygı ilkesi üzerine kurulması istenen modern toplumun temellerini atmıştır. 

Bu açıdan bakıldığında Hucurât sûresi muhteva bakımından en çok Ahzâb sûresiyle ilgili görünmekte, orada temas edilen çeşitli meseleler bu sûrede hükme bağlanmaktadır. 

Eğitim ve ahlâk yönünden bakıldığında ise sûrenin daha çok Feth sûresiyle ilişkili olduğu dikkati çeker. Çünkü Feth sûresi zaferlerden ve zaferlerle elde edilecek menfaatlerden söz eder. Zafer ve başarı toplumu şımartır, zenginlik görgüsüzleri küstahlaştırır, zevk ve eğlenceye iter ve tembelleştirir. Feth sûresinin hemen ardından gelen Hucurât sûresi, bu mahzurları bertaraf etmek için toplum hayatında riayet edilmesi gereken ahlâkî kuralları ortaya koymakta ve böylece dolaylı olarak bir toplumun hayatında eğitim ve ahlâkın zaferden daha önemli olduğuna işaret etmektedir.

Müellif: EMİN IŞIK

BİBLİYOGRAFYA

Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, “ḥcr” md.

Taberî, Câmiʿu’l-beyân, XXVI, 116-146.

Vâhidî, Esbâbü’n-nüzûl (nşr. İsâm b. Abdülmuhsin el-Humeydân), Beyrut 1411/1991, s. 385-396.

Fahreddin er-Râzî, Mefâtîḥu’l-ġayb, XXVIII, 110-144.

Fîrûzâbâdî, Beṣâʾiru ẕevi’t-temyîz (nşr. M. Ali en-Neccâr), Beyrut, ts. (el-Mektebetü’l-ilmiyye), I, 435-436.

Süyûtî, Esbâbü’n-nüzûl, Kahire, ts. (Dârü’l-Menâr), s. 179-183.

Âlûsî, Rûḥu’l-meʿânî, XXVI, 131-170.

Elmalılı, Hak Dini, VI, 4444-4487.

Ömer Rıza Doğrul, Tanrı Buyruğu, İstanbul 1947, II, 796-800.

Abdullah Mahmûd Şehhâte, Ehdâfü külli sûre ve maḳāṣıdühâ fi’l-Ḳurʾâni’l-Kerîm, Kahire 1980, II, 73-85.

M. Mahmûd es-Savvâf, Naẓarât fî sûreti’l-Ḥucurât, Beyrut 1405/1985.

Mevdûdî, Tefhîmü’l-Kur’ân (trc. Muhammed Han Kayanî v.dğr.), İstanbul 1987, V, 401-428.

https://islamansiklopedisi.org.tr/hucurat-suresi

12 Eylül 2025 Cuma

49-Hucurât Suresi - 14-18 . Ayet Tefsiri

                 Eûzu billahi mineş şeytânirracîm 

                 Bismillahirrahmanirrahim

﴾14﴿ Bedevîler, “İman ettik” dediler. Şunu söyle: “Henüz iman gönüllerinize yerleşmediğine göre, sadece boyun eğdiniz. Bununla beraber Allah’a ve resulüne itaat ederseniz yaptığınız hiçbir şeyi boşa çıkarmaz; Allah çok bağışlayıcı, çok esirgeyicidir.”

﴾15﴿ Müminler ancak, Allah’a ve resulüne iman eden, sonra şüpheye düşmeyen, Allah yolunda malları ve canlarıyla cihad eden kimselerdir. İçleri dışları bir olanlar işte bunlardır.

﴾16﴿ De ki: “Allah göklerde ve yerde olanları bildiği halde Allah’a dininizi öğretmeye mi kalkışıyorsunuz! Allah her şeyi bilmektedir.”

﴾17﴿ Boyun eğmelerini sana bir iyilik yapmış gibi gösteriyorlar. Onlara şöyle de: “Boyun eğmenizi bana yapılmış bir iyilik saymayın. Eğer samimi iseniz (bilmelisiniz ki) sizi imana yöneltmekle asıl Allah size lütufta bulunmaktadır.

﴾18﴿ Allah göklerin ve yerin gizlisini bilir. Allah bütün yaptıklarınızı görmektedir.

                        Sadakallahul Azim

Tefsir (Kur'an Yolu)

Yerleşim bölgeleri dışında göçebe olarak yaşayan Arap kabileleri Hz. Peygamber’e geliyor, sosyal yardımlardan pay almak için kendisine boyun eğiyor, teslim oluyorlardı. Bu davranışlarını “iman etmiş olmak için” yeterli saymaları, kendilerini mümin olarak göstermeleri üzerine bu âyetler gelmiştir.

Günlük dilde ve terim olarak İslâm, Hz. Muhammed’e vahiy yoluyla bildirilen dinin adıdır. Bu dine iman eden ve gereğini yerine getirmeye çalışan kimselere de müslüman denir. Ancak İslâm kelimesinin sözlük mânasında “boyun eğmek, teslim olmak” da vardır. Bedevîlerin yaptığı da İslâm’ın bu sözlük mânasını gerçekleştirmekten ibaret idi. Çünkü 15. âyeti de göz önüne aldığımızda bir kimsenin gerçekten iman etmiş olabilmesi için kendisinde şu inanç ve davranışların gerçekleşmiş olması gerekmektedir: 

1. İslâm’ın taleplerini yerine getirirken bunların Allah ve resulünün emirleri olduğuna, Allah’tan geldiğine, O’nun emirlerine itaat etmenin insana, dünya ve âhiret mutluluğunu sağlayacağına kalbi ile de iman etmiş, inanmış olmak. 

2. Bu inancında asla şüpheye düşmemek, aklı ve duygularıyla ikna olmuş, bu inanca bağlanmış bulunmak. 

3. İslâm’ı ve müslümanları korumak, dininin güçlenmesi için malını ve gerektiğinde canını vererek çalışmak, çabalamak, olanca gücünü harcamak. Bağlamdan anlaşıldığına göre “Biz de müminiz, inandık” diyen bedevîler henüz cihad ile sınanmış ve imanlarını ispat etmiş değillerdi. İmanlarının kalplerine yerleşmiş olmadığı hükmüne gelince, bunu ancak Allah bilirdi ve peygamberine böyle olduğunu bildiriyordu. Şayet Allah bildirmeseydi, peygamber dahil herkesin, “Ben müminim” deyip emirlere itaat edenleri gerçekten ve kalpten inanmış saymaları, böyle bilmeleri gerekecekti.

Bedevîlerin Hz. Peygamber’e teslim olmalarına, onun yanında yer almalarına iki yönden bakılabilir: 

a) Müminlere düşman olmak yerine dost olup destek sağlamak; 

b) Ganimetten, sosyal yardımlardan yararlanmak, daha da önemlisi müslümanlar arasında yaşayarak gerçek ve kâmil mânada imana kavuşmak. Bu âyetler geldiği dönemde müslümanların bedevî desteğine ihtiyaçları kalmamıştı; halbuki onların hem maddî yardıma hem de hidayete, doğru ve kurtarıcı bir kılavuza ihtiyaçları vardı. Teslim olmalarının, itaat etmelerinin karşılığını eksiksiz olarak aldılar, Hz. Peygamber ve ashabı tarafından eğitilerek hem medenîleştiler hem de birçoğunun gönlüne iman yerleşti. Şu halde ortada sözü edilecek bir iyilik, bir lutuf varsa bu, onların teslim (İslâm) olmaları değil, bu sayede elde ettikleri idi; bundan dolayı asıl minnettar olması gerekenler kendileriydi.

Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 5 Sayfa: 100-101

11 Eylül 2025 Perşembe

49-Hucurât Suresi - 13 . Ayet Tefsiri

                 Eûzu billahi mineş şeytânirracîm 

                 Bismillahirrahmanirrahim

﴾13﴿ Ey insanlar! Şüphesiz sizi bir erkek ile bir dişiden yarattık, tanışasınız diye sizi kavim ve kabilelere ayırdık, Allah katında en değerli olanınız O’na itaatsizlikten en fazla sakınanınızdır. Allah her şeyi hakkıyla bilmektedir, her şeyden haberdardır.

                        Sadakallahul Azim

Tefsir (Kur'an Yolu)

Müslümanların dünya görüşlerini ve değer ölçütlerini dayandır­dıkları âyetlerden biri de budur. Fertler, gruplar, kavimler, ümmetler, milletler siyasî, kültürel, biyolojik, coğrafî vb. farklarla birbirinden ayrılır; bu farklara bağlı olarak farklı kimlik sahibi olur, bu kimlikle tanınır ve tanışır. Ayrıca her biri kendi farkını, özelliğini bir gurur, değer ve övünç vesilesi yapar. Âyet farklı yaratılmanın “kimlik edinme ve bu kimlikle tanınma, tanışma” fonksiyon ve hikmetini onaylıyor; ancak farklı sosyal ve etnik gruplara mensup olmanın üstünlük vesilesi olarak kullanılmasını reddediyor; insanın şeref ve değerini, kendi iradesi ile elde etmediği etnik aidiyete değil, kendi irade ve çabasıyla elde ettiği evrensel değerlere bağlıyor. Âyetteki etka kelimesinin içerdiği takvâ kavramı, evrensel değerleri, erdemleri edinme ve bunların zıtlarından titizlikle kaçınma ve sakınmayı ifade etmektedir (bk. A‘râf 7/26). Hak dine iman dışındaki evrensel değerler hangi kişi ve grupta bulunursa o, diğerlerinden daha üstündür, daha değerlidir. Sıra hak dine imana gelince, özellikle ebedî kurtuluş bakımından başka hiçbir değer ve erdem imanın yerini tutamaz, imandan üstün olamaz. Âyetin ortaya koyduğu insanlık değeri ile gruplar arası ilişkiyi –konuyla ilgili başka âyetleri de göz önüne alarak– şöyle özetlemek mümkündür: Bütün insanlar bir erkekle (Âdem) bir kadından (Havvâ) yaratılmış, meydana getirilmiştir. Allah Âdem’i topraktan, eşini de Âdem’in aslından yaratmış, bunların karı-koca olmalarından sonra da doğum yoluyla insanlık vücuda gelmiş, üremiş ve çoğalmıştır. Şu halde bütün insanların aslı birdir, aynı özden yaratılmışlardır; hem kök hem de biyolojik temel özellikleri farklı değildir, bu yönden bir üstünlük veya aşağılık söz konusu olamaz. Kök itibariyle kardeş olan insanlar birçok hikmet yanında farklı kimliklerle tanınıp tanışmaları için gruplara ayrılmışlardır. Her grup, başkalarından farklı, kendi aralarında ortak özelliklerine dayalı olarak birleşir ve dayanışırlar. Bu birleşme ve dayanışmada temel unsur dindir. Dini bir olanlar birbirini kardeş bilirler ve genellikle diğer özelliklerdeki ortaklık bu özel bağın üstüne çıkamaz. Dinin insana kazandırmak istediği en önemli değer ahlâktır (takvâ), hem bir grup içinde hem de gruplar arasında üstünlüğün, üstün değerin ölçütü ahlâk olmalıdır.

Kur’an’ın nâzil olduğu zamanda Araplar’da da kavimleri ve kabileleri ile övünme, kendilerini bu yüzden başkalarından üstün görme âdeti (kültürü) güçlü bir şekilde mevcuttu. İslâm insanların eşitliği gerçeğini ilân edince bunu sindirmekte zorlananlar oldu, bazı soylu aileler ve kabileler kızlarını diğerlerine veya âzatlı (eski) kölelere vermek istemiyorlardı. Hz. Peygamber bunlarla mücadele etti, müminleri eğitti ve meşhur Vedâ hutbesinde bütün insanlığa şöyle seslendi:

“Ey insanlar! Şunu iyi biliniz ki rabbiniz birdir, babanız birdir. Arap’ın başka ırka, başka ırkın Arap’a, beyazın siyaha, siyahın beyaza, dindarlık ve ahlâk üstünlüğü dışında bir üstünlüğü yoktur. Dinleyin! Bu ilâhî gerçeği size tebliğ ettim mi, bildirdim mi?” Kendisini dinleyenler hep birden “evet” dediler. “Öyleyse burada olanlar olmayanlara bildirsin!” buyurdu (Müsned, V/411).

Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 5 Sayfa: 97-98

10 Eylül 2025 Çarşamba

49-Hucurât Suresi - 12 . Ayet Tefsiri

                 Eûzu billahi mineş şeytânirracîm 

                 Bismillahirrahmanirrahim

﴾12﴿ Ey iman edenler! Zannın çoğundan sakının; çünkü bazı zanlar günahtır. Gizlilikleri araştırmayın, birbirinizin gıybetini yapmayın; herhangi biriniz, ölmüş kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? Tabii ki bundan tiksindiniz! Allah’a itaatsizlikten de sakının. Allah tövbeleri çokça kabul etmektedir, rahmeti sonsuzdur.

                        Sadakallahul Azim

Tefsir (Kur'an Yolu)

Bu âyette üç kötü huy ve alışkanlık ele alınmış, etkili bir üslûpla yasaklanmıştır: Gerçek bilgi ve kanıta değil, tahmine dayalı hüküm (zan), insanların gizliliklerini araştırmak (tecessüs) ve insanları arkalarından çekiştirmek (gıybet).

Gerçeklik ihtimali yüzde ellinin üzerinde bulunmakla beraber kesin olmayan bilgi ve hükme zan denir. Başkalarını suçlamak, aleyhlerinde olacak bir karar almak ve davranışta bulunmak söz konusu olduğunda zanna dayanılamaz, zan şeklindeki bilgi dayanak ve delil kılınamaz. Çünkü insanlar hakkında sahip olunan zan ve tahminlerin birçoğu isabetsiz olmakta, beklendiğinin, sanıldığının aksi gerçekleşmektedir. Şu var ki, kimsenin aleyhinde olmayan, hakların zayi edilmesi ihtimali bulunmayan alanlarda, kesin bilgi bulunmadığında kuvvetli zana (zann-ı galip) dayalı hükümler ve uygulamalar yasak kapsamına dahil değildir. Sosyal bilimlerin önemli bir kısmı kesinliğe değil, kuvvetli zan ve ihtimale dayanmaktadır.

Sâbıkalı olmayan, suç işleme bakımından ciddi şüpheye sebep olacak davranışları bulunmayan bir kimsenin gizlediği bir işini, davranışını, halini araştırmak ve açıklamak ise âyette yasaklanan tecessüs kapsamına girmekte olup İslâm ahlâkçılarına göre ayıptır, dine göre de câiz değildir, günahtır. Ancak düşmanların müslümanlar hakkındaki plan, program ve niyetlerini anlamak, zamanında tedbir almayı sağlamak gibi amaçlara yönelik casusluk faaliyeti, bunda zaruret bulunduğu için yasak kapsamına dahil edilmemiştir.

Bir kimsenin gıyabında, arkasından hoşuna gitmeyeceği bilinen bir şeyini konuşmak, başkalarına aktarmak gıybettir ve câiz değildir. Peygamber efendimize, “Birisinin arkasından söylediklerimiz doğru ise, onda bu kötü nitelik varsa yine de yasak olan gıybet gerçekleşir mi?” diye soranlar şu cevabı almışlardır: “Söylediğiniz onda varsa gıybet etmiş olursunuz, yoksa yaptığınız iftira olur” (Müslim, “Birr”, 70). 

Şu hadis de bu kötü huylar ve alışkanlıklarla ilgilidir: “Zanna kapılmaktan sakınınız, zan en fazla asılsız olabilen haber ve bilgi türüdür. Kulak kabartmayınız, gizlilikleri araştırmayınız, başkalarını kıskanmayınız, öfkenize kapılmayınız, birbirinize sırtınızı dönmeyiniz. Ey Allah’ın kulları! Kardeşler olunuz” (Müslim, “Birr”, 28).

Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 5 Sayfa: 96

9 Eylül 2025 Salı

49-Hucurât Suresi - 11 . Ayet Tefsiri

                 Eûzu billahi mineş şeytânirracîm 

                 Bismillahirrahmanirrahim

﴾11﴿ Ey iman edenler! Bir topluluk diğer bir toplulukla alay etmesin; zira onlar kendilerinden daha iyi olabilirler. Kadınlar da başka kadınlarla alay etmesinler; çünkü alay edilenler edenlerden daha iyi olabilirler. Biriniz diğerinizi aşağılamayın, birbirinize kötü ad takmayın. İman ettikten sonra fâsıklıkla anılmak ne kötüdür! Günahlarına tövbe etmeyenler yok mu, işte zalimler onlardır.

                        Sadakallahul Azim

Tefsir (Kur'an Yolu)

Araştırmadan inanıp hüküm vermek, mâsum insanlar hakkında kötü kanaate sahip olmak ve kötü davranışta bulunmak, haksızlıklar karşısında pasif kalmak, hakkın yerini bulması ve adaletin gerçekleşmesi için çaba harcamamak gibi toplumda barışı, düzeni, birlik ve beraberliği, kardeşçe dayanışmayı olumsuz etkileyen davranışlardan birkaçına yukarıda geçen âyetlerde temas edilmişti. Aynı sonuçları doğuran ve öteden beri topluluklar içinde çokça görülen bazı hatalara da bu ve sonraki iki âyette, bazı uyarılarla birlikte yer verilmiştir.

İnsanları alay etmeye iten psikolojik faktörler içinde büyüklenme, kendini beğenme, karşısındakini küçük ve kusurlu görme gibi hal ve duygular da vardır. Sırf gülüp eğlenmek için bir kimse ile alay edilmiş olsa bile alay konusu olan şahsın buna lâyık görülmesi ve aşağılanması söz konusudur. Bir kimse, toplum içinde yükselen değerlere göre –bu değerleri ölçü olarak alanlar bakımından– ikinci sınıf, “değersiz ve önemsiz” görülebilir, ama evrensel değerler ve konumuzla ilgili olarak da dinî ve mânevî değerler söz konusu olduğunda aynı şahıs önemli ve değerli olabilir; hele Allah nezdinde kimin nasıl değerlendirildiğini tam olarak bilmek mümkün değildir. İnsanları küçümseyenler, alay edenler, aşağılayıcı, küçümseyici lakaplar takanlar işin bir de bu yönünü düşünmelidirler.

“Birbirinizi karalamayın” şeklinde tercüme ettiğimiz cümlenin lafzî karşılığı, “Kendinizi karalamayın” şeklindedir. Müminlerin kardeş olduğu ilân edildikten sonra birinin diğerini karalaması, kişinin kendini karalaması gibi kabul edilmiştir. Meâldeki “karalama”nın Arapça karşılığı lemzdir. Bu kelimenin mânası ise “el ve dil ile, kaş göz işaretiyle bir kimseyi aşağılamak, küçük düşürmek, şeref ve haysiyetine leke sürmek”tir. Allah’a iman edenler böyle bir haksızlığı, öz kardeşleri gibi olan dindaşları bir yana düşmanlarına bile yapamazlar.

Bir başka kötü alışkanlık da insanları onların hoşlanmadıkları, kendilerini küçük düşüren, üzen nitelik ve lakaplarla anmaktır; “kör, topal, kambur, cüce, sırık, şapşal ...” bu lakaplara bazı örneklerdir. Ancak insanların tanınmasını sağlayan ve onları üzmeyen, alışılmış bazı lakaplar bu yasağın dışındadır; “Topal Osman, Uzun Hasan” gibi. Ashaptan bazılarının, günahkâr iken tövbe etmiş, hıristiyan veya yahudi iken müslüman olmuş kimseleri eski aidiyetleriyle nitelemeleri ve anmaları, bu cümlenin nüzûl sebebi olarak zikredilmiştir. Tövbe sâbıkayı sildiği için bir kimseyi eski haliyle anmanın hem din hem de ahlâk yönünden tutarsızlığı, anlamsızlığı açıktır.

“İman ettikten sonra fâsıklıkla anılmak ne kötüdür!” cümlesi iki şekilde anlaşılmaya müsaittir: 

1. Yasaklanan fiil ve davranışları işleyenler fâsık (günahkâr, yoldan çıkmış) olurlar; bu nitelik de bir mümine yakışmaz.

2. Bir kimse iman ve tövbe ettikten sonra onu yine eski dini ve günahı ile anmak çirkin, yersiz ve yakışıksızdır.

Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 5 Sayfa: 94-95