Karar Yılı: 2007 - Karar No: 48
Konusu: Namaz Vakitlerinin Oluşmadığı Bölgeler ile Yatsı Namazı Vaktinin Geç Oluştuğu Bölgelerde Namaz Vakitlerinin Tespiti
Cenâb-ı Hak buyuruyor:
Bismillahirrahmanirrahim
"Andolsun ki, Rasûlullâh'ta sizin için, Allâh'a ve âhıret gününe kavuşmayı umanlar ve Allâh'ı çok zikredenler için bir “üsve-i hasene” vardır." (Ahzâb, 21)
Rasûlullah (sav) efendimiz buyurdular:
“Ben, alışılagelen kötü âdetleri ve nefislerin lüzumsuz isteklerini ortadan kaldırmak için gönderildim.” (Kenzü’l-ummâl, XV, 226)
Sözlükte “tahammül etmek, kendini tutmak, sızlanmamak” anlamındaki sabr kökünden mübalağa ifade eden bir sıfat olan sabur “çok sabırlı” demektir. Allah’a nispet edildiğinde ise “günahkârları cezalandırma konusunda acele etmeyip lütfuyla muamele eden” manasına gelir. Allah Teâlâ’nın “Sabûr” oluşu, kullarının binbir çeşit edep ve saygı dışı hâllerini görüp durduğu ve onları bir anda cezalandırmaya kudreti bulunduğu hâlde bunu ertelediğini göstermektedir. Âlimlerimiz, Sabûr ile “temkinli davranan, kızgınlıkla hareket etmeyen” anlamındaki Halîm isminin muhtevalarında yakın bir ilişki görmüştür. Ancak hilmde sabırdan daha ileri bir tahammül ve hoşgörü manası vardır. Hilm kavramının hoşgörü, af, sabır ve akıldan oluşan dört erdemi içerdiği belirtilir. İnsanlar çoğu zaman ya ne yapacaklarını bilemediklerinden veya güçleri yetmediğinden bağışlar ve sabrederler. Allah ise ne yapacağını bildiği ve dilediğini yapmaya gücü yettiği hâlde bağışlar ve sabreder. İlme dayanan hilm ve güçlü olduğu hâlde affetme; işte Yüce Allah’ın kullarına öğrettiği güzel ahlak.
Sabır
Bir ahlak terimi olarak sabır “üzüntü, sıkıntı ve belalar karşısında direnç gösterme; olumsuzlukları olumlu kılmak için gösterilen metanet” gibi manalara gelir. Zıddı telaş, kaygı ve yakınmadır. Sabır aynı zamanda “aklın ve dinin yapılmasını gerekli gördüğü şeyleri yerine getirebilmek, yapılmamasını istediklerinden uzak durmak için nefsi kontrol altında tutmak” diye de açıklanmıştır. Bir hadiste sabrın kişiyi telaştan ve yanlış işler yapmaktan koruyucu özelliği “Sabır ışıktır.” sözüyle ifade edilmiştir. (Müslim, Taharet, 1.) Sabır, hiçbir şey yapmadan beklemek değildir. Bu tembelliktir. Gerçekte sabır, istenmeyen durumdan kurtulmak için gerekeni yaparken aceleci olmamaktır. Bu yönüyle sabır, sebat göstermek demektir.
Sabrın dinî hükmü, katlanılan sıkıntının mahiyetine göre değişir. Gazali’ye göre haramlardan uzak durmada ve dinî görevlerin ifasında tahammül gösterme şeklindeki sabır farz; dinen mekruh olandan uzak durma şeklindeki sabır mendup; can, mal ve namusunun saldırıya uğraması karşısında, ayrıca gereksiz yere açlığa, susuzluğa katlanma anlamındaki sabır haram; bedenine zarar verecek derecedeki acılara katlanma şeklindeki sabır mekruh; dinen yapılmasında bir sakınca olmayan konularda sabır göstermek de mubahtır.
Kur’an’da sabır
Kur’an’da sabır başta Resulüllah (s.a.s.) olmak üzere peygamberlere ve insanlara nispet edilmiş, erdemli bir davranış olarak emredilmiş, sabır gösterenlere dünyada ve ahirette iyi sonuçlar vadedilmiş ancak sabır, Allah’a izafe edilmemiştir. Bununla birlikte çeşitli ayetlerde eğer bozguncuların fiillerine hemen mukabelede bulunmayı murat etseydi Allah’ın yeryüzünde bir tek canlı bile bırakmayacağı ancak onları belli bir zamana kadar ertelediği belirtilmekte, böylece sabır kavramının içeriği dolaylı olarak Allah’a nispet edilmektedir. (Nahl, 16/61; Kehf, 18/58; Fatır, 35/45.)
Kulların göstermesi gereken sabır ise yüze yakın ayette çeşitli isim ve fiil kalıpları ile yer alır. Bu ayetlerde genellikle sabrın önemi üzerinde durulmakta, sabırlı davrananlar yüceltilmekte ve onlara verilecek mükâfatlar anlatılmaktadır. (Bakara, 2/155-157; Âl-i İmran, 3/142; Nisa, 4/25; Rad, 13/20-24; Nahl, 16/96; Müminun, 23/110-111; Muhammed, 47/31.) Kur’an’a göre sabır, dini tebliğde azim ve sebat gösteren peygamberlerin niteliklerindendir. (Ahkaf, 46/35.) Bir kimsenin kendisine kötülük edenleri adil bir şekilde cezalandırması haktır ancak sabır göstermesi daha hayırlıdır. Bu da ancak Allah’ın ihsanı sayesinde olur. (Nahl, 16/126-127.) Kötülükleri güzellikle karşılayarak düşmanlıkları dostluğa çevirenler, bunu ancak sabırla başarabilir. (Fussilet, 41/34-35.) Özellikle savaş durumunda sabır gösterip disiplinli davranan Müslümanları Allah melekleriyle destekleyeceğini vadetmiştir. (Âl-i İmran, 3/125.) Kur’an hayatta insanın başına gelen musibetlerin bir imtihan olduğunu, bu imtihanı sabırlı olanların kazanacağını bildirir. (Furkan, 25/20.) Bu sebeple Müslümanlar Allah’tan sabır dilemeli (Bakara, 2/250; Araf, 7/126.) ve kendileri sabırlı davrandığı gibi birbirlerine de sabrı tavsiye etmelidir. (Beled, 90/17; Asr, 103/3.)
Sabûr tecelli ederse
Sabûr ismi insanda tecelli ederse nasıl bir ahlakın ortaya çıkacağını görmek için ahlak ve tasavvuf kaynaklarında yüzlere varan sabır tanımının ortak noktasına bakmak gerekir. Zira tanım kavramın bütün içeriğini kuşattığından sonuçları da orada görmek mümkün olur. Bu tanımları gözden geçirdiğimizde sabrın özünün sebat etmek ve dayanmak olduğunu görürüz. Bu da insanın hilm konusundaki meziyetine bağlıdır. Yukarıda da değindiğimiz gibi hilm sabrı da içine alan geniş bir ahlaki terimdir. Bu nedenle hilmi fazla olanın sabrı da fazla olur. Hilmin zıddı olan gazap da sabırsızlık şeklinde tezahür eder. Öfkeli insanlar var olan öfkelerini yansıtacak gerekçeler aradıklarından hayatın sıradan olaylarında dahi (kırmızı ışık yandığında veya kalabalık bir caddede yürürken) sinirlenirler. Bu durum onların öfkelerine gerekçe aramalarından kaynaklanır. İnsan doğuştan acelecidir. Sabır ise sonradan, benlik kişilik eğitimi sırasında öğrenilir. Bu da gereken yerde beklemeyi öğrenmekle olur. Beklemeyi öğrenmek, dürtü yönetimini de öğretir. Aceleci kişiler, pek çok konuda hata yapıp hayat yarışında elenirler. İnsan ilişkilerinde sabır son derece önemlidir. Zira öfkeyi kontrol etmek, stresi yönetmek ve düşünerek konuşmak sabır gerektirir.
İnsan ilişkileri açısından sabır ile zillet arasındaki farka da dikkat etmek gerekir. İbn Hazm başımıza gelen sıkıntı başkaları yüzünden ise burada gösterilecek sabrı üç kategoriye ayırarak bu konuda zihnimizin netleşmesine yardım eder. Ona göre; bize gelen kötülük güçlü birinden ise ona sabretmek fazilet değil zavallılıktır. Zayıf birinden ise bu durumda sabretmek iyilik ve fazilettir. Eğer kötülük kendi dengimiz olan birinden geliyorsa bu durumda bilerek yapıp yapmadığına bakılır. Eğer bilmeden yapmışsa ona sabretmek bir olgunluk belirtisidir, eğer bilerek eziyet etmişse buna katlanmak bayağılıktır.
Başımıza gelen musibet kullardan değil de Hak’tan ise o zaman da Ali Osman Tatlısu bu musibetin ecri ile beraber geldiğini, eğer sabredersek o ecri alacağımızı; aksi durumda ise hem belaya uğrayıp hem de ecrini kaçırmış olacağımız için musibetin birken iki olacağını söyler. Ona göre Hak’tan gelen ecri kaybetmek musibetin kendisinden daha ağırdır.
Kuşeyrî ve Gazali gibi mutasavvıf âlimler kişinin sabır alıştırmaları yapmak suretiyle halim mertebesine ulaşabileceğini söyler. Nefsin arzu ettiği ama akla dine aykırı olan işlerden kendini tutmak; akla ve dine uygun olduğu hâlde nefsin arzu etmediği şeylerde ise kendine bir disiplin uygulayarak onları yerine getirmek bu eğitim sürecinin en önemli şartıdır. Bu süreçteki en büyük motivasyonumuz cennetin nefsin hoşuna gitmeyen şeylerle; cehennemin de daima nefsin hoşuna giden şeylerle çevrili olduğunu hatırlamaktır. Kişilik gelişimi açısından baktığımızda bu ismin tecellisi ile insanda şu ahlak gerçekleşir: Sıkıntılı durumlarda tahammül gücü, işlerin tamamlanmasında sürece riayet, günaha sürükleyen içsel dürtüleri kontrol ve hâkimiyet, iyiliğe engel olacak nefsani duyguları fark edip durdurabilmek.
Her işin vaktini gözetmek, yani zamanlamaya riayet Sabûr isminin tecellisidir. İşin vaktini gözetmek sabır gerektirdiği gibi işi ifa ederken gereken özeni göstermek de sabır ister. Dolayısıyla işlerini vaktinde ve itina ile yapanlar bu isim ile ahlaklanmış kimselerdir. Mükemmel bir dengeye ulaşmışlardır. Bu noktada esma-i hüsnanın ilki olan lafza-i celalin tecellisinde de bu mükemmel dengeden bahsettiğimizi hatırlamak gerekir. Demek ki dinin başı da sonu da dengedir. Her şeye hakkını vermektir. Hiçbir ciheti abartmadan veya ihmal etmeden, ahlakı bir bütün olarak geliştirmektir.
Yücelerden yüce olan Rabbimizin her işi isabetli, her sözü doğrudur. O Reşîd’dir. Rüşd O’nun adıdır. Doğrudur, doğruyu gösterir, doğruya erdirir. Hiçbir takdirinde hikmetsizlik bulunmaz, hiçbir tedbirinde yanılmaz. İstediğini yapar, amacına ulaşmasına hiçbir şey engel olamaz. O’nun hak dediği hak, batıl dediği batıldır. Kendisi hak, işleri hak, sözleri hak olduğu gibi, kullarını da hakka irşat eder, kendi hâllerine bırakmaz. O’nun irşadına uyan iki cihanda selamet bulur, uymayan yolda kalır, perişan olur.
Sözlükte “ölen kimsenin servetinden pay almak” anlamındaki “virâset” kökünden türeyen bir isimdir. Esma-i hüsnadan biri olarak “varlık âleminin sonunda her şeyin kendisine kalacağı, varlığının sonu olmayan, kâinatın gerçek sahibi” manasına gelir. Allah Teâlâ mülkün gerçek sahibi olduğu gibi gerçek vârisidir de. (Âl-i İmran, 3/180.) Kıyamet hengâmında bütün canlılar ölecek, mülkün tamamı O’na kalacaktır. Hattabi’nin güzel ifadesiyle Vâris “yaratılmışların hayatı son bulduktan sonra da varlığını sürdüren, elden ele dolaşan insan mülklerini ölümlerinden sonra asıl sahibi olarak geri alan” demektir. Bütün bu anlamlar, Vâris isminin Bâki ismi ile yakın ilişkide olduğunu gösterir.
Ulema, bu ismin ve Kur’an’da yer alan benzeri muhtevaların ortak amacının, hakiki mülk ve tasarrufun Allah’a aidiyetini vurgulamak, geçici olarak verilen mal ve tasarruf emanetinin mutlaka Allah’ın rızası istikametinde kullanılmasının gerekliliğini insanlara hatırlatmak olduğunu belirtirler. Kendi hayatına ve ölümüne hükmünü geçiremeyen insanın, geçici bir süre için kendisine emanet edilen malın mülkün sahibi olduğunu zannetmesinin yanılgısına dikkat çekerler. Kur’an’da anlatılan kıssalarda helak edilen kavimlerin, helak öncesinde sahip oldukları güç ve kudretin, mal ve nimetlerin anlatılması ve bütün geçmiş milletlerden bugüne kalan eserler gerçek varisin kim olduğuna şahitlik eden örneklerdir. (Kasas, 28/58.)
Kur’an’da Vâris
Kur’an-ı Kerim’de virâset (verâset) kavramı ondan fazla ayette “vâris olmak; vâris kılmak” anlamında fiil kalıplarıyla Allah’a nispet edilir. Bu isim bazı ayetlerde azamet ifade eden çoğul kalıbıyla “Vârisûn-Vârisîn” şeklinde Allah’a izafe edilmiştir. (Kasas, 28/58; Hicr, 15/23.) Bir ayette O’nun “vârislerin en hayırlısı” olduğu belirtilmiş (Enbiya, 21/89.), iki yerde de göklerin, yerin ve bütün evrenin mirasının O’na ait bulunduğu vurgulanmıştır. (Âl-i İmran, 3/180; Hadid, 57/10.)
Hicr suresi 23. ayet-i kerimesi, Vâris isminin bütün yaratılmışlar yok olduktan sonra var olmaya devam eden ve onlara emaneten verilen bütün mülkleri hâkimiyetinde toplayan şeklindeki temel iki anlamı da veciz ve etkili bir ifadeyle dile getirir: “Hiç şüphesiz biz diriltir, biz öldürürüz ve biz (her şeye gerçek) varisleriz.” Mümin suresi 15-16. ayetlerde de Vâris isminin bütün heybetiyle ortaya çıkacağı gün tasvir edilir. O gün, bütün çeşitliliği ile ruhların ve cesetlerin bir araya geleceği ve gizli aşikâr bütün amellerin ortaya çıkacağı ve yüceler yücesi Allah tarafından, “Mülkiyet ve hâkimiyet bugün kimindir?” diye sorulacağı bildirilir. Bu soruya Rabbimiz bizzat kendisi “Kahhar olan tek Allah’ındır.” cevabını verecek ve o gün O’nun Vâris ismi bütün muhtevasıyla tezahür edecektir. O gün gelmeden önce kendisine emanet edilen maldan Allah’ın istediği gibi tasadduk etmesi gereken insana Hadid suresinin 10. ayetinde “Size ne oluyor da Allah yolunda harcama yapmıyorsunuz? Hâlbuki göklerin ve yerin mirası Allah’ındır.” diye sorulur.
Vâris ismini idrak edenler
Bu ism-i şerifin en başta gelen tecellisi başta insanın bedeni olmak üzere elindeki her şeyin muvakkaten verilmesine ilaveten mülkiyet hakkı ile değil hesabını verecek şekilde geçici kullanım hakkı ile verildiği şuuruna ermektir. Bu aydınlanmaya mazhar olanlar için dünyanın ve içindeki her şeyin anlamı değişir. Şeyler, zihninde yerli yerine oturur. Hiçbir şeye haddini aşan bir değer vermez. Kendisini malik, malını da kazanılmış hak zannetme vehmine kapılmaz. Gazali, yukarıda zikri geçen ayet-i kerimede sorulan “Mülkiyet ve hâkimiyet bugün kimindir?” sorusunun dünyada kendilerinde mülkiyet ve hâkimiyet vehmeden insanlara yöneltileceğini söyler. Basiret sahiplerine gelince, onlar bu nidanın manasını her an hissetmekte, ses ve harf bulunmadan onu işitmekte, mülkiyet ve hâkimiyetin her an Kahhar olan tek Allah’a aidiyetini kabul etmektedir. Bu gerçeği, sadece mülkiyet ve hâkimiyetin fiilî olarak tek bir varlığa özgü bulunduğunu bilen kimse kavrayabilir.
Çokça söylendiği için kulakların aşinalık kesbetmesinden ötürü manasının derinliğini neredeyse hiç düşünmediğimiz şu dörtlükte Yunus Emre bizi bu kavrayışın tam ortasına götürür:
“Mal sahibi, mülk sahibi
Hani bunun ilk sahibi
Mal da yalan, mülk de yalan
Var biraz da sen oyalan”
Kulun, Vâris isminden nasibi, Allah tarafından kendisine lütfedilen mülkiyet ve hâkimiyet emanetine riayet edip adaletle ve cömertçe davranmaktır. Bunu başaranlar âdeta kendilerine en hayırlı bir mirasçı (Enbiya, 21/89.) bulmuş olurlar. Efendimizin bildirdiği üzere küçücük bir sadakayı bir dağ gibi olana kadar büyüten bir mirasçı. (Buhari, Zekât, 8; Müslim, Zekât, 63.)
Vâris isminin en büyük tecellisi, Rabbimizin takva sahibi olanları cennete mirasçı kılmasıdır. (Meryem, 19/63.) Cennet mirasını kazananların sevinç içinde Allah’a hamdetmesi (Zümer, 39/74.) bu mirasın başka hiçbir mirasla karşılaştırılamayacak büyüklüğündendir. Şunu da hatırlatalım ki bu cennet mirası öyle rastgele değil bu fani dünyada bir süreliğine dişini sıkıp güzel işleri başaranlara nasip olacaktır. (Araf, 7/43.) Ayrıca bu ismin tecelli ettiği insanlar amellerinin ahiretteki sonuçlarına dikkat edecek bir takva bilincine ulaştıkları gibi dünyada yaptıkları işlerde de kalıcılığı gözetir, nesiller boyu hizmeti daim olacak eserler vermeye bakarlar. Hadislerde sadaka-i cariye (hayrı daim olan sadaka) denilen kalıcı hayırlara yönelirler. İnsanın ürettiği iş ve hizmetlerin böyle bir kalıcılığa ulaşması için yaptığı işi titiz bir sorumlulukla yapması ve kısa vadeli kişisel çıkarlar peşinde koşmadan yapılan işin nesiller boyu sürmesini sağlayacak kurumsallığı başarması gerekir. Bu açıdan bakınca insana ahirette de dünyada da kazandıran şeyin yüksek bir sorumluluk duygusu olduğunu görmemek imkânsızdır.
En Güzel İsimler 99 Esma Sonsuz Mana-Vaize Fatma Bayram
Sözlükte “sebat ve devam etmek, kesintiye uğramadan geleceğe doğru sürüp gitmek” anlamındaki “bekâ” kökünden türeyen bir sıfattır. Esma-i hüsnadan biri olarak “gelecekte herhangi bir zamanda varlığının sona ermesi düşünülemeyen” anlamına gelir ki Allah’tan başka her şeyin gelip geçici olduğunu ifade eden “fâni”nin zıddıdır. Varlığının başlangıcı olmaması açısından Allah Teâlâ’ya Kadîm, sonu olmaması açısından da Baki denir. Aslında varlığının başlangıcı olmayan yani bir başkası tarafından belli bir zamanda var edilmeyen bir gücün varlığının sonunun da olmayacağı açıktır. Eskilerin tabiri ile “Kıdemi sabit olanın ademi muhaldir.” (Başlangıcının olmadığı kesin olanın sonunun olması akıl dışıdır.) Kâinatta Allah dışındaki her varlığın bir başlangıç ve bitiş noktası vardır. Her varlığın nasıl başladığını sorduğumuzda bu soru geriye doğru bir sorular silsilesi olarak devam eder ve “büyük patlama”ya kadar dayanır. Oradan ötesinin ise akıl ve gözleme dayanan bir açıklaması yoktur. Bu paradokstan çıkabilmek için varlığın başlangıcının ezelden ebede giden bir mutlak varlığa dayandırılması şarttır. Her varlığın nedeni olan sonsuzdan gelen ve sonsuza giden bir varlık.
En Güzel İsimler 99 Esma Sonsuz Mana-Vaize Fatma Bayram
Cenâb-ı Hak buyuruyor:
Bismillahirrahmanirrahim
“Dinlerine uymadıkça yahudiler de hıristiyanlar da asla senden razı olmayacaklardır. De ki: Doğru yol, ancak Allah'ın yoludur. Sana gelen ilimden sonra onların arzularına uyacak olursan, andolsun ki, Allah'tan sana ne bir dost ne de bir yardımcı vardır.” (Bakara, 120)
Rasûlullah (sav) efendimiz buyurdular:
"Kim bir kavme (topluluğa) benzemeye çalışırsa o, onlardandır." (Ebu Davud, libas 4)
Gayr-ı müslimlere benzemek ve onlarca kutsal sayılan gün ve vakitlerde onlar gibi hareket etmek dinimizce bid'at kabul edilir. Nitekim cahil müslümanlardan birçoğu hıristiyanların en büyük bayramı olan Paskalya'da ve Noel (yılbaşı)de ateş yakmak, mum gibi vb. şeyler hazırlamak suretiyle hıristiyanlara katılır, yaptıklarını yapmaya özenirler.
Amr b. Şuaybin babasından, onun da dedesinden yaptığı rivayete göre Rasulullah (sav) efendimiz.
"Bizden başkasına benzemeye çalışan, bizden değildir" (Tirmizi, İstizan 7) buyururlar.
Dolayısıyla yahudi ve hıristiyanlar bizden olmadıklarına göre onlara benzemeye özenmemeliyiz.
Ebu Hureyre'nin naklettiği bir hadiste Peygamber (sav) şu şekilde buyurur:
"Yahudi ve Hıristiyanlara benzemeye özenmeyiniz." (Tirmizi, İstizan 7, Edep 41)
https://www.2g1d.com/
Cenâb-ı Hak buyuruyor:
Bismillahirrahmanirrahim
“Herhangi birinize ölüm gelip de: Rabbim! Beni yakın bir süreye kadar geciktirsen de sadaka verip iyilerden olsam! demesinden önce, size verdiğimiz rızıktan harcayın.” (Münâfikûn, 10)
Rasûlullah (sav) efendimiz buyurdular:
“Faydalı işler görmekte acele ediniz…” (Müslim, Îmân 186; Tirmizî, Fiten 30, Zühd 3)
Bir gün yaşlı bir adamın penceresine bir kırlangıç kuşu konar. Camı gagasıyla tıklamaya başlar. Bunu duyan ihtiyar camın kenarına gelir ve sorar:
- Ne istiyorsun minik kuş? Kırlangıç ise şöyle der:
- Bizlerin göç etme zamanı geldi. Arkadaşlarım bölük bölük buralardan gitmekteler. Düşündüm de, sen yalnız bir insan ben yalnız bir kuş.. İzin verde bu soğuk kış mevsimini seninle geçireyim. Beni içeri al üşümeyeyim. Hem uzun kış gecelerinde seninle dertleşir, birbirimizi yalnızlıktan kurtarırız.
Adam kuşun dediklerini dinler, biraz düşünür. Fakat insan olma gururu kuşun yalvarmalarına rağmen ona bir türlü evet dedirtmez. Kuşa "hayır seni alamam" diye cevap verip son noktayı koyar.
Ertesi gün yine aynı saatte camdan tıkırtılar gelir. Minik kuş yine gelmiştir. Dileklerini bildirir, bu yardımı yapması için ricalarda bulunur. Yaşlı adam sözü alır:
- Israr etme, bunu yapamam. İnsanlar benimle alay eder, bir kuşla yalnızlığını gidermeye çalışıyor, derler.
Üçüncü gün kuş yine aynı saatte gelir. Yine bir sürü dil döker. Fakat nafile, inatçı ihtiyarı ikna edemez ve gider.
Üçüncü günün akşamı kuşun söyledikleri adamın kulaklarında çınlar durur. Aslında söylenenlere hak veriyordu. Ne varki, bunca yıl kendi kendine yetebildiğini göstermeye çalışan, bir şeyleri paylaşmak için çevresinde kimseleri aramayan biri için bu gururu, kibri atmak zordur. Düşünür, taşınır, sonunda yılların canına tak eden sessizliğine bir son verip onun cıvıltısıyla yaşamaya karar verir. Ertesi sabah aynı saatte pencerenin dibinde kırlangıcın yolunu gözler. Saatler, ilerleyip akşam olur. Oysa ne gelen vardır, ne giden...
İhtiyarın içini bir hüzün kaplar. Onu içeri alıp bir parça yemi ve bir sıcak odayı ona çok gördüğü için üzülür. Önemli olan benim hayatım ve benim yardımımdı, diye iç geçirir. Birkaç gün daha kuşu bekler, ama nafile...
İçindeki vicdan azabıyla birlikte bu kez kararlıdır; kış geçsin bahar gelsin. Onu bulacak ve bir daha bırakmayacaktır.
Günler birbirini takip eder ve bir gün gökyüzünde göçmen kuşlar süzülmeye başlar. Hemen kırlangıç kafilesini bulmalıdır. Çok geçmeden bulur da. Onlara bakar, bakar. Hiçbirini penceresine gelene benzetemez.
Önde uçan başkan olmalı onu sorayım, der.
- Şeyy... Ben içinizden birini arıyordum da bana yardımcı olur musunuz? deyip olanları bir bir anlatır. Bilge başkan düşünceli bir tarzda şunları söyler.
- Ee... yaşlı başlı adam onu boşuna arıyorsun" sen kırlangıçların ömürlerinin sadece altı ay olduğunu bilmez misin?" (Hümeyra Ezergül, Altınoluk Dergisi Mart-2003)
https://www.2g1d.com/
Cenâb-ı Hak buyuruyor:
Bismillahirrahmanirrahim
“Rahmân’ın (rahmetinin tecellî ettiği has) kulları onlardır ki, yeryüzünde tevâzû ile yürürler…” (Furkân, 63)
Rasûlullah (sav) efendimiz buyurdular:
“Kim Allâh Teâlâ’nın rızâsı için bir derece tevâzû gösterirse, bu sebeple Allâh onu bir derece yükseltir. Kim de Allâh’a karşı bir derece kibir gösterirse, Allâh da onu bu sebeple bir derece alçaltır, netîcede onu esfel-i sâfilîne (aşağıların aşağısına) atar.” (İbn-i Mâce, Zühd, 16)
Cenâb-ı Hak buyuruyor:
Bismillahirrahmanirrahim
“Allah kime hidâyet verirse, işte doğru yolu bulan odur; kimi de hidâyetten uzak tutarsa, artık onlara, Allah’tan başka dostlar bulamazsın. Kıyâmet gününde onları kör, dilsiz ve sağır bir halde yüzükoyun haşrederiz. Onların varacağı ve kalacağı yer cehennemdir ki, ateşi yavaşladıkça onun alevini artırırız.” (İsrâ, 97)
Rasûlullah (sav) efendimiz buyurdular:
“Ben ancak peygamberim. Hidâyet benim elimde değildir. Hidâyet elimde olsaydı yeryüzündeki herkes îmân ederdi. İblis de ancak kötülüğün süsleyicisidir. Dalâlet onun elinde değildir. Dalâlet onun elinde olsaydı yeryüzündeki herkes dalâlete düşerdi…” (Münâvî, II, 571)
Ebû Mûsâ el-Eş’arî (ra)’den rivayet edildiğine göre, Rasûlullah (sav) şöyle buyurdu:
“Allah’ın benimle göndermiş olduğu hidâyet ve ilim, yeryüzüne yağan bol yağmura benzer. Yağmurun yağdığı yerin bir bölümü verimli bir topraktır: Yağmur suyunu emer, bol çayır ve ot bitirir. Bir kısmı da suyu emmeyip üstünde tutan çorak bir yerdir. Allah burada biriken sudan insanları faydalandırır. Hem kendileri içer, hem de hayvanlarını sular ve ziraatlarını o su sayesinde yaparlar. Yağmurun yağdığı bir yer daha vardır ki, düz ve hiçbir bitki bitmeyen kaypak arazidir. Ne su tutar, ne de ot bitirir. İşte bu, Allah’ın dininde anlayışlı olan ve Allah’ın benimle gönderdiği hidâyet ve ilim kendisine fayda veren, onu hem öğrenen hem öğreten kimse ile, buna başını kaldırıp kulak vermeyen, Allah’ın benimle gönderdiği hidâyeti kabul etmeyen kimsenin benzeridir.” (Buhârî, İlim 20; Müslim, Fezâil 15)
Cenâb-ı Hak buyuruyor:
Bismillahirrahmanirrahim
“Bizim uğrumuzda gayret gösterip mücâhede edenlere elbette (muvaffakıyet) yollarımızı gösteririz…” (Ankebût, 69)
Rasûlullah (sav) efendimiz buyurdular:
“İçinizde, benim Kur’ân’ın nüzûlü ve tebliği husûsunda gayret ve titizlik gösterdiğim gibi, onun tefsîr edilip anlaşılmasında da aynı tavrı sergileyecek kimseler vardır!” (Ahmed, III, 82)
Cenâb-ı Hak buyuruyor:
Bismillahirrahmanirrahim
“Ancak (yaptığı kötülüklerden) vazgeçip îmân ederek sâlih ameller işleyenler var ya, işte Allâh onların kötülüklerini iyiliklere (günahlarını sevaplara) çevirir. Allâh çok bağışlayıcı, engin merhamet sahibidir.” (Furkân, 70)
Rasûlullah (sav) efendimiz buyurdular:
“Size iyilik yapanlara karşı iyilik yapmak, fenâlık yapanlara da fenâlık yapmak meziyet değildir. Asıl meziyet, size fenâlık yapanlara karşı aynı şekilde mukabelede bulunmayıp iyilik yapabilmektir.” (Tirmizî, Birr, 63)
Cenâb-ı Hak buyuruyor:
Bismillahirrahmanirrahim
“Göklerin ve yerin mülkü Allah'ındır. Dilediğini yaratır; dilediğine kız çocukları, dilediğine de erkek çocukları bahşeder.” (Şûrâ, 49)
Rasûlullah (sav) efendimiz buyurdular:
“Küçüklerine şefkat göstermeyen bizden değildir.” (Ebû Dâvûd, Edeb 68)
Veli: Dost, arkadaş, yardımcı, birinin işini üstlenen, yönetici, ermiş kişi demektir.
Veli kelimesi Kur'ân'da hem Allah hem de diğer varlıklar için kullanılır. Allah'ın esmâü'l-hüsnâsından biri de el-Velî'dir. Kelime, Allah için kullanıldığında dost, yardımcı, işleri yürüten anlamlarını belirtir. Allah'ın velilik niteliği çeşitli âyetlerde dile getirilir. Buna göre Allah, iman edenleri karanlıklardan aydınlığa çıkaran (Bakara, 2/257), mülkünde, kudret ve yüceliğinde ortağı olmayan ve korumanın kaynağı olan (İsra, 17/111; Kehf, 18/26), rahmetini yayan, dostunu yücelten (Şûrâ, 42/28), göklerin ve yerin yaratıcısı (En'am, 6/14), Kitab'ı indiren, barışseverleri kollayıp gözeten (A'râf, 7/196), yalnız dünyada değil, ölümle bizi bırakıp gidenlerin ardından da bizi kucaklayan sonsuz vefalı (Yûsuf, 12/101) bir velidir.
Kur'ân'da mü'minler için kullanıldığında ise iki anlama gelir. Bunlardan ilki, işlerini Allah'ın gördüğü, kendisine bırakmadığı kimse anlamıdır.
"O salih kimselere velilik eder, işlerini yönetir." (A'râf, 7/196)
âyetindeki velilik bu anlamdadır. Diğer anlam ise, Allah'a ibadet ve taat işini üstlenen kimseyi dile getirir. Bu anlamda her mü'min ve müttaki insan velidir, bunlara korku yoktur, üzülmeyeceklerdir de (Yûnus, 10/62-63). Diğer bir âyette bu anlamdaki veli ayrıntılı biçimde açıklanır:
"...Allah'a, âhiret gününe, meleklere, Kitab'a ve peygamberlere inandı; sevdiği malını yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlarsa, dilencilere ve boyunduruk altında bulunan (köle ve esir)lere harcadı; namazı kıldı, zekatı verdi. Andlaşma yaptıkları zaman andlaşmalarını yerine getirenler; sıkıntı hastalık ve savaş zamanlarında sabredenler, işte doğru olanlar onlardır, müttakiler de onlardır." (Bakara, 2/177).
Kur'ân'a göre velilik ve veli edinme, mü'minin ilişkilerinin yönünü belirler. Gerçek, değişmez ve mutlak veli Allah'tır (Âl-i İmran, 3/68; Şûrâ, 42/9). Velilik yalnız Allah'a özgüdür (Kehf, 18/44). Mü'minlerin velisi ancak Allah'tır (Mâide, 5/55). Bu nedenle mü'minler Allah'ı veli edinmelidirler (Şûrâ, 42/6). Mü'minlerin Allah'tan başka velileri de vardır. Bunlar melekler (Fussilet, 41/31), Allah Resûlü ve diğer mü'minlerdir (Mâide, 5/55).
Kur'ân, mü'minlerin kimleri veli edinmemeleri gerektiğini de açıklar. Örneğin, mü'minler şeytanı veli edinemezler. Onu veli edinen tam bir hüsrana gömülür (Nisâ, 4/119). Şeytanı veli edinenler, hesap gününde onun dışında bir dost bulamazlar (Nahl, 16/63). Şeytanlar kâfirlerin velisidirler (A'râf, 7/27). Şeytanlar, mü'minleri, gerçek veli olan Allah'tan uzak düşürmek için kendi evliyasına sürekli gizli direktifler verirler (En'âm, 6/121). Öyleyse mü'minler şeytanı hayat sahnesinden silmelidirler (Nisâ, 4/76). Mü'minler küfre batan kişileri de veli edinemezler (Âl-i İmrân, 3/28). Edinirlerse, izzet yerine zillete düşerler (Nisa, 4/28). Yahudiler ve Hristiyanlar da mü'minlerin veli edinemeyecekleri kimselerdir. Bunlar, mü'minlerin dinlerini eğlence ve alay konusu edinirler (Mâide, 5/51). İmana karşı küfrü seviyorlarsa, mü'minler baba ve kardeşlerini bile veli edinemezler (Tevbe, 9/23).
"Müminler müminleri bırakıp da kâfirleri dost edinmesin. Kim bunu yaparsa artık Allah'la olan bağını koparmış demektir. Ancak onlardan gelebilecek bir tehlikeden korunmanız başkadır. Allah kendisi hakkında sizi uyarıyor. Sonunda dönüş Allah'adır." (Âl-i imran, 3/28)
Bu âyetin iniş sebebi olarak tefsirlerde, bazı Müslümanların Yahudilerle ve müşriklerle kendi varlıklarını bile tehlikeye sokabilecek dostluklar kurmalarına ilişkin değişik olaylar nakledilir. Bunlardan biri şudur: Medine'deki bazı Yahudiler zaman zaman ensardan bazı Müslümanlarla gizli temas kurarak onları dinlerinden vazgeçirmeye çalışıyorlardı. Durumu farkeden Rifâa b. Münzir, Abdurrahman b. Ciibeyr ve Saîd b. Hayseme gibi müminler, söz konusu Müslümanları dikkatti olmaları konusunda uyardılar. Onlar bu uyarıyı dikkate almayıp Yahudilerle yakın ilişkilerini sürdürdüler. O sebeple bu âyet nazil oldu.
Gerek nüzul sebebi olarak zikredilen olaylar, gerekse "kâfirûn" (inkarcılar) kelimesinin Kur'ân-ı Kerîm'deki kullanımları dikkate alınarak burada dost edinilmemesi istenenlerin müşrikler, münafıklar veya genel olarak tüm inkarcılar olabileceği yorumları yapılmıştır. Nüzul sebebi ne olursa olsun âyet bütün zamanlarda geçerli genel bir ifadeye sahiptir.
Kur'ân-ı Kerîm, Müslümanların başka dinlerin mensuplarıyla ve bilhassa putperestlerle farklı konumlarda, çok çeşitli ilişkiler içinde bulundukları yirmi üç yıla yakın bir zaman dilimine yayılmış olarak nazil olduğundan, bu konuya ilişkin âyetlerde üslûp ve içerik farklılığının bulunması tabiidir. Müslümanların müslüman olmayanlarla ilişkilerini düzenleyen âyetler ve Resûlullah'ın uygulamaları topluca değerlendirildiğinde, delillerin şu iki noktada görüş ayrılığına meydan vermeyecek ölçüde açık olduğu görülür:
a) Hangi sebeple olursa olsun Müslümanın -kendi inançlarından tâviz vererek- müslüman olmayana inanç bakımından yakınlık duyması, onları bu anlamda dost edinmesi kendi imanını tehlikeye sokan bir durumdur.
b) İnançların zedelenmesine yol açacak bîr tarzda olmaksızın, İslâm'ın insana bakışını gösteren örnek davranışlar sergilemek, dünya hayatının düzen ve istikrarını sağlamak ve bu çerçevedeki yararlarını koruyup geliştirmek amacıyla, Müslümanların gayri müslimlerle iyi ilişkiler içinde olması yasaklanmayıp aksine özendirilmiştir. Bu anlayışa paralel olarak, devletler umumi hukukunda milletlerarası ilişkiler için yapılan dostane ilişkiler ve hasmane ilişkiler şeklindeki temel ayrım esas alındığında, İslâm'ın tavrının bunlardan birincisini kural, ikincisini ise istisna telakki etme şeklinde olduğu söylenebilir. Bu tarz ilişkilerin âyet-i kerîmede kullanıldığı anlamıyla "velâ" (dostluk) olmadığı açıktır. Bu kelimenin başka âyetlerdeki, özellikle "Allah Teâlâ"nın en iyi dost olduğunu belirten âyetlerdeki kullanımı dikkate alınırsa, burada yasaklanan dostluğun, "inanç birliğinden veya yakınlığından ötürü sevgi besleme, güven duyma ve bel bağlama" anlamında olduğu kolayca anlaşılır. Gerek âyetin sonundaki ağır müeyyide yani bu ikaza uymayanların Allah'ın dostluğunu yitirmiş olacaklarının bildirilmesi, gerekse müteakip âyette gizlenen niyetlerin Cenâb-ı Allah'ın bilgisi dışında olmadığının hatırlatılması, yasaklanan ilişkilerin, İslâm inancına sadakati her şeyin üstünde tutmaksızın birtakım kişisel zaaflar uğruna imanı tehlikeye sokan veya Müslümanların zararına olan dostluklar tesis edilmesi veya bu tür dostlukların korunması olduğunu göstermektedir.
Hz. Muhammed (asm)'in, peygamberliğinden önceki dönemde ortağı olan Sâib b. Abdullah'ı Câhiliye devrindeki erdemli davranışlarından ötürü övmesi, gençliğinde Mekke'de haksızlıkların önlenmesi amacıyla oluşturulan "Hilfü'l-Fudûl"a (gönüllüler ittifakı) katılmış ve peygamberlik yıllarında da bu girişimden memnuniyet ve övgüyle söz etmiş olması, bu sûrenin 75. âyetinde Ehl-i kitap mensuplarının "dürüstlük" ölçütüne göre tasnife tâbi tutulması, Resûlullah'ın Yahudilerle ve müşriklerle yazılı anlaşmalar yapmış olması gibi deliller ve hepsinden önemlisi Enbiyâ sûresinin 107. âyetinde Hz. Muhammed'in bütün yaratılmışlara "rahmet" olarak gönderildiğinin bildirilmesi göstermektedir ki, İslâmiyet, başka dinlerin mensuplarıyla temas kurmayı, barış ve esenlik içinde yaşamanın yöntemlerini geliştirmek ve ilâhî bir lütuf olarak insanın doğasına yerleştirilmiş olan (fıtrat'a uygun) ahlâkî erdemleri beşeriyetin en yüce değerleri sayıp onları yükseklerde tutmak için iş birliği yapmayı yasaklamak şöyle dursun, bunu İslâm mesajını bütün insanlara ulaştırma (tebliğ) görevinin bir parçası saymıştır. Bunun sonucu olarak insanlık tarihinde farklı dinlere mensup kimselerin güven duygusu içinde birlikte yaşayabilmeleri konusunda en başarılı siyasî ve sosyal ilişki örneklerinin Müslümalar tarafından sergilenmiş olduğu görülmektedir.
Müslümanların bu alanda ortaya koydukları farklılığın güven duygusu içinde yaşama hissini verebilmekle sınırlı kalmadığı, değişik dinlerin mensuplarının bir taraftan kendi inançlarına göre yaşama özgürlüğüne sahip olduğu, bir taraftan da adalet, hoşgörü, yardım severlîk ve benzeri erdemlerin çok belirgin biçimde gözlenebildiği bir sosyal yapı oluşturdukları, müşahedelerini objektif bir bakışla kaleme alan birçok Batılı yazarın hayranlık dolu ifadelerinden anlaşılmaktadır. Kuşkusuz, "yaratana saygı ve yaratılmışlara iyi davranma" şeklindeki iki umdenin İslâmî öğretilerin özünü teşkil ediyor olması ve bunun ortaya çıkardığı toplumsal dinamikler anılan sonucun sağlanmasında büyük bir etkiye sahiptir. Bir müslümanın Allah'a karşı kulluk görevinin bir parçasını teşkil eden (ibadet niteliği taşıyan) malî yükümlülüklerde (zekât ve fitre) bile, bazı bilginlerin gayri müslimlerin de hak sahipleri çerçevesinde sayılması içtihadını ortaya koymuş olmaları bu açıdan önemli bir örnektir. Hatta Hz. Ömer (ra)'in Tevbe sûresinin 60. âyetinde geçen "fukara" kelimesini Müslümanların yoksulları, "mesâkîn" kelimesini Ehl-i kitabın yoksulları şeklinde yorumladığı ve hazine görevlilerine bu yönde uygulama yapmaları için talimat verdiği nakledilmiştir.
Fakat bütün bu sınırlı ilişkiler, Kur'an ve sünnetteki diğer deliller ışığında değerlendirildiğinde, Müslümanların, kimlik erimesine, dolayısıyla iman gücünü kaybetmelerine yol açacak ilişkiler kurmalarını veya boyunduruk altına girmeye razı olmalarını onaylama anlamına gelmemektedir. Özetle âyet-i kerîm, Müslümanların bu hassas dengeyi dikkatle korumaları, bu konudaki adımlarının amacı dışına taşırmamaları ve ilişki kurulan tarafın da niyetini göz ardı etmeyip basiretli davranmaları gerektiğini hatırlatmaktadır.
Bütün bu bilgiler sonucunda denilebilir ki Müslümanlar İslamın zararına sebep olacak şekilde gayri müslim bir devletin vatandaşlığına geçmesi ve onlarla ilişki kurması caiz değildir. Bunun dışında gayri müslim bir devlete çalışmak veya meşru nedenlerden dolayı gidip oranın vatandaşlığına geçmesi caizdir.
***Yahudi ve Hıristiyanlar, dinleri için, dinlerini yansıttıkları için sevilmez. Yahudilik, Hıristiyanlık açısından onlarla dostluk kurmak ve onları sevmek haramdır. Öyleyse mühendislik, mucitlik, doktorluk, güzellik, yöneticilik gibi dinlerine ait olmayan diğer güzel ve meşru nitelikleri sevilebilir ve bu yönleriyle onlarla dostluk kurulabilir. Çünkü bu nitelikleri âyetin yasak kapsamı dışında kalır.
Şayet âyet-i kerime şöyle buyursaydı, dostluk ve muhabbet onların bütün niteliklerini kapsardı: "Yahudi ve Hıristiyanların kendilerini dost edinmeyin!" Çünkü o zaman, dinlerine ait olsun veya olmasın, kendileriyle her bakımdan dostluk ve muhabbet yasak olmuş olurdu.
İslâm dini insanlığın bütün dinî ihtiyaçlarını, bütün zamanlarda karşılayan kapsamlı ve üstün bir dindir. Başka dinlere ihtiyaç bırakmaz. Bu açıdan âyet-i kerime, müminlere, başka dinler karşısında dik durmalarını, dinleri hakkında tereddüt etmemelerini, tereddüde yol açan böyle dostluklara girmemelerini emrediyor.
Sonuç olarak:Cenâb-ı Hak buyuruyor:
Bismillahirrahmanirrahim
“Kim zerre kadar iyilik yapmışsa onu görür. Kim de zerre kadar kötülük yapmışsa onu görür.” (Zilzâl, 7-8)
Rasûlullah (sav) efendimiz buyurdular:
“Gerçek şudur ki kâfir bir iyilik yaptığı zaman, onun karşılığında kendisine dünyalık bir nimet verilir. Mü’mine gelince, Allah onun iyiliklerini âhirete saklar, dünyada da yaptığı kulluğa göre ona rızık verir.” (Müslim, Münâfıkîn, 57, 56)
Bir şahıs, Nebiyy-i Ekrem Efendimiz’e gelmiş ve:
“–Ey Allah’ın Rasûlü, Allah’ın sana öğrettiklerinden bana da öğret!” demişti. Rasûlullah (sav) onu, kendisine Kur’an öğretmesi için ashâbından birine gönderdi. Sahâbî ona Zilzâl sûresini sonuna kadar öğretti. “Kim zerre miktarı hayır yapmışsa onu görür. Kim de zerre miktarı şer işlemişse onu görür” âyetlerine gelince, bu ifadelerden son derece müteessir olan şahıs, derin düşüncelere daldı ve:
“–Bu bana yeter” dedi. Bu durum Hz. Peygamber (sav)’e haber verilince:
“–Onu bırakın! Zira o hakîkati idrak etti, anlayış sahibi oldu” buyurdu. (Suyûtî, ed-Dürrü’l-mensûr, VIII, 597)
Yine, bir bedevi Allah Rasûlü’nün bu âyetleri okuduğunu dinleyince:
“–Ey Allah’ın Rasûlü, zerre ağırlığı kadar mı?” diye sordu. Rasûlullah (sav):
“–Evet” buyurdu. Bir anda hâli değişiveren bedevî:
“–Vay benim kusurlarım!” dedi ve bu sözlerini defalarca tekrarlayıp durdu. Sonra da işittiği âyetleri tekrar ederek kalkıp gitti. Rasûlullah (sav) onun ardından:
“–İman bu bedevînin kalbine girdi” buyurdu. (Suyûtî, ed-Dürrü’l-mensûr, VIII, 595)
Cenâb-ı Hak buyuruyor:
Bismillahirrahmanirrahim
“Kullarım Sana Ben’i sorduklarında, (bilsinler ki) Ben onlara çok yakınım. Bana duâ edenlerin duâlarını kabûl ederim…” (Bakara, 186)
Rasûlullah (sav) efendimiz buyurdular:
“Bir mü’minin diğer bir mü’mine gıyâbında yaptığı duâdan daha çabuk kabûl edilen hiçbir duâ yoktur.” (Tirmizî, Birr, 50/1980)
Fahr-i Kâinât Efendimiz:
“–Bir kul günah olan veya akrabâsı ile darılmasına yol açan bir şeyi dilemedikçe yahut acele etmedikçe duâsı kabûl olunur.” buyurmuştu.
“–Yâ Rasûlallâh! Acele etmek ne demektir?” diye sordular.
Allâh Rasûlü (sav):
“–Kul; «Nice defâlar hep duâ ediyorum da Rabbim duâmı kabûl etmiyor.» der. Duâsının hemen kabûl edilmemesi sebebiyle bıkar ve duâyı bırakır. (İşte o zaman acele etmiş olur.)” cevâbını verdi. (Müslim, Zikir, 92)
Cenâb-ı Hak buyuruyor:
Bismillahirrahmanirrahim
“Yeryüzünde yürüyen her canlının rızkı, yalnızca Allah'ın üzerinedir. Allah o canlının durduğu yeri ve sonunda bırakılacağı mekânı bilir. (Bunların) hepsi açık bir kitapta (levh-i mahfuz'da) dır.” (Hud, 6)
Rasûlullah (sav) efendimiz buyurdular:
“Eğer siz Allâh’a gereği gibi tevekkül etseydiniz, (Allâh), kuşları doyurduğu gibi sizi de rızıklandırırdı. Kuşlar sabahları kursakları boş olarak çıktıkları hâlde akşam doymuş olarak dönerler.” (Tirmizî, Zühd, 33; İbn-i Mâce, Zühd, 14)
Cenâb-ı Hak buyuruyor:
Bismillahirrahmanirrahim
“Doğruyu getiren ve onu tasdik edenler var ya, işte kötülükten sakınanlar onlardır.” (Zümer, 33)
Rasûlullah (sav) efendimiz buyurdular:
“Kul, mahzurlu şeylere düşme endişesiyle sakıncası olmayan bazı şeyleri de terk etmedikçe gerçek muttakîlerin derecesine ulaşamaz.” (Tirmizî, Kıyâme, 19/2451; İbn-i Mâce, Zühd, 24)
Cenâb-ı Hak buyuruyor:
Bismillahirrahmanirrahim
“Ey îmân edenler! Eğer Allah’tan ittikâ ederseniz, O, size bir furkan (iyi ile kötüyü ayırt edecek bir ilim, firâset ve anlayış) verir, günahlarınızı örter ve sizi bağışlar. Çünkü Allah, büyük lutuf sâhibidir.” (Enfâl, 29)
Rasûlullah (sav) efendimiz buyurdular:
“Müminin firâsetinden sakınınız; zira o, Allâh’ın nûru ile bakar.” (Tirmizî, Tefsîr, 15)
Cenâb-ı Hak buyuruyor:
Bismillahirrahmanirrahim
“Kim âhiret kazancını istiyorsa, onun kazancını arttırırız. Kim de dünya kârını istiyorsa ona da dünyadan bir şeyler veririz. Fakat onun âhirette bir nasibi olmaz.” (Şûrâ, 20)
Rasûlullah (sav) efendimiz buyurdular:
“Kimin niyeti âhiret olursa Allah onun işini derleyip toplar kalbine kanâat verir. Dünya onun ardından kerhen de olsa gelir. Kimin niyeti sadece dünya olursa Allah onun işini bozup alnına da fakirlik damgası vurur. Dünyadan da Allah’ın takdir ve taksiminden başka bir şey elde edemez.” (İbn Mâce, Zühd 4105; Dârimî, Mukaddime 229.)
Cenâb-ı Hak buyuruyor:
Bismillahirrahmanirrahim
“...Allâh onlardan râzıdır, onlar da Allâh’dan râzıdır.” (Beyyine, 8)
Rasûlullah (sav) efendimiz buyurdular:
"Cennete girecek bir kısım insanlar vardır ki, onların kalpleri kuş kalbi gibi (rakîk ve güven içinde)dir." (Müslim, Cennet 27. Ahmed İbni Hanbel, Müsned, II, 331)
Rivâyete göre Hazret-i Peygamber (sav) Hârise (ra)‘e sordular:
“-Yâ Hârise! Nasıl sabâhladın?”
Hârise:
“-Hakîkî bir mü’min olarak!” cevâbını verdi.
Bu defâ Hazret-i Peygamber (sav):
“-Yâ Hârise! Senin îmânının hakîkatinin delîli nedir?” dedi.
Hârise (ra):
“-Yâ Rasûlallâh! Nefsimi dünyâdan çektim. O kadar ki, dünyânın taşı ile altını, çamuru ile gümüşü, (gam ile sürûru) bana müsâvî oldu. Gecelerimi uykusuz, gündüzlerimi susuz geçiriyorum. O hâle geldim ki, şimdi Rabbimin arşını âşikâr bir şekilde görür gibiyim…” dedi.
Bunun üzerine Allâh Rasûlü (sav):
“-Tamam yâ Hârise! Gönlünü bu hâliyle muhâfaza et! İşte istikâmet budur!..” buyurdular.
Hakk yolunda insanın varabileceği en yüce makâm, Allâh Teâlâ’nın kulundan râzı olmasıdır ki, bu da kulun Allâh’dan râzılığı ve O’na teslîmiyyetinin bir mükâfâtıdır.
Cenâb-ı Hak buyuruyor:
Bismillahirrahmanirrahim
“Biz’im uğrumuzda cihâd edenleri elbette kendi yollarımıza eriştireceğiz. Hiç şüphe yok ki Allah, ihsân ehliyle beraberdir.” (Ankebût, 69)
Rasûlullah (sav) efendimiz buyurdular:
“Gerçek mücâhid, nefsine (hevâ ve heveslerine) karşı cihâd edendir.” (Tirmizî, Fedâilü’l-Cihâd, 2/1621)