31 Aralık 2021 Cuma

Zuhruf Suresi,Nuzülü,Konusu

Hakkında

Mekke döneminde inmiştir. 89 âyettir. Sûre, adını 35. âyette geçen “Zuhruf ” kelimesinden almaktadır. Zuhruf; yaldız, mücevher, dünya hayatının geçici menfaati anlamlarına gelir. Sûrede başlıca tevhit, iman ve vahyin getirdiği hakikatler ile insanların bu hakikatlere ters düşecek şekilde sırf geçici dünya menfaatlerine bağlanarak sergiledikleri çelişki vurgulanmakta, batıla karşı çıkan ve hakkı tutan şahsiyetler olarak İbrahim, Mûsâ ve İsa Peygamberlerden söz edilmektedir.

Nuzül

Sûre Mekke’de, geliş sırası bakımından Şûrâ’dan sonra, Duhân’dan önce vahyedilmiştir. 45. âyetin Hz. Peygamber’in mi‘racında Kudüs’te Mescid-i Aksâ’da nâzil olduğuna dair bir rivayet varsa da bu, sûrenin Mekkî niteliğini değiştirmez; çünkü tefsirciler hicretten önce nâzil olan bütün sûrelere Mekkî demektedirler.

Konusu

Asıl konu Kur’an-ı Kerîm’in mûcize olma niteliğinden yola çıkarak Hz. Peygamber’in gerçek peygamber, tebliğ ettiği dinin de hak din olduğunu kanıtlamaktır. Bu ana konu çerçevesinde münasebet düştükçe şirkin çelişkilerle dolu bir inanç biçimi olduğuna, daha önce gelip geçmiş milletlerin hak din karşısındaki tavırlarına göre aldıkları sonuca, dünya ve âhiret nimetlerinin mukayesesine, ebedî olanın geçici olana tercih edilmesi gereğine işaret edilmiş, dikkat çekilmiştir.


https://kuran.diyanet.gov.tr/tefsir/sure/43-zuhruf-suresi

30 Aralık 2021 Perşembe

Şûrâ Suresi,Nuzülü,Konusu

Hakkında

Mekke döneminde inmiştir. 53 âyettir. Sûre, adını 38. âyette geçen “Şûrâ” kelimesinden almıştır. Şûrâ, danışma demektir. Sûrede başlıca müslümanların işlerini kendi aralarında danışma yoluyla yürüttükleri, ayrıca kâinatta Allah’ın birliğini gösteren deliller ve kıyamet gününün hâlleri konu edilmektedir

Nuzül

Mushaftaki sıralamada kırk ikinci, iniş sırasına göre altmış ikinci sûredir. Mekke döneminde, Zuhruf sûresinden önce ve Fussılet sûresinden sonra nâzil olmuştur. 23-24, 25-26, 27 ve 39-41. âyetlerinin Medine’de indiğine dair rivayetler de bulunmaktadır (İbn Atıyye, V, 25; İbn Âşûr, XXV, 23-24). Fakat üslûp ve içerikleri bu âyetlerin de Mekke döneminde indiği izlenimini vermektedir (bu konuda ve ilgili rivayetlerin taşıdığı zaaflar hakkında bk. Derveze, V, 159, 175-178, 182-183, 187-189).

Konusu

Sûreye hâkim olan ana fikir, Hz. Muhammed’e bildirilenlerin Allah tarafından vahyedilmekte olduğu, önceki peygamberlere bildirilenlerle ona vahyedilenlerin aynı kaynaktan geldiği, bu sebeple aralarında temel hüküm ve ilkeler açısından birlik bulunduğudur. Yer yer yüce Allah’ın yaratma gücüne ve evrende yürürlükte olan yasalarına değinilen sûrede Allah’a şirk koşanların âhirette karşılaşacakları kötü âkıbete ilişkin uyarılar yapılmakta, iman edip erdemli davranışlarda bulunanlara âhiretle ilgili müjdeler verilmekte, tebliğ görevinin ağırlığı ve müşriklerin inkârcılıkta direnmeleri karşısında bunalan ve herkesin doğru yola girmesi için çırpınan Resûlullah’a –bu dünyada kendi gayret ve seçimlerine göre Allah Teâlâ’nın kimilerine hidayet nasip ederken kimilerini de sapkınlıklarıyla baş başa bırakacağı bildirilerek– teselli verilmekte, bulunduğu doğru çizgiyi azimle sürdürmesi istenmekte, Allah’ın hoşnut olduğu müminlerin bireysel ve toplumsal davranış biçimlerinden bazılarına övgü üslûbu içinde işaret edilerek müslümanlar güzel ahlâk sahibi ve örnek insan olmaya özendirilmektedir. Sûre, vahyin insan için taşıdığı hayatî öneme yapılan bir vurgu ile sona ermektedir.


https://kuran.diyanet.gov.tr/tefsir/sure/42-sura-suresi

29 Aralık 2021 Çarşamba

Fussilet Suresi,Nuzül,Konusu,Fazileti

Hakkında

Mekke döneminde inmiştir. 54 âyettir. Sûre, adını üçüncü âyette geçen ve Kur’an âyetlerini niteleyen “fussilet” ifadesinden almıştır. “Fussilet”, “genişçe açıklandı” demektir. Sûre, ayrıca “Hâ Mîm es-Secde” diye de anılır. Sûrede başlıca hakka davet, batılda ısrar edenlerin uyarılması, vahyin insanlar üzerindeki ahlâkî ve manevî etkileri konu edilmektedir.

Nuzül

Mushaftaki sıralamada kırk birinci, iniş sırasına göre altmış birinci sûredir. Mü’min (Gâfir) sûresinden sonra, Şûrâ sûresinden önce Mekke’de inmiştir. “Hâ-mîm” harfleriyle başlayan ve arka arkaya gelen yedi sûrenin ikincisidir.

Konusu

Kur’an’ın, rahmân ve rahîm olan Allah’ın katından indirilmiş bir kitap olduğunu belirten açıklamayla başlayan sûrede, Mü’min sûresinde olduğu gibi büyük ölçüde iman konuları işlenmiş ve bu bakımdan Mekke putperestlerinin durumu; Peygamber, Kur’an ve İslâm karşısındaki inkârcı, inatçı ve baskıcı tutumları, özellikle Kur’an karşısındaki peşin hükümleri ve onun sesini boğma gayretleri, nihayet bütün bu davranışlarıyla nasıl bir âkıbeti hak ettikleri üzerinde durulmuş; yer yer geçmişteki bazı kavimlerin, kendi dinleri ve peygamberleri karşısındaki haksız tavırlarıyla bu yüzden başlarına gelen felâketlere dair uyarıcı mahiyette kısa bilgiler verilmiştir. Sûrenin özellikle 30-36. âyetlerinde Kur’an’ın, Allah’a iman temeline dayanan, daima dürüst olunmasını, insanlar arasında sıcak dostluğa, barış ve uzlaşmaya dayalı ilişkiler kurulmasını amaçlayan ahlâk öğretisi özetlenmiştir.

Fazileti

İbn Âşûr’un Beyhak^’den naklettiğine göre (XXIV, 227) Hz. Peygamber’in Tebâreke (Mülk) ve Hâ-mîm es-secde (Fussılet) sûrelerini okumadan uykuya yatmadığı rivayet edilmiştir.

28 Aralık 2021 Salı

Mü'min Suresi, Nuzülü, Konusu, Fazileti

Hakkında

56 ve 57. âyetler hariç Mekke döneminde inmiştir. 85 âyettir. Sûre, adını 28.âyette geçen “mü’min” kelimesinden almıştır. Mü’min inanan kimse demektirÂyette sözü edilen mü’min, Firavun ailesinin; gizlice iman eden ve çevresindekileri hakka yönlendirmeye çalışan bir ferdidir. Ayrıca sûre, Allah’ın sıfatlarından biri olan ve 3. âyette geçen “ğâfir” kelimesinden dolayı “Ğâfîr sûresi” diye de anılmaktadır. “Ğâfir”, bağışlayan demektir. Sûrede başlıca, Allah’ın birliğini gösteren bazı delillere yer verilerek kıyametle ilgili tasvirler yapılmaktadır.

Nuzül

Mushaftaki sıralamada kırkıncı, iniş sırasına göre altmışıncı sûredir. Zümer sûresinden sonra, Fussılet sûresinden önce Mekke’de inmiştir. “Hâ-mîm” diye başlayan ve arka arkaya gelen yedi sûrenin ilkidir.

Konusu

Mü’min sûresinde ağırlıklı olarak “Allah’ın âyetlerini tartışmaya kalkışanlar”dan, bu âyetlere karşı mücadele verenlerden söz edilmekte; genellikle Mekke putperestlerinin aristokrat tabakasından oluşan bu kesimin karakteri, genel tutumları ve amaçlarıyla görecekleri cezalar üzerinde durulmaktadır. Sûre, Allah’ın rahmetinin ve ilminin genişliği, kudretinin sınırsızlığı; ilâhî hakikatleri yalanlamaya kalkışanların cezaları ve pişmanlıkları, uhrevî yargılamanın adaletli oluşu gibi konulara dair açıklamalarla başlar. Hz. Mûsâ ile Firavun ve onu izleyenler arasında geçen mücadeleye değinilirken Mûsâ’nın dinine gizlice inanmış bir müminin inkârcılara yönelttiği anlamlı ve yararlı uyarılara yer verilir. Allah’tan başka ilâh bulunmadığı ve O’ndan başkası için yapılan ibadetlerin geçersiz olduğu, Allah’a şükretmekten yüz çevirenlerin bu yanlıştan dönmelerini sağlamak üzere onlara ilâhî nimetlerin hatırlatılması, öldükten sonra tekrar dirilmenin mümkün olduğunun kanıtlanması ve bu konuda insanların uyarılması, Allah Teâlâ’nın resulünü destekleyeceğine dair vaadi sûrenin başlıca konularındandır. Sûre, ellerinde fırsat varken gerçeği görüp Hz. Peygamber’in getirdiği açık seçik gerçekleri kabul edecekleri yerde, kendi temelsiz bilgilerine güvenerek kibre kapılıp inkâr yolunu seçenlerin ilâhî ceza ile yüzyüze geldiklerinde inanmalarının artık kendilerine fayda vermeyeceği uyarısında bulunan açıklamalarla son bulmaktadır.

Fazileti

Ebû Hüreyre’nin bildirdiğine göre Hz. Peygamber, Mü’min sûresinin ilk üç âyeti ile Âyetü’l-kürsî’yi (Bakara 2/255) sabah akşam okuyan bir kimsenin bu sayede korunacağını ifade etmiştir (Tirmizî, “Sevâbü’l-Kur’ân”, 2).


https://kuran.diyanet.gov.tr/tefsir/sure/40-mumin-suresi

27 Aralık 2021 Pazartesi

Zümer Suresi,Nuzülü,Konusu,Fazileti

Hakkında

Mekke döneminde inmiştir. 75 âyettir. Sûre, adını 71 ve 73. âyetlerde geçen “Zümer” kelimesinden almıştır. Zümer; zümreler, gruplar demektir. Sûrede başlıca, göklerde ve yerde Allah’ın birliğini gösteren deliller, mü’minlerin cennete, kâfirlerin cehenneme sevk edilecekleri konu edilmekte; kullar, ölüm gelip çatmadan Allah’a yönelmeye çağrılmaktadır.

Nuzül

Mushaftaki sıralamada otuz dokuzuncu, iniş sırasına göre elli dokuzuncu sûredir. Sebe’ sûresinden sonra, Mü’min (Gāfir) sûresinden önce Mekke’de inmiştir. Allah’ın rahmetinden ümit kesilmemesi gerektiğini belirten 53. âyetten itibaren üç veya yedi âyetin Medine döneminde indiği yolunda rivayetler varsa da bu rivayetler zayıf bulunmaktadır (bk. İbn Âşûr, XXIII, 311).

Konusu

Sûrenin temel konusu Allah ve âhiret inancıdır. Bu çerçevede hiçbir şeyin Allah’a ortak ve denk tutulamayacağı, O’nun mutlak ve eşsiz yaratıcı olduğu, bu sebeple insanın her durumda O’na yönelip bağlanması gerektiği belirtilmekte; bu şekilde inanan ve yaşayanların ulaşacağı âhiret nimetlerine ve cennet hayatına dair bilgi verilmekte; inkârcıların olumsuz duygu ve davranışları değerlendirilmekte; bunların kötü sonuçları hakkında uyarıda bulunulmaktadır. Her şeye rağmen Allah’ın rahmetinden ümit kesilmesinin doğru olmadığı, çünkü Allah’ın, dönüş yapıp kendisine yönelenlerin bütün günahlarını bağışlayacağı müjdelenmekte ve insanlar, âhiret azabıyla yüz yüze gelmeden önce, fırsat eldeyken inançlarını ve yaşayışlarını düzeltmeye çağırılmaktadır. Sûre, müminlerin âhiret mutluluğunu tasvir eden âyetlerle son bulmaktadır.

Fazileti

Hz. Âişe, Resûlullah’ın genellikle her gece yatmadan önce Zümer ve Benî İsrâil (İsrâ) sûrelerini okuduğunu söylemiştir (Tirmîzî, “Sevâbü’l-Kur’ân”, 21).


https://kuran.diyanet.gov.tr/tefsir/sure/39-zumer-suresi

26 Aralık 2021 Pazar

Sâd Suresi,Nuzülü,Konusu

Hakkında

Mekke döneminde inmiştir. 88 âyettir. Sûre, adını birinci âyetteki “Sâd” harfinden almıştır. Sûrede başlıca, Allah’ın birliği, müşriklerin inkârları ve sapıklıkları sebebiyle azabı hak etmiş oldukları, Davûd, Süleyman, Eyyüp, İbrahim, İshak, İsmail, el-Yesa’ ve Zülkifl Peygamberlerin kıssaları, Davûd Peygamberin hakemliği ve Hz. Peygamberin temel görevi konu edilmektedir.

Nuzül

Mushaftaki sıralamada otuz sekizinci, iniş sırasına göre de otuz sekizinci sûredir. Kamer sûresinden sonra, A‘râf sûresinden önce Mekke’de inmiştir.

Konusu

Sûrenin temel konusu, Resûl-i Ekrem’in hak peygamber olduğu gerçeğinin ispatıdır. Kur’an üzerine yeminle başlayan sûrede Hz. Muhammed’in peygamberliğini inkâr eden müşriklerin iddiaları reddedilmekte; çok tanrıcı inançlarının kısa eleştirisi yapıldıktan sonra onlara, önceki peygamberlere karşı benzer tavırlar sergileyenlerin âkıbetleri hatırlatılmakta, Hz. Peygamber’e de sabır tavsiye edilmektedir. Hz. Dâvûd, oğlu Süleyman ve Eyyûb’un hayatlarından kesitler verilmekte; Hz. İbrâhim, İshak, Ya‘kub, İsmâil, Elyesa‘, Zülkifl’in isimleri sıralanarak bunların yolundan gidenlerin âhiretteki mutlu hayatları, buna karşılık yoldan çıkanların kötü âkıbetleri hakkında kısa ve uyarıcı açıklamalar yapılmaktadır. Sûrenin son bölümünde insanlığın atası olan Hz. Âdem’in yaratılışı anlatıldıktan sonra İblis’in, kendisine rahmet kapılarının kapanmasına sebep olduğunu düşündüğü için Âdem’in soyuna hınç beslediği ve onları doğru yoldan saptırmaya ahdettiği anlatılmakta, Hz. Muhammed’in hak peygamber olduğu gerçeği bir defa daha vurgulanmaktadır.


https://kuran.diyanet.gov.tr/tefsir/sure/38-sad-suresi

25 Aralık 2021 Cumartesi

Sâffât Suresi-Nuzülü-Konusu

Hakkında

Mekke döneminde inmiştir. 182 âyettir. Sûre, adını ilk âyette geçen “es-Sâffât” kelimesinden almıştır. Sâffât, sıra sıra dizilenler, saf saf duranlar demektir. Sûrede başlıca, meleklerden, cinlerden, kıyamet ve ahiret olaylarından söz edilmekte; Nûh, İbrahim, İsmail, İshak, Mûsâ, Hârun, İlyas, Lût ve Yûnus Peygamberlerin kıssalarına yer verilmektedir.

Nuzül

Mushaftaki sıralamada otuz yedinci, iniş sırasına göre elli al­tın­cı sûredir. En‘âm sûresinden sonra, Lokman sûresinden önce Mekke’de inmiştir.

Konusu

Sâffât sûresinde Allah’ın birliği, âhiret hayatının gerçekliği, o hayatta neler olacağı, inkârcıların âhiretteki pişmanlıkları ve birbirlerini suçlamaları, ayrıca Allah’ın samimi kullarının cennetteki mutlu yaşayışları hakkında bilgi verildikten sonra Nûh, İbrâhim, İsmâil, İshak, Mûsâ ve Hârûn, İlyâs, Lût ve Yûnus peygamberlerin hayat hikâyelerinin ibretli yanları ve Allah’ın onları yardımıyla desteklemesi anlatılmakta; putperestlerin bâtıl inançları eleştirilmektedir. Sûre, genellikle Kur’an tilâveti ve duaların sonunda okunması âdet haline gelen ve “Sübhâne rabbike...” diye başlayıp “ve’l-hamdü lillâhi rabbi’l-âlemîn” diye biten âyetlerle son bulmaktadır.


https://kuran.diyanet.gov.tr/tefsir/sure/37-saffat-suresi

24 Aralık 2021 Cuma

Yâsîn Suresi-Nuzülü-Konusu-Fazileti

Hakkında 

Mekke döneminde inmiştir. 83 âyettir. Sûre, adını ilk âyeti oluşturan “Yâ-Sîn” harflerinden almıştır. Sûrede başlıca insanın ahlâkî sorumlulukları, vahiy, Hz. Peygamber’i yalanlayan Kureyş kabilesi, Antakya halkına gönderilen peygamberler, Allah’ın birliğini ve kudretini gösteren deliller, öldükten sonra dirilme,hesap ve ceza konu edilmektedir.

Nuzül

Mushaftaki sıralamada otuz altıncı, iniş sırasına göre kırk birinci sûredir. Cin sûresinden sonra, Furkan sûresinden önce Mekke’de inmiştir. Yerinde açıklanacak bir sebeple 12. âyetin Medine’de indiğini ileri sürenler de olmuştur.

Konusu

Hz. Muhammed aleyhisselâmın hak peygamber olduğu ona indirilen Kur’an deliliyle desteklenerek açıklanır; başka peygamberlerin tevhid mücadelelerinden bir kesit verilerek bu uğurda büyük sıkıntılara katlanan Resûl-i Ekrem ve ona tâbi olanlar teselli edilir. Allah Teâlâ’nın birlik ve kudret delillerine ve evrendeki yaratılış sırlarına dikkat çekilerek öldükten sonra dirilme gerçeği ve bunun sonuçları üzerinde durulur. Râzî’nin belirttiği üzere bu sûrenin, İslâm inançlarının üç temel umdesinin (Allah’ın birliği, peygamberlik ve âhiret) en güçlü delillerle işlenmesine hasredildiği söylenebilir. Şöyle ki: 3. âyette –devamındaki delillerle teyit edilerek– peygamberlik müessesesi üzerinde durulmuş; müteakip âyetlerde Allah’ın birliği ve eşsiz gücü, öldükten sonra dirilmenin ve ilâhî huzurda yargılanmanın kaçınılmazlığı ortaya konmuş, son âyette de yine bu iki nokta (vahdâniyet ve haşir) özetlenmiştir. Kur’an’dan bu ölçüde de olsa nasibini alan kimse artık kalbinin payı olan imanı elde etmiş demektir ki bunun tezahürleri de diline ve davranışlarına yansıyacaktır (XXVI, 113).

Fazileti

Hadis kaynaklarında Hz. Peygamber’den Yâsîn sûresinin faziletine dair nakledilmiş sözler yer alır. Bunlardan biri şöyledir: “Her şeyin bir kalbi vardır; Kur’an’ın kalbi de Yâsîn’dir” (Tirmizî, “Fezâilü’l-Kur’ân”, 7; Dârimî, “Fezâilü’l-Kur’ân”, 21; krş. Müsned, V, 26. Diğer bazı rivayetler için bk. Şevkânî, IV, 410-411). İbn Abbas’ın da –bu sûrenin son âyeti hakkında– “Yâsîn’in ve onu okumanın niçin bu kadar faziletli olduğunu bilmiyordum; meğer bu âyetten dolayı imiş” dediği nakledilir (Zemahşerî, III, 294-295). Hadislerin sıhhat durumu tartışmalı olmakla beraber, öteden beri İslâm âlimleri Resûlullah’ın bu sûreye özel bir ilgi gösterdiği kanaatini taşımışlar ve müslümanlar da Kur’an tilâvetinde ona ayrı bir yer vermişlerdir. Bu sebeple Yâsîn sûresi için özel tefsirler kaleme alınmıştır (Ölülere Yâsîn okunmasıyla ilgili hadiste “ölmek üzere olanlar”ın kastedildiği kanaati hâkim olmakla beraber, bunu öldükten sonra veya ölünün kabri başında okunacağı şeklinde anlayanlar da vardır, bk. Elmalılı, VI, 4004).

https://kuran.diyanet.gov.tr/tefsir/sure/36-yasin-suresi

23 Aralık 2021 Perşembe

Fâtır Suresi-nuzülü-konusu

Hakkında

Mekke döneminde inmiştir. 45 âyettir. Sûre, adını birinci âyette geçen “Fâtır” kelimesinden almıştır. Fâtır, yaratan, yoktan var eden demektir. Yine ilk âyette geçen “el-Melâike” kelimesinden dolayı “Melâike sûresi” diye de anılır. Sûrede başlıca, Allah’ın varlığına ve birliğine işaret eden kâinat olayları, öldükten sonra dirilme, Allah’ın nimetleri ve mü’minle kâfir arasındaki fark konu edilmektedir.

Nuzül

Mushaftaki sıralamada otuz beşinci, iniş sırasına göre kırk üçüncü sûredir. Furkan sûresinden sonra, Meryem sûresinden önce Mekke’de inmiştir.

Konusu

Allah’ın yaratıcılığı, O’ndan başka tanrı bulunmadığı ve şirkin çarpık düşüncelere dayalı bir zihniyet ve tutum olduğu, Hz. Muham­med’in önceki peygamberler gibi Allah katından mesaj getirmiş hak peygamber olduğu, öldükten sonra dirilmenin gerçekleşeceği ve dünyadaki amellerin karşılığının âhirette mutlaka görüleceği açıklanmakta, Cenâb-ı Allah’ın kudretinin delillerinden örnekler verilmektedir.

https://kuran.diyanet.gov.tr/tefsir/sure/35-fatir-suresi

22 Aralık 2021 Çarşamba

82- El-Afüvv ism-i şerifi:


Rabbimizin affetmekle ilgili diğer esmasından farklı olarak Afüvv ismi, “işlenen günahı bütün izleriyle birlikte yok eden” demek. O kadar ki bu isim tecelli ettiğinde, kişinin kendisi bile işlediği günahı unutur. Böylece o günahtan geriye kalabilecek kötü duygular, alışkanlıklar, o günahla hatırlanma ve kendini eleştirmede aşırıya gitme gibi kötü sonuçlar da ortadan kalkar. Bu isim, Seyyidülistiğfar duasında “yaptıklarımın şerrinden sana sığınırım” ifadesinin meramıdır. Sonuçları silmeden affetmek, kişinin yaptıklarının neticesinde yaşanacak kötü sonuçları kaçınılmaz olarak yaşaması ama muaheze ve cezadan kurtulması iken burada hatanın, tüm sonuçları ile birlikte imhası vardır. İşlenen suçun insanda meydana getirdiği bütün olumsuz izler silinir, günahlar sevaplara dönüşür.

Afüvv sözlükte; gizlenmek, silinmek, silinip gitmek, yok olmak, eser iz kalmamak, silmek, affetmek, cezalandırmaktan vazgeçmek, rüzgârın üzerlerini örterek izleri tamamen kaybetmesi, malın fazlasını dağıtmak gibi anlamlara gelmektedir. Allah’ın isimlerinden biri olarak ise “kolaylıkla affeden, kullarının günahlarını silen, cezaları kaldıran, çok affedici” demektir. Allah’ın kullarını bağışlaması suçlarını affetmek şeklinde olduğu gibi mükellefiyetlerini hafifletmek ve kolaylaştırmakla da ortaya çıkar.

Kur’an’da Afüvv

Kur’an-ı Kerim’de toplam beş ayette geçen “Afüvv” ismi, bunların dördünde ilahi affı pekiştiren bir muhteva içinde “Gafûr” ismiyle birlikte kullanılmıştır (Nisa, 4/43; Hac, 22/60; Mücadele, 58/2.) Bir ayette ise Kadîr ismi ile gelerek affın kemalinin, cezalandırmaya da gücü yeten ulu bir kudretten sadır olması ile mümkün olduğunu vurgular. (Nisa, 4/149.)

Yüce Kitabımız kötülüğe misli ile mukabele etmeye izin vermesine rağmen affedip bağışlamayı takvaya daha uygun bulmuş (Âl-i İmran, 3/134.) ve böyle davrananların Allah katında özel olarak ödüllendirileceğini bildirmiş (Şura, 42/40.); hatta Rabbimizin bizi affetmesi, bizim insanları affetmemize bağlanmıştır. (Nur, 24/22.) Bu son ayetin İfk Hadisesi sonrasında kendi kızına zina isnat eden kuzenini affetmesi için Hz. Ebu Bekir’e yapılan bir uyarı olması ve ona “Allah’ın sizi affetmesini istemez misiniz?” diye sorulması, Rabbimizden nasıl bir muamele görmek istiyorsak bizim de O’nun kullarına aynı şekilde davranmamız gerektiğini göstermesi açısından son derece etkileyicidir.

Afüvv tecelli ederse

Bu ismin insanda tecelli etmesinin ilk şartı psikolojide farkındalık denen hatalarını görebilme bilincine sahip olmaktır. Hatalarının farkında olanlar Allah’tan hayâ eder, bu hayâ onları tövbeye, tövbe de affa götürür. Kur’an-ı Kerim, bize bu meziyetin takva sahiplerinin bir özelliği olduğunu söyler: “Yine onlar, çirkin bir iş yaptıkları yahut nefislerine zulmettikleri zaman Allah’ı hatırlayıp hemen günahlarının bağışlanmasını isteyenler -ki Allah’tan başka günahları kim bağışlar- ve bile bile, işledikleri (günah) üzerinde ısrar etmeyenlerdir. İşte onların mükafatı Rableri tarafından bağışlanma ve içinden ırmaklar akan cennetlerdir ki orada ebedî kalacaklardır.…” (Âl-i İmran, 3/135-136.) Bu ayetler bize takva sahiplerinin de günah ve hatalar işlediklerini fakat bu hatalarda ısrar etmeyerek hemen yanlışlarını görüp düzelttiklerini söylüyor. İşe yarar farkındalık işte budur.

Yukarıda da gördüğümüz gibi Afüvv isminin tecelli ettiği kullar kendisine kötülük edeni affeder, iyilikle mukabelede bulunur, mahrum edene verir. (Müminun, 23/96.) İnsanlar içinden bu özelliğe en çok insanları idare etme mevkiinde bulunanların ihtiyacı vardır. Zira affetmek büyüklüğün şanındandır. Âl-i İmran suresi 159. ayeti, liderlerin insanları etraflarında tutma gücünün affedici olmak ve yumuşak davranmaktan geçtiğini söyler. Efendimiz de affetmenin, kişinin şerefini artıracağını ve Allah için alçakgönüllü davrananı Allah’ın yücelteceğini haber vermiştir. (Tirmizi, Birr, 81.)

Bu ismin tecellisi sayesinde kimsenin kusuruna takılmayan, hoşgörülü ve affedici olmayı başaran insanlar, kalplerini karamsar düşünce ve üzüntü duygularından kurtarmış, insanlardan bağımsızlaşmış, olan bitene yukarıdan bakmayı başarmış insanlardır. Affetmek için sarf edilecek çaba her zaman dargınlık için gereken çabadan çok daha azdır. Affetmek kalpteki küskünlük, kin, nefret gibi ağırlıklardan kurtulmak, özgürleşmek, hafiflemek demektir. İyi hissetmenin olmazsa olmaz şartıdır. Toplumsal barış ve uyum ancak bu ismin tecelli ettiği insanların yaşadığı ortamlarda görülür. Sufiler, Afüvv isminin nuruna mazhar olan kişinin, kendisine zarar verene yarar sağlamayı; kendisinden uzaklaşana yaklaşmayı; zulmedeni bağışlamayı ve kötülüğe iyilikle mukabele etmeyi hiç zorlanmadan başaracağını söylerler. Onlara göre bu hususlarda zorlananlar bu nurdan mahrum kalmış olanlardır. Zira Allah’ın isimlerinin nuru ile cahilce davranışlar aynı kişide bir araya gelmez.

Aynı zamanda Afüvv ismi Allah’ın rahmetinden ve affından asla ümit kesilemeyeceğini müjdeleyerek kalplerimize inşirah bahşeder. İnsanın akıl ve ruh sağlığını tehdit eden yeis karanlığına düşmesini önler. Allah’ın affından ümit kesenler bu ismi hakkıyla bilmeyenlerdir.

En Güzel İsimler 99 Esma Sonsuz Mana-Vaize Fatma Bayram 

21 Aralık 2021 Salı

81- El-Müntekim ism-i şerifi:


Sözlükte “şiddetle ayıplamak, suçluyu cezalandırmak” anlamındaki “n-k-m” kökünden türemiştir. Bu kök birinin yaptıklarının sonucu olarak başına gelen kötü neticeleri ifade eder. İntikam nimetin ve affın zıddıdır. Bu kökten türemiş bir sıfat olarak Müntakîm “suçluyu yakalayıp mağlup eden, cezasını vererek yaptıklarının acısını tattıran” anlamına gelir. (Araf, 7/136.)

Yüce Allah kuşkusuz acıyan, hilmle muamele eden, esirgeyen ve bağışlayandır. O’nun bu sıfatlarını belirten yüzlerce ayet ve hadis bulunmakta, küfür dâhil en ağır günahları işledikten sonra bile halisane yapılan tövbeleri kabul edip affetmektedir. Fakat af, kötülükle iyiliği bir görmek, haksızlıkları özendirmek şeklinde uygulanırsa, toplumda iyilikle kötülük arasındaki fark ayırt edilmez hâle gelir. Yüce Rabbimizin “Afuvv, Gafur, Halîm, Raûf, Rahîm” gibi isimlerinin kemali, haklı ve haksızı aynı tutmak, iyilik ve kötülüğü eşit saymak gibi külli bir şerre yol açmaz. Zira affın anlamlı olması ancak cezaya muktedir olunması durumunda mümkündür. Cezalandırmak imkanından yoksun olanlar için af bir erdem değildir.

İnsanlarda olanın aksine, Allah’a nispet edilen intikam kavramında psikolojik tatmin unsuru bulunmaz. Çünkü O’nun cezalandırmasının amacı, kişiyi ıslah etmek, toplumun düzenini sağlamak ve adaleti tesis etmektir. Bu açıdan Müntakîm isminin esma-ı hüsna hadisi içinde Tevvâb ile Afuvv isimleri arasında yer alışı dikkat çekicidir.

İntikam kavramı Allah’a nispet edildiğinde, iki hususa dikkat edilmesi gerekir. Öncelikle Gazali’nin belirttiği üzere Yüce Allah, suçluları cezalandırmadan önce çeşit çeşit yollarla onları uyararak kendilerini düzeltme şansı verir ve onlara zaman tanır. Çok kereler mazeretlerini kabul eder, peygamberler göndererek azap ile korkutur ve tövbe etmelerine fırsat verir. İkinci önemli noktayı da Kuşeyri vurgulamıştır. Buna göre Cenab-ı Hak intikam alırken de bunu kendisi için değil zulme uğrayan “dostları” için yapar. Hz. Peygamber’in de kendi şahsına yönelik kötü davranışlardan ötürü kimseyi cezalandırmadığı, ancak Allah’ın açıkça yasakladığı şeylerin aleni ve kesin şekilde çiğnenmesi durumunda cezalandırma cihetine gittiği bildirilmiştir. (Buhari, Menâkıb, 23; Müslim, Feżâil, 77-79.)

Kur’an’da Müntakîm

“Nakm” kavramı Kur’an-ı Kerim’de on üç yerde Allah’a nispet edilmektedir. Bunların altısı fiil kalıbında, dördü “Züntikâm” (suçlunun hakkından gelen), üçü de Müntakîm şeklindedir.

İntikam fiilinin Allah’a izafe edildiği yerlerde, hınçla şahsi bir öç almanın değil, zalimleri ve kâfirleri müminlere yaptıkları zulüm ve haksızlıklardan dolayı cezalandırmanın söz konusu olduğunu görürüz. Mesela Araf suresi 136-137. ayetlerde anlatıldığı üzere Firavun ve kavmi, Hz. Musa’ya verdikleri bütün sözlerden dönerek mucizeleri yalanlamışlar, kavmine akla hayale gelmez eziyetler yapmışlar, Mısır’dan çıkışlarına dahi izin vermemişler ve peşlerine düşmüşlerdi. Allah Teâlâ da yarılan suları üzerlerine kapatmak suretiyle onları cezalandırmıştı. Rum suresi 47. ayette ise bunun Rabbimizin genel bir kuralı olduğunu görürüz: “Andolsun, senden önce biz nice peygamberleri kendi kavimlerine gönderdik. Peygamberler onlara apaçık mucizeler getirdiler. Biz de suç işleyenlerden intikam aldık. Müminlere yardım etmek ise üzerimizde bir haktır.” (Rum, 30/47.)

Züntikâm vasfı, Yüce Rabbimizi tavsif ettiği dört ayetin tamamında (Zümer, 39/37; İbrahim, 14/47; Ali İmran, 3/4; Maide, 5/95.) Azîz ismi ile birlikte gelir. Bununla Yüce Allah’ın her türlü yenilgi ve acizlikten münezzeh olduğu ve bu nedenle de intikamının şahsi bir hınç meselesi olmadığı vurgulanmış olur. Hiç kimsenin hata ve günahı O’na asla zarar vermediği hâlde O, insanları kendi hâllerine terk etmez. İnsanların zulüm ve saldırganlıklarına bigâne kalmaz.

Bu ismi bilmenin faydaları

Bu isme iman edenler, Allah’ın intikamından korkar ve O’na isyan etmekten sakınır. Doğru ve yerinde kullanılmak şartıyla korku duygusu, insanın kendine sınırlar koymasında ve ilkeli bir hayatı sürdürmesinde önemli bir fıtri duygudur. İnsanın bütün davranışları acı ve korku veren şeylerden kaçınmak, haz ve zevk veren şeylere yönelmek üzere organize olur. Bu gerçeği bilen kişi davranışlarını ve ahlakını, her şeye kâdir olan Allah’ın intikamından korunmak ve hazların en büyüğü olan cennet ve rızaya ulaşmak üzere eğitir. Bu isim İslam’ın denge dini oluşunun en önemli yansımalarından biri olan korku ile ümit arasında olma durumunu gerçekleştirebilmemize yardımcı olur. Rahmet ve af yanında ceza ve mahrumiyet ifade eden ilahi isimleri bilmek, bu dengeye ulaşmamızda son derece etkilidir.

Sufiler, bu ismin tecelli ettiği kişiyi “kendi nefsine her yönden hâkim ve gerektiğinde onu cezalandırmaktan sakınmayan” kişi olarak tanımlarlar. Onlara göre kişi en büyük düşmanının nefsi olduğunu hiç unutmamalı ve onun vereceği zararlardan korunmak üzere her an onu cezalandırabilecek gücü ayakta tutmalıdır.

Bu isme bütün kapsamı ile iman eden bir Müslüman, Allah Teâlâ’nın takdiri ile bir olumsuzluğa maruz kaldığında, bunu O’ndan başka giderecek kimse olmadığını bilir ve bu olayın kendisini hatalarından uzaklaştırarak eğitmesine ve arındırmasına fırsat verir. Rabbimizin rahmeti her şeyi kuşattığı için (Araf, 7/156.) O’nun intikamı dahi bu rahmetten payını almıştır. Eğer iş işten geçmeden başımıza gelen olumsuzluklardaki bu rahmet çağrısını görebilirsek nikmet nimete dönüşür.

En Güzel İsimler 99 Esma Sonsuz Mana-Vaize Fatma Bayram 

20 Aralık 2021 Pazartesi

80- Et-Tevvâb ism-i şerifi:


Tövbe aslen dönüş demektir. Kur’an’da hem kullar hem de Yüce Yaratan hakkında kullanılan bu kelime kula nispet edildiği zaman arızi olan günah hâlini bırakıp asli olan salah hâline dönmesi demektir. Allah Teâlâ’ya nispet edildiği zaman ise sonradan meydana gelen gazaptan, asli olan rahmete dönmek manasındadır.

Tevvâb ismi, geldiği vezin icabı çokluk ifade eder. Bu durumda insan için kullanıldığında “çok tövbe eden”, Allah için ise “tövbeleri çok kabul eden” anlamına gelir. Allah’ın Tevvâb olması kulun günahının büyüklüğüne, çeşidine ve şekline bakmaksızın günahından dönüşünü kabul eden, kulu kendisine döndüğünde o da kuluna dönen demektir. Kendisine her yönelenin yönelişini kabul etmeyi ilke edinmiştir. İşlenen hiçbir günah Allah’ın af ve mağfiretinden daha büyük değildir. Yeter ki kul günahından vazgeçsin, hiç şüphesiz Allah’ı Tevvâb ve Rahîm olarak bulacaktır. Zira Allah, kulunu tövbeye muvaffak etmişse, tövbesini de kabul eder.

Gazali´nin ifadesiyle bu isim, Yüce Rabbimizin kullarını tövbeye çok çok teşvik ettiğini de ifade eder. Çünkü Tevvâb, aynı zamanda “kullarına tövbe yollarını kolaylaştıran” demektir. Bu manada çeşitli musibet ve belalar, başa gelen envaiçeşit uyarılar ve tövbelerin çokça kabul edildiği mübarek vakitler hep birer tövbe fırsatıdır. Allah kullarını terk etmediği zaman, sırf tövbe etsinler diye, onları birtakım imtihanlara ve sıkıntılara tabi tutar. (Tevbe, 9/126.)

Kur’an’da Tevvâb

Kur’an-ı Kerim’de tövbe kavramı fiil ve isim kalıplarıyla otuza yakın ayette Allah’a izafe edilmektedir. Tevvâb ise Allah’ın ismi olarak dokuz ayette Rahîm, bir ayette Hakîm ismiyle, bir ayette de tek başına geçmektedir. “Tevvâb” isminin, ekseriyetle “Rahîm” ismi ile birlikte gelmesi Yüce Rabbimizin suçlarımızı affetmekle kalmayıp ardından rahmet ve ihsanı ile de tecelli edeceğinin müjdesidir. Aynı zamanda bu durum, affın merhamet ve şefkat ile iç içe olduğunu gösterir.

Bakara suresi 37. ayetten öğrendiğimize göre, Hz. Âdem’e hata ettiğinde nasıl tövbe edeceğini Allah öğretmiştir. Bu ayetin tefsirinde Elmalılı’nın aktardığına göre Hz. Âdem hatasından dönüp tövbe edince Cenab-ı Hak da onu er geç cennete döndürmeye söz vermiştir. Burada işin sırrı hata tabiat hâline gelmeden hemen dönüş yapılmasıdır. (Nisa, 4/17-18.) Her isyan arızi bir kesinti ile Allah’ın rahmet ve lütfunu bizden uzaklaştırır. Hemen tövbe edilirse arıza giderilmiş, lütuflarla bağlantı yeniden sağlanmış olur. Elmalılı’nın dediğine göre insanın saadeti, günahları kendisine huy edinmemek için daima tövbe ve istiğfar üzere bulunmasındadır. İnsanı ümitsizliğe sevk edecek olan şey de işlenen günah değil, günahta ısrar etmek ve tövbeyi unutarak şeytana uymayı huy edinmektir.

Kur’an’dan öğrendiğimize göre tövbe illa bir hatadan sonra yapılmaz. Rabbimize karşı bilemediğimiz eksikliklerimizin şerrinden de Allah’ın Tevvâb ismine sığınırız. Efendimizin günde en az yüz kez tövbe ettiğini bildiğimiz gibi Bakara suresinin 128. ayetinde Hz. İbrahim’in de Kâbe’nin inşasından sonraki niyazında Tevvâb ismine sığındığı aktarılır. İslam’ın nihai zaferinden ve Peygamberimizin görevini başarı ile yerine getirdiğinden bahseden Nasr suresinin sonunda Efendimizin şahsında hepimize büyük zaferlerin ardından Allah’ı tespih edip O’nun affını dilememiz emredildikten sonra sure Tevvâb ismi ile nihayete erer.

Tevvâb tecelli ederse

İnsanın bir hata işledikten sonra, iyice uzaklaşmadan Rabbine hemen dönebilmesi, Allah Teâlâ’nın ona Tevvâb ismiyle tecelli ettiğini gösterir. (Tevbe, 9/118.) Tevbe suresine ismini veren olayda Tebük seferine katılmayan üç sahabenin, münafıkların yaptığı gibi bahaneler uydurmaya kalkmadan hatalarını kabul etmeleri ve Allah’ın affına sığınmaları anlatılırken kullanılan ifadeler tövbeye muvaffak olmanın da Allah’ın bir lütfu olduğunu gösterir. Yalnız bunu başarabilmek için psikolojide “farkındalık” denilen meziyete sahip olmak gerekir. Kendi davranış ve ahlakı üzerinde düşünmeyen; hatalarını, iş işten geçip de kalıcı bir ahlaka dönüşmeden fark etmeyen kişiler bunu başaramaz. Fakat Tevvâb isminin tecellisi için sadece farkındalık da yetmez. Zira Kur’an’a göre tövbe yalnızca kalpteki pişmanlık ve bunun dil ile söylenmesi değil, arkasından ıslah gelecek şekilde davranışların tam olarak düzeltilmesidir. (Bakara, 2/159-160.) Tıpkı yanlış yola girdiğini fark eden birinin hedefine varması için yanlışını fark ettikten sonra geri dönüp yolunu doğrultması gerektiği gibi. Tevvâb isminin tecellisi öncelikle öz eleştiri ve ilahî otoriteye güven ile ortaya çıkar. Bu iki özellik, insanı kemale götüren en güvenli yola, yani hatalarını düzelte düzelte ilerlemeye götürür.

Tevvâb’ın tecelli ettiği insanlar kendi hatalarını hemen fark edip düzelttikleri gibi başkalarına da düzeltme şansı tanıyan, yüce gönüllü, her zaman af yolunu tutan kişilerdir. “Bir şahıs Hz. Peygamber’e gelerek ‘Ey Allah’ın Resulü, yanımızda çalışan hizmetçimizi günde kaç defa affedelim?’ diye sordu. Allah’ın elçisi cevap vermedi. Bunun üzerine sorusunu tekrarladı. Allah’ın elçisi yine suskunluğunu sürdürdü. Aynı soruyu üçüncü kez yöneltince ‘Onu günde yetmiş defa affedin!’ cevabını verdi.” (Ebu Davud, Edeb, 123-124.) Bu hadisle Efendimiz, affa bir sınır koymak isteyen kişiye affa sınır konulamayacağını veciz bir şekilde göstermiştir.

Tevvâb isminin tecelli ettiği insanlar kendi günah ve isyanlarına Rabbimizin nasıl karşılık vermesini istiyorsa kendisi de O’nun kullarına karşı aynı müsamahayı gösterir. Bu yüce gönüllülük de etrafındakilerden önce kendisine büyük bir huzur verir.

En Güzel İsimler 99 Esma Sonsuz Mana-Vaize Fatma Bayram  

19 Aralık 2021 Pazar

79- El-Berr ism-i şerifi:


“Berr” kelimesi Arapçada “itaatkâr, sadakatli, vefakâr ve iyiliksever olma” anlamına gelen “birr” kökünden türemiş bir sıfattır. Esmayıhüsnadan biri olarak “yaratıklarına karşı rahmeti, mağfireti, lütuf ve ihsanı bol” ve “söz ve haberlerinde mutlak sadık, asla yalan söylemeyen” şeklinde olmak üzere iki farklı anlam taşır. Hakikate sadakat ile mutlak iyiliğin aynı kelime ile ifade edilmesinin de dikkat çekici olduğunu belirttikten sonra bu ismin anlamındaki genişliğe de işaret etmek gerekir. Bu kelimenin aynı zamanda yeryüzünün kara parçaları anlamına geldiğine de işaret eden Ragıb el-Isfehanî kelimenin kökenindeki genişlik anlamını öne çıkararak “Berr” olmanın hayırlardaki genişlikle ilişkisine dikkatlerimizi çeker.

Berr ismi taşıdığı ikinci anlam itibarıyla de Allah Teâlâ’nın sözlerinin ve O’ndan gelen haberlerin tartışılmaz, kesin doğrular olduğunu ifade eder. Allah’ın ilmi, dolayısıyla da verdiği bilgi değişmez, zaman onu eskitmez, hiçbir zaman hükümsüz kalmaz. O bilgiden şüphe duyan kendisine yazık eder. Çünkü şaşmaz, yanılmaz, mutlak gerçek olan hakikatin kaynağından uzak düşmüş olur. Gidişatının hakikat ile örtüşme ihtimali kalmaz.

Berr, Yüce Rabbimizin asli isimlerinden olduğu cihetle kâinatta asıl olan iyilik ve hakikate sadakattir. Kötülük ve yanılgı asıl değil, arızidir. Bu ikisi iyiliğin azalması ve hakikatten sapılması sonucu ortaya çıkar. Kötülükleri asli zannetmek ve bu durumu “tanrının iyiliği” inancı ile bağdaştıramamak yüzyıllar boyunca insanları şirke sürüklemiş, günümüzde de tanrı fikrini tamamen reddetmeye sevk etmiştir. Oysa kötülük, iyiliğin azalması sonucu ortaya çıkan arızi bir durumdur.

Kur’an’da Berr


Kur’an’da “çok şefkatli ve kerem sahibi” anlamında olmak üzere sadece bir ayette ve “Rahîm” ismiyle birlikte Allah’ı tavsif eder. Berr ve Rahîm isimlerinin bir arada zikredilmesi bize, (Rahman isminden farklı olarak, Rahîm isminin ifade ettiği merhametin kulun ameline bağlı bir karşılık olmasından dolayı) Rabbimizin iyilik ve ihsanlarının biz kulların tercih ve davranışlarına bağlı olduğuna da işaret eder. Cennetliklerin, kendilerini bu konuma getiren dünya hâlleri hakkında yaptıkları sohbetin bir parçasını aktaran bu ayetin metnine baktığımızda bu vurguyu açıkça görürüz: “Gerçekten biz bundan önce ona yalvarıyorduk. Şüphesiz O iyilik edendir, çok merhametlidir.” (Tur, 52/28.)

Berr tecelli ederse

Kur’an’a göre, insanların “berr” olarak nitelenmesi, “birr/iyilik”in bütün vasıflarına tam olarak sahip olmasına bağlıdır. Kur’an’da birr (iyilik) kavramının kapsamlı bir şekilde açıklandığı ve kimlere “iyi” denilebileceğinin açıkça ortaya konduğu Bakara suresi 177. ayete göre inanç, ibadet, güzel ahlak, fedakârlık, metanet ve sabır alanlarında eksikleri olanlar “iyi”lerden olamazlar. “İyi” denebilecek insanın bütün yönlerini kapsayan bu hususlardan hiçbiri, diğerinin yokluğunu telafi edemez.

Bu ismin tecelli ettiği kullar kendisine ihsanda bulunana fazlasıyla mukabelede bulunduğu gibi birine iyilik etmek için onun kendisine iyi davranmış olmasını beklemez; iyilik çetelesi tutmaz. Müslüman iyilik gördüğü veya beklediği için değil, iyi bir insan olduğu için iyilik yapar. Hatta kötülük yapmış olana dahi iyilikle mukabelede bulunur. İnsanların özürlerini kabul eder, onları yokuşa sürmez, ilişkileri zorlaştırmaz. İnsanlara ikram edeceği zaman kendisine en sevimli gelen şeylerden ikram eder. Bütün iyiliklerinin, Yüce Allah’ın kendisine yaptığı ikramlar sayesinde olduğunu unutmaz. İyiliklerini kendinden bilmez.

Aslında iyilik etmek, iyilik edilen kişiden çok, iyilik eden için şifadır. Kişinin kendini iyiler arasında hissetmesi onu depresif düşüncelerden korur. Bu nedenle günümüzde karşılıksız iyilik etmek, psikolojik terapi yöntemi olarak uygulanmaktadır.

Kuşeyrî, “Berr” isminin kapsadığı sırları açıklarken berr ile “birrül valideyn” (ana-babaya iyilik ve ihsanda bulunmak) arasındaki ilişkiye dikkat çeker. Bu kapsamda Allah Teâlâ’nın kula iyilik ve ihsanlarının, o kulun ana babasına itaat ve ihsanına bağlı olduğunu da vurgular. Elbette bu ismin tecelli ettiği kul bütün mahlukata iyi davranır. Ancak hiyerarşik değer anlayışını kaybetmiş olan bizlerin, ana-baba, aile büyükleri, hocalar gibi üzerimizde emeği olan insanlara iyi davranmayı özellikle hatırlamamız gerekir.

Sufilere göre bu ismin içerdiği anlamları kavramış olan bir kul, Allah’ın, onun eksik ve günahlarını bağışlayıp onlara rağmen nasıl iyilik ve ihsanda bulunduğunu iyice düşünmeli ve günahlara odaklanmak yerine –Allah onları nasıl örttüyse- kendisi de kendisini bağışlayıp günahlardan doğan ezikliği sürdürmeyi bırakmalı, iyiliklerini çoğaltmak suretiyle Allah’a şükretmeye yönelmelidir. Ders almak ve bir daha işlememe azmini güçlendirmek için arada bir günahları hatırlamakta yarar vardır. Ancak bilmelidir ki sürekli hata ve eksikliklerini düşünmek kişinin iyilik ve güzellik kapasitesini yok eden bir odaklanma hatasıdır. Sürekli pişmanlık aşamasına takılıp kalanlar nefs basamaklarında yükselemezler. Üstelik bu hâl Berr olan Allah Teâlâ’nın lütuf ve ikramlarını görmeye mani olur. Kişi sırf bu yüzden dahi şükür mertebesini kaybedebilir. Hatalar istiğfarla temizlenmeli, günahlar örtülmeli, hatta unutulmalı, Allah’ın nimetlerine odaklanarak şükrünü ifa etmeye bakılmalı. Efendimizin de defalarca vurguladığı gibi insanların en hayırlısı, iyi amellerle meşgul olan, hayırlarda yarışan, kalbinde şer bulundurmayan ve hiç kimseye eziyet etmeyendir.

En Güzel İsimler 99 Esma Sonsuz Mana-Vaize Fatma Bayram 

18 Aralık 2021 Cumartesi

78- El-Müteâlî ism-i şerifi:

Eskiler Yüce Rabbimizin ismini hiçbir zaman tek başına kullanmamışlar; O’nu her daim yüceltici sıfatlarla birlikte zikretmişlerdir. Bunlardan, kulaklarımızın en alışkın olduğu kullanım şekli “Cenab-ı Hak” ve “Allah Teâlâ” ifadeleridir. Teâlâ fiilinden türemiş bir isim olan Müteâlî, Rabbimizin sınırsız bir yücelik sahibi olup akla gelebilecek her türlü sınır ve kayıttan münezzeh olduğunu ifade eder. Bu kalıbın özünde bulunan zorluk da bu yüceliği aklın almasındaki zorluğa tekabül eder.

Zihinlerimizin Allah tasavvuru doğru dürüst olmayınca oradan üretilen hiçbir düşünce, davranış ve bakış düzgün olamıyor, malumunuz. Zihnimizin hiyerarşik yapısı içinde en üst değerlerin, bütün bilgi ve kazanımların birbirine eklene eklene bağlanacağı nihai nokta Allah Teâlâ olmazsa orada ciddi bir kargaşa olur. Bu kargaşadan her şeyin yerli yerinde olduğu bir hayat kurulamaz. İşte bu açıdan Müteâl isminin taşıdığı, yücelerden yüce oluş anlamı, en küçük detaydan en büyük adımlara varıncaya kadar hayatlarımızın her anı için muazzam önem taşımaktadır.

Bu konuda aklın makamı O’nu hakkıyla kavramaktan aciz olduğunu itiraf etmektir. Hiçbir akıl O’nun kemalini hakkıyla kavrayıp anlatamaz. Sıfatlarını gereği gibi tasavvur edemez. Bunu kabul edip kusursuz mükemmellik ve akla gelebilecek her üstün gücün de üstünde bir yücelik sahibi olan Allah Teâlâ her an hatırda tutulmadıkça üstün görülenler karşısında ayakların kayması ne kolaydır. O’ndan gelene razı olmak, sonsuz iyi, eksiksiz merhamet ve şefkat sahibi, kimsenin engel olamayacağı bir güce sahip ve her şeyden yüce bir kudretin rehberliğinde ve onunla uyum içinde yaşamak demektir.

Râgıb el-İsfahânî’ye göre bu kavram zât-ı ilâhiyyeye nispet edildiğinde, “kimsenin O’nun mahiyetini anlatamayacağı, arifler de dâhil olmak üzere hiç kimsenin ilim ve irfanının künhünün bilgisine ulaşamayacağı” anlamına gelir. Müteâl ismi ile aynı kökten olan “Teâlâ” sıfatının geçtiği şu ayet tam olarak bunu ifade eder: “Allah’ın kadrini gereği gibi bilemediler. Yeryüzü kıyamet günü bütünüyle O’nun elindedir. Gökler de O’nun kudretiyle dürülmüştür. O, onların ortak koştuklarından uzaktır, yücedir.” (Zümer, 39/67.)

Kur’an’da Müteâl

Müteâl isminin kökü olan “ulüvv” kavramı yirmi yedi ayette Allah’a izafe edilmiş olup bu ayetlerin çoğunda, müşriklerin Allah Teâlâ’ya izafe ettiği ortaklar ve Yüce Rabbimiz hakkında düşünülemeyecek uygunsuz ifadeler reddedilmiş (Enam, 6/100; Araf, 7/190; Yunus, 10/18; İsra, 17/43; Cin, 72/3.); bazılarında ise doğrudan Allah Teâlâ’nın yüceliği hatırlatılmıştır. (Taha, 20/114; Müminun, 23/116; Alâ, 87/1.) Bu ayetlerde Müteâl isminin çeşitli formları cedd, kebir, uluvv gibi Rabbimizin yücelik ve azametini vurgulayan sıfatlarla birlikte gelmiştir.

Müteâl ismini, bu kalıpla Kur’an-ı Kerim’de sadece bir yerde görürüz: Rad Suresi 9. ayette. Yoğun bir şekilde yaratıcının tekliği ile mahlûkatın çeşitliliğinin işlendiği surenin bu ayetinin sonunda Kebîr ve Müteâl isimleri peş peşe zikredilir. Bu kısmın tefsirinde Elmalılı kısaca şunları söyler: “Kebirdir, yani her şey kendisinden daha küçük olan ve hiçbir şekilde, hiçbir çerçeveye sığdırılamayan tek ve biricik büyüktür. Müteâldir, yani kudretiyle her şeyden üstün, miktar ve sınırlılık gibi yaratılmışlara mahsus olan sıfat ve özelliklerden münezzeh, eşsiz ve yücedir. Yüceler yücesidir. Bundan dolayı hidayet O’na aittir. O’nun ilim ve kudretinin dışında kalacak ve huzuruna çıkıp hesap vermeyecek hiçbir şey yoktur.”

Yücelik tecelli ettiğinde

Müteâl isminin içerdiği yücelik ve ululuğu kavrayan ve ona iman eden kişinin ahlak ve davranışlarında, ibadet ve dualarında muazzam bir tecelli meydana gelir. Müteâl olan Allah Teâlâ’nın her gücün üstünde, her görünenin ötesinde olduğunu bilmiştir. Bunu hakkıyla bilen insan, mahlûkattan herhangi birinin gücü karşısında eğilmez; güçlüler, yalnızca güçlerine dayanarak onun üzerinde hâkimiyet kuramaz. İnanır ki kibir ve tekebbürün en büyük ilacı olan namazdaki secde, kulun bu dünyada gerçek manada ulaşabileceği en yüksek konumdur. İnsan, kalbindeki en üst noktaya Allah Teâlâ’yı yerleştirdiğinde, bu da kalbin secdesi olur ki işte o zaman Müteâl olan Allah’ın, o kuluna bu ismiyle tecellisi tekemmül eder.

Bu isim, bizi dolaylı olarak Allah katındaki yücelikle bizlerin zihinlerindeki yücelik kavramını da karşılaştırmaya ve bir şeye kıymet verirken yanlış ölçütler kullanmamaya teşvik eder. Herkes kendince bir örnek bulabilirse de biz sizin dikkatinize “Dünyanın kıymeti nedir?” sorusunu sunuyoruz. Yüce olan nedir, aşağı olan nedir? Kimlere, niçin kıymet verilir? Ömrümüzü hangi değerin peşinde harcıyoruz? Bunlar ve benzeri sorular zihnimizdeki “üstün, değerli, kıymetli” sıfatlarını neyin hak ettiğini daima gözden geçirmenin önemini ortaya koyar. Eğer bu sorulara doğru düzgün cevap bulamayıp zihinsel inşamızda şeylerin yerini alt üst edersek tevhide ulaşamaz, kendini çeşitli şekillerde ortaya çıkaran şirkin hercümercinde boğulur gideriz.

En Güzel İsimler 99 Esma Sonsuz Mana-Vaize Fatma Bayram  

17 Aralık 2021 Cuma

77- El-Vâlî ism-i şerifi:


“Birinin işini üstlenmek; bir ülkeyi yönetmek; yardım etmek, sevmek” manalarındaki velâyet kökünden türemiştir. Bütün varlıkların hükümranı ve onlar üzerindeki yegâne mutasarrıf demektir. Rabbimizin mahlûkatın bütün işlerini yoluna koyan ve gereği gibi yöneten olduğunu ifade eder. O, yarattığı her şeyin bütün ihtiyaçlarının karşılığını da yaratmış ve sistemi kusursuz bir şekilde kurmuştur.

“Bir şeye çok yakın olmak, bir kimseyle yan yana bulunmak” anlamındaki “vely” kökünden türemiş olan Velî ismi ile aynı kökten ve yakın anlamlıdır. Bu nedenle Rabbimizin hükümranlığı acımasızlık değil; sürekli bir nimet, yakınlık ve merhamet içerir. Vâlî, insanların işlerini, onların hayrına olarak, şefkat ve merhametle yürütendir. Aynı zamanda tasarruf ve hâkimiyetinin yanı sıra devamlı olarak ihsan eden ve nimetleri daim olan manasını da taşımaktadır. Kısacası Vâlî, idaresi altındakileri iyilik, ihsan, yakınlık ve sevgi ile idare eden bir yöneticiyi ifade eder.

Kur’an’da Vâlî


Kur’ân-ı Kerîm’de Vâlî ismi sadece Rad suresi 11. ayette geçer. Yirmiyi aşkın ayette ise Velî kalıbında, müminlerin dostu ve yardımcısı anlamında geçmektedir. (Bakara, 2/257; Araf, 7/196.) Rabbimiz dünya hayatında ihtiyacımız olabilecek bütün nimetleri yaratıp onlara ulaşma yollarını göstererek; uhrevi hayatta da bizi kötü akıbetten koruyacak yaşam biçimini anlatmak üzere peygamberler göndererek insanoğlunun dünyevi-uhrevi bütün ihtiyaçlarını gözetmiş, onun faydasına olacak yolları açmıştır. Kur’an’da aynı kökten türeyen “Mevlâ” nitelemesi de Allah’a izafe edildiğinde “sevme, koruma, yardım etme, tasarruf ve himayesi altında bulundurma” gibi anlamları öne çıkar.

Öncesinde putlara taparak onların himayesini uman müşriklere meydan okunduktan sonra Araf suresinin 196. ayettinde Efendimiz’in (s.a.s.) şahsında bütün müminlerden “…Bilin ki benim velim, kitabı indiren Allah’tır. O, iyileri koruyup kollar.” demeleri istenmektedir. Burada özellikle velî kelimesi ve aynı kökten gelen “yetevellâ” fiili kullanılarak müminlerin Yüce Allah’a olan sevgi ve bağlılıklarıyla O’nun kendisine inanıp bağlanan iyi kullarına (sâlihîn) olan sevgisi, koruyuculuğu ve lütufkârlığı dile getirilmektedir. Buna göre Allah ile müminler arasında sıcak bir ilişki vardır; müminler Allah’a gönülden inanıp bağlanmakta, O’nu dost bilmekte; Allah da onları sevmekte, yollarını aydınlatan kitabı göndermek suretiyle doğru yolu bulup o yolda yürümelerini sağlamaktadır.

Vâlî tecelli ederse

Yüce Allah, Vâlî isminin tecellisi ile insanlar içinde yönetme kabiliyetine sahip idareciler yaratmış ve varlığı bir hiyerarşi içinde düzene sokmuştur. Âlemde ne kadar basit ve küçük olursa olsun, körü körüne cereyan eden hiçbir olay yoktur. Hepsi O’nun planı ve idaresi altında, bir hedefe yönelik olarak ve O’nun izniyle cereyan eder. Evrenin temelinde yönetim vardır. İnsanlar arası ilişkiler dahi böyledir. Bu yüzden Efendimiz iki kişi bir iş için bir araya geldiğinde birinin yönetici olmasını tavsiye etmiş; günlük hayatı dahi başıboşluğa bırakmamıştır.

Cenabı Hakk’ın Velî ve Vâlî isimlerini bilip gereği gibi inanan bir Müslüman Allah’ın dinine uygun düşmeyen bir velayetin altına girmez; Allah düşmanlarının dostluğuna ve himayesine sığınmaz. (Al-i İmran, 3/28.) Onları sırdaş ve dost edinmez. (Al-i İmran, 3/118.) Hâkimler hâkimi, yönetenlerin de yöneticisi olan Allah’ı unutmaz; her ihtiyacını O’na arz eder.

Özellikle bu isimle nitelenen veli ve valiler bu ismi taşımanın sorumluluğunu hiç akıllarından çıkarmadan, üstlendikleri bu işi büyük bir itina ve hakkaniyetle yerine getirmelidirler. Efendimiz kendisi ile zayıf ve güçsüzler arasına engeller koyan ve ulaşılmaz olan yöneticilerin kıyamet günü Allah ile aralarında engeller olacağını (Müsned, V, 239.) yoksullara, haksızlığa uğrayanlara ve ihtiyaç sahiplerine kapısını kapatanlara Allah’ın da rahmet kapılarını kapatacağını (Müsned, III, 441, 480.) belirtmiştir.

Her insan bir boyutta yönetilen bir diğer boyutta ise yönetendir. (Zuhruf, 43/32.) Dolayısıyla dinimizin yöneticilere dair emir ve tavsiyeleri yukarıdan aşağıya doğru, hiyerarşik olarak ümmetin her bir ferdini ilgilendirmektedir. Esmayıhüsnâ şarihi Ali Osman Tatlısu, Vâlî ismini açıklarken şöyle der: İnsan, hâkimler hâkimi, yüce bir Vâlî tarafından sicilinin tutulduğunu unutmamalı, hayat aşamalarında hâlden hâle geçerken Rabbine karşı sadakatsizlik, hadsizlik ve terbiyesizlikten sakınıp kendi uhdesine verilen vazifelerin o en yüksek mercinin huzurunda değerlendirileceğini aklından çıkarmamalıdır.

Sufiler hayatımızda cereyan eden hâlleri Vâlî olan Rabbimizin tasarrufatı olarak görür ve kişinin iradesinin bu kaderi fark edip kabul etmek ve ondan istifade etmek olması durumunda hayatın keyfini çıkarabileceğini söylerler. Çağdaş psikolojinin “kendinle barışık olmak” diye nitelendirdiği bu durum akıl ve ruh sağlığının üzerine kurulacağı temel esastır. Aksine Rabbimizin tasarruflarına isyan ettiğimizde sonuç değişmez, başımıza gelecek olan yine gelir; ancak bu durumda kişi sürekli bir küskünlük ve güceniklik içinde yaşar ve hayata uyumsuz biri olur. Vâlî isminin tecelli ettiği kul hem kendi varlığını hem de kendisine emanet edilenleri Allah’ın nizamına göre idare eder. Adalet ve iyilik dağıtır. Hizmetleri vesilesi ile Allah’ın nimetlerine gark oldukça onları da aynı yolda kullanarak iyiye doğru gitmesini, gelişmesini devam ettirir.

En Güzel İsimler 99 Esma Sonsuz Mana-Vaize Fatma Bayram    

16 Aralık 2021 Perşembe

75- El-Zâhir, 76- El-Bâtın ism-i şerifi:


Rabbimiz, varlığını açık ve kesin delillerle bilmek mümkün olduğu için zahir; zatının gerçek mahiyetini kavramak imkânsız olduğu için de bâtındır. Sözlükte “ortaya çıkmak, belirgin olmak; üstün olmak, galip gelmek; yardım etmek” anlamlarındaki zuhûr kökünden türeyen zahir, terim olarak “varlığını ve birliğini belgeleyen birçok delilin bulunması açısından belirgin olan” manasında kullanılır. Müridi, zahir ismine “hiç kimsenin yenilgiye uğratamayacağı galip ve hâkim” manası da verir. Bâtın kelimesinin mastarını oluşturan batn ve butûn ise “gizli olmak; bir şeyin iç yüzüne ve bir kimsenin sırlarına vâkıf olmak” manalarına gelir. Bu iki isim bir arada Rabbimizi şöyle tanımlar: Varlığını belgeleyen birçok delil bulunmakla birlikte duyulardan gizli olup gözle algılanamayan; mahiyeti bilinemeyen, kemiyet ve keyfiyetle nitelenemeyen, zihnin tasavvur sınırlarına girmeyen; mümin kuluna zahir olmakla birlikte münkirin nazar ve tefekküründen gizlenen; âlemdeki bütün nesne ve olayların açık olanlarını bildiği gibi bunların gizli olanları yanında tümünün bütün gizli yönlerini de bilen.

Aslında O’nun bâtın oluşu zuhurunun şiddetinden dolayıdır. Aşırı parlak ışıkta hiçbir şey göremediğimiz gibi Rabbimizin varlığının tecellilerinin şiddetinden, bir noktadan sonra O’nu göremez oluruz. Ayrıca varlığı son derece zahir olduğu hâlde bizim göremediğimiz birçok varlık vardır. Onları, varlıklarının yol açtığı neticelerden biliriz. Gazali, Allah Teâlâ’nın akıl yoluyla bilinmesi, kesin ve inkâra izin vermeyecek derecede açık seçik olması durumunda O’nu inkâr edenlerin bulunmaması gerektiğini söyler. Daha sonra Cenabı Hakk’ın varlığının bazılarına gizli kalmasının O’nun çok belirgin (şiddet-i zuhûr) oluşundan olduğunu söyler. Ona göre yazının bir yazıcıya ihtiyaç duyması gibi tabiattaki her nesne ve olayın olağan üstü bir düzene sahip olması da onun bir yaratıcı ve düzenleyicisinin bulunduğunu kanıtlar. Bununla birlikte, bu düzen hiç aksamadığı ve her olan bitene egemen olduğu için akli melekelerini ve psikolojik güçlerini yeterince kullanamayan insanlar düzenin kendi kendine sürekli çalıştığı yanılgısına düşerler. Buna alışkanlık körlüğü diyebiliriz. Bu nedenle zahirin tezahürlerine şahitlik edebilmek için bize sıradan görünen olaylardaki mucizevi işaretleri görebilmek ve hayretimizi sürekli koruyabilmek gerekir.

Evvel – Ahir – Zahir – Bâtın

Bu dört isim Rabbimizin kuşatıcılığını anlatır. Allah’ın Evvel ve Ahir oluşu zamanın tamamını, Zahir ve Bâtın oluşu da mekânın tamamını kuşattığını ifade eder. O Evvel olmakla her şeyin ilkidir, Ahir olmakla her şeyin sonu ve arda kalanıdır. Zahir olmasıyla her şeyin üstündedir, Bâtın olmasıyla her şeye aslından daha yakındır. Bu dört isim bir arada tevhidin bütün kapsamını ifade eder.

Abdülkadir el-Bağdadi, Allah’ın gözle idrak edilemeyişinin perdelere bürünmesi gibi sebeplerden ötürü olmayıp göze O’nu görme gücünün verilmeyişinden ileri geldiğini belirtir ve söz konusu ilahi isimlerle ilgili olarak ileri sürülen yorumların en doğrusunun, Hz. Peygamber’in şu duasında yer aldığını söyler: “Allah’ım! Sen Evvelsin, senden önce hiçbir şey yoktur; sen Ahirsin, senden sonra da hiçbir şey yoktur. Sen Zahirsin, fevkinde hiçbir şey yoktur; sen Bâtınsın, dununda (senden öte) hiçbir şey yoktur.” (Müslim, “Zikir”, 61; Ebu Davud, “Edeb”, 98.)

Kur’an’da Zahir ve Bâtın

Bu iki isim, fiil ve isim kalıbında, toplam altı ayette bir arada gelerek Rabbimizi tanımlar. (Enam, 6/120, 151; Araf, 7/33; Lokman, 31/20; Hadid, 57/3,13.) Hadid Suresi 3. ayette Evvel, Ahir, Zahir ve Bâtın isimleri peş peşe gelir. Bu ayetin tefsirinde Elmalılı, Zahir isminin Rabbimizin varlığının her şeyden aşikâr oluşunu ifade ettiğini, çünkü âlemdeki her şeyin O’nun varlığını apaçık bir şekilde gösterdiğini söyler. Ona göre bütün varlıklar, daha kendileri varlık sahasına çıkmadan O’nun varlığını ispat ederler. Bununla birlikte bu zahir oluş bizi hataya sürükleyip de zahir olan şeyleri O zannetmemeliyiz; çünkü O Zahir olmakla beraber Bâtındır da. Duyular, hisler ve hayal ile tahayyül olunamayacağı gibi O’nun varlığının hakikati akılların idrak ve ihatasına sığmaktan münezzehtir. Binaenaleyh ne yalnız Zahir ne de yalnız Bâtın diye hükmetmemeli, bu iki sıfatı birlikte düşünmelidir. Bu olmadığında birçokları gaflet ederek vahdetivücut namına hatalara düşmektedirler.

Enam suresi 120. ayet ise bize günahların da zahir ve bâtın olanları olduğunu ve sadece herkesin gördüğü zahiri günahları değil, sadece Yüce Allah’a malum olan en gizli günahları da terk etmemiz gerektiğini söyler. Bu gizli günahlar Allah Teâlâ’nın nazargâhı olan kalbimizle işlediğimiz günahlardır.

Lokman suresi 20. ayet Rabbimizin bize sadece görünen nimetleri değil; akıl, kalp ve vicdan gibi hatta hakkında hiçbir bilgimiz olmadığı için farkında dahi olmadığımız nice nice nimetler verdiğini hatırlatır. En akıl almaz yollardan bize ulaşan bu gizli ve açık nimetlerin farkında olmak kulun şükür ve minnettarlık duygularını pekiştirir. Bu da kalp huzuru ve ruh sağlığının en önemli şartıdır.

Zahir ve Bâtın tecelli ederse

Allah’ın Zahir ve Bâtın isimleri, O’nun hem görünen hem de görünmeyen âlemlerin yaratıcısı ve yöneticisi olduğu manalarını vurgulamaktadır. Bu nedenledir ki iman sadece bir vicdan işi değildir; onun zahire bakan bir tarafı da vardır. Bu iki isme layıkıyla inanmak insanın iç dünyasını, niyetlerini ve kalbini tam anlamıyla temiz tutmaya dikkat ettiği kadar bu temizliğin söz ve davranışlarına da yansımasına özen göstermeyi gerektirir.

En Güzel İsimler 99 Esma Sonsuz Mana-Vaize Fatma Bayram 

15 Aralık 2021 Çarşamba

73- El-Evvel, 74- El-Âhir ism-i şerifleri:


Yüce Allah her varlıktan mukaddemdir. Varlık yok olduktan sonra da O’nun var oluşu devam eder. Varlığının başlangıcı ve sonu yoktur. Her şeyin yaratıcısı olması hasebiyle Evvel; bütün işlerin önünde sonunda O’na dönecek olması hasebiyle de Âhir’dir. Başlangıç ve son, yaratılmışlar için söz konusudur ve kendisi de bir mahlûk olan “zaman”a ait kavramlardır. Evvel ve Âhir isimleri Cenab-ı Hakk’ın zamanın dışında olduğunu ifade eder.

Allah Teâlâ bütün varlıklar üzerine mukaddem olup kendi varlığının evveli yoktur. Kendisi için asla başlangıç tasavvur olunamaz. Onun için O’na Evvel demek, "ikincisi var" demek değildir. "Sâbık’ı, yani kendisinden evvel bir varlık sahibi yok" demektir. Allah’ın ismi olarak Âhir; her şeyin sonunun, bitiminin Allah’a nispetle önce olacağını, hiçbir varlığın O’nun ötesine geçme imkânına sahip olamayacağını ifade eder. Başta Maturidi olmak üzere Halîmî, Abdülkahir el-Bağdadî, Zemahşerî, Beyzavî ve Muhyiddin İbnü’l-Arabi gibi âlimler bu iki ismin Kur’ân-ı Kerim’de olduğu gibi beraberce kullanılmasının gerektiğini söyler. Çünkü Rabbimizin evveliyet ve âhiriyeti, zamanın başlangıç ve sonuç sınırlarının üstünde oluşu, başka bir deyişle zamandan münezzeh bulunuşu demektir. Bu mananın da ancak iki ismin beraber kullanılmasıyla elde edilebileceği kabul edilmiştir.

Kur’an’da Evvel ve Âhir

Hadid suresinde yer alan (Hadid, 57/3.) birbiriyle bağlantılı Evvel, Âhir, Zahîr ve Batın isimleri üzerinde ilk dönemlerden itibaren durulmuş ve ilgi çekici yorumlar yapılmıştır. Buna göre Allah Teâlâ, her şeyin yaratıcısı ve ilk illeti olması itibarıyla Evvel, her şeyi yaşatan ve yok eden olması bakımından Âhirdir. İlk bilinmesi itibarıyla Evvel, en son varılan olması bakımından Âhirdir. Zamanın dışında olması itibarıyla hem Evvel hem de Âhirdir.

Elmalılı merhum, bütün yaratılmışların kendilerini var eden ilk sebep olmasa, özünde helake ve yok oluşa mecbur olduğunu belirttikten sonra Yüce Allah’ın Evvel ve Âhir oluşunu her şeyden evvel olduğu gibi, hepsinin gayesi ve varlığın dönüp dolaşıp varacağı son nokta olduğunu ifade ederek açıklar. Kur’an’da Hadid suresinde yer alan Evvel isminden başka birçok ayette yaratmayı başlatma, devam ettirme ve yenileme fiilleri, ayrıca göklerle yerin ve aralarındaki her şeyin yani kâinatın icat edilişi de Allah’a izafe edilir. "...O’nun zatından başka her şey helâk olacaktır..." (Kasas, 28/88.) "...Yeryüzünde bulunan her şey yok olacaktır. Yalnız celal ve ikram sahibi Rabbinin zatı baki kalacaktır." (Rahman, 55/26-27.) ayetleri Allah’ın Âhir olduğunu; "Allah, her şeyin yaratıcısıdır..." (Zümer, 39/62.), "Allah’tan başka yaratıcı mı var?" (Fatır, 35/3.) ayetleri de Allah’ın Evvel olduğunu ifade eder. Peygamber’imizin şu hadisi Evvel ve Âhir isimlerini açıklamaktadır: "Allah’ım! Sen evvelsin. Senden önce hiçbir şey yoktur. Sen, ahirsin. Senden sonra da hiçbir şey olmayacaktır..." (Müslim, Zikir, 60; İbn Mace, Dua, 2; Ahmed, I, 404.)

Bu isimler insana tecelli ederse

Yüce Allah’ın “Evvel” olduğunu bilmek, sadece sebeplere bakmaktan ve sebep sonuç ilişkisine bağımlı kalıp sınırlı düşünmekten kurtulmamızı sağlar. Bütün bu varlık alemini mutlak yokluktan yaratan Allah, Müsebbib-i Evvel’dir. Yani tüm sebepler zincirini de O yaratmıştır. Bu nedenle bir işin olmasını istediğimizde, O’nun koyduğu düzen çerçevesinde tüm esbaba riayet ederiz ama her işin nihai noktada O’nun onayına bağlı olduğunu da bilir, esbaba değil onları yaratana güvenir ve tevekkül ederiz. Mutlak manada her şeyden evvel ve sonra olmak Yüce Allah’a mahsus olsa da Evvel isminin tecellisi ile insanlar hayırlarda ve insanların hayatlarını kolaylaştıracak buluş ve icatlarda öncülük ederler. (Tevbe, 9/100.) Bunlardan bazılarının ise isimleri kıyamete kadar anılır. İşte onlar da Âhir isminin tecellisi ile kendileri gitse dahi bu cihanda adı kalmış kişiler olurlar.

Bu iki ismin kendisinde tecelli ettiği bir insan önceliklerini ve nihai gayelerini doğru tespit eder. Doğru neticelere ulaşabilmek için yapması gerekenleri doğru bir sıra ile yapmak, hayatı ziyan etmemenin en önemli koşuludur. Aksi durumda insan, hayatını nefsinin ve tesadüflerin insafına bırakmış olur ki bu da en baştan kaybetmek demektir. Aslında insan, sonuçlardan değil süreçten sorumludur. Sonuçları yaratacak olan Allah’tır. Bizim hesabımız süreci doğru yaşayıp yaşamadığımızla ilgili olacaktır. Süreci doğru yürütmek de amaçları ve bu amaçlar yolunda öncelikleri doğru tespit etmek ve süreç boyunca bunları hatırdan çıkarmadan irademizi doğru kullanmakla mümkün olacaktır. Eğer sonuçlar süreçten daha önemli olsa idi o zaman “sonuca ulaşmak için her yol mubahtır” anlayışı doğru olurdu ki bu aslında şeytanın izlediği bir yoldur.

Sufiler insanların çoğunun bu dünyada elde etmek istedikleri amaçlar doğrultusunda, Allah’a Evvel ismiyle kulluk ettiğini, oysa asıl ihlaslı kulluğun Âhir adıyla olması gerektiğini söylerler. Âhir isminin en büyük tecellisi ahiret hayatıdır. Ahiret, bir bakıma Evvel isminin tecellisi ile her an yeniden verilen başlangıç fırsatlarının kullar tarafından nasıl kullanıldığının izdüşümü olarak inşa edilen sonlar demektir. Allah’ın Âhir olduğunu bilmek, bütün sebeplerin sonuçta mutlaka yok olacağını ve sadece Âhir olan Allah’ın baki kalacağını bilmemizi sağlar. Geçici varlıklara bağlanmak, yokluğa bağlanmaktır. Hâlbuki Âhir olan Allah’a bağlanmak kesinlikle yok olmayacak ve ebediyen var olacak olana bağlanmaktır.

En Güzel İsimler 99 Esma Sonsuz Mana-Vaize Fatma Bayram 

14 Aralık 2021 Salı

71- El-Mukaddim 72- El-Muahhir:


Dilediği şeyi öne alan, önde bulunduran” manasına gelen Mukaddim, esma-i hüsna listesinde ve diğer hadis rivayetlerinde “geriye bırakan, erteleyen” anlamına gelen Muahhir ismiyle birlikte zikredilmiştir. Diğer zıt anlamlı isimlerde olduğu gibi bu iki ismin de bir arada zikredilmesi, anlam ve muhtevalarının birbirine kıyasla anlaşılması bakımından önem arz eder. Ayrıca bu çift isimlerin bir arada gelişi Yüce Allah’ın esma ve sıfatlarındaki mükemmelliği daha açık bir şekilde gözler önüne serer. Mesela, istediğini öne geçirmeye gücü yeten ama istediğini geriye çekmeye güç ve yetkisi olmayan bir mevkinin kudretindeki eksiklik nasıl bariz ise bu iki duruma da kayıtsız şartsız malik olmanın nasıl bir mükemmellik demek olduğu öylece barizdir.


Maddi-manevi herhangi bir şeyin kıymetini ve önem sırasını belirleme yetkisinin sadece Yüce Allah’a ait olduğunu, O’nun istediği şeyi yüceltip istediğini de daha aşağı bir mevkie indirebileceğini ifade etmesi bakımından bu iki isim, zihinlerimizdeki öncelikler ve kıymetler sırasının ilahi murada uygun bir şekilde belirlenmesi açısından hayati önem taşır. Zira, âlemlerin Rabbi olan Yüce Allah bu âlemlerdeki her bir varlık için bir yer ve önem belirlemiştir. Her kim ki O’nun öne aldığını arkaya atar, arkada bıraktığını öne geçirirse hayatındaki bütün ölçüler şaşar.
Esma-i hüsna şerhine dair eserini tasavvufî bir neşve ile kaleme alan Gazzâlî bu iki ismi “kendisine yaklaştıran-kendisinden uzaklaştıran” diye açıklamış ve Allah’a en yakın olan varlıkları melekler, peygamberler, veliler ve âlimler şeklinde sıralamıştır.
Halîmî, bu isimleri “dilediğine yüce mertebeler veren” ve “bazılarının ulvi mertebelere ulaşmasını engelleyen” şeklinde tanımlamaktadır. Yaratılış ve kaderle ilgili takdim-tehir çeşitleri o kadar çoktur ki bu konuya dalmak sahili olmayan bir denize dalmaya benzer. Şu kadar var ki Yüce Allah’ın bütün fiili sıfatları O’nun eşsiz kudreti, her hususta geçerli ve etkili olan iradesi ve bütün fiillerini kapsayan kâmil manada hikmeti ile alakalıdır. Bütün varlık âleminde ortaya çıkan takdim ve tehir, fayda ve zarar, yüceltme alçaltma gibi şeylerin hepsi bu üç temel vasfın eseridir.

Mukaddim ve Muahhir tecelli ederse

Öncelikle şunu bilmeliyiz ki Allah Teâlâ mahlûkatından bazılarını öne çıkarıp bazılarını da arkada bırakırken bunu o varlıklarda bulunan bazı özellikler nedeniyle yapar. Zira Yüce Rabbimiz –haşa- keyfi (sebepsiz ve hikmetsiz) hareket etmekten münezzehtir. Hayatımız boyunca yaptığımız her seçim bu takdim ve tehirin öncüllerini oluşturur. Zaten özündeki bir liyakat nedeniyle değil de koltuklanarak öne geçirilmiş kişiler getirildikleri yeri dolduramaz, hem kendilerine hem etraflarına eziyet olurlar. Bazılarımızın aklına, kişinin kendi davranış ve seçimlerinin sonucu olmayıp hayatın çeşitli aşamalarında Rabbimizin “Yürü ya kulum!” dedikleri gelebilir. Bu durumda, kişinin kendi çabası sonucu olmayıp da hazır verilen her nimetin bir ödül değil, bir imtihan konusu olduğunu hatırlamamız gerekir.

Cenab-ı Hakk’ın bu tasarrufuna kulluk edebi çerçevesinde teslim olanlar, en ufak bir hususta dahi bariz bir vasfı nedeniyle toplumda öne geçmiş kişilere saygı duyar ve onların mevkiini takdir etmekten gocunmazlar. Büyüklüğü takdir edebilmek, büyüklüğü fark ve idrak edebilmeye bağlı olduğundan bu durum onların önemli ile önemsizi, değerli ile değersizi ayırt edebilme bilgisine sahip olduklarını gösterir.

Bu iki isim Cenab-ı Hakk’ın yaratılış düzeninde sebepleri sonuçlara öncül kılmasını da ifade ettiğinden bir sonuca ulaşmayı murat eden kula düşen sünnetullah çerçevesinde sebeplere sarılmaktır. Kim ki bir neticeye ulaşmak için yaratılışın koyduğu düzenin sebepler sistemine riayet etmez veya eksiklik yaparsa kendisinden başka kimseyi suçlamamalıdır. Allah Teâlâ istediğini ileri, istediğini geri aldığı gibi bazen de kullarının teşebbüslerini, onların bekledikleri zamanda ve şekilde neticelendirmez. Bunda kulların salahı ile ilgili sayısız hikmetler vardır. Allah’ın kudret ve hikmetine iman eden bir kula düşen, ümitsizliğe kapılmadan bu hikmetleri anlamaya çalışmak ve sorumluluklarını hakkıyla yerine getirdikten sonra takdire rıza göstermektir. Sonuçta bizim için neyin hayırlı olduğunu biz her zaman bilemeyiz. Bu geri kalış, sebepleri incelemek ve kendini yenilemek için bir fırsata dönüştürülmelidir.

Bu isimlerin tecelli ettiği insanlar kendi amaç, niyet ve davranışlarında neyi öne geçirip neyi arkada bırakacaklarını bilinçli bir şekilde düzenlerler. Kalplerinde kim ve niçin önde olacak, hayatlarında neyi ne kadar önemseyecekler, hangi konularda öncülük yapacak ve hangi konularda öne çıkmaktan uzak duracaklar, hepsini olması gerektiği gibi sıraya koyarlar. Efendimizin bahsettiği gibi hayra anahtar, şerre kilit olurlar. İnsanları idare edecek pozisyonlara geldiklerinde hangi işe öncelik vereceklerini ve kimin öne çıkarılıp kimin de geriye çekileceğini bilinçli ve hikmete dayalı/gerekçeli bir şekilde yaparlar. Bu gibi kararlarda kişisel duygularını değil genel maslahatı dikkate alır, kendilerine tanınan sınırlı kudret ve iradeyi hikmetsiz bir şekilde israf etmezler.

Yine bu isimlere iman eden insan, Allah katındaki değerin kullar ölçüsü ile olmayacağını bilir; ibadet ve iyi amellerine güvenmediği gibi günah ve kötülüklerinin çokluğu nedeniyle de ümidini kesmez. Bizim Allah’a uzak gördüğümüz nicelerinin yakın; yakın gibi gördüğümüz nicelerinin de uzak olabileceğini aklından çıkarmaz.

En Güzel İsimler 99 Esma Sonsuz Mana-Vaize Fatma Bayram