29 Temmuz 2015 Çarşamba

500.SELEF VE SELEFİLİK

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

Tarih içinde izine rastlanmadığı halde, günümüzde birçok fırka ve fikir akımı dikkat çekmektedir. Modernistler, Reformistler, Ehl-i Kur’an (Kur’aniyyun, Mealciler) ve İslâm’ın saf haline dönme iddiasında bulunan Selefîler bunlardan başlıcalarıdır.

Günümüzde ilmin zayıflaması ve doğru ile yanlışın birbirine karıştırılmış olması sebebiyle bu tür akımlar, bazı iyi niyetli müslümanların aldanmasına, yanlış yollara sapmasına vesile olmaktadır.

Bu yazı, son dönemlerde ortaya çıkan akımlardan biri olan Selefîliği kısaca tanıtmak ve yanlışlıklarını ortaya koymak maksadıyla kaleme alınmıştır. Bu akımın görüşleri, temsilcileri ve onların tenkidi, hakkında müstakil kitaplar yazılacak kadar ayrıntılı ve önemlidir. Biz burada sadece konuyu ana hatları ile ele alacak ve kısa değerlendirmeler yapacağız.

Selef kime denir?
Hz . Peygamber s.a.v.’in “En hayırlı nesil benim dönemimde yaşayanlardır. Sonra onları izleyenler, sonra onların ardından gelenlerdir.”[1] şeklindeki hadisinde “en hayırlı nesiller” oldukları haber verilen ilk üç kuşağa Selef denir.

Bu ilk üç kuşak, sırasıyla Sahabe, Tabiun ve Tebe -i Tabiîn’dir . Bunlar imanda, ilimde ve amelde bütün müslümanlar için örnek nesillerdir.

Sahabe kuşağı, Hz . Peygamber s.a.v.’in vefatından sonra İslâm’ın biricik temsilcileri olarak yaşamış, gerek Hicaz bölgesinde, gerekse fethedilen yeni bölgelerde İslâm’ı hakkıyla tebliğ etmiş, öğrenciler yetiştirmişlerdir. Kur’an’ı, hadis-i şerifleri ve İslâmî uygulamaları bütün müslümanlar Sahabe kanalıyla öğrenmiştir. Bu sebeple Sahabe’nin İslâm ilim tarihinde olduğu kadar, iman, amel, edep, zühd , vera , takva ve ahlâkta da müstesna bir mevkii vardır.

Onlardan sonra gelen kuşağa Tabiun denir. Bu kuşak da Sahabe’nin dizinin dibinde yetişmiş, imanı, ilmi ve ameli onlardan almıştır. Bu kuşağa Tabiun (izleyenler, tabi olanlar) denmesinin sebebi, Sahabe’ye uymakta gösterdikleri titizlik, ciddiyet ve özendir.

Sahabe’nin önemi, Kur’an’da hayırla yad edilmiş olmaları, Hz . Peygamber s.a.v.’in yaşantısının ilk ve en önemli temsilcileri olmaları hasebiyle İslâm’ı en doğru şekilde anlayıp yaşamanın kıstası olmaları… gibi hususlardan kaynaklanmaktadır. Tabiun’un önemi ise temelde şu iki noktaya dayanmaktadır:

1. İslâm’ı, Sahabe kuşağından, yani en doğru şekilde anlayıp yaşamış olan kuşaktan öğrenmiş olmaları.

2. Sahabe zamanında rastlanmayan, sonradan karşılaşılmış yabancı birçok fikir akımı, kültür ve inanç şekliyle ilk defa onların muhatap olması.

Başta felsefî akımlar ve Mu’tezile , Cebriye, Mürcie gibi bid’at fırkalar olmak üzere pek çok kültür, inanç ve cereyan ilk defa Tabiun döneminde İslâm toplumuna girmiş ve önemli fikrî ve akidevî sarsıntılara sebebiyet vermiştir.

İşte Tabiun nesline mensup büyük alimler, bu akımlarla mücadele ederek Sahabe’den devralınan sahih İslâm anlayışının zedelenmeden yaşamasına ve gelecek nesillere aktarılmasına sebep olmuş ve çok büyük hizmette bulunmuşlardır. Dolayısıyla İslâm’ın özüne yabancı her türlü cereyan karşısında nasıl bir tavır takınacağımızı, Tabiun neslini örnek alarak tesbit etmekteyiz.

Tabiun dönemi, aynı zamanda fıkhî mezheplerin temellerinin atıldığı ve müstakil mezheplerin ortaya çıktığı dönem olarak da dikkat çeker. Bu dönemde yaşamış olan Hasan-ı Basrî , Süfyan -ı Sevrî , İbrahim en- Nehaî , Şa’bî … gibi pek çok büyük alim, birer müçtehid olarak, müstakil mezhep sahibi idiler. Hanefî mezhebinin imamı Ebû Hanîfe de bu kuşağa mensuptu. (Allah hepsinden razı olsun)

Tabiun’dan sonra gelerek onlara öğrencilik etmiş olan kuşağa da Tebe -i Tabiîn veya Etbau’t -Tabiîn (Tabiun neslini izleyenler) denir. Bu dönem de ilmî ihtisaslaşmanın yaşandığı, hadis-i şeriflerin yaygın olarak müstakil kitaplarda toplandığı, itikadî ve fıkhî mezheplerin iyice yerleşip müesseseleştiği bir zaman dilimidir.

Kısaca tanıttığımız bu üç nesil, gerek Kur’an ve Sünnet’te övgüye mahzar olmaları, gerekse sahih İslâm anlayışının bize kadar kesintisiz olarak gelmesinde kilit rol üstlenmiştir. Bu sebeple, daha sonraki asırlarda devamlı olarak merkezî bir yer tutmuş ve adeta doğru-yanlış ayrımının ölçüsü olarak algılanmıştır.

Tarih boyunca İslâm toplumlarında ne zaman bir sarsılma, gevşeme ve bozulma görülmüşse, bu üç neslin temsil ettiği İslâm anlayışına dönüş gayretleri sayesinde toparlanma olmuş ve doğru çizgi muhafaza edilmiştir.
Bu sebeple “Selef-i Salihîn”, İslâm Ümmeti için vazgeçilmez bir nirengi noktası ve ölçü olmuştur.

Selefîlik nedir?
Selefilik, İslâm’ı, yukarıda tanıttığımız Selef-i Salihîn’in anlayıp yaşadığı gibi anlayıp yaşama iddiasının vücut verdiği bir akımdır. İlk defa Mısır’da Cemaleddin Efganî ve öğrencisi Muhammed Abduh tarafından başlatılan “ İslâmî ıslah” hareketi, daha sonra Selefîlik adıyla anılan zümrenin doğmasına kaynaklık etmiştir.

Aşağı yukarı aynı dönemde bugünkü Suudi Arabistan’ın sınırları içinde bulunan Necid bölgesinde ortaya çıkan ve Mısır’daki hareket ile benzer söylemleri dillendiren Muhammed b. Abdilvehhab’ın yürüttüğü “ Vahhabîlik ” hareketine de daha sonra Selefîlik denmiştir.

Bu iki hareket arasında temelde önemli farklılıklar bulunmamakla birlikte, söz konusu iki akım şu noktalarda birbirlerinden ayrılır:

1. İtikadî sahada Vahhabîler Kelâm mezheplerini kabul etmezler. Ehl-i Sünnet’in iki büyük kelâm alimi Ebu Mansur el-Maturidî ve Ebu’l -Hasan el- Eş’arî Vahhabîler’e göre, saf İslâm akidesini kelamî deliller kullanmak ve aklı nakle (ayet ve hadislere) hakem kılmak suretiyle bulandırmışlardır. Özellikle müteşabih [2] ayet ve hadislerin Allah Tealâ’nın şanına ve yüceliğine uygun olarak tevil edilmesine şiddetle itiraz eden Vahhabîler, tasavvufa da aynı şiddetle karşı çıkarlar.

Efganî - Abduh çizgisi ise itikadî sahada kelâm alimlerinin kullandığı metoda temelde itiraz etmez; Felsefe, mantık ve kelâm gibi ilimleri reddetmez ve müteşabih ayet ve hadislerin, Allah Tealâ ile mahlukat arasında benzerlik kurulmaması için tevil edilmesi taraftarıdır.

2. Vahhabîler, fıkhî mezhep olarak İbn Teymiyye ve öğrencisi İbnu’l -Kayyım’ın çizgisini izler. Diğer mezhepleri ise istihsan, ıstıslah, mesalih-i mürsele … gibi delillere yer verdikleri için bid’atçilikle itham ederler.

Efganî - Abduh çizgisi ise genel olarak bir tek mezhebe mensubiyeti reddederek, bütün fıkhî mezhepleri birleştirme eğilimindedir.

Aralarındaki ihtilafları kısaca zikrettiğimiz bu iki cereyan, zaman içinde birbirine yaklaşarak “Selefî” diye anılmışlardır. Ortaya çıkış döneminden günümüze doğru ilerledikçe, Selefîlik akımının içine başka görüşler de katılmıştır. Dolayısıyla “ Selefîlik ” dendiği zaman akla her ferdinin aynı şekilde düşündüğü homojen bir gruptan ziyade, aşağıda zikredeceğimiz görüşleri benimseyen kozmopolit bir kitle gelmektedir.

Selefîlerin görüşleri

Müteşabih ayet ve hadislerle ilgili görüşleri:

Selefîliğin en bariz vasıflarından birisi, müteşabih ayet ve hadisleri lugat anlamını esas alarak olduğu gibi kabul etmek şeklinde kendisini göstermektedir.

Buna göre Kur’an’da ve hadislerde Allah Tealâ hakkında zikredilen “el, yüz, gelme, oturma, inme, Arş’a istiva etme, gazaplanma , gülme…” gibi sıfatlar, mahlukat hakkında ne ifade ederse, Selefîler’e göre Allah Tealâ hakkında da aynı şeyi ifade eder.

Oysa Kur’an’da yer alan pek çok ayet, Allah Tealâ’nın bu gibi sıfatlarını mahlukatın sıfatlarına benzetmenin doğru olmadığını ortaya koymaktadır.

Her ilim dalında, o sahanın mütehassıslarının söylediklerine itibar edileceği açıktır. Bu gerçekten hareketle tefsir sahasında müfessirler, hadis sahasında muhaddisler , fıkıh sahasında fukaha ve akaid sahasında kelâm/ akaid alimleri ne demişse ona itibar edilir. Ömrünü fıkıh ilminin meselelerine vakfetmiş bir kimsenin akaid alanında söyledikleri, bir akaid aliminin söyledikleri gibi değerlendirilmez. Yahut yıllarını tefsir alanında çalışarak geçirmiş bir alimin, hadis ilminin derinlik ve inceliklerini bir hadis alimi kadar bilmesi beklenmemelidir.

Tasavvuf hakkındaki görüşleri:
İslâm dünyasının bazı yerlerinde tasavvuf adı altında sergilenen birtakım yanlış anlayış, Selefîler’in tasavvufun özüne düşmanlık beslemesine gerekçe teşkil etmiştir. Oysa Ehl -i Sünnet ve’l -Cemaat’ten asla ayrı düşünülemeyecek olan gerçek tasavvuf, Batınîlik, Hurûfîlik gibi sapık cereyanlardan uzaktır. Ehl -i Sünnet çizginin muhafazasında ve yayılmasında son derece büyük katkıları bulunan gerçek tasavvuf ehli, müslümanların kalbî ve ruhî hayatının inkişafında, ahlâkın güzelleştirilmesinde ve erdemli fertlerin yetişmesinde Sahabe döneminden itibaren izlenen yolu izlemiş ve tamamen onlara uymuştur. Gerek itikadî , gerekse amelî sahada gerçek tasavvuf büyüklerinin eserleri ve görüşleri ortadadır.

Taklid hakkındaki görüşleri:
Bir kısım Selefîler, fıkhî meselelerde herhangi bir müçtehid imamın taklid edilmesine de şiddetle karşı çıkarak, bunun da kişiyi şirke ve küfre götüreceğini iddia ederler. Bu iddialarını ispat için de birtakım ayet ve hadisleri delil olarak öne sürerler.

Oysa bu ayet ve hadislere yakından bakıldığında taklidin haramlığı iddiasına uygun hale getirmek için zorlama yoluyla tevil edildikleri görülür. Tıpkı tevessül konusunda olduğu gibi, taklidin haramlığı konusunda da bu ümmetin tatbikatı Selefîler’in iddialarının geçersiz olduğunu gösteren en büyük delildir.

Hadis alimleri arasında ittifakla dile getirilen bir husus vardır: Hadislerin sahih, hasen veya zayıf olduğu konusunda hadis alimleri tarafından verilen hükümler, onların kendi içtihadlarının sonucudur. Dolayısıyla onlardan sonra gelen ve onların kitaplarında yer alan hadisleri delil kabul edenler, onların bu hadislerin sıhhati konusundaki içtihadlarını taklid etmiş olmaktadırlar.

Bugün bizlerin, bizden bin ikiyüz , bin üçyüz sene önce yaşamış hadis ravilerinin ahvalini ve durumlarını bilmemizin bir tek yolu vardır. O da hadis alimlerinin bu konudaki görüşlerini bize nakleden kitaplara başvurmaktır. Şu halde bizim, herhangi bir hadisin güvenilir olup olmadığı yolundaki değerlendirmemiz, tamamen hadis alimlerinin içtihadına dayanmaktadır ve bu da tamamıyla bir “ taklid”dir . Her hususta Selef’e tabi olduklarını iddia eden Selefîler dahi bu konuda hadis alimlerini taklid eden birer “ mukallid”dir .

Eğer herhangi bir alimin bir görüşünü, delilini bilmeden kabul etmek demek olan taklid haramsa, bu haramı Selefîler de işlemektedir. Eğer hadis alimlerinin hadislerin sıhhati-zaafı konusundaki kanaatlerini taklid etmek caiz ise, müçtehid imamların fıkhî konulardaki içtihadlarını taklid etmek niçin haram olsun?

Kıyas konusundaki görüşleri:
Günümüzde Selefîler olarak anılan grup içinde, kıyasın şer’î bir delil sayılamayacağını, çünkü kıyasın, “Allah’ın dininde şahsi görüş ile hüküm vermek” olduğunu söyleyenler mevcuttur.

Oysa fıkıh usulü kitaplarında ayrıntılı bir şekilde açıklandığı gibi, gerek Kur’an ayetleri, gerekse hadisler, vakıa olarak sınırlıdır ve insanlığın karşılaştığı her olayın hükmünün, ayetlerde ve hadislerde zikredilmiş olması mümkün değildir. Kur’an ve Sünnet konusunda biraz malumatı olan herkes bu noktayı kabul ve itiraf eder.

Şu halde hükmü Kur’an ve Sünnet’te zikredilmeyen olaylar hakkında yapılabilecek iki seçenek var. Ya bu olaylar hakkında İslâm’ın herhangi bir hükmünün ve açıklamasının olmadığını söylemek, ya da karşılaştığımız olayın bizzat kendisi olmasa da, benzeri hakkında Kur’an ve Sünnet’te yer alan bir hükmü, aralarındaki benzerlik dolayısıyla yeni olaya da tatbik etmek.

Bu seçeneklerden ilkinin doğru olduğunu söylemek, İslâm’ın evrensel olduğunu, bütün zaman ve mekânların problemlerine çözüm getirme özelliğini haiz bulunduğunu inkâr etmek demektir.

Kıyas’ı inkâr eden İbn Hazm , bu iddiası sebebiyle, bırakalım bir “İslâm alimi”ni, aklı başında sıradan bir kimsenin bile gülüp geçeceği şeyler söylemiştir. Mesela Kur’an ve Sünnet’de domuz etinin haram olduğu zikredilmiştir. Ama domuzun yağının haram olduğuna dair ne Kur’an’da , ne de Sünnet’te herhangi bir hüküm yoktur. Sırf bu gerekçeyle İbn Hazm , domuzun yağının haram olmadığını söylemiştir.

İşte kıyasın reddedilmesi sonucunda varılacak komik nokta budur.

Ehl-i Sünnet ne diyor?
Her ne kadar Selefîler, yukarıda özetlemeye çalıştığımız görüşlerinde Selef-i Salihîn’i örnek aldıklarını söylüyorsa da, bunun sadece bir iddia olduğunu söylemek durumundayız. Esasında mesela İmam-ı Azam Ebu Hanife Hazretleri de Selef’tendir ve onun gerek itikadî , gerekse fıkhî görüşlerini benimsemek, gerçek Selefîliktir . Bu söylediğimiz diğer büyük imamlar için de söz konusudur.

Ebu’l -Muzaffer el- İsferâînî , Ehl -i Sünnet ve’l -Cemaat’in itikadî çizgisini ortaya koyan özellikleri zikrettikten sonra şöyle der:

“ Bilmiş ol ki, Fırka-i Naciye’nin (kurtuluşa eren grubun) akaidinin özellikleri olarak zikrettiğimiz bütün bu hususlar, imanın sıhhati babında bilinmesi gereken hususlardır. (…)

“ Ehl -i Sünnet ve’l -Cemaat’in itikadı olarak zikrettiğimiz hususların hiç birisi hakkında Şafi’î ile Ebu Hanîfe ; (Allah her ikisine de rahmet eylesin) arasında herhangi bir ihtilaf yoktur. Sadece bu iki imam değil, Malik, Evzaî , Davud ez-Zahirî, Zührî , Leys b. Sa’d , Ahmed b. Hanbel , Süfyan es- Sevrî , Süfyân b. Uyeyne , Yahya b. Maîn , İshak b. Rahuye , Muhammed b. İshak el- Hanzalî , Muhammed b. Eslem et- Tûsî , Yahya b. Yahya en- Nisaburî , Hüseyin b. Fadl el- Becelî , Ebu Yusuf, Muhammed b. Hasan, Züfer b. Hüzeyl , Ebu Sevr ve Hicaz, Şam, Irak imamları, Horasan ve Maveraunnehir imamları gibi Ehl -i Rey ve Ehl -i Hadis’in tümü ile onlardan önce yaşamış olan Sahabe, Tabiun ve Etbau’t -Tabiîn de bütün bu konularda görüş birliği içindedir. Bu iki fırka ( Ehl -i Rey ve Ehl -i Hadis) arasında bütün bu konularda herhangi bir ihtilaf bulunmadığını tahkik etmek isteyenler, Ebu Hanîfe’nin Kelâm sahasında yazdığı Kitabu’l -Âlim ( ve’l - Müte’allim )’e, el- Fıkhu’l - Ekber’e (…) ve Osman el- Bettî’ye yazdığı (…) el- Vasıyye’sine baksın. Keza Şafiî’nin yazdığı eserlere baksın. Bu ikisinin mezhebi arasında herhangi bir farklılık bulamayacaktır.

Bütün bu imamlardan, burada zikrettiğimiz hususlar ile çelişik olarak nakledilen görüşlerin tümü, bid’atçilerin , kendi mezheplerini güzel ve doğru göstermek için uydurduğu yalanlardır. (…) Bu kimseler, Ehl -i Sünnet’in kılıçlarından korktukları için kendi habis akidelerini ihtiva eden sözleri Ebu Hanîfe’ye nisbet etmiş ve onun arkasına gizlenmişlerdir….” (et- Tabsîr fi’d -Dîn, s. 113-114)

Bu ifadeler bize şunu göstermektedir: Selefîler’in “Selef” anlayışı ile gerçek Selef arasında büyük farklılık var. Dolayısıyla adına Selefîlik denen akım, her ne kadar Selef’in anlayış ve uygulamalarını esas aldığını söylüyorsa da, aslında Selef’in anlayış ve uygulamalarıyla bağdaştırılması hayli zor olan fikirler benimsemiştir. Onların reddedici, dışlayıcı, katı ve tekelci anlayışı, ne “ Ehl -i Sünnet-i Hâssa” dediğimiz Selef’te, ne de “ Ehl -i Sünnet-i Âmme” dediğimiz Halef’te görülür.

Ebubekir Sifil

[1] Basta Buhârî ve Müslim olmak üzere pek çok hadis alimi tarafindan rivayet edilmistir.
[2] “Allah Teala’nin eli, yüzü, gelmesi, gülmesi, gazaplanmasi , Ars’a istiva etmesi…” gibi ilk bakista mahlukata ait özellikler ile benzerlik arz eden, ancak mahiyet olarak farkli olan hususlarin zikredildigi ayet ve hadisler.

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"


Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR      

23 Temmuz 2015 Perşembe

498.SÜNNETE UYGUN İBADET-26-Rasûlullah'ın Hayatından Dualar

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

Bu bölümdeki 4 ayet ve 29 hadis-i şeriften; dua edersek Rabbimizin kabul edeceğini aşırı gitmeksizin yalvarıp yakarıp dua etmemiz gerektiğini, Allah'ın bize çok yakın olup dualarımızı kabul edeceğini, darda kalanlara yardım edenin Allah olduğunu, duanın bir ibadet olduğunu, Rasulullah'ın özlü dua yaptığını ve dünya ahiret iyiliğini istediğini, ayrıca Allah'tan hidayet, takva, iffet ve gönül zenginliği istediğini, ilk müslüman olana namazdan sonra Rasulullah'ın öğrettiği duayı ve Rasulullah'ın hayatı boyunca kendi yaptığı ve ümmetine öğrettiği sakınma, korunma ve isteme modelli dualardan pek çoğunu öğreneceğiz. [1]

"Ama Rabbiniz buyuruyor ki, "Bana dua edin, duanızı kabul edeyim..." (Mü'min: 40/60)

"Rabbinize alçak gönüllü olarak ve yüreğinizin ta derinliklerinden için için yalvarıp gizlice sessizce dua edin, doğrusu Allah aşırı gidenleri sevmez." (A'raf: 7/55)

"Eğer kullarım sana beni sorarlarsa, şüphesiz ki ben onlara çok yakınım. Dua edenin duasına her zaman karşılık veririm. Öyleyse kullarım da benim davetime uysunlar ve bana inansınlar ki, doğru yolu bulabilsinler!" (Bakara: 2/186)

"Peki kimdir, darda kalıp dua ettiğinde dua edenin duasına olumlu cevap veren, üzüntü ve sıkıntıyı gideren ve sizi yeryüzünde, öncekilerin yerine geçirip söz sahibi kılan? Allah'la beraber başka ilah öyle mi? Ne kıt düşünüyorsunuz?"(Neml: 27/62)

1468. Nu’mân İbni Beşîr radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Resûl–i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:


“Dua ibadettir.”[2]

1469. Hz. Âişe şöyle dedi:

Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem özlü duaları sever, özlü olmayan duayı yapmazdı.[3]

1470. Enes radıyallahu anh şöyle dedi:

Resûl–i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem çoğu zaman şöyle dua ederdi:

“Allâhümme âtinâ fi’d–dünyâ hasene ve fi’l–âhireti hasene ve kınâ azâbe’n–nâr: Allahım! Bize dünyada da iyilik ver, âhirette de iyilik ver. Bizi cehennem azâbından koru!”[4]

Müslim’in rivayetinde şu ilâve vardır:

Enes sadece bir dua okuyacağı zaman bunu okurdu. Birkaç dua okuyacağı zaman onlar arasında bunu da okurdu.[5]

1471. İbni Mes’ûd radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Resûl–i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem şöyle dua ederdi:

“Allâhümme innî es’elüke’l–hüdâ ve’t–tükâ ve’l–afâfe ve’l–gınâAllahım! Senden hidâyet, takvâ, iffet ve gönül zenginliği isterim.”[6]

1472. Târık İbni Eşyem radıyallahu anh şöyle dedi:

Bir kimse müslüman olduğu zaman Resûl–i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem ona namaz kılmayı öğretir, sonra da şöyle dua etmesini tavsiye ederdi:

“Allâhümmağfirlî verhamnî vehdinî ve âfinî verzuknî: Allahım, beni bağışla, bana merhamet et, rızânı kazandıracak işler yaptır, bana âfiyet ve hayırlı rızık ver.”[7]

Yine Müslim’in Târık İbni Eşyem radıyallahu anh’den rivayet ettiğine göre, Târık Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’i dinlerken bir adam gelerek:

– Yâ Resûlallah! Rabbimden bir şey isteyeceğim zaman nasıl dua edeyim? diye sordu. Resûl–i Ekrem de şöyle buyurdu:

– “Allâhümmağfir lî verhamnî ve âfinî verzuknî: Allahım, beni bağışla, bana merhamet et, rızânı kazandıracak işler yaptır ve bana hayırlı rızık ver, de. Bu sözler senin hem dünya hem de âhiret için istemen gereken şeyleri ihtiva eder.”[8]

1473. Abdullah İbni Amr İbni Âs radıyallahu anhümâ’dan rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemşöyle dua etti:

“Allâhümme musarrife’l–kulûb! Sarrif kulûbenâ alâ tâatikEy kalpleri yönlendiren Allahım! Kalplerimizi sana itaate yönelt!”[9]

1474. Ebû Hüreyre radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Resûl–i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

Dayanılamayacak dertten, insanı helâke götürecek tâlihsizlikten, başa gelecek fenalıktan ve düşmanı sevindirecek felâketten Allah’a sığınınız.”[10]

1475. Yine Ebû Hüreyre radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle dua ederdi:

“Allâhümme aslih lî dînillezî hüve ısmetü emrî, ve aslih lî dünyâyelletî fîhâ meâşî, ve aslih lî âhiretilletî fîhâ meâdî, vec‘ali’l–hayâte ziyâdeten lî fî külli hayr, vec‘ali’l–mevte râhaten lî min külli şerAllahım! Bütün işlerimin başı olan dinim konusunda hataya düşmekten beni koru! Yaşadığım şu dünyadaki işlerimin yolunda gitmesini sağla! Dönüp varacağım âhiretimi kazanmama yardım et! Hayatım boyunca daha çok hayır yapmama imkân ver! Her türlü kötülükten kurtulmamı sağlayacak bir ölüm nasip et!”[11]

1476. Ali radıyallahu anh şöyle dedi:

Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem bana:

“Allâhümmehdinî ve seddidnîAllahım! Beni doğru yola ilet ve o yolda başarılı kıl! de” buyurdu.[12]

Başka bir rivayete göre de şöyle buyurdu: “Allâhümme innî es’elüke’l–hüdâ ve’s–sedâd: Allahım! Senden beni doğru yola iletmeni ve o yolda başarılı kılmanı niyâz ederim.”[13]

1477. Enes radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle dua ederdi:

“Allâhümme innî eûzü bike mine’l–aczi ve’l–keseli ve’l–cübni ve’l–heremi ve’l–buhl, ve eûzü bike min azâbi’l–kabr, ve eûzü bike min fitneti’l–mahyâ ve’l–memât: Allahım! Âcizlikten, tembellikten, korkaklıktan, ihtiyarlayıp ele avuca düşmekten ve cimrilikten sana sığınırım. Kabir azâbından sana sığınırım. Hayat ve ölüm fitnesinden sana sığınırım.”[14]

Diğer bir rivayete göre, “…ve dalai’d–deyni ve galebeti’r–ricâl: Borç altında ezilmekten ve zâlimlerin başa geçmesinden” buyurdu.[15]

1478. Ebû Bekir es–Sıddîk radıyallahu anh Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e:

– Bana bir dua öğret de namazımda okuyayım, dedi. O da şöyle buyurdu:

 “Allâhümme innî zalemtü nefsî zulmen kesîran ve lâ yağfirü’z–zünûbe illâ ente, fağfir–lî mağfireten min indik, ve’rhamnî inneke ente’l–gafûru’r–rahîm: Allahım! Ben kendime çok zulmettim. Günahları bağışlayacak ise yalnız sensin. Öyleyse tükenmez lutfunla beni bağışla, bana merhamet et. Çünkü affı sonsuz, merhameti nihayetsiz olan yalnız sensin, de.”[16]

1479. Ebû Mûsâ el–Eş‘arî radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Resûl–i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem şöyle dua ederdi:

Allâhümmağfirlî hatîetî ve cehlî ve isrâfî fî emrî ve mâ ente a‘lemü bihî minnî. Allâhümmağfirlî ciddî ve hezlî, ve hataî ve amdî ve küllü zâlike indî. Allâhümmağfirlî mâ kaddemtü vemâ ahhartü, vemâ esrartü vemâ a‘lentü, vemâ ente a‘lemü bihî minnî, ente’l–mukaddimü ve ente’l–muahhir, ve ente alâ külli şey’in kadîr:

Allahım! Günahlarımı, bilgisizlik yüzünden yaptıklarımı, haddimi aşarak işlediğim kusurlarımı, benden daha iyi bildiğin bütün suçlarımı bağışla! Allahım! Ciddî ve şaka yollu yaptıklarımı, yanlışlıkla ve bilerek işlediğim günahlarımı affeyle! Bütün bu kusurların bende bulunduğunu itiraf ederim. Allahım! Şimdiye kadar yaptığım, bundan sonra yapacağım, gizlediğim ve açığa vurduğum, ölçüsüz bir şekilde işlediğim ve benden daha iyi bildiğin günahlarımı affeyle! Öne geçiren de sen, geride bırakan da sensin. Senin gücün her şeye yeter”[17]

1480. Âişe radıyallahu anhâ’dan rivayet edildiğine göre Resûl–i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem şöyle dua ederdi:

Allâhümme innî eûzü bike min şerri mâ amiltü ve min şerri mâ lem a‘mel: Allahım! Şimdiye kadar yaptığım, bundan sonra yapacağım işlerin şerrinden sana sığınırım.”[18]

1481. İbni Ömer radıyallahu anhümâ şöyle dedi:

Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in dualarından biri şu idi:

Allâhümme innî eûzü bike min zevâli ni‘metike ve tehavvüli ‘âfiyetike ve fücâeti nıkmetike ve cemîi sahatik: Allahım! Verdiğin nimetin yok olup gitmesinden, lutfettiğin âfiyetin bozulmasından, ansızın vereceğin cezâdan ve senin gazabını üzerime çekecek her şeyden sana sığınırım.”[19]

1482. Zeyd İbni Erkam’dan rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle dua ederdi:

“Allâhümme innî eûzü bike mine’l–aczi ve’l–keseli ve’l–buhli ve’l–heremi ve azâbi’l–kabr. Allâhümme âti nefsî takvâhâ, ve zekkihâ ente hayrü men zekkâhâ, ente veliyyühâ ve mevlâhâ. Allâhümme innî eûzü bike min ilmin lâ yenfa‘ ve min kalbin lâ yahşa‘ ve min nefsin lâ teşba‘ ve min da‘vetin lâ yüstecâbü lehâ: Allahım! Âcizlikten, tembellikten, cimrilikten, ihtiyarlayıp ele avuca düşmekten ve kabir azâbından sana sığınırım. Allahım! Nefsime takvâ nasip et ve onu her türlü günahtan temizle; onu en iyi temizleyecek sensin. Ona yardım edip eğitecek sadece sensin. Allahım! Faydasız ilimden, ürpermeyen gönülden, doymak bilmeyen nefisten ve kabul olunmayan duadan sana sığınırım.”[20]

1483. İbni Abbas radıyallahu anhümâ’dan rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem hep şöyle dua ederdi:

“Allâhümme leke eslemtü ve bike âmentü ve ‘aleyke tevekkeltü ve ileyke enebtü ve bike hâsamtü ve ileyke hâkemtü, fağfir–lî mâ kaddemtü vemâ ahhartü vemâ esrartü vemâ a‘lentü, ente’l–mukaddimü ve ente’l–muahhir, lâ ilâhe illâ ente: Allahım! Sana teslim oldum, sana inandım, sana güvendim. Yüzümü, gönlümü sana çevirdim, senin yardımınla düşmanlara karşı mücâdele ettim. Kitabın ile hükmettim. Şimdiye kadar yaptığım, bundan sonra yapacağım, gizlediğim, açığa vurduğum ve senin benden daha iyi bildiğin günahlarımı affeyle! Öne geçiren de sen, geride bırakan da sensin. Senden başka ilâh yoktur.”[21]

Bazı râviler, “lâ havle velâ kuvvete illâ billâh: Günahtan kaçacak güç, ibadet edecek kuvvet ancak Allah’ın yardımıyla kazanılabilir” cümlesini ilâve etmişlerdir.[22]

1484. Âişe radıyallahu anhâ’dan rivayet edildiğine göre Resûl–i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem şu sözlerle dua ederdi:

Allâhümme innî eûzü bike min fitneti’n–nâri ve azâbi’n–nâr ve min şerri’l–gınâ ve’l–fakr: Allahım! Cehennem fitnesinden, cehennem azâbından, zenginliğin ve fakirliğin şerrinden sana sığınırım.”[23]

1485. Ziyâd İbni İlâka’nın rivayetine göre amcası Kutbe İbni Mâlik radıyallahu anh şöyle dedi:

Resûl–i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem şöyle dua ederdi:

“Allâhümme innî eûzü bike min münkerâti’l–ahlâki ve’l–a‘mâli ve’l–ehvâ: Allahım! Kötü ahlâklı olmaktan, fena işler yapmaktan ve yanlış inançlara sapmaktan sana sığınırım.”[24]

1486. Şekel İbni Humeyd radıyallahu anh şöyle dedi:

– Yâ Resûlallah! Bana bir dua öğret! dedim. Bunun üzerine bana:

 “Allâhümme innî eûzü bike min şerri sem‘î ve min şerri basarî ve min şerri lisânî ve min şerri kalbî ve min şerri meniyyî: Allahım! Kulağımın şerrinden, gözümün şerrinden, dilimin şerrinden, kalbimin şerrinden ve cinsel organımın şerrinden sana sığınırım, de” buyurdu.[25]

1487. Enes radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Resûl–i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem şöyle dua ederdi:

“Allâhümme innî eûzü bike mine’l–barasi ve’l–cünûni ve’l–cüzâmi ve seyyii’l–eskâm: Allahım! Alaca hastalığından, akıl rahatsızlığından, cüzzâm illetinden ve kötü hastalıklardan sana sığınırım.”[26]

1488. Ebû Hüreyre radıyallahu anh Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in şöyle dua ettiğini söyledi:

“Allâhümme innî eûzü bike mine’l–cûi feinnehû bi’se’d–dacî‘, ve eûzü bike mine’l–hiyâneti feinnehâ bi’seti’l–bitâne:Allahım! Açlıktan sana sığınırım; o insanı avucunun içine alan ne fena bir haldir. Emanete ihânetten de sana sığınırım; o ne kötü bir huy ve tabiattır.”[27]

1489. Ali radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre anlaşmalı bir köle ona gelerek:

– Borcumu ödeyecek gücüm yok, bana yardım et, dedi. O da:

– Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in bana öğrettiği duayı ben de sana öğreteyim mi? Bunu okumaya devam ettiğin takdirde üzerinde dağ gibi borç olsa bile Allah Teâlâ onu ödemene yardım eder. Şöyle dua et dedi:

“Allâhümmekfinî bi–helâlike an harâmik, ve ağninî bi–fazlike ammen sivâk: Allahım! Bana helâl rızık nasib ederek haramlardan koru! Lutfunla beni senden başkasına muhtaç etme!”[28]

1490. İmrân İbni Husayn radıyallahu anhümâ’dan rivayet edildiğine göre Resûl–i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellemin babası Husayn’a dua etmesi için şu iki cümleyi öğretti:

“Allâhümme elhimnî rüşdî ve eiznî min şerri nefsî: Allahım! Beni senin doğru yoluna ilet! Nefsimin şerrinden beni koru!”[29]

1491. Ebü’l–Fazl Abbas İbni Abdülmuttalib radıyallahu anh şöyle dedi:

– Yâ Resûlallah! Bana Allah Teâlâ’dan isteyeceğim bir şey öğret, dedim.

– “Allah’dan âfiyet dileyin!” buyurdu.

Aradan birkaç gün geçtikten sonra tekrar yanına geldim ve:

– Yâ Resûlallah! Bana Allah Teâlâ’dan isteyeceğim bir şey öğret, dedim.

– “Ey Abbas! Ey Resûlullah’ın amcası! Allah’tan dünya ve âhirette âfiyet dileyin!” buyurdu.[30]

1492. Şehr İbni Havşeb şöyle dedi:

Ümmü Seleme radıyallahu anhâ’ya:

– Ey mü’minlerin annesi! Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem senin yanında bulunduğu zamanlarda en çok hangi duayı okurdu? diye sordum. O da şöyle dedi:

– Çoğu zaman “Yâ mukallibe’l–kulûb! Sebbit kalbî alâ dînik: Ey kalpleri halden hale çeviren Allah! Benim kalbimi dininden ayırma!” diye dua ederdi.[31]

1493. Ebü’d–Derdâ radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

“Dâvûd aleyhisselâm şöyle dua ederdi: Allâhümme innî es’elüke hubbeke ve hubbe men yuhibbüke, ve’l–amele’llezî yübelligunî hubbeke. Allâhümmec‘al hubbeke ehabbe ileyye min nefsî ve ehlî ve mine’l–mâi’l–bârid: Allahım! Senden seni sevmeyi, seni sevenleri sevmeyi ve senin sevgine ulaştıracak amelleri sevmeyi dilerim. Allahım! Senin sevgini bana canımdan, ailemden ve soğuk sudan daha ileri kıl!”[32]

1494. Enes radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

“Yâ ze’l–celâli ve’l–ikrâm: Ey azamet ve kerem sahibi Allahım! duasını ihmâl etmeyip sık sık söyleyiniz.”[33]

1495. Ebû Ümâme radıyallahu anh şöyle dedi:

Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem birçok dua okudu, fakat biz ondan hiçbir şey

ezberleyemedik. Bunun üzerine:

– Yâ Resûlallah! Pek çok dua okudun, biz onları ezberleyemedik, dedik. O zaman Resûl–i Ekrem şöyle buyurdu:

– “O duaların hepsini içine alan bir duayı size öğreteyim mi? Şöyle deyiniz: Allâhümme innî es’elüke min hayri mâ seeleke minhü nebiyyüke Muhammedün sallallahu aleyhi ve sellem. Ve neûzü bike min şerri mesteâzeke minhü nebiyyüke Muhammedün sallallahu aleyhi ve sellem. Ve ente’l–müsteân, ve aleyke’l–belâğ, ve lâ havle velâ kuvvete illâ billâhAllahım! Peygamber’in Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’in senden dilediği hayırları ben de dilerim. Peygamber’in Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’in sana sığındığı şerlerden biz de sana sığınırız. Yardım ancak senden beklenir. İnsanı dünya ve âhirette muradına ulaştıracak sensin. Günahtan kaçacak güç, ibadet edecek kuvvet ancak Allah’ın yardımıyla kazanılabilir.”[34]

1496. İbn Mes‘ûd radıyallahu anh şöyle dedi:

Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in dualarından biri şöyleydi:

“Allâhümme innî es’elüke mûcibâti rahmetike ve azâime mağfiretike ve’s–selâmete min külli ismin ve’l–ganîmete min külli birrin ve’l–fevze bi’l–cenneti ve’n–necâte mine’n–nârAllahım! Senin rahmetini kazandıracak, bağışlamanı sağlayacak işler yapmayı, her türlü günahtan uzak durmayı, bütün iyilikleri işlemeyi, cennete kavuşup cehennemden kurtulmayı nasip etmeni niyâz ediyorum.”[35]


sadakat.net/riyazus-salihin- 250) Rasûlullah'ın Hayatından Dualar

[1] Abdullah Parlıyan, Açıklamalı Tam Riyazu’s-Salihin Tercümesi: 421.
[2] Ebû Dâvûd, Vitir 23; Tirmizî, Tefsîru’l–Kur’ân 3, 41, Daavât 1. Ayrıca bk. İbni Mâce, Duâ 1.
[3] Ebû Dâvûd, Vitir 23.
[4] Buhârî, Tefsîr 38, Daavât 55; Müslim, Zikr 23, 26, 27. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Vitir 26, Menâsik 51; Tirmizî, Daavât 72; İbni Mâce, Menâsik 32.
[5] Müslim, Zikr 26.
[6] Müslim, Zikir 72. Ayrıca bk. Tirmizî, Daavât 72; İbni Mâce, Duâ 2.
Bu hadis 71 numarada geçmişti.
[7] Müslim, Zikir 35.
[8] Müslim, Zikir 36.
[9] Müslim, Kader 17. Ayrıca bk. Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 168.
[10] Buhârî, Daavât 28, Kader 13; Müslim, Zikir 53. Ayrıca bk. Nesâî, İstiâze 34, 35.
[11] Müslim, Zikir 71.
[12] Müslim, Zikir 78. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Hâtem 4.
[13] Müslim, Zikir 78.
[14] Müslim, Zikir 50. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Vitir 32; Nesâî, İstiâze 7.
[15] Nesâî, İstiâze 8. Ayrıca bk. Buhârî, Daavât 36.
[16] Buhârî, Ezân 149, Daavât 17, Tevhîd 9; Müslim, Zikir 48. Ayrıca bk. Tirmizî, Daavât 97; Nesâî, Sehv 59; İbni Mâce, Duâ 2.
[17] Buhârî, Daavât 60; Müslim, Zikir 70. Ayrıca bk. 1427 numaralı hadisin kaynakları.
Bir benzeri 1425'de geçmişti.
[18] Müslim, Zikir 65, 66. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Vitir 32; Nesâî, Sehv 63, İstiâze 58, 59; İbni Mâce, Dua 3.
[19] Müslim, Zikir 96. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Vitir 32.
[20] Müslim, Zikir 73. Ayrıca bk. Nesâî, İstiâze 13, 65.
[21] Buhârî, Teheccüd 1, Daavât 10, Tevhîd 8, 24; 35. Müslim, Müsâfirîn 199, 201, Zikir 67. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Salât 119; Tirmizî, Daavât 29; Nesâî, Kıyâmü’l–leyl 9; İbni Mâce, İkâme 180.
[22] Buhârî, Teheccüd 1; Nesâî, Kıyâmü’l–leyl 9.
Bu hadis 75 numarada geçmişti.
[23] Ebû Dâvûd, Vitir 32; Tirmizî, Daavât 77.
[24] Tirmizî, Daavât 126.
[25] Ebû Dâvûd, Vitir 32; Tirmizî, Daavât 74. Ayrıca bk. Nesâî, İstiâze 4, 10, 11, 28.
[26] Ebû Dâvûd, Vitir 32. Ayrıca bk. Nesâî, İstiâze 36.
[27] Ebû Dâvûd, Vitir 32. Ayrıca bk. Nesâî, İstiâze 19, 20; İbni Mâce, Et’ime 53.
[28] Tirmizî, Daavât 111.
Borçlanmayla alakalı 1371 numaralı hadisin açıklamasına bakınız.
[29] Tirmizî, Daavât 70.
[30] Tirmizî, Daavât 85. Ayrıca bk. Ahmed İbni Hanbel, Müsned, I, 209.
[31] Tirmizî, Kader 7, Daavât 90, 124. Ayrıca bk. Ahmed İbni Hanbel, Müsned, IV, 182, VI, 91, 251, 294, 302, 315.
[32] Tirmizî, Daavât 73, Tefsîrü’l–Kur’ân 39.
[33] Tirmizî, Daavât 92. Ayrıca bk. Ahmed İbni Hanbel, Müsned, IV, 177.
* Esmau'l-Husnanın en kapsamlı ve geniş anlamlı olanıdır.
[34] Tirmizî, Daavât 89.
[35] Hâkim, el–Müstedrek, I, 525. Ayrıca bk. Tirmizî, Vitir 17; İbni Mâce, İkâme 189.


"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"



Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR      

20 Temmuz 2015 Pazartesi

497.SÜNNETE UYGUN İBADET-25-Dua İle İlgili Bazı Konular

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

Bu bölümdeki yedi hadis-i şeriften, iyilik eden kimseye Allah seni hayırla mükafatlandırsın demenin en iyi teşekkür olacağını, kişinin kendisine, çocuklarına ve malı hakkında beddua etmemesi gerektiğini, belki de dileklerin kabul edileceği bir saate rastlıyacağını, kulun Rabbine en yakın olduğu yerin secde vaziyeti olduğunu, duam kabul edilmedi diye acele edilmemesi gerektiğini, gecenin ortasında ve farz namazlardan sonra yapılacak duanın daha çok kabul edilebileceğini, kişi duada günah birşey işlemediği müddetçe mutlaka kabul edileceğini, keder ve üzüntü anında yapılacak duayı öğreneceğiz. [1]

1499. Üsâme İbni Zeyd radıyallahu anhümâ’dan rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

“Kendisine iyilik edilen bir kimse o iyiliği yapana, cezâkellâhü hayran: Allah seni hayırla mükâfatlandırsın, derse, ona en iyi şekilde teşekkür etmiş olur.”[2]

1500. Câbir radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

“Kendinize beddua etmeyiniz; çocuklarınıza beddua etmeyiniz; mallarınıza da beddua etmeyiniz. Dileklerin kabul edildiği zamana denk gelir de Allah bedduanızı kabul ediverir.”[3]

1501. Ebû Hüreyre radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

“Kulun Rabbine en yakın olduğu hal secde halidir. İşte bu sebeple secdede çok dua etmeye bakın!”[4]

1502. Yine Ebû Hüreyre radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

“Herhangi biriniz acele etmedikçe duası kabul edilir. (Kul acele ederek) Rabbime kaç defa dua ettim de duamı kabul etmedi, der.”[5]

Müslim’in diğer rivayeti şöyledir:

“Bir kul günah olan veya akrabası ile darılmasına yol açan bir şeyi dilemedikçe yahut acele etmedikçe duası kabul olunur.”

– Yâ Resûlallah! Acele etmek ne demektir? diye sorulunca da şöyle buyurdu:

“Nice defalar hep dua ettim de Rabbimin duamı kabul buyurduğunu gördüğüm yok, der. Duasının hemen kabul edilmemesi sebebiyle bıkar ve duayı bırakır.”[6]

1503. Ebû Ümâme radıyallahu anh şöyle dedi:

Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e:

– Hangi dua daha çok kabul edilir? diye sordular.

– “Gecenin son saatlerinde ve farz namazlardan sonra yapılan dua” buyurdu.
[7]

1504. Ubâde İbni’s–Sâmit radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

“Yeryüzünde bir müslüman Allah’tan bir şey dilerse, günah bir şeyi istemediği veya akrabası ile ilgisini kesmeyi arzu etmediği sürece Allah onun dileğini mutlaka yerine getirir veya ona vereceği şey kadar bir kötülüğü kendisinden giderir.”

Orada bulunanlardan biri:

– O takdirde biz Allah’tan çok şey isteriz, deyince, Resûl–i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem:

“Allah’ın lutfu dilediğiniz şeylerden daha çoktur” buyurdu.[8]

1505. İbni Abbâs radıyallahu anhümâ’dan rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem bir keder ve üzüntü hissettiği zaman şöyle dua ederdi:

“Lâ ilâhe illallâhü’l–azîmü’l–halîm. Lâ ilâhe illallâhü rabbü’l–arşi’l–azîm. Lâ ilâhe illallâhü rabbü’s–semâvâti ve rabbü’l–ardı ve rabbü’l–arşi’l–kerîm: Azamet ve hilim sahibi olan Allah’tan başka ibadete lâyık hiçbir ilâh yoktur. Azametli arşın sahibi olan Allah’tan başka ibadete lâyık hiçbir ilâh yoktur. Göklerin rabbi, yerin rabbi ve yüce arşın rabbinden başka ibadete lâyık hiçbir ilâh yoktur.”[9]
sadakat.net/riyazus-salihin- 252) Dua İle İlgili Bazı Konular

[1] Abdullah Parlıyan, Açıklamalı Tam Riyazu’s-Salihin Tercümesi: 427.
[2] Tirmizî, Birr 87.
[3] Müslim, Zühd 74. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Vitir 27.
[4] Müslim, Salât 215. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Salât 148; Nesâî, Tatbîk 78.
1429'da geçmişti.
[5] Buhârî, Daavât 22; Müslim, Zikir 90, 91. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Vitir 23; Tirmizî, Daavât 12; İbni Mâce, Dua 7.
[6] Müslim, Zikir 92.
[7] Tirmizî, Daavât 79. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Tatavvû‘ 10; Nesâî, Mevâkît 35, 40.
[8] Tirmizî, Daavât 115. Ayrıca bk. Ahmed İbni Hanbel, Müsned, III, 18.
[9] Buhârî, Daavât 27, Tevhîd 22, 23; Müslim, Zikir 83. Ayrıca bk. Tirmizî, Duâ 39; İbni Mâce, Duâ 17.

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR      

17 Temmuz 2015 Cuma

DİNDE İÇ-DIŞ İLİŞKİSİ: ZAHİR VE BÂTIN

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

Dinin tıpkı bir madalyon gibi iki tarafı, iki yüzü vardır. Bir yüzde temizlikten ibadetlere, haram ve helallerden ticaret hayatına kadar uzanan kurallar, emir ve yasaklar...

Diğer yüzde ise insanın iç dünyasını, gönlünü, akleden ve hisseden bir varlık olarak duruşunu, bakışını, sevgisini, nefretini konu alan derunî boyut...

Yani “zahir” ve “bâtın”.

Yüce dinimiz insanın bu iki yönünü bir arada, bir bütünlük içinde ele alır, işler ve ilahî nurlarla bezer.

Zahir ve bâtının biri olmadan diğeri olmaz. İkisi bir arada, kapsamlı ve derin bir irtibatla birbirine bağlıdır.

Sahih bir dindarlık ancak bu irtibatı koruyarak gerçekleşir.

On dokuzuncu asırdan itibaren Materyalizm’in ön plâna çıkmasıyla birlikte giderek her şey maddi, zahirî yani dış ölçülerle ele alınmaya başlanmış, din ve maneviyat adına ne varsa inkâr edilmiştir. Hatta o kadar ileri gidilmiştir ki, duyu organlarının algılayamadığı, pozitif bilimlerce doğrulanmayan her şey reddedilmiştir.

Bu akım sadece dinin geri plâna itilmesi ve dinsizliğin moda oluşuna sebebiyet vermekle kalmamış, bir kısım müslümanları, özellikle de bazı müslüman ilim adamlarını etkilemiştir.

Bu etkinin halen devam eden bir sonucu olarak günümüzde keşif, keramet, tasavvuf, şefaat, evliya ve daha birçok manevi hakikati, hatta mucizeleri bile inkâr eden müslüman ilim adamlarının sayısı geçmişe nazaran bir hayli artmıştır.

Dinî hakikatlerin hemen tamamını maddi, zahirî bir yaklaşımla ele alan, her şeyi maddi kalıplara oturtmaya çalışan bu zahirperest insanların, zihniyet olarak manaya ait her şeyi inkâr eden materyalistlerle ortak yönlerinin bulunması dikkate değer bir husustur.

Çağdaş bunalım, arızalı maneviyatçılık

Hızlı maddileşme, maneviyata karşı yabancılaşma, bu sefer de tam zıddı olan başka bir yanlışı körükleme eğilimindedir: Bâtıl ya da arızalı maneviyatçılık...

Zira insanlık aradığı huzuru maddede ve maddecilikte bulamamış, maneviyata yönelme ihtiyacını hissetmeye başlamıştır. Bu ihtiyaca binaen manevi, bâtınî özellikleri öne çıkan dinî ve mistik akımlar çokça taraftar bulabilmektedirler. İfrat tefriti doğurmuş, insanlar yanlış tercihlere sürüklenmişlerdir. Budizm, Uzakdoğu dinleri, bir kısım Yahudi (Kabbalist), Hıristiyan ve Hindu tarikatlarına gösterilen rağbet buna örnek olarak gösterilebilir.

Fakat Allah’a şükür ki, aleyhteki bunca propaganda ve provakasyonlara rağmen halen günümüz Avrupa ve Amerikasında en hızlı yayılan din İslâm’dır. İslâm’ın buralarda hızla yayılmasına sebep olan etkenlerin başında ise tasavvuf gelmektedir.

Sadece Batı’da değil, İslâm aleminde ve özellikle de ülkemizde buna benzer manevi-bâtınî bir yöneliş göze çarpmaktadır. Son zamanlarda hemen her televizyon kanalında “bâtınî sırları” konu edinen programların ortaya çıkışı, söz konusu yönelişin birer ispatı sayılabilir. Bunlardan bazıları zahir-bâtın dengesini kurarak olumlu tesir bırakırken; diğer bazıları namaz, oruç, zekât, güzel ahlâk gibi İslâm’ın zahirî emirlerini ihmal edip, işi sadece olağanüstü hallere, kerametlere havale ederek izleyicilerinin inanç ve düşüncelerini olumsuz etkilemektedirler. Çünkü zahirle bâtın birbirinden kıl kadar ayrıldığı zaman sapmalar baş gösterir.

Zahir ve Bâtın ne demek?

Kelime manası itibariyle zahir; bir şeyin dış yüzü, görünen tarafı ve duyu organları ile hissedilip bilinen kısmı demektir. Bâtın ise bir şeyin gizli, iç, derunî, sırlı tarafı, tefekkür ve ferasetle bilinen manevi ciheti demektir. Her zahirin bir bâtını vardır. Bu bakımdan ilim ve ameller de zahir ve bâtın olarak ikiye ayrılır.

Zahirî ameller, bedenle yapılan iş ve ibadetlerdir. Abdest, namaz, oruç, hac, zekât, nikâh ve benzerleri bu gruba girer.

Bâtınî ameller ise kalplerde zuhur eden iman, yakîn, tasdik, ihlâs, tevekkül, teslimiyet, muhabbet gibi hallerdir.

Zahirî ilim, bedenle yapılan iş ve ibadetlerin dinî hükümlerini anlatan ilimdir. Fıkıh ilminin temel konusu budur. Fizik, kimya, biyoloji gibi müspet ilimler de zahirî ilimlerdendir.

Bâtınî ilim ise varlığın, ibadetlerin ve yukarıda zikredilen kalbî ameller ve bunların hakikatlerini anlatan ilimlerdir. Tasavvuf ilminin konusu da budur. Tarikat ise, bu ilimlerin pratiği ve uygulamasıdır. Ayrıca, iman ve tasdik gibi konular Akaid ilminin de temel esasını teşkil ederler.

Bâtın ilmi, kalp, ruh ve nefs gibi manevi lâtifeleri tanıtıp terbiye yollarını gösteren, Hakk’a ulaştıran yolları anlatan bir ilimdir. Ayrıca isimleri, fiilleri ve sıfatlarından başlayarak Allah Tealâ Hazretleri’ni tanıtan, insan ve kâinatın iç yüzünden bahseden, berzah alemi, melekût alemi, ahiret alemi gibi, manevi alemlerden haber veren bir ilimdir.

Bu ilimlerin bir bölümü ayet ve hadislere dayanırken, diğer bölümü Hakk’a vasıl olmuş, görünürdeki eşya ve olayların arkasındaki hakikatleri keşif ve ilhamla bilen, kalp gözüyle gören velîlerin verdiği haberlere dayanmaktadır.

Bâtınî bilginin ölçüsü
En temel ölçü şudur: Bâtın ilminin asla zahir ilmine ters düşmemesi gerekir.

“Zahire muhalif her bâtın bâtıldır.”

Asıl olan Ehl-i Sünnet alimlerinin bildirdikleri ilimlerdir. Keşif, ilham, rüya, gibi şeyler, müçtehit imamların cumhurunun bildirdiği hakikatlere uygun düşmezse kabul edilmez. Çünkü Ehl-i Sünnet alimlerinin bilgileri peygamberlik kaynağından alınmış olup, vahye dayanmaktadır. Tasavvuf büyüklerinin keşif ve ilhamlarının doğruluğu ise kesin değildir, zannîdir. Her ne kadar ilhamın mahalli olan kalp Emir Alemi’nden olmakla yüksek ise de, akıl ve nefs ile birlikte bulunduğu için yanılabilir. Nefs-i mutmainne bile olsa yine yanılabilir. Ayrıca yolun sonuna gelmemiş velîler manevi sarhoşluktan (sekr halinden) dolayı İslâm’ın bildirdiklerine uygun olmayan sözler sarf edebilirler.

Alimlerin bildirdiklerine göre, onların keşiflerinde hata etmesi, müçtehitlerin içtihatta yanılması gibidir, kusur sayılmaz. Bunlar da müçtehitler gibi hatalarından dolayı sevap alabilirler. O yüzden evliyaya dil uzatılmaz. Böyle bir tavır ve düşünce tehlikelidir.

Fakat evliyanın yanlış keşiflerine uyanlara sevap verilmez. Çünkü ilham ve keşif ancak sahibi için senettir, delildir. Başkalarına senet ve delil olamaz. Müçtehitlerin sözü ise mezhebinde bulunan herkes için senet ve delildir.

Netice itibarıyla, evliyanın yanlış ilhamlarına, keşiflerine uymak caiz değildir. Müçtehitlerin sözlerine uymak ise, hata ihtimali olsa dahi, caizdir ve hatta vaciptir.

Şunu da belirtmek gerekir ki, hakka’l-yakîn mertebesine ulaşmış olan velîler, şuur ve uyanıklık (sahv) halindedirler. Onlar gaybî bilgileri, İslâm’ın hükümlerini geniş ve doğru bir biçimde keşfen müşahede ederler. Başkalarına çalışıp öğrenmekle hasıl olan ilim onlara keşif yoluyla hasıl olur. Velilerin hakka’l-yakîn makamına ulaştıklarının alameti ise, bilgi ve marifetlerinin İslâm’ın bildirdiği hakikatlere tam uygun olması, kıl kadar farklılığın bulunmamasıyla anlaşılır.

Bu kaidelere dikkat edilmediği takdirde, Allah korusun, İslâm dairesi dışına çıkan Bâtınîlerin düştüğü sapkınlık çukuruna düşülmüş olur.

Zahir ve bâtının hükmü
Her şeyden önce, kişinin mümin sayılabilmesi için iman, tasdik, muhabbet gibi, bâtınî amellerden bir bölümünün bulunması şarttır. Ayrıca Kur’an ve Sünnet’in koyduğu hükümlere göre, zahir ve bâtın amellerin bir kısmı herkes için farz-ı ayındır.

Mesela bedenle, zahiren beş vakit namaz kılmak farz olduğu gibi, o namazı kalben riyasız, gösterişsiz ve sırf Allah rızası için kılmak da farzdır. Eğer ihlâs olmazsa ibadet boşa gitmekle kalmaz, kişi ibadeti sebebiyle ceza da görebilir.

İslâm’ın zahirî emir ve yasaklarına uymadan insanın bâtınını düzeltmesi mümkün olmadığı gibi, zahirsiz bâtınî amellerin de bir faydası da yoktur. Hem İslâm’ın emir ve yasaklarına uymak gibi nefsi kıran başka bir şey de yoktur. İmam-ı Rabbani Hazretleri bu hususu şöyle açıklamaktadır:

“İslâm’ın bir emrini yerine getirmek, kendi düşüncesiyle yapılan binlerce senelik riyazet ve mücahededen daha tesirlidir. Hatta İslâm’a uygun olmayan riyazet ve mücahedeler nefsi daha da azdırır. Zahirî emirler ise böyle değildir. Nefsi kırarak bâtını güçlendirir. Meselâ zekâttan bir kuruş vermek, zekâtın dışında kendiliğinden binlerce altın hayır yapmaktan çok daha fazla nefsi tahrip eder. Yine mesela İslâm’ın emri olduğu için bayram günü oruç tutmayıp yiyip içmek, kendiliğinden senelerce oruç tutmaktan daha faydalıdır. İki rekât sabah namazının farzını cemaatle kılmak sünnettir. Bu sünneti yapmak gece sabaha kadar nafile namaz kılarak sabah namazını cemaatsiz kılmaktan daha iyidir. Hz. Ömer radıyallahu anh gece sabaha kadar ibadet edip de cemaate gelmeyen biri için, ‘Keşke bütün gece uyuyup da sabah namazını cemaatle kılsaydı...’ buyurmuştur.”

İslâm’dan sapmış olanlar binbir eziyet, riyazet ve mücahedeyle nefislerini köreltiyorlarsa da bir kıymeti yoktur. Bunların kalpleri zulmet içindeyken nefsleri parlayıp cilalanır. Böylece kendilerinden keramete benzer istidraçlar zuhur eder. Mesela Brahman papazları ve Hint fakirlerinin durumları böyledir. Hint fakirlerinden havada bağdaş kurup oturanlar vardır. Ama bu durum onların azabını çoğaltmaktan ve ebedi felakete sürüklemekten başka bir işe yaramaz. Allah Tealâ ancak İslâm’a tabi olanlardan razı olur. Bazen onların bir saatlik çalışmaları yüzlerce senelik manevi kazanca sebep olur. Çünkü Hak Tealâ Hazretleri İslâm’a uygun amelleri kabul eder ve beğenir.

Bilgisiz zahir ve bâtın amelleri
Farz olan zahirî ve bâtınî amellerle ilgili bilgileri edinmek de kadın-erkek bütün müslümanlar için farzdır. Bu ilimleri öğrenmemek, ebedi istikbal bakımından büyük felaketlere sebebiyet verebilir.

Her şeyden önce Ehl-i Sünnet itikadından haberi olmayan bir kimsenin imanını muhafaza etmesi bile zordur. Bu devrin en büyük engeli iman noktasındaki zafiyetlerdir. Çok zaman namaz kılan insanların bile itikadında bozukluklara rastlanabilmektedir. Yolun sonuna gelmemiş tasavvuf erbabı da söz konusu tehlikenin dışında değildir. Zira, diğerlerine nispetle az da olsa, bilgisizlik ve aşırı muhabbet sebebiyle tasavvuf erbabında da bozuk itikatlara rastlanabilinmektedir. Allah korusun insan bir defa dinden çıktı mı, geçmişteki bütün sevapları silindiği gibi, farz olan ibadetlerin vebali de üzerinde kalır.

Cehaletin zararları sadece bununla sınırlı değildir. Amellerin boşa gitmesine, sevaplarının azalmasına veya farkında olmadan haramlara girmeye de sebebiyet verir.

Mesela insan namazın şart ve rükünlerini bilmezse kıldığı namazlar boşa gidebilir. Gusül, abdest, namaz, oruç gibi ibadetlerle ilgili hükümler düzgün bir şekilde öğrenilmezse, ya ameller boşa gider ya da ondan elde edilecek ecir ve sevap azalır. Alışveriş, talâk (boşama) gibi muamele ile ilgili hususlar da böyledir.

Bâtınî ilimlerin önemi de zahirî ilimlerden daha az değildir. Zira sadece bâtınî amellerden kibir bile insanın imanını götürebilir. Nitekim Firavunlar, Nemrutlar ve günümüzdeki insanların çoğu sırf bu yüzden helâk olup gitmişler ve gitmeye devam etmektedirler. Yine sadece ihlâs ve riyadan haberi olmayan bir kimsenin bütün amelleri boşa gidebilir. Hiddet ve şehvet gibi afetlerin kökünü kalpten kazımak için lüzumlu olan ilimleri bilmeyen bir kimse haramlardan kurtulamaz.

Hal böyle olunca, insan nefsinin oyuncağı haline gelir. Kur’an-ı Kerim’de bu hususla ilgili şöyle buyrulmaktadır: “(Bunların) dünya hayatında çalışmaları boşa gitmiştir. Halbuki onlar sağlam iş yaptıklarını sanıyorlardı” (Kehf, 104)

Şunu da belirtelim ki, yukarıda anlatılan zahirî ve bâtınî ilimleri bilmek de kurtuluş için yeterli değildir. Mühim olan bu ilimlerle amel etmektir. İlimsiz amel olmadığı için söz konusu ilimleri öğrenmek farzdır.

Bâtınî mezhepler
İslâm’ın zahirî emirlerine sarılmanın ehemmiyeti noktasında yukarıdaki hakikatlere kulak vermeyenler tarih boyunca sapkınlık vadilerinde helâk olup gitmişlerdir. Kökleri çok eskilere dayanan fakat on ikinci yüzyılda “Bâtınîlik” adıyla ortaya çıkan sapık bir grup, Kur’an ayetlerinin zahirine ehemmiyet vermeyip, onları avama hitap eden dış kabuk hükmündeki manalar olarak gördükleri için dalâlete sapmışlardır. Ayetlerin zahirinden kopuk delilsiz, mesnetsiz, kendi heva ve arzularına göre yaptıkları bâtınî yorumlarla namazı, abdesti ve diğer bütün hükümleri inkâr etmişlerdir. Onlara göre, ayetlerin iç manalarını ancak kendilerince günah işleme kabiliyeti olmayan, masum kişi olarak kabul ettikleri Şiî imamlar anlayabilir. Buna göre mesela namazın manası imama dua etmek, zekâtın manası kabiliyeti olanları ilme teşvik etmek, orucun manası zahir ehlinden ilmi saklamak, haccın manası ilmi talep etmek, guslün manası ise ahdi yenilemektir.

İslâm’ın zahirini terk etmeleri sebebiyle sapıtan daha başka birçok akım vardır. Bunlardan bir tanesi de yirminci asırda ortaya çıkan Kadıyanîliktir. Zahiri bırakıp yoğun bir şekilde bâtınla meşgul olan Gulâm Ahmed Kadıyanî, Hint Yogizmine karşı İslâm adına mücadele ederken, cinlerin ve bir kısım habis ruhların saldırısına uğrayıp onların oyuncağı haline gelmiştir. Habis ruhlar önce kendisine müceddid olduğunu kabul ettirmişler, sonra mehdiliğine, ardından da İsa-Mesih olduğuna inandırmışlardır. En sonunda da, -hâşâ- “Allah bana hulûl etti ve bende göründü.” demeye kadar gitmiştir.

Bâtınîlik ve tarikatlar
Alimlerce İslâm dışı sayılan bu gibi zararlı akımlar, günümüze kadar mevcudiyetini sürdürmekle beraber, bazı tasavvuf kollarının içine de sızmışlardır. Günümüzde namazı ve diğer farzları reddeden sözde tasavvuf erbabına rastlanılmaktadır. Bunlar ilk plânda takiyye yaparak bütün düşüncelerini açıklamasalar da, gayri islâmî tutum ve davranışlarıyla kendilerini ele vermektedirler.

Bunlardan başka, bid’at ehli tasavvuf kolları çerçevesinde Allah Tealânın –hâşâ- kendisine hulûl ettiğini söyleyen, vahiy aldığını belirten, bütün gaybı bildiğini iddia eden cin ve şeytanların maskarası, cahil, kandırılmış insanlara rastlamak ne yazık ki her zaman mümkündür.

Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat itikadına ve İslâm’ın zahirî emirlerine sıkı bir şekilde sarılan tasavvuf pîrlerinde bu gibi arızalara rastlamak mümkün değildir. Tasavvuf ilimleriyle uğraşan alimlerin ve günümüzdeki akademisyenlerin ortak kanaatine göre, bu hususlardaki hassasiyetiyle öne çıkan ekol, Nakşibendîliktir.

Ancak en sağlam tasavvuf kollarında bile mürşidinin sözünü dinlemeyen, hallerini mürşidine arz etmeyen kimselerde her an her türlü arızayla karşılaşılabilir. Nitekim yer yer görülmektedir de... Bu bakımdan tasavvufla ilgili tehlikeleri bilmek, o vartalara düşmemek açısından önemlidir.

Tasavvuf erbabının bâtınla imtihanı
• Meşrebine göre virdini veya diğer vazifelerini muntazaman yaptığı halde, Hz. Peygamber Efendimiz  sallallahu aleyhi ve sellem’in sünnetine uygun davranmamak suretiyle dinin adabına ters düşmek...
Halbuki dinin kaidelerine uymanın ufak bir zerresi, bütün dünya lezzetlerinden ve bütün ahiret nimetlerinden daha üstündür. Normalde çekilen virdin günaha meyli azaltması ve kulluk zevkini çoğaltması gerekir. Bu neticeyi vermiyorsa o yapılan derste bir sorun vardır.

• Zayıfları takviye, gevşekleri teşvik, usanç ve meşakkati hafifletmek için mürşid-i kâmilin himmetiyle verilen bir kısım zevkleri, nurları ve kerametleri hoş görüp onların peşine düşerek, bunları ibadete, hizmete ve virde tercih etmek... Bu gibi halleri istemek, ahirette verilecek baki meyveleri dünyada fani bir surette yemek manasına gelir.

• Farz, vacip, sünnet, müstehap, helal-haram, mekruh gibi dinî görevlere tam olarak uymadan meydana gelen bâtınî hallere itimat edip değer vererek, kendini olmuş ya da ermiş zannetmek.

• Azimeti terk edip devamlı ruhsatlarla amel etmek... Azimet, haramlardan ve mübahların fazlasından sakınmak demektir. Ruhsat ise, yalnız haramlardan kaçınmaktır. Mütemadiyen kuyunun etrafında dolaşan kişi bir gün gelir kuyuya düşer. Yani devamlı son sınır olan mübahlarla amel eden bir kimse, bir gün gelir haramlara düşer.

DÖRT HEDİYE DÖRT TUZAK
Nefsini terbiye ve tezkiye ederek Cenab-ı Hakk’ın rızasını kazanmayı hayat gayesi edinen tasavvuf erbabı pek çok tuzakla karşı karşıyadır. Bu tuzakların bazıları manevi hazlarla örülü olduğundan son derece gizlidir, sağlam bilgi ve rehbere sadakatle aşılabilir.

Tasavvuf yolunda bazen sermaye bazen de hediye olarak verilen kimi haller, dinin ölçüleri göz ardı edildiğinde ne yazık ki birer tuzağa dönüşebilmektedir.

Aşağıda tasavvuf ehlinin hep gündeminde olan dört temel kavramın bu açıdan kısa değerlendirmesini bulacaksınız.

Muhabbet
Tasavvuf yolunda seyr ü sülûk eden bir sofinin muhabbeti elde etmesi çok lüzumludur. Çünkü muhabbet sayesinde günah işlemeye meyli kalmaz, İslâm’ın emirleri kendisine ağır gelmez. Allah’a kulluk etmek gayet kolay ve tatlı olur. Ayrıca ibadetlerini gafletsiz bir şekilde huşuyla yapmaya muvaffak olur. Böylece varacağı hedefe ulaşması kolaylaşır.

Muhabbeti elde etmenin birinci yolu ve şartı İslâm’ın zahirî amellerine sarılmaktır. Sonra tasavvuf erbabı olanlar için mürşidi sık sık ziyaret etmek, her fırsatta onun sohbetini yapmak, rabıta ve virdini aksatmamaktır.

Mürşide muhabbet etmek giderek onun gibi olmaya sebep olur. Ondan akseden nurlarla temizlenir. Allah ve Rasulü’nün sevgisi artar. Zevk ve muhabbetle onların emirlerine sarılmak mümkün hale gelir. Hatta kişi öyle bir noktaya ulaşır ki, dünya ve ahiretin bütün zevkleri birleşse, Allah muhabbetinin yanında hiç hükmünde kalır.

İslâm’ın zahirî ve bâtınî emirlerine muhalefet olursa sadık müritte derhal muhabbet kesilir. Özellikle de tasavvuf adabına muhalefet ve din kardeşine buğz, kibir, haset gibi hastalıklar muhabbeti ortadan kaldırır. Bu aslında mürşidin ona himmet ve lütfudur. Durumunu anlayıp kendisine çeki düzen vermesine sebebiyet verir. Zaten dinin kaidelerine ve meşrebine aykırı hallerinin tesirini virdinde, zikrinde ve kalbinde hisseder.

Fakat zahirî ve bâtınî adapsızlıklar yapan müridin cezbe, rüya, ilham ve keramete benzer hallerinde bir değişiklik olmuyorsa, işte o zaman tehlike başlamıştır. Çünkü bu onun için bir sınama yahut dine muhalif hareketlerinden dolayı hüsranını artırmak için mekr-i ilâhî olabilir.

Cam parçalarını elmas zanneden bu gibi kimseler, hallerini mürşitlerine arz etmekten de çekinirler. Arz ettikleri zaman oyalanıp durdukları zevk ve hallerinin gitmesinden korkarlar. Ayrıca bunlar cezbe, rüya, ilham gibi hallerinden dolayı kendilerini başkalarından üstün görürler. Hatta böyle halleri olmayanlara, kabukla oyalanıp duran, öze inememiş zavallılar olarak bakarlar. Gösteriş maksadıyla hoplayıp zıplayarak cezbe taklidi yaparlar. Kendi aralarında din ve tasavvufla alakası olmayan marifetle ilgili sohbetlerden dem vururlar. Huzurlarına ilim sahibi biri girse neşeleri kaçıp susar ve meclisi terk ederler. Sonuçta nefs ve şeytanın oyuncağı haline geldiğini bile anlayamadan helâk olup giderler.

Rüya
Ayakların kaymasına sebep olan hallerden biri de tasavvuf erbabında sıkça rastlanan rüya ve keşif gibi hallerdir. Yolun başında ve ortasında olan sofilerin rüya ve keşiflerinde ciddi tehlikeler vardır.

Aslında rüya, ayet ve hadislerle sabit, tecrübelerle teyit edilmiş bir vakıa olarak prensipte haktır. Kur’an-ı Kerim’de Hz. İbrahim, Hz. Yusuf, Mısır meliki ve Hz. Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in gördüğü rüyalardan bahsedilmiştir. Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem “Müminin rüyası, peygamberliğin kırk altı cüzünden bir cüzdür.” (Buharî, Müslim) buyurmaktadır.

Dolayısıyla dine uygun bazı hakikatler rüya vasıtasıyla insana beyan olunabilir. Dinin kaidelerine uygun rüyalarla amel eden kimse de Allah indinde mesul olmaz. Fakat böyle salih rüyalar gayet az olup, şeytanın ve hayalin karışmadığı rüya pek nadirdir. Ayrıca rüyaları doğru yorumlama ehliyetine sahip zevat da çok azdır. O yüzden Nakşibendîlikte rüyalara pek kıymet verilmemiştir.

İmam-ı Rabbanî Hazretleri’nin buyurduğu üzere, şeytanın aldatmasından ancak Allah Tealâ’nın koruduğu, yolun sonuna varmış, seçkin kimseler kurtulabilir. Şeytan onları aldatamaz. Buna rağmen onlar şeytanın aldatmasından korkmuş, titremişlerdir. Yolun başında ve ortasında olanlar ise korunmuş değillerdir. Şeytan her zaman bunları aldatabilir.

Rüyaların bir bölümü de, susuz bir kimsenin kendini pınarlardan su içerken, denizlerde yüzerken görmesi gibi, biyolojik ve psikolojik ihtiyaçtan kaynaklanan şeylerdir. Bazıları da hayale yerleşen şekil ve suretlerin görüntüsüdür. Bir kimse kendisini rüyada vali gibi görebilir, fakat gerçekte vali değildir. Veya meftun olduğu birisi iyice hayaline yerleşir ve sonra onu rüyasında görür. Bu rüya doğru olmadığı gibi, şeytanın karışmasıyla da değildir.

Rüyasında Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’i veya gavs, kutup gibi büyük velileri gördüğünü ve onlardan bazı şeyler öğrendiğini söyleyen bir hayli insan vardır. Bunları dahi din ve tasavvuf mizanına vurmadan kabul etmek son derece mahzurludur. Zira bu tür rüyalara da şeytan bir şekilde karışabilmektedir. Gerçi peygamberlerin ve gavsların hakiki suretine şeytan giremez. Fakat Muhyiddin ibn-i Arabî Hazretleri, şeytanın başka suretlerde onlar gibi görünebileceğini ifade etmektedir.

Peygamberlerin hakiki suretlerini bu devirde gözüyle gören yoktur. Yolun sonundaki velilerin gerçek suretlerini rüyada ayırt edebilmek ise son derece zordur. Hem şeytanın onların adıyla hiçbir suretle görünemeyeceğini kabul etsek bile, yine de şeytan kendi söz ve işaretlerini o mübareklerin ses ve işaretlerine karıştırabilmektedir.

Ayrıca, rüya doğru olsa bile, çoğunlukla yorumlanmadan bir şey anlaşılmaz. Rüya yormak ise herkesin işi değildir. En doğru tabiri kâmil veliler yaparlar. Bu mertebenin altında olanlar, kalplerine gelen ilhamla tabir ederler. Ehil alimler ise, görülenleri ilişkilendirerek yorum yaparlar. Fakat tabir ilmini bilmeden sadece tahminle rüyayı doğru yorumlayabilmek mümkün değildir.

Rüyada başka mürşidlerden feyz geldiğini gören mürit, onları da kendi mürşidinden bilmelidir. Zira her velinin kabiliyetleri farklı olduğu gibi, bu kabiliyetlere bağlı olan feyzleri de farklıdır. Müridin ihtiyacı olan feyzle herhangi bir velinin feyzi arasında bir paralellik varsa, rüya ve keşiflerde mürşidin lâtifesi o zat şeklinde görünebilir. Tabir ilmini bilmeyen mürid, mürşidinin lâtifesini başka bir zat zannederek feyzin ondan geldiğini sanır ve muhabbeti kayar. Bu da büyük bir yanılma ve kaymadır.

O yüzden sadık bir mürid, mürşidi varken binlerce rüyaya önem vermez, hakikat varken hayalle uğraşmaz. Şayet önemli bir rüya gördüğünü düşünüyorsa bunu muhakkak mürşidine arz eder. Aksi halde ayağı hak yoldan kayar. Nitekim tasavvuf ehlinin bir kısmı sırf bu yüzden kayıp gitmiştir.

Keşif ve keramet
Nefs, şeytan ve içinde yaşadığımız maddi alemden kalbe akan tesirler, kir ve paslar kalbin gayb alemini görmesine engel olan bir perde (hicap) oluşturur. Zikir ve tasfiye yoluyla bu perde kalkınca, Cenab-ı Hak dilerse gayb ayan-beyan olarak görünür. İşte bu perdenin kalkmasına, yani kalp gözünün açılmasına keşif denir.

Doğma, işitme veya hitap şeklinde kalbe gelen bilgilere de “ilham” adı verilir. Keşif ve ilham, Allah Tealâ’nın takva sahibi müminlere bir ikramıdır. Zira İslâm’ın bildirdiği hakikatleri keşfetmekle velinin kalbinde şuhut ve yakîn meydana gelir. Bir nevi görerek, yaşayarak hakiki ve kuvvetli bir imana sahip olur.

Böylece Allah’ın emirlerini severek, can u gönülden ve iştiyakla yerine getirir. Yasaklarından şiddetle kaçınır. Haram ve günahlar kendisine gayet iğrenç gelir. Başkalarına çalışıp öğrenmekle hasıl olan ilimler bunlara keşif yoluyla hasıl olur. İnanç esaslarına dair kısa ve toplu bilgileri geniş bir şekilde müşahede edip, manasını idrak ederler. Akıl ve düşünceyle bulunan manaları da kalple anlarlar.

Keşif ve ilhama dayalı bilgilerin bir kıymet ifade edebilmesi için Kur’an ve Sünnet’e tamamen uygun olması gerekir. Aksi halde bu bilgiler, beş para değeri olmayan “istidraç”a (gayrimüslim veya günahkârlarda görülen olağanüstü hallere) dönüşür. Halbuki, evliya dahil, bilgisini şeytanın karıştırmadığı kimse yoktur. Kaldı ki acemi taliplere çok daha fazla karışabileceği ortadadır.

Bir hikmete binaen yolun başında veya ortasında kalp gözü açılan taliplerin keşiflerine itibar etmeleri tehlikelidir. Çünkü şeytan bunlarla gayet rahat oynayabilir. Gördükleri şeylerin gerçek hayattaki olaylara uygun çıkması onları büsbütün yanıltıp tuzağa düşürür. Boş ve faydasız işlere yöneltir. İnsanların düşüncelerini, iyi ve kötü hallerini keşfetme hevesini uyandırır. Şeytan bu arada boş durmaz, bir tane doğruya on tane yalan karıştırır. Keşif erbabı bu adamlara suizan eder. Hatta daha da ileri giderek kalp gözüyle insanların mahrem hallerini araştırabilir. Böylece keşif istidraca dönüşebilir. İnsanlarla ilgili keşfi doğru olsa bile, yine de tehlike vardır. Zira kalp yeteri kadar genişlemeden başkalarının kendi hakkındaki menfi düşüncelerini keşfeden bir kimse buna tahammül edemez. Suizandan ve insanlara dil uzatmaktan kurtulamaz.

Bu hususla ilgili diğer bir tehlike de şöhrettir. Bunlardan bazıları etrafında toplanan insanlara zarar vermeye başlarlar. Böylece hem çevresindekilerin ayaklarını kaydırır hem de din ile dünyayı satın alarak kendileri kayarlar.

Keşfiyle ilâhî marifetlere yönelen yolun başındaki ve ortasındaki talip şayet alim değilse, mürşidine de danışmıyorsa daha büyük tehlikededir. Çünkü bunların imana taalluk eden konularda hata etme ihtimalleri oldukça fazladır. Mürşidin himmeti olmazsa korunmaları zordur.

Bunlar hayalleri veya şeytanın aldatmasını keşif zannederler. Ya da tabir edilmesi gereken bazı keşifleri olduğu gibi kabul etmekle tehlikeye düşerler. Hem keşif, Kur’an ve Sünnet’e tam olarak ittiba edenlerde görülür. Bunun haricindekiler şayet mürşidin teşviki değilse istidraçtır.

İşte bu ve benzeri sebeplerden dolayı büyüklerin keşiflerinin haricindeki keşiflere itibar etmemek gerekir. Bir takım olağanüstü tesirlerden ibaret olan maddi kerametler de böyledir. Keşifle ilgili tehlikeler kerametler için de söz konusudur.

O bakımdan zahir-bâtın dengesini iyi ayarlamak, zahire uymayan bâtına itibar etmemek, ilme ve amele önem vermek gerekir. Böyle yapanlar tarih boyunca hep selamette kalmışlar, Hakk’a vuslat yolunda cam parçalarını elmas zannedip onlara takılıp kalmamışlardır.

Zahir ve Bâtın ismi
Zahir ve Bâtın her şeyden önce Allah Tealâ Hazretleri’nin isimlerindendir. Ayet-i kerimede: “O evveldir, ahirdir, zahirdir, bâtındır.” (Hadid, 3) buyurularak, Cenab-ı Hakk’ın dört ismi zikredilmektedir ki, bunlar “ana isimler”den sayılmıştır.

Şu halde zahir-bâtın, aşikâr-pinhan, açık-gizli O’dur. Allah zatı itibarıyla gizlidir. Zatının hakikati duyu organlarıyla bilinemez.

Diğer bir cihetle de Allah zahirdir; varlığı her şeyde aşikârdır. Çünkü kainattaki her şey O’nun varlığına delildir. Sıfatlarının tezahürüyle, ilim ve kudretinin tecellisiyle varlığı apaçık olarak bilinmektedir.

Kur’an’da Zahir ve Bâtın

Bir hadis-i şerifte: “Kur’an’ın her ayetinin bir zahirî bir de bâtınî manası vardır.” (İbnu Hıbban, Sahih) buyurulmaktadır. Bu hadis-i şerifte Kur’an-ı Kerim’de bulunan muhkem ayetlerin dahi bâtınî manalarının bulunduğuna dikkat çekilmektedir. Yukarıda belirtildiği gibi, Cenab-ı Hak dostlarının kalbini manaya açmış, Kur’an’daki bilgilerin özüyle kabuğunu, hakikati ile suretini onlara ihsan eylemiştir. Bunlar ummana dalıp inci mercan çıkarırlar. Kur’an’ın hem zahirini hem de bâtınını bilirler.

Kur’an ayetleri “muhkem” ve “müteşabih” olarak ikiye ayrılır. Basit bir tarifle, manası açık ayetlere muhkem, manası gizli olan ayetlere ise müteşabih adı verilir. Muhkem ve müteşabih birbirleriyle mukayese edildiği zaman muhkeme zahir, müteşabihe de bâtın denilir.

Bunlardan birincisi, İslâmî bilgilerin ve hükümlerin kaynağıdır. İkincisi, hakikatlerin ve sırların hazinesidir. Bunlar çok gizli ve derin manalardır.

Muhkem olan ayetleri alimlerin yanı sıra ilmi olmayanlar da anlayabilirler. Çünkü bunlar sarih, yani açık lafızlardır. Fakat müteşabih ayetleri yalnızca “râsih ulema” yani “ilimde kök salıp derinleşen” (Âl-i İmran, 7) büyükler anlayabilirler.

Bâtın ve İstikamet
Dini hükümlerden birini yapmak, kendi anlayışına göre bin sene riyazet yapmak suretiyle nefsani bir arzunun izalesine çalışmaktan daha üstündür. Üstelik bu riyazet ve çalışmalar eğer dine uygun değilse nefsani arzuları takviye eder.

İmam Rabbanî k.s.
A.Safa

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

15 Temmuz 2015 Çarşamba

***GELİN ÖLMÜŞ YAKINLARIMIZA BİR HEDİYE VERELİM...

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

Ölen yakınlarımıza nasıl bir faydamız olabilir ,onlar için ne yapsak sevinirler ? Bugün öyle bir şey yapalım ki onları çok mutlu edelim .Onlara çok kıymetli bir hediye verelim. "Sevaplarımızı".

Yüce Rabbimiz’in rahmeti o kadar geniştir ki ölmüş dahi olsa mümin kullarının sevap kazanması için bir çok vesile sunmuştur. Ölen müminin ardından Kur’an okumak, hac, sadaka, oruç gibi bir çok ibadetin sevabı bağışlanabilir.

Kur’an-ı Kerim’in ifadesiyle, “Her nefis mutlaka ölümü tadacaktır.” (Enbiya, 35) O halde, Allah’a ve ahiret gününe inanan müminin öncelikli hedefi ölüm ve ondan sonrası için hazırlık yapmak olmalıdır. Fakat insanoğlu yine Kur’an-ı Kerim’in ifadesiyle “Aciz bir varlık” tır. Bu özelliğiyle o, kendisi için hayatın daha uzun olduğu düşüncesiyle “yarın, yarın” diyerek, yapması gereken pek çok vazifesini terk eder. Dünyevi maksatlarını neticelendirmek için böyle davranır; ancak gün gelir ansızın ölüm kendisini buluverir.

Peki ölümle birlikte herşey bitmiş midir? Onun hayatta iken kazandığı sevaplara benzer sevap kazanması mümkün müdür? Kısacası ölen müminler için yapılacak bir şey var mıdır? Evet vardır. Zira yüce Rabbimiz’in rahmeti o kadar geniştir ki ölmüş dahi olsa mümin kullarının sevap kazanması için bir çok vesile sunmuştur.

İlahi bir lütuf olarak, Müslüman bir insanın manen ömrünün uzaması, ikinci bir ömür yaşaması mümkündür. Vakfetmek suretiyle, Allah yolunda tahsis edilen, insanların faydalandığı bir mülk, bir eser ayakta kaldığı ve Allah’ın kulları da ondan faydalandığı müddetçe, o Müslüman yaşıyor demektir. Çünkü bunlar birer sadaka-i cariyedir. Ecir ve sevabı, akan bir su misali sahibine ulaşır. Peygamber Efendimiz (s.a.v) bu hususta “Ademoğlu öldüğü zaman, amel defteri kapanır. Üç kimse bundan müstesnadır. Devamlı sadaka (sadaka-i câriye) meydana getirenler, topluma yararlı bir ilim (eser) ve kendisine hayır dua eden hayırlı çocuk bırakanlar” buyurmuştur. (Müslim)

*Kur’an yaşayanlara da ölenlere de rahmettir.


 Kur’an-ı Kerim bizim bütün hayatımızı tanzim eden, Allah’a, insana ve diğer varlıklara karşı mesuliyetlerimizi bildiren ilahi bir kitaptır. Kur’ân-ı Kerim’in tesir sahası sadece dünya ile sınırlı değildir. Onun mümin ruhlara verdiği feyiz bu hayatla sınırlı kalmaz, aynı şekilde kabir aleminde de devam eder; orada iken de ruhlarımızı şenlendirir, kabrimizde nur ve ışık olur. Rasulullah Efendimiz (s.a.v) bu hususta bizlere şu tavsiyede bulunmuştur: “Yasin suresi, Kur’ân’ın kalbidir. Onu bir kimse Allah rızası için okur ve bununla Allah’tan ahiret saadeti dilerse, Allah Teala onu bağışlar. O halde sizler ölülerinize de Yasin’i okuyunuz.” (Ahmed b. Hanbel) Hz. Ebu Bekir’den (r.a) rivayet edilen bir diğer hadis-i şerifte de buna işaret edilmiştir: “Kim babasının ve annesinin veya bunlardan birisinin kabrini cuma günleri ziyaret ederek orada Yasin suresini okursa, Allah kabir sahibini bağışlar.” (Suyûtî)

Ölen yakınlarımız için yapacağımız diğer ibadetler
Ehl-i Sünnet ve’l-cemaate göre, bir insan namaz, oruç, Kur’an okumak, zikir, hac gibi işlediği güzel amellerinin sevabını başkasına hediye edebilir. (Fethu’l-kadîr, Reddu’l-Muhtar) Bir adam Hz. Peygamber'e (s.a.v) gelerek “Ey Allah’ın elçisi! Annem ansızın öldü, vasiyet de etmedi. Öyle sanıyorum ki, konuşmuş olsa sadaka verilmesini vasiyet ederdi. Acaba onun adına ben sadaka versem, anneme sevap olur mu?” diye sorar. Hz. Peygamber de “Evet” cevabını verir. (Buhârî)

*Hayır müesseseleri ölülerimiz için sevap vesilesidir.

Evet, ölen kişinin arkasından onun namına verilen sadakalar, okunan Kur’an tilavetleri, onun için bir rahmet ve bağışlanma vesilesi olur. Bir de sadaka-i cariye yani kendiliğinden devam eden hayır anlamındaki işler bulunmaktadır. Sadaka-i câriye, sürekli ecir getiren sadaka anlamına gelir. İnsanların faydalandığı müesseseler kuran, eserler bırakan, talebe yetiştiren, faydalı kitaplar yazan, hayır ve hasenat yapan bir kimse, kendisi ölse bile, insanlar o şeyden faydalandıkları müddetçe geride bıraktığı hayırların sevabını almaya devam eder. Dolayısıyla, sadaka-i câriye; yol, köprü, çeşme, mescit, yoksullar için aş evi, hastane ve okul gibi hayır kuruluşlarını da kapsar. Bu gibi hayırların yapılmasına sebep olan, yol gösteren ve destek olanlar da, gerek sağlıklarında ve gerekse vefatlarından sonra sevap kazanmaya devam ederler.

*Hayırlı insan olmak ölmüş anne babamızın sevabını arttırır.


Elbette herkesin bu nevi sadaka-i cariyeler inşa etmesi mümkün olmayabilir. Ancak ölen kişinin arkasından dua eden, iyiliği emredip kötülüklerden sakındıran salih, hayırlı evlat da sadaka-i cariyedir. Bakın Rasul-i Ekrem (s.a.v) bu hususu nasıl ifade etmekte: “Kim iyi bir çığır açarsa, bununla amel edenlerin ecri kadar ecri bu çığırı açan alır. Kötü bir çığır açan da, bununla amel edenlerin günahı kadar günah yüklenir.” (Müslim) Hayırlı bir evlat yetiştirmekle, hayırsız bir evlat yetiştirmek arasındaki farkı bu hadis-i şerifi okuduğumuzda daha iyi anlıyoruz. Dine ve topluma faydalı bir çocuk yetiştiren anne, baba, hoca gibi kimseler sürekli ecir kazanırlar.

Kabirde, dünyadaki gibi olmasa da bir hayat var. Ölenlerimiz yalnızca beden gömleğinden soyunmuşlardır. Ruhları hayattadır, dualarımız kendilerine takdim edilir, kabirlerine gittiğimizi görürler, kötülük yaptığımıza üzülür, iyiliklerimize sevinirler. Biz hissetmesek de onlar bizden çok uzakta değillerdir. Onları unutmamak gerekir. Çünkü kabir hayatı salih amel götürmeyenler için çok çetindir. En ufak bir manevi yardıma bile ihtiyaçları olabilir.

*Ölülerimiz bizden dua bekler.

Bir hadiste Peygamber Efendimiz (s.a.v) şöyle buyururlar: “Ölen kimse kabrinin içinde boğulmak üzere olup da imdat isteyen kimse gibidir. Babasından yahut kardeşinden veya dostundan kendisine ulaşacak duayı beklemektedir. Nihayet dua kendisine ulaştığında bu duanın sevabı ona dünya ve dünyada bulunan her şeyden daha kıymetli olur. Muhakkak ki, hayatta olanların ölüler için hediyeleri dua ve istiğfardır.” (Deylemî, Müsnedü’l-Firdevs)


Yakınlarımız hayattayken fazla hayır işlememiş olabilirler,bir sadaka-i cariye bırakmamış olabilirler ,ibadetlerinde gevşeklik olabilir. O zaman bizde onlar için Rabbimizin cc "hayırlı evlat bırakmak" müjdesini hayata geçirmeye çalışabiliriz.Faydalı bir insan olmaya çalışarak , O'nun lutfuyla kazandıracağı sevapları bizden hiç eksilmeden onlara hediye edebiliriz.

***Gelin bugün şöyle dua edelim: "Ya Erhamerrahimin şu ana kadar yapmış olduğum ibadetler ve amellerde eğer bir sevap hasıl olduysa onları büyüklüğün kadar katıyla önce Peygamberimiz'e sav, tüm peygamberlere,ehl-i beytine,tüm sahabelere,tüm ölmüş yakınlarıma,tüm müminlere,mertebeleri artması için tüm yaşayan yakınlarıma ve müminlere hediye ediyorum kabul buyur Ya Rab."AMİN. (sizden hiçbir sevap eksilmeyeceği gibi gönderdiğiniz herkese de aynı şekilde hiç eksilmeden gidecektir.Bu özel hediyenizden belki Rabbim çok hoşnut olur da sizi de mağfiret eder inşallah.)

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

3 Temmuz 2015 Cuma

495.SÜNNETE UYGUN İBADET-23-Yatağa Girince Okunacak Dualar

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

Bu bölümdeki bir ayet ve 7 hadisten, müslümanların otururken, ayaktayken ve yanları üstüne yatmış oldukları vaziyetlerinde, Allah'ı anabileceklerini, yatağa abdestli girmenin uygun olacağını ve yatakta hangi dua ve surelerin okunacağını öğreneceğiz. [1]

"Şüphesiz yerlerin ve göklerin yaratılışında gece ve gündüzün birbirini izlemesinde derin kavrayış sahipleri için alınacak dersler vardır. Onlar ki, ayakta, oturarak ve yanları üzerinde iken hep Allah'ı hatırlayıp anarlar. Göklerin ve yerin yaradılışı üzerinde inceden inceye düşünürler ve şöyle derler: Ey Rabbimiz, sen bunların hiçbirini anlamsız ve amaçsız yaratmadın. Sen yücelikte sınırsızsın, bizi ateş azabından koru." (Al-i İmran: 3/190-191)

1461. Huzeyfe ve Ebû Zer radıyallahu anhümâ’dan rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem yatağına yattığı zaman şöyle dua ederdi: “Bismike’llâhümme ahyâ ve emût: Allahım! Senin ismini anarak ölür, dirilirim (uyur, uyanırım)”[2]

1462. Ali radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ona ve Fâtıma radıyallahu anhâ’ya:

“Yatağınıza girdiğiniz zaman –veya istirahate çekildiğiniz zaman– otuz üç defa Allahü ekber, otuz üç defa sübhânallah, otuz üç defa da elhamdülillâh deyiniz” buyurdu.[3]

Diğer bir rivayete göre “Otuz dört defa sübhânallah deyiniz” buyurmuştur.[4]

Başka bir rivayete göre ise “Otuz dört defa Allahü ekber deyiniz” buyurmuştur.[5]

1463. Ebû Hüreyre radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

“Biriniz yatağına yatacağı zaman elbisesinin bir ucuyla yatağını silksin. Çünkü yatağından ayrıldıktan sonra oraya hangi zararlının girdiğini bilemez. Sonra da şöyle desin: Bismike Rabbî, vaza‘tü cenbî ve bike erfauhû, in–emsekte nefsî ferhamhâ ve in erseltehâ fahfazhâ bimâ tahfazu bihî ibâdeke’s–sâlihîn: Rabbim senin isminle yatağıma yattım, yine senin isminle yatağımdan kalkarım. Eğer uykuda canımı alacaksan, bana merhamet edip bağışla! Şayet hayatta bırakacaksan, iyi kullarını muhafaza ettiğin gibi beni de fenalıklardan koru!”[6]

1464. Âişe radıyallahu anhâ şöyle dedi:

Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem yatağına yatacağı zaman, Kul hüvallâhü ahad, Kul eûzü bi–rabbi’l–felak ve Kul eûzü bi–rabbi’n–nâs’ı (Muavvizât’ı) okuyarak ellerine üfler, onları vücuduna sürerdi.[7]

Buhârî ve Müslim’in diğer bir rivayetine göre:

Resûl–i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem her gece yatağına yattığı zaman avuçlarını birleştirerek onlara Kul hüvallâhü ahad, Kul eûzü bi–rabbi’l–felak ve Kul eûzü bi–rabbi’n–nâs’ı okuyup üfler, başından, yüzünden ve vücudunun ön tarafından başlayarak ulaşabildiği yerlere kadar ellerini sürer ve bunu üç defa yapardı.[8]

1465. Berâ İbni Âzib radıyallahu anhümâ şöyle dedi:

Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem bana şöyle buyurdu:

“Yatağına yatmak istediğin zaman namaz abdesti gibi abdest al. Sonra sağ yanına yat ve: Allâhümme eslemtü nefsî ileyke ve veccehtü vechî ileyke ve fevvaztü emrî ileyke ve elce’tü zahrî ileyke, rağbeten ve rehbeten ileyke, lâ melcee velâ mencâ minke illâ ileyke. Âmentü bi–kitâbikellezî enzelte ve bi–nebiyyikellezî erselte: Allahım! Kendimi sana teslim ettim. Yüzümü sana çevirdim. İşimi sana ısmarladım. Sırtımı sana dayadım. Ümit bağladığım sen, korktuğum yine sensin. Senden kaçıp sığınacak ve senin elinden kurtulacak bir yer varsa yine sensin. İndirdiğin kitabına ve gönderdiğin peygamberine iman ettim, de! Eğer ölürsen iman üzere ölürsün. Bu dua senin o geceki son sözlerin olsun.”[9]

1466. Enes radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Resûl–i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem yatağa yattığı zaman şöyle dua ederdi:

“el–Hamdü lillâhillezî et‘amenâ ve sekânâ ve kefânâ ve âvânâ, fe–kem mimmen lâ kâfiye lehû velâ mu’vî: Bize yedirip içiren, koruyup barındıran Allah’a hamd olsun. Koruyup barındıranı bulunmayan nice kimseler var.”[10]

1467. Huzeyfe radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem uyumak istediği zaman sağ elini yanağının altına koyarak şöyle derdi:

“Allâhümme kınî azâbeke yevme teb‘asü ibâdek: Allahım! Kullarını yeniden dirilttiğin gün beni azâbından koru![11]

sadakat.net/riyazus-salihin- 249) Yatağa Girince Okunacak Dualar
[1] Abdullah Parlıyan, Açıklamalı Tam Riyazu’s-Salihin Tercümesi: 419.
[2] Buhârî, Daavât 7, 8, 16, Tevhîd 13. Ayrıca bk. Müslim, Zikir 59; Ebû Dâvûd, Edeb 98; Tirmizî, Daavât 28; İbni Mâce, Duâ 17.
817 ve 1447 'de geçmişti.
[3] Buhârî, Farzu’l–humüs 6, Fezâilü ashâbi’n–nebî 9, Nefekât 6, 7, Daavât 11; Müslim, Zikr 80. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Edeb 100.
[4] Buhârî, Daavât 11.
[5] Buhârî, Farzu’l–humüs 6, Fezâilü ashâbi’n–nebî 9; Müslim, Zikir 80.
[6] Buhârî, Daavât 13, Tevhîd 13; Müslim, Zikir 64. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Edeb 98; Tirmizî, Daavât 20.
[7] Buhârî, Daavât 12; Müslim (bu şekliyle yoktur). Ayrıca bk. İbni Mâce, Duâ 15.
[8] Buhârî, Fezâilü'l–Kur'ân 14, Tıb 39; Müslim, (bu şekliyle yoktur). Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Edeb 98; Tirmizî, Daavât 21.
[9] Buhârî, Vudû 75, Daavât 6; Müslim, Zikir 56. Ayrıca bk. Buhârî, Daavât 7, 9, Tevhîd 34; Müslim, Zikir 57–58; Ebû Dâvûd, Edeb 98.
80'de geçmişti. 814 ve 815'de benzerleri geçmişti.
[10] Müslim, Zikir 64. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Edeb 98; Tirmizî, Daavât 16.
Bu hadis 80 numarada geçmiş olup, bir benzeri 814'de geçmişti.
[11] Tirmizî, Daavât 18; Ebû Dâvûd, Edeb 98. Ayrıca bk. Müslim, Müsâfirîn 62; İbni Mâce, Duâ 15

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR