23 Haziran 2018 Cumartesi

Veda Hutbesi ve insan hakları (3)


“Allah’a isyandan uzak durmanızı, O’na itaat etmenizi tavsiye ve teşvik ediyorum. Size iki şey bırakıyorum; bunlara sarıldığınız müddetçe doğru yoldan sapmazsınız: Allah’ın Kitabı ve benim Sünnet’im (yine Allah’ın verdiği bilgiye dayanarak yaptığım açıklama ve uygulamalarım.)”

Temel kaynak olarak bu iki vahiy ürünü var, alimler ve yöneticilerin ihtiyaca göre bu iki kaynağa dayalı içtihatları da zorunlu değişim ile dinin paralel gitmesini, değişimin bozulma ve sapma şeklinde olmamasını sağlıyor. Bunlara devlet başkanı, seçkinler, alimler, soylular ve dağdaki çobana kadar herkes uymaya mecbur; işte bu manada bir hukuk devleti.

“Bir suç işleyen onu kendi aleyhine işlemiş olur.”

“İlki benim yakınlarıma ait olmak üzere İslam öncesinden kalma kan davalarını (öç almak için masum insanların öldürülmeleri geleneğini) kaldırıyorum.”

“Suçludan başkası suçtan sorumlu tutulamaz.” Bu ifade, başka milletlerde asırlarca sonra uygulanmaya başlanan 'suçun şahsiliği' ilkesini getiriyor.

Aynı zaman devlet başkanı olan Efendimiz (s.a.) yaptığı inkılabın gereği olarak kaldırdığı öç alma zulmünü öncelikle kendi yakınlarında uyguluyor ve onların öç almak maksadıyla masum insanları öldürmelerini engelliyor.

“Dokunulmazlık ilan ettiğiniz aylar, günler ve Harem bölgesi gibi can, mal, namus ve şerefleriniz de dokunulmazdır.”

“Müslüman Müslüman'ın kardeşidir; kardeşi helal etmedikçe onun hiçbir şeyi helal olmaz. Kimde bir emanet varsa onu yerine teslim etsin.”

“Başta amcam Abbas’ınki olmak üzere İslam öncesine ait faiz alacaklarını kaldırıyorum; (faiz ve faizciliğin yasak olduğunu ilan ediyorum); alacaklılar ancak anaparalarını alabilirler; ne size haksızlık edilsin, ne de siz başkalarına haksızlık edin.”

Can, mal ve insan onurunun dokunulmazlığı ilan ediliyor, zenginlerin yoksulları, ihtiyaç sahiplerini faizcilikle soymaları, sömürmeleri yasaklanıyor.

“Kadınların sizin üzerinizde, sizin de kadınlarınız üzerinde hakları vardır... Zina ve isyan dışında onlara şiddet uygulamayın. Kadınlar hakkında Allah’tan korkun, onlara iyi davranın...”

1789 Fransız Devrimi sonrası ilan edilen insan hakları belgeleri dahil olmak üzere ilan edilen bütün belgelerde erkekler vardır, kadınlar söz konusu değildir. Bu yüzden Olympe de Gouges öncülüğünde 1791’de 'Kadınlar İçin İnsan ve Yurttaş Hakları' girişimi başlatılmıştır....



...Dini ve hukuku korumak için kanunlar, hak belgeleri ilan etmeler yetmiyor; insanların, 'insanüstü, insanları yaratan, onları her an görüp gözeten... bir Yüce Varlığa' iman ve kulluk etmeleri, O’na itaatten saptıracak iç ve dış saiklere karşı bireyler olarak da direnmeleri, direnç kazanmaları gerekiyor. Peygamberimiz’in bu ikazı dahil olmak üzere Peygamberliğinden vefatına kadar kesintisiz sürdürdüğü eğitim, dine ve hukuka içten bağlılığı; severek, isteyerek, bir ibadet şuuru içinde itaat etmeyi sağlıyor.

Peygamberimiz (s.a.) müminlere veda ederken yerine bir yönetici tayin etmiyor, yönetici seçimini doğrudan ümmetin veya onları temsil edecek olanların hür seçimine bırakıyor. Seçilenler de hukuka (Kitab'a ve Sünnet’e) itaatle yükümlü olacakları için saptıklarında ümmete onları ıslah etme ve bu olmuyorsa düşürme yetkisi veriyor.


Ve bütün bunlar 15 asır önce oluyor.


22 Haziran 2018 Cuma

Veda Hutbesi ve insan hakları (2)


İlan edilen insan hak ve özgürlüklerinin bir eksiği manevî-dînî saik ve müeyyidesinin olmamasıdır demiştik, ikinci eksik ve zayıf noktası muhtevası ve amacı ile ilgilidir. Muhtevasında haklara ağırlık verilmiş, ödevler gölgede kalmıştır.

Amacı ise insanı, bütün kabiliyetleri (bunun içinde iyisi de kötüsü de vardır) ile hür ve serbest bırakmaktır, erdemli bir insan topluluğunu değil, neredeyse mutlak manada hür bir insan topluluğunu gerçekleştirmektir. Bu hürriyet anlayışında bir gün dünyada eşcinsellik, ana babayı tanımamak, ensest ilişki yaygın hale gelse ve insanlar bunları tabii karşılasalar mesele yoktur, insan hakları sözleşmeleri amacına ulaşmış sayılır.

Ya peki Veda Hutbesi’inde ifadesini bulan “İslam’ın insan hak ve özgürlükleri anlayışı” nedir?

Biz Müslümanlar'a ve daha önce gelip geçmiş peygamberlerin tebliğ ettiği dinlere göre insanı Allah yaratmıştır. Bir güzel adı da Hakîm olan Allah abes (manasız, hikmetsiz, saçma) şeyler yapmayacağına, O’nun her emrinde, her fiilinde, her tasarrufunda hikmet bulunduğuna göre insanı da yaratıp bu dünyaya atmış değildir:

“İnsan başıboş bırakılacağını mı sanır”; (Kıyame: 36).

Yaratan, insanın bu dünyada, kabiliyet ve imkanlarını hür olarak 'iyilik, güzellik ve hayır' için kullanmasını, peygamberlere kulak vermesini, şeytana ve tedîb edilmemiş nefse uymamasını, kendi kesbi ve Yaratan’ın lutfu ile iki cihanda saadete ermesini istemiştir. İnsanın bu hedefi (yaratılış hikmetini) gerçekleştirebilmesi için hür olması ve elinde bazı imkanların bulunması gerekir. İşte İslam’da insan hak ve hürriyetleri, bu hedef göz önünde tutularak verilmiş, hürriyetin sınırları da buna göre çizilmiştir. Bugün adına 'temel veya insan olmaya bağlı haklar' denilen kısım, İslam toplumunda yaşayan her insana (kadın erkek, Müslüman gayr-i Müslim, dinli dinsiz...) tanınır. Kamu hizmetleri, vatandaşlık, evlenmede denklik gibi bazı hak alanlarında, seküler sistemlerde de insan olmaktan başka nitelikler aranır; bu nitelikleri taşıyanlara, bu 'liyakate, ehil olmaya, hak etmeye bağlı' olan haklar da verilir. Bir gayr-i Müslim 'İslam ülkesi vatandaşı' yaşama, düşünce, inanç, mülk edinme, seyahat, özel hayatın korunması, ekonomik faaliyet...” gibi temel (insan olmaya bağlı) haklardan Müslümanlar gibi yararlanır. Ama sıra mesela devlet başkanı veya ordu komutanı, hakim olmak gibi kamu hizmetlerine geldiğinde Müslüman olmayanlar bu vazifelere ehil kabul edilmezler.

Laik/seküler sistemlerde de mesela vatandaş olmayanlara, sabıkası temiz olmayanlara, belli bir yüksek tahsil yapmış olmayanlara... bu haklar tanınmaz.

Bu girişten sonra muhteşem ve mübarek Veda Hutbesi’ne dönelim ve dünyada 'insan hakları' konuşulmaz iken Son Peygamber’in (s. a.) dilinden ilan edilen ve Allah tarafından insanlara bahşedilen haklara bakalım:

“Ey insanlar, Rab'biniz birdir, babanız da birdir. Hepinizin soyu Adem’e çıkar, Adem ise topraktan yaratılmıştır. Allah katında en değerli olanınız en takvalı (hayatını Allah rızasına uygun yaşama bilinci, azmi ve titizliği içinde) olanınızdır. Bu takva ölçüsüne bağlı olan değer dışında Arap olanın, başka ırk ve kültürlere mensup olanlardan üstünlüğü yoktur.”

Tek medeniyet olduğu, insanlığın o medeniyete intisap ederek medeni olabilecekleri iddia edilen Batı medeniyeti hâlâ bu noktaya gelemedi. İnsanların eşit olduğunu ilan eden ilk belgeler ancak 18. Yüzyıl’da yazıldı, kabul edildi, ama hâlâ fiilen çeşitli sebeplerle birçok ayrımcılık hüküm sürüyor, bu belgelerde kadın yoktu (hayli zaman sonra girdi), bu belgelerde eşitliğin temel gerekçesi ile üstünlüğün makul ölçütü eksikti, hâlâ eksik.

Hutbedeki ifadeye göre herkes eşittir, üstünlük ancak takvadaki üstünlük ile olur, hiçbir kimse kendi takvasının başkasına göre daha üstün olduğunu iddia edemeyeceği için –takva bakımından da- bir ayrışma, bir “kendini üstün görme” durumu yaşanmaz.

Temel haklar bakımından Müslümanlar'a eşit olan gayr-i Müslimler'in, dînî değerlendirme ve Allah katındaki derece bakımından Müslümanlar'dan aşağıda olmaları objektif bir kıstasa dayanır ki, bu da apaçık inkardır. (İslam’a iman etmemektir.) İslam topluluğu içinde fâsık denilen ve açıkça günah işleyen kimselerin, sabıkası temiz olanlardan daha aşağı derecede olmalarının sebebi de yine objektif, elle tutulur gözle görülür olan ihlallerdir, kırmızı çizgileri çiğnemektir.



Yazının tamamı için:

https://www.yenisafak.com/yazarlar/hayrettinkaraman/veda-hutbesi-ve-insan-haklari2-2041572

21 Haziran 2018 Perşembe

Veda Hutbesi ve insan hakları (1)


Sevgili Peygamberimiz (s.a.) Hicret’ten sonraki onuncu yılda Hac ibadetini ifa ettiler. Rivayetler bu Hacda 100-140 bin civarında insanın bulunduğunu ifade ediyor.

Peygamberimiz bu Hac ibadetinin çeşitli merhalelerinde halka hitap ettiler; özellikle Müzdelife, Arafat ve Mina’da hutbeler irad buyurdular, bu hutbelerinde önemli buldukları hususları tekrarladılar. Bugün ellerde dolaşan “Veda Hutbesi” bu hitapların toplamıdır.

Bir hitabında “İyi dinleyin, belki bu yıldan sonra bu mekânda sizinle bir daha buluşamayacağım” dediği için birçok sahâbî O’nun artık Rabbine kavuşma zamanının geldiğini ve bu hitabın “bir veda konuşması” olduğunu anlamışlardı.

Bilindiği gibi vahiy yaklaşık yirmi üç yıl sürdü; bu arada bir yandan ilk muhatap topluluğun ihtiyacına cevap verenler yanında daha çoğu dünyanın sonuna kadar gelip geçecek insanların ihtiyaçlarını karşılayan bilgiler ve hükümler gelmiştir. Bunların tamamı Kur’ân-ı Kerim’de toplanmış, Hz. Peygamber’in Sünneti de gerekli açıklamalarla rehberliği tamamlamıştır. Veda Hutbesi ise İslâm inkılabının ana çizgilerini insanların dikkatine pekiştirerek sunan bir beyanname olmuştur.

İnsan hakları ile ilgili açıklamalar, antlaşmalar ve beyannamelerin tarihçesinden söz edenler belki de kasıtlı olarak Medine Vesikasını ve bu muhteşem hutbeyi görmüyorlar ve başlangıç olarak Magna Carta’yı alıyorlar.

“Büyük Özgürlükler Sözleşmesi” manasına gelen Magna Carta 1215 yılında Papa III. İnnocent, Kral John ve onun baronları arasında imzalanmıştır.

Magna Carta’nın başında “İngiliz kilisesinin özgür olacağı, haklarının kısıtlanmayacağı ve özgürlüklerinin kısıtlanmayacağını temin ederiz” cümlesi bulunmaktadır. Demek ki bütün dinler için bir din ve vicdan hürriyetinden bahsedilmek yerine İngiliz Kilisesi’ne yönelik özgürlük ve haklar bahse konudur. Onun dışındaki maddelerde de Kral’a, daha ziyade asiller lehine, bazı hak ve tasarruflara kısıtlamalar getirmektedir.

Halbuki bundan aşağı yukarı bir 600 yıl kadar geriye gidildiğinde, Resulüllah Efendimiz (s.a.) Mekke’den Medine’ye hicret ediyorlar. Bu hicreti takip eden yıl, bilindiği gibi, Medine şehir devleti oluşuyor ve burada “Medine Vesikası” diye anılan, bir mânâda ilk yazılı Anayasa ilan ediliyor ve uygulanıyor. İşte bu Anayasa’da Peygamber Efendimiz’in oluşturduğu topluluk içinde, müşrikler vardır, Müslümanlar vardır ve Yahudiler vardır. Bilahare yapılan anlaşmalarda, aynı haklar Hıristiyanlara da bahşedilmiştir. O halde, aslında dünyada ilk defa Medine Site Devleti Anayasası’yla, dinleri, inançları ne olursa olsun, insanların bir arada bir topluluk, bir ümmet oluşturmaları, sözleşmelere, hak ve hükümlülüklere dayalı bir yönetim kurmaları uygulaması ortaya konmuştur...


...Diğer ulusların içinde de zenginler, güçlüler, arkası olanlar haklı-haksız istediklerini alıyorlar, zayıflar ise bunlara katlanıyorlar.

(Devamı var)


20 Haziran 2018 Çarşamba

‘Kalbi bildiğini iddia etmek küfürdür’, bu ne ağır bir söz değil mi?-Faruk Beşer


Veli bir kul, ya da her hangi bir insan diğer bir insanın kalbindekini bilebilir mi? Açıktır ki bunun iki ihtimali vardır; ya bilebilir, ya bilemez. Hangisi doğru? İşte bunu irdelemeye devam ediyoruz. Bildiğim tek kesin şey, benim başkasının kalbini bilemediğimdir.

Peki, başkalarının bunu bilip bilmediğini nasıl öğrenebiliriz? Bunu ya bir tecrübeye tabi tutarız, ya da bu eğer bir gaybı bilme meselesi ise, o zaman aklın, bilimin ve içtihadın konusu olmaktan çıkar, gaybı bilene, yani Allah’a ve Allah’ın verdiği gayb bilgilerini O’ndan vahiy ile alan Resulüllah’a sorarız. Kısaca ayetlerde ve hadislerde bilebileceğini ya da bilemeyeceğini açıkça söyleyen naslar varsa artık onların dediğinden şüphe etmeyiz. Açık naslar yoksa ama her iki taraftan birine işaretler varsa o zaman da daha başka deliller arar ve birisinden yana kanaate varmaya çalışırız. Ama o takdirde de bu bir kanaat olmayı öte geçmez, yani kesin bir iman meselesi olmaz...


...Daha sonra İmam Azam Ebu Hanife’nin (r) meşhur beş risalesinden birinde onun şu ifadelerine rastladım. Bunları aşabilmek ise o kadar kolay gözükmüyor.

Birisi ona öğrenmek maksadıyla (müteallim) soru sormaya devam ediyor:

‘Dediklerin güzel, peki şunu da açıklar mısın, Allah insanları ne ile mümin veya kâfir sayar ve biz onlara ne ile mümin veya kâfir deriz?’

Ebu Hanife cevap veriyor:

‘Allah insanlara, kalplerindekine göre mümin ya da kâfir der. Çünkü O kalplerde olanı bilir. Biz ise insanlara dilleriyle açığa vurdukları tasdik ya da inkârları ile, taşıdıkları sembollerle, yaptıkları ibadetlerle mümin ya da kâfir deriz. Mesela biz tanımadığımız bir topluluğa uğrayıp onları mescitte kıbleye dönmüş namaz kılarken görsek onlara mümin deriz ve onlara selam veririz. Gerçekte ise Yahudi ya da Hıristiyan olmuş olabilirler. Resulüllah zamanında münafıklar da böyleydi; Müslümanlar onlara; görünen yönlerine, dillerinin ikrarına bakarak mümin diyorlardı. Ama gerçekte onlar kalplerindeki inkârları sebebiyle Allah katında kâfir idiler. Buradan hareketle biz de bazı insanlara bize görünen yönleriyle mümin deriz, ama onlar gerçekte Allah katında kâfir olabilirler. Başkalarına da kâfir sembolleri taşıdıkları, hiçbir iman belirtisi göstermedikleri için kâfir deriz ama belki onlar da kalplerindeki iman sebebiyle Allah katında mümin olmuş olabilirler. Biz onların namaz kılmalarına muttali olmamış olabiliriz. Ve Allah bizi bu kanaatimizden dolayı hesaba çekmez. Çünkü O bizi kalpleri ve ondaki sırları bilmekle yükümlü tutmamıştır. Rabbimiz bizi sadece şununla yükümlü tutmuştur: Biz, bize görünen yönleriyle insanlara mümin deriz, severiz ya da buğzederiz. İçlerini ise sadece O bilir. Onu sevapları ve günahları yazmakla memur Kiramen-Katibîn melekleri bile bilmez. Onlar da sadece insanın yaptığı eylemleri yazarlar. Kalplerine ulaşma imkânları yoktur. Çünkü kalplerde olanı Allah’tan ve yine ancak O’ndan aldığı vahiy ile bilen resulünden başka hiç kimse bilemez. Binaenaleyh, kendisine vahiy gelmediği halde kalplerde olanı bildiğini iddia eden kimse, kendisinin âlemlerin rabbi olan Allah’ın ilmine sahip olduğunu söylemiş olur.Sonuçta kalplerde olanı bildiğini, ya da bunun dışında sadece Allah’ın bilgisinde olan gaybı kendisinin de bildiğini iddia eden kimse çok büyük bir suç işlemiş, ateşi ve küfrü hak etmiş olur’.

Görüldüğü gibi, Ebu Hanife kalplerde olanın, diğer insanlara göre bir gayb olduğunu söylüyor ve ‘deki, ne göklerde ne yerde gaybı Allah’tan başka hiç kimse bilmez’ (Neml 65) mealindeki ayeti kerimeden hareketle onu kimsenin bilemeyeceğini söylüyor. Göklerde denmesinin sebebi, onu meleklerin de bilemeyeceğinin kast edilmesidir. Metinde gördüğümüz gibi, Ebu Hanife bunu böyle açıklıyor...

Yazının tamamı için:


19 Haziran 2018 Salı

KIYÂMET ALAMETLERİ


(Eşrâtu's-Saa), âhir zamanda (zamanın sonları) ortaya çıkarak Kıyâmet'in yaklaştığını, kopmak üzere olduğunu gösteren belirtiler. Bu belirtiler genellikle Küçük Alametler (Alâmât-ı Suğra) ve Büyük Alametler (Alâmât-ı Kübrâ) olmak üzere iki bölüm halinde incelenir.

Kur'an, Kıyâmet'in zamanını Allah'tan başka kimsenin bilemeyeceğini belirtir (el-A'raf, 7/187; Lokmun 31/34; el-Ahzab, 33/63). Buna karşılık yaklaştığını (el-Zümer, 54/1), yakın olduğunu (en-Nahl, 16/77), ansızın geleceğini (el-A'raf, 7/187) bildirir. Kıyâmet alametlerinin belirdiğini (Muhammed, 47/18) ifade etmekle birlikte bunlar hakkında bilgi vermez. Ancak, "Saat yaklaştı, ay yarıldı yarılacak" (el-Kamer, 54/1) âyetinin ikinci bölümünün "ay yarılacak" biçimde anlaşılması durumunda, bu olay Kur'an'da anılan tek Kıyâmet alameti olma özelliği kazanır.

Hadis külliyâtları ise Kıyâmet'ten önce ortaya çıkacak alametlerden söz eden çok sayıda hadis ihtiva eder. İslâm bilginleri hadislerde dile getirilen alametleri nitelikleri açısından değerlendirerek bunları Küçük Alametler (Alâmât-ı Suğrâ) ve Büyük Alametler (Alâmât-ı Kübrâ) olmak üzere iki başlık altında toplamışlardır. Âhir zaman olarak tanımlanan Kıyâmet öncesi dönemde dini duygu, düşünce ve davranışların zayıflaması, dini kurallara gereken önemin verilmemesi, ibadetlerin terkedilmesi, ahlaksızlığın çoğalması biçiminde kendini gösteren Küçük Alametler'in başlıcaları şu şekilde sıralanabilir:

a) İnsanların bina yapmakta birbiriyle yarışmaları (Buhârî, Fiten, 25; bk. Tecrid-i Sarih Terc; 1/58).

b) İnsanların ölümü temenni etmeleri (Buharî, Fifen, 25; Müslim, Fiten, 53-54)

c) Câriyenin efendisini doğurması (Müslim, İmân, 1).

d) Hicaz'da bir ateşin çıkarak Busra'da (Şam yakınlarında bir yer) develerin ayaklarını aydınlatması (Buhârî, Fiten, 24; Müslim, Fiten, 42).

e) Fırat nehrinin sularının çekilerek, nehir yatağından altın çıkması (Müslim, Filen, 29-31).

f) İkisi de hak iddiasında bulunan iki büyük İslâm ordusunun birbiriyle savaşması (Buhârı, Fiten, 25; Müslim, Fiten, 17).

g) İslâmî ilimlerin ortadan kalkması, cehaletin artması (Buhârî, Fiten, 4).

h) Depremlerin çoğalması (Buhârî, Fiten, 25).

ı) Zamanın yaklaşması, gece ile gündüzün eşit olması (Buhârî, Fiten, 25).

i) Cinâyetlerin çoğalması, fitnelerin zuhur etmesi (Buhârî, Fiten, 4; Müslim, Fiten, 18).

j) Yahudilerle Müslümanların savaşmaları, Müslümanların Yahudileri öldürmesi (Tecrid-i Sarih Tercümesi, VIII, 341; Müslim, Fiten, 79-82).

k) Zinanın açıkça işlenmesi, içki tüketiminin artması, kadınların çoğalıp erkeklerin azalması (el-Ali en-Nâsif Tac, 5/335).

l) Kahtân'dan bir kişinin çıkarak, insanları asâsı ile sevketmesi Buhârî, Fiten, 23).

Kıyâmetin büyük alâmetleri ise şu hadis-i şerifte toplu olarak zikredilir: Huzeyfetu'l-Gifarı (r.a)'den rivayet edilmiştir: Biz bir gün kendi aramızda konuşurken, Hazreti Peygamber yanımıza çıkageldi. Bize "Ne konuşuyorsunuz?" dedi. Biz de "Kıyâmet gününden konuşuyoruz" diye cevap verdik. Hazreti Peygamber" Şüphesiz on alâmet görülmedikçe kıyamet kopmayacaktır" dedi ve "Deccâl'i, dumanı(duhan), Dâbbetü'l-arz'ı, güneşin batıdan doğmasını, İsa (a.s.)'ın yere inmesini, Ye'cûc ve Me'cuc'u, doğuda, batıda ve Arap yarımadasında olmak üzere üç yer çöküntüsünü, son olarak da Yemen'den çıkarak insanları Mahşere sürecek ateşin vuku bulacağını söyledi" (Müslim, Fiten, 39).

Kıyâmetin bu on büyük alameti başka hadislerce ya da İslâm bilginlerince şu şekilde açıklanır:

1. Deccal'in ortaya çıkışı: Deccâl, kıyâmette zuhur edecek yalancı bir kişidir, İslâm Dini'ni ve müslümanları ifsad edip, kötülüğe ve bozgunculuğa sevketmek isteyecektir. Deccal'in sağ gözünün kör olduğu, iki gözünün arasında "kâfir" yazdığı, çocuğunun olmadığı, Medine'ye ve Mekke'ye giremeyeceği, ortaya çıktıktan sonra yeryüzünde kırk gün kalacağı, bu süre içerisinde istidrac türünden bazı olağanüstü olaylar göstereceği, daha sonra da yine kıyâmetin büyük alametlerinden olan Hz. İsa'nın yeryüzüne inmesiyle onun tarafından öldürüleceği sahih hadislerde belirtilmiştir (Buhârı, Fiten, 26; Müslim, Fiten, 37, 39, 40, 91, 101, 110, 112).

2. Duhan'ın çıkışı: Duman anlamına gelen duhan da kıyâmetin büyük alametlerinden biridir (Müslim, Fiten, 39). Kıyâmetin vukuundan önce dünyayı bir duman bulutu kaplayarak, kırk gün ve kırk gece kalacak, mü'minler nezleye tutulmuş gibi, kâfirler ise sarhoş gibi olacaklardır.

3. Dabbetü'l-arz'ın çıkışı: Kıyâmet'ten önce çıkacağı bildirilen bir yaratıktır. Kelime anlamı "yer hayvanı" demektir. Kur'an-ı Kerim'de "Kendilerine söylenmiş olan başlarına geldiği zaman, yerden bir çeşit hayvan (dâbbe) çıkarırız ki o, onlara, insanların âyetlerimize kesin olarak inanmadıklarını söyler" (en-Neml, 27/82) buyurulmaktadır. Hz. Peygamber Dâbbetü'l-arz hakkında "Çıkacak olan kıyâmet alametlerinden ilki, güneşin batı tarafından doğması ile, bir kuşluk vakti insanlara karşı bir dâbbenin (hayvanın) zuhurudur. Bu iki alametten biri, arkadaşından evvel olur. Akabinde diğeri de onun izi üzerinde yakın olarak meydana gelir" (Müslim, Fiten, 118) buyurmuştur.

4) Güneşin Batıdan doğması: Güneş batıdan doğacak, insanlar topluca iman edecek, ancak daha önce iman etmemiş olanların imanları kendilerine bir yarar sağlamayacaktır (Tecrid-i Sarih Tercümesi, XII 307; Müslim, Fiten, 118).

5. Hazreti İsa (a.s)'ın inmesi: Ehl-i sünnet itikadına göre Kıyâmetin vukuundan önce Hazreti İsa yeryüzüne inecek, hristiyanları İslâm'a davet edecek, Deccâl'i öldürecek, Hazreti Peygamber (s.a.s)'in şerîati ile hükmedecektir (Buhârî, Büyû, 102; Müslim, İmân, 242-247).

6. Ye'cûc ve Me'cûc'ün çıkışı: Kıyâmetin vukuundan önce çıkarak "yeryüzünde bozgunculuk yapacak" (el-Kehf, 18/94) olan asılları ve soyları belirsiz iki insan topluluğudur (Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, IV, 3288). Hz. ZülKarneyn'in önlerine yaptığı seddin yıkılarak (el-Enbiya, 21/96) açılması ile yeryüzüne dağılacaklar insanlara saldıracak, kentleri yakıp-yıkarak harabe haline getireceklerdir. Bazı rivayetlerde bu seddin Çin seddi olduğu zikredilir (Muhammed Hamdi Yazır, a.g.e., IV, 3291, 3374; Buhârı, Enbiyâ, 7; Müslim, Fiten, 1,2).

7.8.9. Doğuda, Batıda, Arap Yarımadasında olmak üzere üç bölgede yer çöküntülerinin meydana gelmesi de Kıyâmet'in büyük alametlerindendir (Müslim, Fiten, 39).

10. Yemen'den çıkacak olan büyük bir ateşin insanları önüne katarak sürmesi (Müslim, Fiten, 39).

Ebu Davud ve Tirmizi'nin Sünen'lerinde yeralan bazı hadislere göre Mehdî'nin çıkması da Kıyâmet'in büyük alametlerindendir (Sünen-i Tirmizî, IV, s.1-93: Sünen-i Ebu Davud, N. Şr. M.Abdul Hamid IV, 100, 106).

Hz. Peygamber (s.a.s), Kıyâmetin kötü insanlar ve kâfirler üzerine kopacağını bildirmiştir. Bu hadislere göre Kıyâmet kopmadan önce mü'minlerin ruhları alınacak ve onların âhirete göçmeleri sağlanacaktır (Buhari, Fiten, 5; Müslim, imare, 53).

Ahmet ÖZGEN

18 Haziran 2018 Pazartesi

KIYÂMET


Kalkmak, dikilmek, ayaklanmak, doğrulmak ve dirilmek. İslam inancında, evrenin düzeninin bozulması, her şeyin altüst olarak yok olması ile ölen tüm insanların yeniden dirilerek ayağa kalkması olayını dile getirir. Bu olay Kur'an'da çok çeşitli isimlerle anılır.

Bunların başlıcaları Yevmü'l-Kıyâme (Kalkış, Diriliş Günü), el-Saa (Saat), Yevmü'l-Âhir (Son Gün), el-Âhire (Gelecek Hayat), Yevmü'd-Din (Ceza Günü), Yevmü'l-Hesap (Hesap Günü), Yevmü'l-Fası (Karar Günü), Yevmü'l-Cem (Toplanma Günü), Yevmü'l-Hulud (Sonsuzluk, Sonsuzlaşma Günü), Yevmü'l-Ba's (Diriliş Günü), Yevmü'l-Haşre (Pişmanlık Günü), Yevmü't-Teğabün (Kusurların Ortaya Çıktığı Gün), el-Karia (Şaşırtan Felâket), en-Naşiye (İnsanı Dehşete Düşüren Felâket), et-Tamme (Herşeyi Kuşatan Felâket), el-Hakka (Büyük Hakikat) ve el-Vakıa (Büyük Olay)'dır. Bu isimler Kıyamet'in oluş biçimi ve sonuçlarına ilişkin çeşitli nitelik ve yönlerini açığa çıkarmakta, tanımlamaktadır.

Kıyâmet, Allah inancından sonra İslâm'ın ikinci temel inancı olan Âhiret hayatının ilk aşamasını oluşturur. Genel bir yok oluş ve yeniden dirilişle birlikte gelişecek Haşr, Hesap, Mizan, Cennet ve Cehennem gibi olaylar hep Kıyâmet gününün gündem içindedir. Bu nedenle Âhiret inancı, Kıyâmet ve onunla birlikte gelecek olaylara inançtan başka birşey değildir. Bu büyük önemi yüzünden Kur'an Kıyâmet olayını sık sık hatırlatır, zaman zaman da bir korkutma, uyarma öğesi olarak kullanır. Kıyamet kesin olarak gerçekleşecek (el-Hicr, 15/85), şüphe götürmeyen bir olaydır (el-Hac, 22,7). Alametleri belirmiş (Muhammed, 47/18), yaklaşmıştır (el-Kamer, 54/1). Ancak bir göz kırpması gibi ya da daha yakındır (en-, Nahl, 16,77). Kâfirler bu günden devamı, bir şüphe içinde kalırlar (el-Hac. 22/55), yalanlarlar (el-Furkan 25/11). Onun ağırlığına ne gökler, ne de yer dayanabilir, ansızın gelir (el-A'raf, 7/187). Sarsıntısı korkunç bir şeydir (el-Hac, 22/1). Belalı ve acı bir Saat'tır (el-Kamer, 54/46). Yalanlayanlar için çılgın bir ateş hazırlanmıştır (Furkan, 25/11).

Kur'an, Kıyâmet olayının kesinliğini, yakınlığını bildirdiği, hatta oluş biçimine ilişkin tasvirler verdiği halde zamanı konusunda bir açıklama yapmaz. Kıyâmet doğrudan doğruya Allah'ın dilemesine bağlı bir olaydır ve O'ndan başka hiç kimsenin bu konuda bir bilgisi yoktur. Kur'an, "Kıyâmet saatinin bilgisi şüphesiz Allah katındadır" (Lokman, 31/34) gibi âyetlerle Kıyâmet'in zamanının hiç kimse tarafından bilinemeyeceğini belirttikten sonra, bu konuda sorulan soruları şöyle cevaplar: "De ki: 'Onun bilgisi ancak Rabbimin katındadır. Onun vaktini kendisinden başkası açıklayamaz" (el-A'raf, 7/187). "Kıyâmet'in ne zaman gelip çatacağını soruyorlar. Senin neyine gerek onun zamanını bildirmek. Onun nihayeti ancak Rabbine aittir" (en-Nâziât, 79/42-44). Cibril Hadisi olarak ünlü hadiste, Hz. Peygamber (s.a.s) Hz. Cebrâil'in bu konudaki sorusunu "Soruları sorandan daha bilgili değildir." diye cevaplayarak kendisinin de kıyâmet'in zamanına ilişkin bir bilgiye sahip olmadığını açıklamıştır (Buhârî, İmân, 37).

Kur'an kıyâmet'in oluş biçimine ilişkin ayrıntılı ve dehşet verici tablolar çizer. Buna göre Kıyâmet "Sur'a üflenince" (ez-Zümer, 39/68) başlayacak, kulakları sağır edecek bir ses ve korkunç bir sarsıntı nedeniyle emzikli kadınlar kucaklarındaki çocukları unutacak, hamile kadınlar bebeklerini düşürecek, insanlar sarhoş gibi olacaklardır (el-Hac, 22/1-2). Gök, erimiş maden gibi, dağlar atılmış yün gibi olacak, kimse dostunu soramayacaktır (el-Meâric, 70/8-10). Gök yarılacak, yıldızlar dağılıp dökülecek, denizler fışkıracak, kabirler altüst edilecektir (el-İnfitâr, 82/1-5). Gözler dehşetten kamaşacak, ay tutulacak, güneş ve ay kararacak, insanlar kaçacak sığınacak bir yer bulamayacaktır (el-Kıyame, 75/6-12). Dehşetten on aylık gebe develer bile salıverilecek, yabani hayvanlar bir araya toplanacak, denizler kaynatılacak, nefisler çiftleşecek, gök sıyrılıp düşecek, Cehennem alevlendirilecek, Cennet yakınlaştırılacaktır (el-Tekvir, 81/1-13).

Kıyâmet'in genel yok oluşu belirten bu ilk safhasını Sur'a ikinci kez üflenmesiyle ikinci safha izleyecek, tüm insanlar yeniden dirilerek ayağa kalkacaklardır (ez-Zümer, 39/68). Bu diriliş ve kalkışı (Bas') toplanma (Haşr)izleyecektir. Kur'an Kıyâmet'in bu ikinci safhasını da canlı tasvirlerle anlatır: O gün insanlar gözleri dönüp kararmış bir halde, öteye beriye yayılmış çekirgeler gibi kabirlerinden çıkacak ve davet edene koşacaklardır. Bu arada kâfirler "bu ne çetin gün" diyerek korkularını dile getireceklerdir (el-Kamer, 54/7-8). Muttaki kullar ise Allah'ın huzuruna elçiler olarak toplanacaklardır (Yûnus 10/45). 0 gün herkes kardeşinden, anasından babasından, eşinden ve oğlundan kaçacaktır. Çünkü her insan ancak kendi derdi ile uğraşacaktır. Mü'minlerin yüzleri parıl parıl parlayacak, gülecek ve sevinç içinde olacaklardır. Kâfir ve fâcirlerin yüzleri ise sanki toprak bürümüşçesine kapkara kesilecektir (Abese, 80/34-42). Tüm insanlar tabi oldukları önderlerle birlikte çağrılacak (el-İsra, 17/71), peygamberler ümmetlerine şahitlik etmek üzere toplanacak (el-Mürselat, 77/11), gök beyaz bulutlar halinde parçalanacak ve melekler bölük bölük ineceklerdir (el-Furkan, 25/25).

Yeniden diriliş, kalkış ve toplanışın ardından insânlara amel defterleri dağıtılacak, mizan kurularak sevap ve günahları tartılacak, hakedenler Cennet'e, müstahak olanlar geçici ya da süresiz olarak Cehennem'e gönderilecek; böylece sonsuz âhiret hayatı mutluluk ya da azabla başlayacaktır.

Kur'an ve Sünnet'ten kesin bir delile dayanmamakla birlikte müslümanlar arasında ölüme küçük Kıyâmet (kıyâmet-i suğra) denilmesi gelenekleşmiştir. Bazı bilginlere göre bu tanımlama, ölümün âhiret hayatına bir geçiş olmasına dayanılarak yapılmıştır. Kimi bilginler ise bu tanımlamanın Kur'an'a dayandığını öne sürmektedir. Bu bilginlere göre "Allah'a kavuş(up huzura çık)mayı yalan sayanlar, gerçekten ziyana uğradı(lar). Nihayet kendilerine ansızın Saat gelince, onlar (günah) yüklerini sırtlarına yüklenerek (gelirler ve): "Orada (hayatta iken), işlediğimiz büyük kusurlardan dolayı yazıklar olsun bize! " derler..." (el-En'am, 6/31) ayetinde "Kıyâmet" anlamındaki "Saat" aynı zamanda ölümü de dile getirmektedir. Bu geleneğe göre gerçek kıyâmet, Kıyâmet-i Kübra (Büyük Kıyâmet) olarak anılır.

Küçük kıyâmet (ölüm) ile başlayan ve büyük kıyâmet'e kadar süren dönem Kabir Hayatı ya da Berzah olarak adlandırılır. Kabir Hayatı içinde Münker ve Nekir adlı meleklerin sorgusu ve ölünün mü'min ya da kâfir oluşuna göre mutluluk ya da azab vardır. Kabir Hayatı'na ilişkin bir hadisinde Hz. Peygamber (s.a.s) kabri ya Cennet bahçelerinden bir bahçe, ya da Cehennem çukurlarından bir çukur olarak nitelemiştir (Tirmizî, Kıyâmet, 26). Bir başka hadiste de Münker ve Nekir'in sorgusundan sonra ölünün nimetlendirildiği yada azaba uğratıldığı anlatılır. Buna göre Mü'minin mezarı yetmiş arşın genişletilir, aydınlatılır ve ona "Zifafa giren ve sadece en çok sevdiği kişi tarafından uyandırılan şahıs gibi Mahşer gününe kadar uyumana devam et" denilir. Münafık kişinin mezarına da "Bu adamı alabildiğine sıkıştır" emri verilir. Yer, cendere gibi adamı, kemikleri hurdahaş oluncaya kadar sıkıştırır ve ölü yeniden dirilene kadar böyle işkence görür (Tirmizi, Cenaiz; 70).

Ahmet ÖZALP


14 Haziran 2018 Perşembe

Bayram Cuma Gününe Denk Gelirse Cuma Namazı Kılınmaz mı?


Soru: Muhterem Hocam, malumunuz bu sene Ramazan Bayramı, Diyanet’in ilan ettiği tarihe göre Cuma gününe denk geliyor. Bazı kardeşlerimiz, Ebû Davud’da ve İbn Mace’de geçen Ebû Hüreyre rivayetini delil getirerek, aynı günde iki namazın olmayacağını, Bayram namazı kılındıktan sonra Cuma namazını kılmaya gerek olmadığını söylüyorlar. Bu doğru mu? Bu konu hakkında bizleri aydınlatırsanız, çok memnun olacağız. Hürmet ve dualarımızla…

Cevap: Canım Kardeşim, öteden beri yapılan bir yanlışa bu vesile ile bir kez daha dikkatleri çekmiş olalım. Başta fıkhî meseleler olmak üzere, İslam’ın tüm meselelerinde bir ayet veya bir hadis üzerinden hüküm çıkartmak doğru değildir. Bir bütüncül okuma olmadan, aynı mesele hakkında dile getirilmiş sözler/rivayetler bir araya getirilmeden, bir ayete bakarak, yada bir hadise dayanarak bir hüküm ortaya koymak asla bizi işin hakikatine ulaştırmaz. İşte mezhep imamlarımızın yaptıkları bu olmuştur. Onlar, (Allah hepsinden ebeden razı olsun) bir meselede son sözü söylemek için mevcut delillerin hepsini bir araya getirmişlerdir ve oluşturdukları usul üzerinden bir değerlendirmeye tabi tutmuşlardır; bunun neticesinde de nihaî hükme varmış, onu da delileri ile paylaşmışlardır. Bize düşende onların içtihatları çerçevesinde amel etmektir.

Sorunuza gelince, söylediğiniz gibi başta Ebû Davud ve İbn Mace olmak üzere bazı hadis kitaplarımızda, Hz. Peygamber’in (sas) Bayram, Cuma’ya denk geldiğinde sadece Bayram namazının kılınması gerektiğini, Cuma namazı konusunda ise insanların muhayyer/serbest bırakıldığını belirten rivayetler vardır. Bu rivayetlerden iki tanesi şunlardır:

İyas b. Ebû Remlete’ş-Şamî rivayet ediyor. Muaviye b. Ebî Süfyan, Zeyd b. Erkam’a sordu:
“İki bayram (bayram ve cuma) aynı güne rastladığı bir günde Resûlullah (sas) ile beraber bulundun mu?” Zeyd b. Erkam: “Evet” dedi. Muaviye b. Ebî Süfyan: “Peki nasıl yaptı?” diye sordu. Zeyd b. Erkam: “Bayramı kıldı sonra Cuma için ruhsat verip “kılmak isteyen kılsın!” buyurdu. (Ebû Davud, Kitabu’s-Salât, 217)

Ebû Hüreyre rivayet ediyor. Hz. Peygamber (sas) şöyle buyurdu:
“Sizin şu gününüzde iki bayram bir araya geldi. İsteyene bayram namazı yeter, isteyen cumayı kılmayabilir, ama biz cumayı kılacağız.” (Ebû Davud, Kitabu’s-Salât, 217; İbn Mace, İkametü’s-Salât,166)

Bu hadislerin değerlendirmelerini yapan mezhep imamlarımız birbirinden farklı hükümler çıkarmışlardır. Özellikle Hanbeliler, hadislerin zahiri manasından yola çıkarak, neden Hz. Peygamber’in (sas) böyle dediğini dikkate almadan kişinin muhayyer olduğunu, Bayram namazını kıldığı zaman, Cuma’yı kılmasına gerek olmadığını söylemişlerdir. (Avnü’l-Ma’bud Şerhu Süneni Ebî Davud, c. 1, s. 156)

Diğer mezhep imamlarımız özellikle o günlerde Bayram ve Cuma namazlarının nasıl kılındığına dikkat çekmiş, Medine’nin dışından gelen köylülerin sabah Hz. Peygamber (sas) ile Bayram namazını eda ettikten sonra, öğlene kadar beklemelerine gerek olmadığını, Efendimiz’in (sa) onları muhayyer bıraktığını, isteyenin bekleyip Cuma’yı kılabileceklerini, isteyenlerin ise kılmadan köylerine dönebilecekleri ruhsatını verdiğini söylemişlerdir. Ancak Medine ahalisinin o gün, Hz. Peygamber ile Cuma’yı eda ettiklerini belirtmişlerdir. (Sünen-i Ebî Davud ve Tercemesi, c.2, s. 171)

Bayram namazının Cuma gününe denk gelmesi durumunda hükmün ne olacağı konusu Hanefî Mezhebi’nin temel kaynaklarından olan el-Hidaye’de şöyle ele alınmıştır: “Bayram, Cuma gününe rastladığı zaman birinci namaz sünnet, ikincisi farz olmasına rağmen ikisi de terkedilmez.” (el-Hidaye, c.1, s. 191) Bu ifadelerden sonra Bayram namazının sünnet mi, vacip mi olduğu ele alınmış; sonra vacip olduğu delileri ile ortaya konmuştur.

Dolayısıyla, Bayram Namazı’nı eda ettikten sonra, Cuma namazını da normal usulüne uygun vaktinde kılmamız gerekmektedir.

Selam ve dua ile…

Muhammed Emin Yıldırım

7 Haziran 2018 Perşembe

RABBİMİZLE SÖZLEŞME


Ey Rabbim!

Hikmetler deryası olan Kur'an'ımızı hayat kitabım yapacağıma,

Dosdoğru yolun öncüsü Peygamber'inin izinden gitmek için cihat edeceğime,

"Hakikati göremezler" dediğin, azaba müstahak gafillerden olmayacağıma,

Senin sözüne kulak veren ve görmediği halde Sana hakkıyla kulluk eden kullarından olacağıma söz veriyorum.

En küçükten en büyüğe her şeyi yazdığına ve bunların Sen'in huzurunda bulunduğuna iman ediyorum. Ölüleri dirilttiğin gün, salih amelimin üstün olmasını ihsan eyle!

Sen'in tarafından gönderilen elçilerini yalanlamayacağıma bilakis rehberim göreceğime ve tebliği kendime görev kabul edeceğime,

Önceki kavimlerden ibret alıp onlar gibi olmayacağıma, Peygamber'imin Sünnet'ine sadık kalacağıma ve haddi aşmış toplumlara doğruyu söylemekten geri durmayacağıma,

Bulunduğum asırda Sana davet etmek için koşan, gayret eden kullardan olacağıma,

Sen'in dinine Sen'in rızandan ve cennetinden başka bir mükâfat beklemeksizin yüksek sesle çağrıda bulunacağıma,

Beni yaratan ancak Sen'sin! Yalnız Sana kulluk edeceğime ahdediyorum.

Rabbim!

Helake duçar olmuş kullardan değil Peygamber'ine Ümmet olmayı becerebilmiş kullardan olmayı niyaz ediyorum.

Sen'in huzuruna çıkacağıma iman ediyorum.

Ekin bitiren toprak, hurmalıklar, üzüm bahçeleri, pınarlar... Hepsi Sen'in kudretinin delilidir. Bütün nimetlerine, Sen'in kudretine yakışır üslupla hamd etmek istiyorum.

Bir ve tek olmayı kendine, insanlar olarak beraber yaşamayı ise bizlere uygun gördün. Mü'minlerle, insanlarla, canlılarla bir arada Sen'in takdir ettiğin düzen içinde yaşamayı arzuluyorum.

Gece-gündüz döngüsü, Güneş'in doğuşu ve batışı, Ay'ın hilali, dolunayı vs. şekilleri yalnız ve yalnız Sen'in kudretinledir. Ben de kadir bilen kul olmayı istiyorum.

Dağ gibi gemileri suyun üzerinde durduran, yüzdüren Sen'in iradendir! Bu iradenin merhametine mazhar bir kul olmak için çalışacağıma,

Hükümlerine, nimetlerine, Sana davet edenlere yüz çevirenlerden olmayacağıma,

Kıyametin işareti olan birinci sura üfleyiş, o gün gelmeden kıyametten sakınarak yaşayacağıma,

İnsanlar kabirlerinden Sana doğru akın akın koşmadan, Rahman sıfatınla vadettiğin gün gelmeden Sana doğru koşacağıma söz veriyorum.

İsrafil aleyhisselamın ikinci defa sura üflemesiyle sadece amellerimle Senin huzurunda bulunucağıma ve haksızlığa uğramaktan beri olacağıma iman ediyorum.

Ey Cennet'in Sahibi Olan Allahım!

Nimetlerle cennettekileri zevklendirdiğin, gölgelerde koltuklara yaslanılan, taze meyveler ve istenilen her nimetin var olduğu,

Rahim sıfatının tecellisi olarak "Selam" sözünün işitileceği yere; cennete layık bir mü'min olmak istiyorum.

Sen, bize: "Şeytana kulluk etmeyin. Çünkü o, sizin apaçık düşmanınızdır. Bana kulluk edin, doğru yol budur." diye bildirdin Rabbim! Bu emrine itaat edebilmeyi istiyorum,bana yardım eyle, beni benimle bırakma!

Nice nesilleri saptırmış, küfre-inkâra batırmış ve cehenneme yuvarlanma sebebi olmuş şeytanın şerrinden Sana sığınıyorum.

Ağzımın kapatılıp ellerimin, ayaklarımın şahitlik yapacağı günde mahcup olacağım amellerle değil razı olacağın amellerle beni meşgul et!

Sen anında azabı indirecek güçtesin ama biliyorum ki bize mühlet veriyorsun. Ömrünü uzattığın kullarından ibret almamızı istiyorsun. Akleden kullarından olmayı Sen'den niyaz ediyorum.

Kur'an'ın bir öğüt ve apaçık bir kitap olduğuna iman ediyorum. Kalbi, ruhu diri olup bu Kitap'la uyaranlardan olmak istiyorum.

Bütün mahlûkatında, hizmetimize sunduğun hayvanlarda bile Sen'in kudretini görüp Sen'in kudretine yaraşır şekilde şükretmek istiyorum.

Sen benim Rabbimsin, kulluğum ve itaatim yalnızca Sana'dır. Yalnız Sen'den yardım istiyorum.

Ey Kalplerin Sahibi Rabbim!


Gizlediklerim ve aşikâr yaptıklarım Sen'in ilmindedir. Yalnızken de kalabalıkların içindeyken de Sen'in kulun olarak yaşamayı nasip et!

Beni bir damla sudan ve yoktan var ettin. Ben haddini bilen bir kul olarak yeryüzünde yaşamayı gaye ediniyorum.

Bütün insanları yarattığın gibi dirilteceksin de. Sen'in gücün her şeye yeter, acizlik kullarına mahsustur. Bugünkü mahşer gününe imanımla yarın dirilmeyi arzuluyorum.

Kulları için yeşil ağaçtan ateş çıkartan,

Gökleri, yeri yaratan ve dilediğini yaratmaya Muktedir olan Allahım...

Senin için hiçbir zorluk yoktur. Sen "Ol" dersin ve her şey oluverir.

Sen, kâinatın hükümranlığı elinde olan yüceler yücesisin! Sana döndürüleceğim gün için Sen'in kudretine sığınıyorum.

Beni bu imanımla yaşat ve ruhumu bu imanımla al ey Rabbim.

"OL" DEDİ OLDU Kampından "Yasin Sözleşmesi"


11 Mayıs 2018 Cuma

İMAM-I AZAM'IN TEVİLDEKİ PRATİK ZEKASI

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

İmam-ı Âzam Hazretleri’ne bir kişi, onu aciz bırakmak için bazı soru­lar ayarlayıp sormak için, huzuruna geldi. Dedi ki: 


— Ya imam, bir kişi şöyle diyor:

“Cenneti ümit etmiyorum, cehennemden korkmuyorum, Allah’tan korkmuyorum, ölü eti yiyorum, rükû ve secdesiz namaz kılıyorum, hakka buğz ediyorum, fitneyi seviyorum, Yahudi ve Hristiyanları tasdik ediyorum, görmeden şahitlik yapıyorum.”

— Bu adam hakkında ne dersiniz? İmam-ı Âzam Hazretleri, adamın kendisine: Senin, bu hususta şahsî bilgin nedir? diye sordu. Adam: Ben bir şey bilmiyorum, deyince talebelerine sordu. Onlar: Bu sayılan şeyler küfür alâmeti olduğu için, bu sözleri söyleyen adamın felâketine delalet eder, dediler.

İmam-ı Âzam Hazretleri ise:

— Aksine, bu sözleri söyleyen adam Allah dostlarındandır. Bakın bun­ların manalarını açıklayayım, diyerek şu açıklamayı yaptı:

— Cenneti ümit etmiyor, yani Cennetin Rabbini ümit ediyor. Ce­hen­nemden korkmuyor, cehennemin Rabb'inden korkuyor. Allah’tan korkmu­yor, çünkü Allah’ın rahmetle muamele edeceğini ümit ediyor. Ölü eti yiyor, yani balıketi yiyor. Rükûsuz, secdesiz namaz kılıyor, yani cenaze namazı kılıyor. Hakk'a buğzediyor, ölüm haktır, ona buğzediyor, yani daha fazla yaşayarak daha fazla ibadet etmek istiyor. Fitneyi seviyor, çünkü Kur’ân-ı Kerîm’de (meâlen): “Evlatlarınız sizin için birer fitnedir (imtihân vesilesi­dir).
(Enfal Suresi: 28)buyuruluyor. O şahıs çocuklarını seviyor. Yahudi ve Hristiyanları tasdik ediyor, yani onların birbirleri hakkında söylediklerini tasdik ediyor. Görmeden şahitlik yapıyor ki, onun da manası şudur: Allah’ı görmediği halde Allah’ın varlığı hakkında şahitlik yapıyor.

Ehli sünnet itikadının imamlarından İmam-ı Azam Ebu Hanife, zahir­deki bu küfür sözlerini zahirine göre tekfir etmeyip tevil etmiştir.

Ehli sünnet vel cemaat mezhebi mensupları olarak o küfür sözle­rinden dolayı, o sözleri söyleyenleri tekfir etmeyiz.Tekfir etmememiz, o sözlerin küfür sözleri olmadığını gerektirmez. O sözler haddi zatında küfür içerikli sözlerdir. Fakat biz, itikadımız gereği tekfirden uzak dururuz. Bunun için o sözleri tevil etmeye çalışırız.

"Biz bir kimsenin küfre girdiğini söylediğimiz zaman, onun, kişiyi din­den çıkaran bir söz söylediğini anlatmak isteriz. Onu söyleyenin kafir oldu­ğuna kesin bir şekilde hükmetmeyiz. Çünkü söz konusu kişinin tevbe etmesi ve amel defterinin hayırla mühürlenmesi ihtimali bahis konusudur. (Makâlat-ı Kevserî, s. 400)

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"


Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.


EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

İMAM-I AZAM VE ATEİST

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

Bir gün Bağdat’a Allah’a inanmayan felsefecilerden bir grup gelir. Grubun reisi olan felsefeci, oradakilere; bazı sorularının olduğunu ve Bağdat’ın en büyük alimi ile karşılaşmak istediğini belirtir. Orada bulunan cemaat, felsefecileri İmamı Azam hazretlerine götürürler. İmamı Azam hazretleri ise o esnada, talebelerine bir kerpiçle teyemmümün nasıl yapılacağını gösteriyordu. Gelen felsefeciler İmamın kendisine üç soru sormak istediklerini belirtince, İmamı Azam hazretleri onlara;
- Sorunuz nedir? der.
Felsefecilerin reisi önceden hazırlayıp bir çok kimsenin cevap veremediği sorusunu sorar:
- Ey İmam! Birinci sorumuz; Allah var dersiniz, ama görünmez. Haydi gösterin de inanalım. İkincisi; Şeytanın ateşten yaratıldığını söylersiniz, sonra da ateşle ona azâb edilecek dersiniz, hiç ateş ateşi yakar mı? Üçüncü sorumuz ise; işittiğime göre hayrın ve şerrin Allah’tan olduğunu söylermişsiniz. Madem ki, hayır ve şerrin Allah’tan olduğunu iddia edersiniz o halde insanları yaptıklarından dolayı niçin suçlarsınız? Bırakın da insanlar istediğini yaşasın.”der.
Bunun üzerine İmamı Azam hazretleri elindeki kuru kerpici adamın başına vurur ve felsefecinin başı yarılır. Ateist felsefeci derhal zamanın mahkemesine başvurup, İmamı Azam hazretlerinden şikayetçi olur. Bunun üzerine İmamı Azam hazretleri mahkemeye çağırılır.
Kadı efendi(Hakim) felsefeciye sorar:
- Söyleyin bakalım meseleniz nedir? der.
Felsefeci;
- Ey Kadı efendi! Ben bu İmama üç soru sordum o ise soruma cevap vereceği yerde, başıma kerpiç vurarak, başımı yardı. der.
Kadı;
- Ey imam! Sizin gibi bir alime bu yaptığınız yakışıyor mu? der.
İmamı Azam;
- Muhterem Kadı efendi, ben aslında o bir kerpiçle bu filozofun üç sorusunun cevabını verdim. der.
Kadı bu işin açıklamasını İmamı Azam’dan ister. İmam olayı şu şekilde anlatmaya başlar:
– Muhterem Kadı efendi, bu felsefeci bana; “ Allahü Tealayı göster de inanayım” dedi. Ben de elimdeki kerpici onun başına vurarak onun sorusunun cevabını vermiş oldum. “Bu nasıl oldu” dersiniz? Bu adama sorar mısınız, kerpici kendisine vurduğum an da hissettiği acıyı bize gösterebilir mi? Kadı Felsefeciye;
- Evet, acınızı bize gösterebilir misiniz? der.
- Muhterem Kadı efendi, canım yandı ama bunu size nasıl gösterebilirim?” der.
İmamı Azam hazretleri;
– Ey felsefeci! Sen kendi başının ağrısını bize gösteremezken biz Allah’ı sana nasıl gösterelim?” der.
Kadı tekrar sorar:
– Peki öbür sorusu ne idi? der.
İmamı Azam:
- Bu felsefeci bana, “şeytan ateşten yaratıldı dersiniz ama, hiç ateş ateşi nasıl yakar mı?” dedi. “Ben de buna toprakla vurdum. Toprak onun başını acıttı. Hâlbuki kendi bedeni de topraktan yaratıldı. Allah dilerse ateşe ateşle azap etmeye gücü yeter. Ona canının yanıp yanmadığını sorabilir misiniz? der.
Kadı felsefeciye tekrar sorar:
- Canınız yandı mı? der. Felsefeci:
- Elbette. der.
Bunun üzerine İmamı Azam:
- Yine bana; “Ey İmam! Hayrın ve şerrin Allah’tan olduğunu iddia edersiniz fakat, insanları yaptıklarından dolayı niçin suçlarsınız? Bırakın da insanlar istediğini yapsın.” dedi. O halde muhterem Kadı efendi! Ona tekrar sorar mısınız, madem ki bu felsefeci insanların iradesinin olmadığına inanıyor, o halde yaptığım bu işten dolayı beni niçin size şikayet etti?” der.
Felsefeci, bu güzel cevaplar karşısında mağlup olup, söyleyecek söz bulamaz ve yanlış inancına tövbe edip Müslüman olur.

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"


Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.


EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

Ben yaratılmak istemiyordum, diyen birisine verilecek cevap ne olabilir?


- Bir insan diyor ki: “Allah beni neden yarattı, ben yaratılmak istemiyordum, cehennemi de cenneti de istemiyorum.” buna verilecek cevap ne olabilir?

Cevap

- Yaratılmış olmak, ancak bunun mümkün olması ile olabilir. İmkan dahilinde olmak ise, olmamaktan çok, olmaya yatkınlık anlamına gelir. Zira öteki türlü durum "Yaratılması imkansız iken neden yarattı?" şeklinde bir soruyu doğurur.

Dolayısıyla yaratılmanız mümkün ise bu mümkünü gerçekleştirmek, mümkünün doğasına uygun hareket etmek demektir. Mümkünlüğünüz, var olmanız ile var olmamanızın neredeyse eşit olduğu bir durum olmakla beraber; mümkünlük durumunuzun kendisi de bir varlık durumu olduğu için varlığın tamamına yönelmesi ve istemesi onun doğasının gereğidir. Ancak bu yatkınlık ve isteği gerçekleştirecek güç, mümkünün doğasında yoktur. Allah'ın yaratması sizin mümkünlük doğanıza uygun bir eylem gerçekleştirmiştir.

Cennet ve cehennem de aynı şekilde sizin için iki mümkünü ifade eder. Tıpkı başlangıçtaki gibi iki mümkün durumundan hangisini tercih ederseniz o kesinlikle şimdiki gibi size verilecektir.

- Allah yegâne yaratıcıdır. Mutlak hakimiyet sahibidir. İstediği şeyi yapar, dilediği işi seçer. Hiç kimseye hesap vermez. İnsanı yaratırken onun keyfine göre değil, harika sanat estetiğini ve sonsuz ilminin tezahürlerini ve nihayetsiz hikmetinin yansımalarını görmek ve göstermek istediği için yaratmıştır.

Bir mimar bir binayı, bir saatçi bir saati yaparken o binaya ve o saate sormadığı gibi, Allah da insanı yaratırken kimseye sormaz. Bütün varlıkların yaratılış maksadının yüzde biri o yaratıklara bakıyorsa, yüzde doksan dokuzu yaratıcıya bakar, onun isim ve sıfatlarının aynası olarak var edilmiştir.

- “Ben yaratılmak istemiyordum.” diyen kimseye sormak lazım: Siz yokken nasıl olur da bir şey isteyebilir veya istemeyebilirsiniz? Allah -insan dahil- yarattığı hiçbir şeyden onun var olmak isteyip istemediğini sormamıştır. Kaldı ki, yok olan bir şeye sormak da mümkün değildir.

- Allah’a ve Kur’an’a inanmayan bir kimsenin “ben var olmak istemiyordum” demeye hakkı yoktur. Çünkü ona göre her şey gibi kendisi de tesadüf eseri ortaya çıkmıştır. Bu durumda kime ne sorabilir ki..!

- Eğer bu sözü söyleyen kimse Allah’a ve Kur’an’a iman etmişse, bu kişinin yüzeysel bir inanç tasavvurundan hakiki ve tahkiki bir iman düzeyine gayret etmesi gerekir. Zira, samimi bir mümin ve imanında derinliğine bilgili bir müslümanın “Allah tasavvuru” şöyledir:

Allah sonsuz ilim ve hikmet sahibidir. Yarattığı hiçbir şey adalet ve hikmete aykırı değildir. Bizim bu hikmeti bilmememiz ve bu adaleti görmememiz onların var olmadığını göstermez. Öyleyse, biz Allah’ın varlığına iman ettiğimiz gibi Kur’an’ın bize öğrettiği onun “âdil ve hakîm” (adalet ve hikmet sahibi)olduğuna da iman etmemiz imanımızın gereğidir.

Her şey bizim aklımıza ve hissiyatımıza bağlı değildir. Realiteyi olduğu gibi kabul etmek zorundayız: Sonsuz ilim, kudret, hikmet, rahmet ve adaletine iman ettiğimiz Yüce Yaratıcı hakkında ileri-geri konuşmamaya gayret edeceğiz, bu tür vesveselere kulak asmayacağız, iliklerimize kadar ona teslim olacağız. Bilmediğimiz milyonlarca şeyler gibi sorudaki hususları da bizce bu “bilinmeyenler” listesine koyacağız.


10 Mayıs 2018 Perşembe

İnsana, yaratılmayı ve imtihan olmayı isteyip istemediği sorulur mu?


Neden dünyaya gönderildik?..

Kendimize bir bakalım. Siz iyi bir ressam veya heykeltıraş olsaydınız, bu özelliğinizi görmek ve başkalarına da göstermek için bir taş, bir ağaç, bir hayvan, bir kadın, bir de erkek resmi veya heykeli yapınız. Bunların içinden konuşacak ve anlayacak özelliği sadece insan şeklinde olanlara veriniz.

Şimdi bunlar içinden biri sana itiraz edip “Beni niye yaptın, bana, insan olmak ister misin, diye niye sormadın?” dese ne dersiniz ve ne yaparsınız? Her halde en azından "Seni yok iken ortaya çıkardım, seni taş, ağaç, hayvan değil de en değerlisi yaptım. Teşekkür etmen gerekirken bu itiraz niye?", demeyecek misiniz? Sonra da böyle bir itiraz karşısında onu parçalayıp çöpe atarsınız. Diğer hâline razı olanı ise en güzel yere asar, herkese seyrettirirsiniz.

Orada bulunanlardan taşlar da bunu duyunca “Hâlinden memnun değilse yer değişelim, bana insanlığı kendine taşlığı alsın." dese, haklı olmazlar mı?

Bizim akıllı ve en değerli varlık olarak durumumuz aynen böyledir. Allah her şey içinde en güzel şekli ve özellikleri bize verdiği hâlde biz itiraz etsek, o zaman hayvanlardan biri, "Gel değişelim.” yahut da “Seni yok etsin, yerine beni geçirsin.” dese ne yapacaksınız?

Allah Teala, böyle bir itirazda bulunanı parçalayıp çöpe, yani cehenneme atsa, diğer hâline razı olanı cennetine koyup en güzel nimetlerle süslese, adaletin en güzeli olmaz mı?

Allah bizi kendisini tanımak ve kendisine layık olacak şekilde ibadet etmek için yarattı. Bu vazifeyi yerine getirecek alet ve cihazları da yaratmıştır. Yani bizden istenen şeyler ile bunları karşılayacak sermaye ölçülü ve dengelidir. Burada herhangi bir adaletsizlik olmadığını bütün insaf ve vicdan ehli bilir.

Fakat Allah’ın bizi yaratırken bize sorup sormaması ise, tamamen Allah’ın iradesini kısıtlamak anlamına gelir. Oysa âlimlerimizin ittifakı ile Allah -la yüs'el-dir. Yani yaptığı işlerden sorguya çekilmez. Ama kâinatta yaptığı ve yarattığı herhangi bir hadisenin hikmetsiz veya adaletsiz olduğuna dair hiç kimse ağzını açamamaktadır. Çünkü, kâinatta hikmetsiz ve abes olabilecek bir durum yoktur. Bütün kâinatı didik didik araştıran bilim adamları, bu ilahi hikmet karşısında hayrete düşmektedir.

İşte tüm kâinatta rastlanılamayan hikmetsiz iş ve fiillere elbette şeriatta da rastlanmaz. Yani bizim taşıyamayacağımız işleri Allah bize yüklemez. Bütün hayvanlara, bitkilere ve cansızlara vazifeler yükleyen Allah, elbette bize de bazı vazifeler yükleyecektir. Yoksa tüm kâinatta mevcut olan hikmet, insanlar yönünden abes olacaktı. Hiçbir işinde abesiyet ve çirkinlik olmayan ve bu gibi şeylerden münezzeh olan Allah, elbette insanlara da taşıyabilecekleri bir yükü yüklemesi gerekmektedir.

İnsanın Yaratılış Amacı

Bu soruyu esasen iki yönden incelemek mümkündür. Birincisi, insan dışındaki bütün varlıkların insan merkezli çalışmaları, insana hizmet etmeleri meselesi. Burada da iki durum akla gelir. Ya demek lazımdır ki insan dışındaki varlıklar insanı tanıyorlar, onun ihtiyaçlarını biliyorlar, ona şefkat edip acıyorlar. Bunun için de mesela; meyve ağacı insanın vitamin ihtiyacını gidermek için ona meyve veriyor, hayvanlar, protein ihtiyacını karşılamak için et, süt, yumurta gibi gıdaları insana takdim ediyorlar… Veya insan, bütün bunları kendi gücü, kuvveti ve kudreti ile yapıyor…

Hâlbuki dikkatle bakıldığında görülüyor ki tüm varlıkların insanın ihtiyaçlarını gidermeye yönelik çalışmaları, insanın onları emri altına almasıyla, onlara üstün gelmesiyle, onlarla çarpışmasıyla değil; bilakis hayatını devam ettirmek için gerekli olan ihtiyaçları topraktan, havadan, sudan, ateşten temin edemeyeceği için unsurları terbiye eden bir kudret; elmayı ağacın, yumurtayı tavuğun, sütü koyunun eliyle insana verdiği gibi, Güneşteki zararlı ışınları da atmosfer vasıtasıyla yine insan için süzüyor.

Demek bütün bu hadiseler, insanın çok güçlü, kuvvetli ve kudretli olmasından gerçekleşmiyor, tam tersine gücü, kuvveti ve kudreti, bütün bu muhteşem hadiseleri gerçekleştirmeye yetmediği için, yani güçsüzlüğü, zaafı ve aczi için ona yardım ediliyor, elinde olmadığı nimetlerden dolayı ona ihsan ediliyor, bilgisizliğinden dolayı ona ilham ediliyor, ihtiyaçları için ona ikram ediliyor.

Bu çıkarımdan şu soru akla geliyor: İnsan dışındaki her şeyi insana çalıştıran bu sonsuz kudret, insanı niçin yaratmıştır ve insandan ne istiyor?

Bu soruya cevap vermek için de insanın diğer varlıklardan farkını iyi tespit etmek gerekir.

Evet Allah, insanı bu kâinat içinde en seçkin bir surette yaratmıştır. Diğer bütün varlıklardan farklı olarak; ona varlıklardaki fayda ve amaçları algılayabilecek bir akıl, iyi ve kötüyü doğru ve yanlışı ayırt edebilecek bir vicdan, bütün ilimleri öğrenebilecek bir kabiliyet, bir çok gizli sırları anlayabilecek bir kalp, bütün tatları algılayabilecek bir dil, güzelliklerin bütün inceliklerini görebilecek bir çift göz, her çeşit nağme ve ilahî tespihleri işitebilecek bir kulak vermiştir.

Cenab-ı Hak seçkin olarak yarattığı insanı, kendisine dost ve muhatap kılmış, gönderdiği semavî kitaplarla ona emir ve yasaklarını bildirmiş, saadet ve istikamet yollarını göstermiştir.

İnsan kendisine verilen bu yüce his ve organların kıymetini bilmezse, onları vereni unutur ve ondan gaflet eder. Allah’ın mahluku ve sanat eseri olduğunu ve her an onun terbiye ve gözetimi altında bulunduğunu, onun vermiş olduğu nimetlerle beslendiğini unutur. Ona karşı yapması gerekli olan görevlerden yüz çevirir. Evet, kendini tanıyan ve yaratılış amacının Allah’a kulluk olduğunu bilen insan, bu gayeye uygun hareket eder.

Başka Bir Açıdan Konuya Bakış

- Evrende mevcut ve gözle görülen dengeler birer adaletin yansımasıdır. Kâinatın, ekoloji, astronomik, jeolojik dengeleriyle mutlak adaletine şahadet ettiği ve bir adı Hak olan Yüce Allah’ı adaletsizlikle itham etmek, hak ve hakkaniyete karşı büyük bir haksızlıktır.

Mevcut haksızlıkların, sömürmelerin, cinayetlerin faturasına Allah’a çıkarmak, bir kıyametin kopmasına sebep olabilecek kadar bir saygısızlıktır ve onun gazabını tahrik eder.

- Dünya bir cennet ve mükâfat yeri değil ki, herkes için bir zevk ve safa yurdu olsun. Dünyaya gelenlerin hızlıca göçüp gitmesi, gençlerin ihtiyarlaşması, insanların sürekli, bela ve musibetlerle karşı karşıya bulunması, firak ve ayrılığın şamarlarıyla sersemleşmesi gösteriyor ki, insanın dünyaya gönderilmesinin gayesi bir imtihandır. İmtihandan sonra başka bir memlekete yolculuk yapılacak, imtihanı kazanmanın mükâfatını ve kaybetmenin cezasını orada görecektir.

- İmtihana tabi tutulan bir varlık olarak insanoğlunun, içinde bulunduğu zamanın her dilimine/her karesine ya artı veya eksi kaydedilmektedir. İlahî imtihanın -genel olarak- iki sorusu ve iki cevabı vardır. Hayat bilgisinden sorulan bu iki sorudan biri sıkıntı, bela, meşakkat, musibet, mükellefiyet türünden şeylerdir. Diğer soru ise, ferahlık, bolluk, nimet, izzet-ikram türünden şeylerdir. Bütün hayatında insanlar ya sevinç ve huzur ortamında, ya da hüzün ve keder ortamında yaşamaktadır. Birinci sorunun cevabı sabır, ikinci sorunun cevabı ise şükürdür.

İnsanoğlundan, hayatın pratiğiyle sıkıntıyı yaratıp sorusunu soran da, sabır cevabını isteyen de; ferahlık yaratıp sorusunu soran da, şükür cevabını isteyen de Allah'tır.

İnsanlar, bu sorulara cevap verip vermemekte serbesttir; fakat imtihan şeklinin veya soru sitilinin değiştirilmesini isteme hakkına sahip değildir. Çünkü bu bir "sünnetüllah"tır/bir ilâhî kanundur ve asla değişmez (bk. Ahzab, 33/62). Unutulmamalıdır ki imtihanlar, öğrencilerin hevesine bırakılamayacak kadar önemlidir.

- Kader noktasında hayrı da şerri de yaratan Allah'tır. Fakat imtihana tabi tutulanlar da birer kukla değildir. O kötülüklerin meydana gelmesinde onların payı vardır. Dikkat edilmesi gereken nokta şudur: İnsanları ilgilendiren konularda, her olayın iki yönü vardır:

Birisi: Allah'ın yaratmasına bakan icat noktalarıdır. Yani hayrın da şerrin de yaratıcısı Allah'tır. Tevhit/Allah'ın birlik sıfatı bunu gerektiriyor.

Diğeri: İnsanların kazancına bakan ve içinde yaratma işi olmayan tasarruflar, meyiller ve Allah'ın yaratmasına bir vesile hükmünde olan şeylerdir. Özgür bir iradeyle imtihanın yapılmasını sağlamak ve sonuçtan insanları sorumlu tutmak için, bu cüzî iradenin verilmesi şarttır ve adaletin gerçekleşmesi adına kula verilmiştir.

Bu perspektiften meseleye baktığımızda, işin zannedildiği gibi olmadığı anlaşılacaktır. Söz gelimi, ortada bir hastalık varsa, onun yaratıcısı Allah'tır. Fakat icat noktaları içermeyen yönleri ise insana aittir. Mesela, terli terli soğuk su içmek bir suistimaldir, neticesinden sorumlu olan insanın kendisidir. Bademciklerinin şişmesinden, grip olmasından kendisi sorumludur. Fakat hastalığı yaratan Allah'tır. Edepli olan kimse, Hz. İbrahim (as) gibi, vesilelik yönüyle kötülüğün kendisine, yaratıcılık yönüyle de iyiliğin Allah'a ait olduğunu düşünür ve der:

"Ben hastalandığım zaman bana Allah şifa verir."(Şuara, 26/80)

Eğer böyle düşünmezsek, o takdirde, kolumuzu, bacağımızı kıran, malımızı çalan, hatta bir insanı öldüren kimseye kızmamamız gerekir. Ve Allah'ın da bunlara ceza vermemesi lazım gelir.

"De ki: Rabbinizden gelen hak/gerçek budur. Artık dileyen iman etsin, dileyen inkâr etsin."(Kehf, 18/29)

"Eğer seni yalanlarlarsa, onlara de ki: Rabbiniz geniş bir rahmet sahibidir. Fakat onun azabı da suçlu olan toplumdan geri çevrilemez. Allah’a ortak koşanlar diyecekler ki: 'Allah dileseydi ne biz ona ortak koşardık ne de atalarımız. Ve ne de bir şeyi haram kılardık.' Bunlardan öncekiler de aynı şekilde yalanlamışlar, sonunda azabımızı tatmışlardı. De ki: yanınızda bize çıkarıp göstereceğiniz bir bilgi/ bir yazılı belge var mı? Siz zandan başka bir şeye uymuyor ve yalandan başka bir şey söylemiyorsunuz. De ki: 'En kesin delil ancak Allah’ındır. Allah dileseydi, elbette hepinizi hidâyete erdirirdi.' ” (Enam, 6/147-149).

"Allah dileseydi, elbette hepinizi hidâyete erdirirdi." cümlesinden şunu anlayabiliriz:

"Ey insanlar! İmtihan şeklini belirlemek Allah'a aittir. Eğer dileseydi, hepiniz sınıfı geçecek şekilde bir imtihan düzenleyebilirdik. Veya hiç imtihan etmeden hepinizi -hidayete erdirir- sınıftan geçirirdik. Bu konuda hiç kimse bize mani de olamazdı. Fakat, iyi insanlarla kötü olanları, çalışkan öğrencilerle tembel olanları, Ebu Bekir gibi hakkın hatırını sayan, doğruyu tavsiye eden, aklını kullanan insanlarla, Ebu Cehil gibi gururunu okşayan nefsinin peşine takılanları birbirinden ayırmak istedik. Bu adaletin de bir gereğidir."

"Bu düzenlemeyi yapmakla Allah'ın insanlara asla zulüm ve haksızlık yapmadığına dair, katında sizi kolayca ikna edecek delilleri pek çoktur. Onun için haddinizi bilin, ona güvenin. O herkesi sorumlu tutup, sorguya çeker, fakat hiç kimse onu sorguya çekemez. Onun sonsuz ilim ve hikmetinin denizi yanında sizin bilginiz bir damla bile değildir."

"Onun hikmetine inanın, rahmetine güvenin, affına karşı ümitvar olun, Onun haksızlık yapmayacağına iman edin, Müslüman olarak ona teslim olun ve öylece huzuruna varın...”

https://sorularlaislamiyet.com/insana-yaratilmayi-ve-imtihan-olmayi-isteyip-istemedigi-sorulur-mu-neden-dunyaya-gonderildik

Yazılım Satmanın Hükmü


4 Mayıs 2018 Cuma

Hz.Peygamber’in (sas) Yahudilerle Mücadelesi


Efendimiz (sas) Nübüvvetin 13. yılında Yesrib’e hicret ettiğinde, orası 10.000 nüfuslu, o günün şartları içerisinde orta ölçekli bir şehirdi. Bu nüfusun, 4000 kadarı Yahudi, geri kalan 6000’i ise Arab-ı-Âribediye bilinen has Araplardan oluşuyordu. Bu Araplarda kökenleri Yemen’e dayanan Ezd kabilesinin içerisindeki, beş büyük kabilenin ikisinden müteşekkildiler. Tarihte isimlerini çokça duyduğumuz bu iki kabile Evs ve Hazrec’lilerdi. Aynı babanın iki oğlundan soyları oluşan bu Araplar, ne yazık ki asırlık çekişmeleri ile birbirleriyle savaş halindeydiler. Tarihe Bu’âs Savaşları diye geçen bu kardeş kavgalarından en memnun olanları elbette bölgedeki Yahudilerdi. Çünkü onlar birbirlerine düştükçe, güçleri zayıflıyor, etkinlikleri kırılıyor, bunun neticesinde de Yahudiler bu ortamdan çokça istifade ederek, onlar üzerinde her türlü hâkimiyeti çok daha rahat bir şekilde sağlıyorlardı. Bundan dolayı da bazen Evs ve Hazrec arasında bir ittifak yada bugünün lisanı ile bir ateşkes ilan edilse, Yahudiler ne yapıp edip, bunu bozmaya çalışıyor, onları yine birbirlerine düşürüyorlardı. Bu tablo bize çok tanıdık geldi değil mi? Sanki bugünün dünyasını anlatıyor gibiyiz. Zaten Efendimiz’in (sas) yaşadığı dünyayı tarihe hapsetmeden okumayı becerebilsek, göreceksiniz ki değişen hiçbir şey yok; değişen sadece zaman, mekân ve olayın aktörlerinin isimleridir. Zihniyet aynı zihniyettir ve bu zihniyet aynı olduğu içinde, onlara karşı yürütülecek mücadelenin yöntemi de aynıdır.

Efendimiz (sas) Medine’ye hicret ettiğinde Arapların hali böyleydi. Peki, ya Yahudilerin durumu nasıldı? Şimdi onların durumunu anlatınca, şaşıracak ve diyeceksiniz ki bu kadar mı benzerlik olur? Sanki o günü değil de, bugünü anlatıyormuşuz gibi gelecek sizlere, gerçekten durum aynen bugün gibidir.

Allah Resulü (sas) Medine’ye hicret ettiğinde tahmin edeceğiniz üzere bölgenin siyasi, iktisadı ve içtimai tüm ipleri Yahudilerin ellerinde bulunuyordu. Nüfus itibari ile Araplarlardan az olmalarına rağmen, hayatın her alanında hâkimiyet onlardaydı. 4000 nüfuslu Yahudiler bazı alt aileleri içerisinde barındırsa da, üç büyük kabileden oluşuyorlardı. Bunlar, Benû Kaynuka, Benû Nadir ve Benû Kurayza’dır. Bu kabilelere ait bazı bilgileri yazımızın ilerleyen bölümlerinde sizlerle paylaşacağız.

İşte Efendimiz (sas) böyle bir bölgeye hicret etmek durumunda kalmıştı. Allah Resulü (sas) gerek hicrettin öncesinde, gerekse sonrasında bölgeyi çok yakından takip eden ve tanıyan biriydi. Orada Yahudilerin neler yaptıklarını, neleri hedeflediklerini ve bu hedeflerine ulaşma adına neler yapabileceklerini, hem elde ettiği bilgilerden, hem de Kur’an’ın Beni İsrail hakkında azımsanmayacak düzeyde dile getirdiği beyanları ile çok iyi anlamıştı. Özellikle Akabe Biatları sürecinde yakın bir temas kurduğu Yesrib’i her yönü ile incelemiş, oraya gönderdiği muallim olan Mus’ab b. Ümeyr’den gerekli bilgileri almış ve bu bilgiler ışığında daha hicret etmeden onlarla nasıl bir mücadele edeceğinin yöntemini belirlemişti.

Bu mücadelenin ilk ayağı hiç şüphesiz Medine İslam Devleti’nin anayasası olan Medine Vesikası idi. Merhum Hamidullah Hocamızın da, belirttiği gibi yeryüzünün ilk yazılı anayasa olma özelliğini taşıyan bu 47 maddelik (Hamidullah Hoca bazı alt maddeleri de, birer birer ele alarak vesikanın 52 maddeden oluştuğunu söyler.) vesika, gerçekten üzerinde çalışmayı çokça hak edecek önemli bir konudur.

Efendimiz (sas) bölgeye hicret ettiğinde Medine’nin tüm kavmî ve dinî unsurlarını dışarıda bırakmadan içerisine alarak oluşturduğu bu çok hukuklu antlaşma metninin, 1’den 23’e kadar olan maddeleri Müslümanları, 24’ten 47’e kadar olan maddeleri ise Yahudileri ilgilendirmekteydi. Efendimiz (sas) bu antlaşma ile belli şartlar çerçevesinde Yahudilerin ellerinde var olan siyasi üstünlüklerini kontrol altına almış ve o güne kadar astığım astık, kestiğim kestik mantığında olan Yahudileri de bu anayasanın gölgesinde yaşamaya mecbur etmişti. Tabi Yahudilerin bu antlaşma metnini neden kabul ettikleri meselesi de önemli bir bahistir. Bu konuda birçok neden sayılabilir; ama özellikle birkaç tanesini anmak gerekirse, en başta Müslümanların siyasal anlamda güç kazanmalarını ve Bedir savaşının galibi olarak Medine’ye dönmelerini söyleyebiliriz. Ayrıca, Efendimiz’in (sas) düne kadar birbirlerini yiyen Evs ve Hazrec kabilelerini birbirlerine ve Muhacirleri de onlara kardeş kılmasının ve bu kardeşliğin destansı bir boyuta varmasının da etkileri vardı. Bir diğer husus ise üzerinde ittifak edilen antlaşma metni, sadece Müslümanlarla Yahudiler arasındaki hukuku düzenlemekle kalmıyor, Yahudilerin kendi aralarındaki hukuku da düzenliyordu. Mesela; hiçbir hukuksal zemine dayanmayan ve tamamen ailevî bir üstünlük eseri oluşturulan diyet bedellerindeki haksız oranlar, eşit düzeye çekiliyor; toplumda var olan ayrıcalıklar tamamen ortadan kaldırılıyordu. İşte bu ve daha nice sebeplerden dolayı Yahudiler, Medine Vesikası’nı kabul ediyor ve bu hukukun içerisine dâhil oluyorlardı.

Efendimiz (sas) ihaneti içselleştiren bu toplumun rahat durmayacağını çok iyi biliyordu. Bunun içinde hiçbir zaman tedbiri elden bırakmıyordu. İlk iş olarak Zeyd b. Sâbit’e onların yazı ve konuşma dilleri olan İbranice’yi öğrenmesini emretti. Zeyd, bu emir gereği 15–17 günlük kısa bir zaman zarfında bu dili, bir Yahudi kadar güzelce öğrendi. Allah Resulü’nün (sas) ilk tedbiri bu olmuştu; ama bu tedbir elbette son olmamıştı.

Hicret yurdu olan Medine yada o günkü ismi ile Yesrib, coğrafi olarak Mekke’den oldukça farklı bir yerdi. Yeşilliği, sulaklığı ve dağlar arasında kalan düz vadisi ile Hicaz bölgesinin en güzel yerlerinden biriydi. O gün için Yesrib’de birçok su kuyusu vardı. Hatta kaynaklarımız daha sonraları Efendimiz (sas) ile çeşitli hatırları olan 14 su kuyusunun isimlerini ve orada geçen hatıraları bize aktarırlar. Ama bu kuyuların hepsinin suyu, o günler için içme suyu olarak kullanılamazdı. Şehir halkı içme sularının büyük bir bölümünü, Rûme kuyusu olarak bilinen bir kuyudan sağlarlardı. Bu kuyu Yahudi bir tüccara aitti ve o, bu kuyunun suyunu çok ciddi paralar karşılığında Araplara satardı. Efendimiz (sas) hicretten sonra bu sıkıntılı durumu görünce, bundan çok rahatsız oldu ve bir an önce bu soruna kalıcı bir çözüm getirmek için yollar aramaya başladı. Çünkü su, insanın asli bir ihtiyacı idi; böyle önemli bir ihtiyaçtan dolayı Yahudilere bağımlı yaşamak kabul edilecek bir durum değildi. Efendimiz (sas) daha ilk günlerde yaslanmadan yaşamayı öğrenmişti. Özellikle ekonomik bağların doğru tesis edilmesi gerektiğini çok iyi biliyordu. Çünkü bu alanda ipler, birilerinin elinde olduğu müddetçe onlar istedikleri gibi Müslümanları yönlendirmeye devam edeceklerdi. İşte Efendimiz (sas) bu gerçekten dolayı, daha hicretin ilk aylarında bir gün Mescid-i Nebevî’de: “Kim cennet karşılığında bize Rûme kuyusunu satın alacak” demişti.

Efendimiz’in (sas) bu sözünü duyan Hz. Osman, bunu bir görev olarak kabul etmiş ve bu konuda sağa sola bakmadan, yapması gereken ameli ortaya koymak için harekete geçmişti. Hz. Osman, infak medresesinin en büyük talebelerinden biriydi. O her zaman bu alanda ilk olacaktı. Vermeye doymayacak, ıskatını varislerine bırakmadan adeta kendi günahlarının kefaretini defaatle bizzat eliyle ödeyecekti. Hz. Osman Efendimiz’in (sas) bu talebi gereği, doğruca Rûme kuyusuna gitti ve kuyunun sahibi olan Rûmetü’l-Gifârî’ye kuyusuna talip olduğunu ve onu satın almak istediğini söyledi. Yahudi tüccar fırsat bu fırsat diyerek, kuyunun ederinin neredeyse iki katı bir fiyat çekerek, kuyuyu 50.000 dirheme satacağını söyledi. Hz. Osman işin aslına bakarsanız, 100.000 dirhem istenseydi de verecekti. Çünkü O, Efendimiz’i (sas) memnun etmek, o büyük müjdesine nail olmak için elinden geleni yapmaktan bir an geri durmayacaktı. Ama Hz. Osman heyecana kapılıp da Yahudi’yi memnun edecek bir tavra girmedi. Hz. Osman orada da bir büyüklük yapacak ve adeta bize önemli bir ilke öğretecekti. Hz. Osman’ın bize öğreteceği ilke şu idi: “Yapacağınız İslamî bir hizmet dahi olsa, israf etmeye hakkınız yoktur. Çünkü İsraf, Kur’an’ın beyanı ile Şeytanlara Kardeşler olmaktır.” İsra Sûresi’nin 27. ayetinde Rabbimiz israf edenlere; İhvane’ş-Şeyâtin/ Şeytanların Kardeşleri demektedir. İşte Hz. Osman bu ilke gereği hemen heyecana kapılmayacak, büyük bir ticari deha ile Yahudi tüccara şunu teklif edecekti: “Gel sen bu kuyunun tamamını satma, işletim hakkının yarısını bana sat. Bir gün ben işleteyim, diğer gün sen işlet!”

Bu teklif Yahudi tüccarın çok hoşuna gidecekti. Öyle ya, hem kuyu elinden tamamen çıkarmayacak, hem belli bir miktar para alacak, hem de yine kuyudan para kazanmaya devam edecekti. Hz. Osman’ın bu teklifi kabul görünce, Yahudi tüccardan yeni bir fiyat istemesini talep edecekti. O da kuyunun yarısının fiyatını önce 25.000 dirheme, sonra 20.000 dirheme indirecekti. Hz. Osman bu miktarında çok olduğunu söyleyerek sıkı bir pazarlık ile kuyunun yarısını 12.000 dirheme satın alacaktı. Daha sonra Mescid’e dönecek ve karşısında duran Müslümanlara kuyuyu nasıl satın aldığının haberini verecekti. Hz. Osman orada şu uyarıyı da yapacaktı: “Kuyunun bir gün kullanım hakkı bizde, diğer günü ise Yahudi’dedir. Sakın siz sıranın onda olduğu gün gidip para ile su satın almayasınız.”

Elbette Müslümanlar o gün söz ve amel birliği ortaya koyacaklardı ve tabir caiz ise sıra Yahudi’de olduğu gün kuyuyu boykot edeceklerdi. Hz. Osman Müslümanlara bu uyarıları yapınca, o günün yürekleri ve zihinleri berrak olan Müslümanlar, kuyunun işletim sırası kendilerinde olduğunda su ihtiyaçlarını karşılayacak, sıra Yahudi’de olduğunda ise büyük bir boykot ile hiç biri gidip su satın almayacaktı. Yahudi tüccar birkaç gün sonra gelen giden olmadığını görünce, nasıl bir duruma düştüğünü anlayacak ve kendi, Hz. Osman’ın yanına gelerek kuyunun diğer yarısını da satmak istediğini söyleyecekti. Hz. Osman, “eğer makul bir fiyat istersen alırım” diyecekti. Yahudi tüccar kuyunun diğer yarısı içinde 12.000 dirhem isteyecek, ama Hz. Osman bu fiyatı yüksek bulup, fiyatı 8.000 dirheme indirtip, sonra satın alacaktı. Böyle olunca da Hz. Osman Yahudi tüccarın işin başında 50.000 dirhem istediği kuyuyu, 20.000 dirheme satın alacaktı.

Bu tarihi olaydan alınacak derslere gelince;


1- Efendimiz (sas) Müslümanlara, bağımlı yaşamamayı öğretmiştir.

2- Müslümanların aslî ihtiyaçlarında asla ipleri başkalarının eline vermemesi gerektiğini öğretmiştir.

3- Hz. Osman, İslamî bir hizmet dahi olsa israfa kapı açılmaması gerektiğini öğretmiştir.

4- Hz. Osman, Müslüman tüccarlara, zekânın ve kabiliyetin ticaretin olmazsa olmazı olduğunu göstermiştir.

5- Müslümanların söz ve amel birliğinin ne kadar önemli olduğunu, yapıldığı takdirde nelere kapı açacağını göstermiştir.

Efendimiz (sas) biraz öncede belirttiğimiz gibi Medine’ye hicret ettiği esnada, Medine’de üç büyük Yahudi kabilesi vardı. Bunlar; Benû Kaynuka, Benû Nadir ve Benû Kurayza idi. Bu üç kabile adeta şehrin ticaretini ellerinde paylaştırmış bir halde idiler. Şöyle ki; Benû Kaynuka, isminden de anlaşılacağı üzere kuyumculuk ile uğraşırlardı. Bunlar genellikle altın ticareti yapar, ama bununda ötesinde tefecilik yaparlardı. Çok yüksek faizlerle özellikle Araplara borç para verir ve onları bir ömür sömürürlerdi. Benû Kaynuka’nın yaptıkları iş, bugünün lisanı ile konuşursak bir yönü ile para borsasını ellerinde tutmak ve bu borsayı lehlerinde kullanmaktı.

İkinci büyük kabile olan Benû Nadir’e gelince, onlar ise tarım ile uğraşırdı. Özellikle Medine’nin en önemli geçim kaynağı olan hurma üreticiliği yaparlardı. Büyük hurma bahçelerinin sahipleri olarak o gün bile dışarıya ihracat edecek düzeyde bir pazar oluşturmuşlardı.

Benû Kurayza’ya gelince bunlar ise debbağdılar; yani deri üretimi ve işletimi yaparlardı. Onlar bu alanda o kadar kendilerini geliştirmişlerdi ki, başta çizme olmak üzere birçok mamulün üretimi ile uğraşırlardı. Bunlarda ürettikleri bu deri ürünlerini hem Medine pazarına, hem de başka yerlere satarlardı.

Yahudiler bu üç farklı alanda ticareti ellerinde tutukları için, ticari sahada da söz onlarındı. Onlar pazarın kurallarını koyar, fiyatları belirler, tabiî ki şartları hep kendi çıkarları doğrultusunda oluştururlardı. O gün için Medine’de insanların ticaret yaptıkları dört büyük çarşı vardı. Bu çarşıların yada pazarların tüm ipleri de elbette Yahudilerin ellerinde idi. Mesela; orada ki dükkanların en işlek olanlarını ellerinde tutar, işe yaramaz kıyıda köşe de olanları ise Araplara yüksek paralarla kiraya verirlerdi. Pazarda ki malların satış bedellerini kendi istedikleri şekilde belirler; satarken de alırken de onlar kazançlı çıkarlardı.

Efendimiz (sas) Medine pazarının bu halini çok iyi gözlemledi. Tabi sadece işin mahiyetini anlamakla kalmadı, kesinlikle bazı alternatiflerin geliştirilmesinin gerekliliğine karar verdi. Efendimiz (sas) çok iyi fark etmişti ki; eğer ticaret Medine’nin var olan, dört büyük çarşısında devam ettirilse, asla ipler Yahudilerin ellerinden alınamayacaktı. Çünkü işin başında pazarın şartlarını onlar oluşturmuşlardı. Onların ellerinden bu şartları alıp, Müslümanların lehlerine dönüştürmek çok da kolay değildi. Bu gerçeği çok iyi gözlemleyen Efendimiz (sas) ticari sahada ki mücadeleye yeni bir pazar oluşturarak başlanması gerektiğinin kararına vardı. Bunun üzerine Sahabenin içerisindeki tüccarlarla istişare ederek Müslümanlara has bir çarşı oluşturmak için seferber olundu.

Tabi bu ilk çarşı öyle çok büyük ve kapsamlı değildi; Yahudilerin çarşılarına yakın Bakîyü’z-Zübeyr diye bilinen bir bölgede idi. Efendimiz (sas) buraya büyük bir çadır kurdurarak, orasını Müslümanların pazarı olarak ilan etti. Artık Müslümanlar ticaretlerini bu yeni çarşıda yapacaklardı. Çok kısa bir zaman zarfında bu çadırdan kurulan çarşı, kendinden söz ettirmeye başlamıştı. Medine’de yıllardır Arapları sömürmeye alışmış Yahudiler, böyle bir gelişme karşısında büyük bir şaşkınlık geçirdiler. Bir müddet bu yeni olayı sessizce ama sinsice izledikten sonra, kendilerine alternatif olacak olan bu pazarın bir an önce ortadan kaldırılması gerektiği kararına vardılar. Çünkü onlar çok iyi biliyorlardı ki Müslümanlar, ticari sahada kendi ayakları üzerine durmaya başladıkları gün, sosyal ve siyasal hayatta da bunu başaracaklar ve artık kimselere ipleri vermeden izzet ve şeref üzere yaşayacaklardı. Böyle bir durum ise elbette Yahudileri oldukça endişelendiriyordu.

Bu endişe ilerleyen günlerde büyük bir öfkeye dönüşmüştü. Yahudilerin en meşhur şair ve savaşçılarından biri olan ve ilerde Müslümanlar tarafından yaptığı ihanetlerin bir karşılığı olarak öldürülecek olan, Ka’b b. Eşref bir gece adamlarını da yanına alarak Müslümanların pazar olarak kullandıkları bu çadırı yıkmak için harekete geçtiler. Onlar gecenin karanlığından istifade ederek önce çadırın iplerini keserek, sonra orayı ateşe vererek, bu çarşıyı yerle bir ettiler. Efendimiz (sas) sabahın erken saatlerinde bu durumdan haberdar olunca, herkesin öfke ile ellerini sıktıkları bir zamanda, tebessüm etti. Sahabe merakla bu tebessümün sebebini sorduklarında; Efendimiz (sas) dedi ki: “Yaptığımız bu iş Yahudileri kızdırdı. Demek ki biz doğru bir iş yapmışız. Bundan sonra kendi çarşımızı öyle bir yere taşıyacağız ki, onlar bu sefer daha fazla kuduracaklar.”

Efendimiz (sas) bu olay üzerine ileride Hz. Ebû Bekir’in halife seçileceği yer olan Benû Saide Sakife’sinin hemen yanı başında büyükçe bir arsa satın aldı. Bu arsayı kıyamete kadar Müslümanlara bu iş için vakfetti. Burada kalıcı bir çarşı inşa ederek, tüm Müslüman tüccarları buraya davet etti ve bu çarşının kurallarını bizzat kendisi koydu. Mesela; Efendimiz (sas) bu çarşıda yaptığı dükkânları aynı kişilere kiraya vermek yerine, hiçbir kira bedeli almadan sabahın erken saatlerinde kim erken gelirse ona verilmesi gerektiği kararını çıkartmıştı. Efendimiz (sas) böyle yapmakla da, ticaretin tekelleşmesini önledi ve tabi ki Müslümanlar arasında tatlı bir yarış oluşturarak, Yahudilerin ellerinde olan ticaret hacmini kademeli olarak Müslümanların eline geçirtti. Yavaş yavaş Yahudiler ellerinde ki imkânları kaybetmeye başladılar ve çok değil dört yıl içerisinde Medine’nin tüm ticari ipleri Müslümanların eline geçti.

Bilindiği üzere Yahudiler, kendilerini hep seçilmiş ırk ve kutsal bir millet olarak görür; kendi dışındakileri ise Yehova’nın kendilerine hizmet için yarattığı varlıklar olduğunu kabul ederlerdi. Böyle bir kutsal ırk mantığı onları; Yahudi olunmaz, Yahudi doğulur düşüncesine vardırmıştı. Özellikle anne Yahudi olmadıkça, asla Yahudi olunamayacağı fikri onlarda bir akide halindeydi. Böyle olmasına rağmen Medine Yahudilerinin bu temel akidelerine aykırı davrandıklarını tarihi kaynaklar bizlere nakletmektedirler. Onların Medine’de, Arap çocuklarını yanlarına alıp Yahudileştirdiklerini, Yahudi olarak onları kabul ettiklerini görmekteyiz. Bunun en temel sebebi ise, bölgeye sığınmacı olarak geldikleri için Araplar üzerinde hâkimiyetlerini kaybetmemek ve bundan siyasi çıkar elde etme adına, dinlerinin en temel akidesinden vazgeçmeleridir. Bu da gösteriyor ki aslında Yahudiler siyasi menfaatler adına çoğu zaman dinlerine ait bazı ilkeleri çiğneyebiliyorlardı.

Bunun en açık iki örneğine tam bu noktada değinebiliriz. İlki; o günün Yesrib’inde en azından isim olarak Araplaşan Yahudiler görmek mümkündü. Mesela Malik b. Dayf, Ka’b b. Eşref, Cebel b. Kuşeyr ve daha onlarcası Yahudi olmalarına rağmen Arap isimleri ile bilinir, Arapçayı bir Arap kadar güzel konuşurlardı. Yahudilerin böyle Araplaşmış olarak görünmesi tamamen elde edecekleri menfaat ve çıkarlara dayanıyordu. İkincisi ise; kendi isimleri Yahudi oldukları halde baba isimleri Arap olanlarda vardı. Mesela; Samuel b. Zeyd, Şas b. Kays, Rafi b. Harice ve daha niceleri, bunlarda Yahudileşen Arapları gösteriyordu. Yahudilerin, baba ve anneleri Arap olmalarına rağmen, bu Arap çocuklarını yanlarına alıp onları Yahudileştirmeleri ise o günlerde başlı başına sosyal bir acı idi.

Yahudiler, kendileri kutsal ırk olduklarına inandıkları gibi, bölge Araplarını da buna inandırmışlardı. Ne yazık ki Arapların büyük bir kısmı onların seçilmiş, kutsanmış, yani özel insanlar olduklarına inanıyorlardı. Böyle bir inançtan dolayı da bazı Araplar, çocuklarının daha iyi yetişmeleri için, bazıları da çeşitli adaklardan dolayı kendi öz çocuklarını bu Yahudilere teslim ediyorlardı. Hatta birçok Esbâb-ı Nüzûl rivayeti, Bakara 256. ayette geçen “La ikrahe fi’d-din/ Din de zorlama yoktur” ifadesinin böyle sosyal bir olay üzerine nazil olduğunu söylemektedirler.

Efendimiz (sas) Hicretin 4. yılında Benû Nadir Yahudilerini Medine’den sürgün edeceği sırada Ensar’dan olan bazı hanımlar, Allah Resulü’ne (sas) müracaat ederek, bu sosyal durumdan Efendimiz’i (sas) haberdar ettiler ve çocuklarının kendilerine iadesini istediler. Bu olay üzerine inen ayet çerçevesinde Efendimiz (sas) seçim hakkını bizzat çocuklara bıraktı. İsteyenin yanında yetiştiği Yahudi aileleri ile gidebileceğini, isteyenin ise kendi öz anne ve babası ile Medine’de kalabileceğini söyledi. Bu olay üzerine bir kısmı gitmeyi isterlerken, bir kısmı da Medine’de öz anne ve babaları ile kalmayı tercih edeceklerdi. Bu durumlarda gösteriyordu ki, gerçekten Yahudiler bölgede, Arapların kendilerine olan öz güvenlerini sarsmış, onları büyük bir kimlik kaybına mahkûm edip, kendi üstünlüklerini onlara adeta içselleştirerek kabul ettirmişlerdi.

Efendimiz’in (sas) bölge Araplarının yüzyıllardır kabullendikleri bu sosyal durumu değiştirmesi ve Araplara bir kimlik kazandırtması gerekiyordu. Belki de Efendimiz’in (sas) Yahudilerle mücadelesinin en zor alanlarından bir tanesi bu alandı. Efendimiz (sas) bunu çok iyi bildiği için aslında hicret eder etmez bu kimliğin yeniden inşasına başladı. Ama burada çok önemli bir noktaya işaret etmemiz gerekecektir. Allah Resulü (sas) Medineli Araplara bir kimlik bilinci oluştururken asla onların mensup oldukları, ezildikleri ve kimlik kaybı yaşadıkları kavimleri ve kabileleri üzerinden bir kimlik oluşturmadı. Böyle yapsaydı belki işin başında biraz daha kolayca bazı şeyleri hal edebilirdi. Ama bu ileride telafisi daha da zor olabilecek başka sorunlara yol açabilirdi. Bundan dolayı Efendimiz (sas) aynen Mekke’de yaptığı gibi, kavmiyet üzere bir kimlik değil, din üzere bir kimlik inşa ediyordu. Onların Arap olmalarının değil, Müslüman olmalarının önemini zihinlerine nakşediyordu. Tabi böyle bir mücadele çok da kolay olmuyordu. Ama Efendimiz (sas) zor olsa da doğru olanı tercih etmek durumundaydı. Efendimiz (sas) inşa etmeye çalıştığı bu üst kimlik ile hem Medineli Araplar olan Evs ve Hazrec’i, hem Mekke’den gelen Muhacirleri, hem de Arap olmayan Müslüman unsurları tek bir kimlik etrafında birleştiriyor; Müslüman kimliğini her şeyin üstünde tutuyordu. Böyle bir bilinç özellikle Medineli Araplara yüzyıllardır kaybettikleri özgüvenin yeniden tesisini sağlıyordu.

Bu konuda daha söylenecek çok söz var ama biz bu noktada bu yazımızı nihayete erdireceğiz. Sadece şu önemli hususun altını bir daha çizmek istiyoruz ki, gerçekten değişen hiçbir şey yok; Yahudiler yine aynı, kavga yine aynı, mücadele yine aynıdır. Aynı olmayan tek şey Efendimiz’in (sas) bu Nebevî mirasını doğru anlayıp, oradan doğru bir manada ilham alarak bugünün dünyasında mücadele edecek Müslümanca düşünen ve Müslümanca yaşayan insanların azlığıdır. Eğer biz biz olursak, eğer biz Müslüman kimliğimizin farkına varır ve bunun gereklerini yerine getirebilirsek, işte o zaman birçok şey kendiliğinden çözülecek, şu an bir türlü yerine oturmayan taşlar asıl o zaman yerine oturacaktır.

Muhammed Emin Yıldırım