2 Eylül 2020 Çarşamba

Cahiliye devri tam olarak hangi dönemdir?


Soru: Cahiliye devri tam olarak hangi dönemdir? Eğer Peygamber Efendimiz'den önceki dönem ise bu dönem ne kadar geriye gitmektedir? Hz. İsa’dan sonraki bütün dönem (tüm o zaman, fetret dönemi olarak kabul edilebilir mi?) Cahiliye dönemi midir? Fetret ile Cahiliye dönemi arasında bir bağ var mıdır? Bedevi Araplarla, yani onların yaşayış ve inanışları ile bu dönem özdeş kabul edilebilir mi?

Câhiliye dönemi, özel ve yaygın anlamıyla İslâm'dan önce Araplar'ın dinî ve sosyal hayat telakkilerini ifade eder. Bu dönem "ilah olarak sadece Allah'ı kabul etmek, ondan başkasına asla tapmamak" anlamındaki tevhidin yerini "Allah'a ortak koşmak, onun yanısıra putlara vb. şeylere tapmak" anlamındaki şirkin aldığı; adaletin yerini zulme bıraktığı; güçlünün güçsüzü ezdiği; kölelerin insandan sayılmadığı; kız çocuklarına sahip olmanın utanç vesilesi olarak görüldüğü ve hatta bazan diri diri toprağa gömüldüğü; mal, can ve namus güvenliğinin kalmadığı; üstünlüğün soy sop, zenginlik, kabile, ırk ve renklerde arandığı; kısacası hem dinî hem de ferdî ve toplumsal açıdan kötülüklerin hâkim olduğu bir dönemdir. Bu dönem Hz. Peygamber'den (önceki dönem olup Hz. Peygamber'e vahyin indirilişiyle sona ermiştir. (Bu dönemin Câhiliye zihniyetinin merkezi haline gelen Mekke'nin fethiyle (h. 8/m. 630 yılı) son bulduğunu ileri sürenler de olmuştur.) Bununla birlikte İslâm'dan sonra da yukarıda sayılan olumsuz tavır, anlayış ve davranışların fert veya toplum bazında kendisini hakim bir şekilde göstermesi Câhiliye terimi ile ifade edilir. Bu açıdan bakıldığında Câhiliye özelde bir zaman dilimini yani Hz. Peygamber'den önceki dönemi ifade etmekle birlikte esasen genel olarak olumsuz nitelikleri ve kötülüklerin hâkim olmasını ifade eder ve İslâm'dan sanra da söz konusu olabilir. Kısacası buradaki vurgu döneme ve zamana değil, nitelikleredir.
Câhiliye döneminin ne kadar geriye gittiği konusunda ise farklı görüşler bulunmaktadır: Genel ve yaygın kullanıma göre Câhiliye dönemi Hz. İsa'dan sonra başlayıp Peygamber Efendimiz arasında geçen dönem veya İslâmiyet'in zuhurundan az önceki, yani V. yüzyıldan Hz. Peygamber'in İslâm'ı tebliğe başladığı zaman dilimidir. Bununla birlikte Ahzâb sûresinin 33. âyetinde geçen "ilk câhiliye" (el-câhiliyyetü'l-ûlâ) tabirinin açıklanmasında bazı müfessirler tarafından "İlk Câhiliye"nin Hz. Âdem-Nuh, Hz. Âdem-İbrahim, Hz. Huh-İdris, Hz. Nuh-İbrahim, Hz. Dâvûd-Süleyman veya Hz. Mûsa-İsa arasında geçen dönemleri ihtiva ettiği şeklinde değişik zaman dilimleri ileri sürülmüştür.
Fetret ise "iki peygamber arasında hak dine davetin kesintiye uğradığı dönem" demektir. Daha ziyade Hz. İsa'dan sonra Hz. Peygamber dönemine kadar geçen tebliğsiz dönemi ifade eder. Bu haliyle Hz. İsa'dan sonra başlayıp Peygamber Efendimiz arasında geçen dönemi ifade eden Câhiliye dönemi ile aynıdır. Nitekim Câhiliye döneminde yaşadığı halde tevhid ehli olup putlara tapmayan ve Hanîfler diye anılan kimselere bunları müşrik Câhiliye halkından ayırmak için "fetret ehli" denilmiştir.
Câhiliye sadece bedevî Araplarla ilgili olmayıp göçebe (bedevî) veya yerleşik (hadarî) olsun ferdî veya toplumsal anlamda kötülüklerin galip geldiği müşrik Araplar'la ilgilidir.


Daha geniş bilgi için Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi'ndeki (DİA) şu maddelere bakılabilir. Mustafa Fayda, "Câhiliye", DİA, c. VII, s. 17-19; Metin Yurdagür, "Fetret", DİA, c. XII, s. 475-480.

Doç. Dr. Casim Avcı


1 Eylül 2020 Salı

Bir soru


Soru: Bir hadiste; Hz. Peygamber'in isim ve sıfatlarını yazan, okuyan ve asan kimsenin evine bela, hastalık, dert, illet, göz değmesi, haset, büyü, yangın ve yıkıntı gibi şeylerin yaklaşamayacağı gibi; ismi şeriflerinin orada bulunduğu sürece ev halkının fakirlik, zehirlenmek, gam gibi sıkıntıların da gelemeyeceği belirtilir. Bunun doğruluk değeri nedir?

Anlatılan manada bir hadis bilinmemektedir. Herhangi bir dinî dayanağı tesbit edilmemekle birlikte içinde hilye bulunan evin felakete uğramayacağı ve üzerinde hilye bulunduran kişinin her türlü musibetten korunacağına inanılmış ve halk arasında evde hilye bulundurma ve üzerinde taşıma bir âdet halini almıştır. İfade ettiğimiz gibi bunun dinî bir alt yapısı yoktur. Tamamen sosyal yaşantı ve edebî kültürün bir ürünüdür. Peygamber sevgisinin bir tezahürü olarak var olmuştur. Bizzat o yazının koruyucu olacağına inanmak ve medet ummak İslam akidesiyle uyuşmaz. Sevgi belirtisi ve İslam sanatlarına ilgi gereği eve asılmasında ise hiç bir mahsur yoktur.

31 Ağustos 2020 Pazartesi

Muhakeme ve karar

Aşağıdaki yazı da doğruya ulaşmak isteyenlere bir rehber niteliğinde;

Bizim sıkıntımız bilmemek değil, bilmek istememek. Araştırma yapmadan doğduğumuz toplum içinde neyi bulduysak, kulağımıza ve nefsimize neyi hoş görmüşsek onu devam ettirmek. Belki de doğruları bulmaktan korkuyoruz. Eğer doğru bilgi edinirsek onu yapmak zorunda olacağız ama ya çevre, içinde bulunduğumuz toplum? Bize ne derler, hakkımızda ne düşünürler? Birde dışlarlarsa? 


Doğruyu kabullenmek istemeyişimiz Allah-u Teala tarafından Maide suresinin 104. ayetinde bize bildiriliyor.

(Onlara, “Allah’ın indirdiğine ve Peygamber’ e gelin” denildiğinde onlar, “Babalarımızı üzerinde bulduğumuz din bize yeter” derler. Peki ya babaları bir şey bilmiyor ve doğru yolu bulamamış olsalar da mı?)

… Müjdele o kulları ki, onlar sözü dinlerler de en iyisine, en güzeline tabi olurlar. Onlardır Allah’ın hidayet verdikleri, onlardır o temiz akıllılar.”(Zümer, 17, 18)

Söz karşısında en iyi olana tabi olma sorumluluğumuz bize neleri hatırlatmalı? En iyiye tabi olmak için hangi safhalardan geçmeliyiz?

Ayet-i kerime bizi “dinleme” ye dikkat çekiyor.

Dinlemek anlamanın, anlamak da bütün zihin ve kalp faaliyetlerinin ön şartıdır.

Dinlemek temelde bir had bilmektir. “Bilmiyorsam, zaten bir bileni dinlemeliyim. Eğer biliyorsam, benden daha iyi bilen olabilir. Ola ki bu söz benden daha iyi bilen birinin sözüdür. Öyleyse onu dinlemeliyim” deme erdemidir. Bir yerde herkes konuşuyor, kimse kimseyi dinlemiyorsa orada bir “had bilmeme” probleminden söze başlayabiliriz.

Demek ki ilk aşama had bilmek…

Peki En iyiyi, en doğruyu nasıl tespit edeceğiz?

Bunu tespit etmek için iki şeye ihtiyacımız olacak: Muhakeme ve karar.

Muhakemeye ihtiyacımız olacak. Çünkü en iyi, en güzel tabiri, etimolojisi gereği tafdîl gerektirir. Tafdîl, bir şeyi/fikri diğer bir şeyden/fikirden daha kıymetli, daha doğru ve hatta ayetteki örneğiyle daha iyi-güzel görmektir. Bunun için iki ya da daha çok fikri karşılaştırmak icap ediyor. Bunun adı muhakeme…

İyi bir muhakeme için duyduğunuz sözün içerdiği fikir her ne ise onu da, zıddını da bilmek lazım.

Baştan başlayalım, eğer hiçbir şey bilmiyorsanız size yargı imkânı sunacak en ufak bir malzemeye sahip değilsiniz demektir.

Eğer sadece duyduğunuz sözün içerdiği fikri biliyorsanız yine muhakeme yapamazsınız. Çünkü muhakeme “hüküm vermekten” farklıdır. İki kişinin ortak fiilidir muhakeme. Bir siz hüküm veriyorsunuz, bir karşınızdaki. Ortada iki hüküm, iki taraf var. Bunun için tek kendi fikrinizi hesaba katarak gerçekleştirdiğiniz akıl yürütmeye değil, hem kendi adınıza hem de karşı görüş adına düşünüp her iki fikri de tartarak yürüttüğünüz akıl yürütmeye muhakeme denir. Kısacası “düz yargı” ya değil, “karşılaştırmalı yargı” ya ihtiyacımız var. Zıt fikri bilmeden de karşılaştırma yapamazsınız.

Hatta bazen “doğru-yanlış” şeklinde çift kutuplu karşıtlık yerine “doğru-daha doğru-yanlış” olmak üzere bir karşıtlık ilişkisi de söz konusu olabilir. Bu durumda göreviniz sadece doğruyu değil, ayette de geçtiği gibi “en doğru”yu, “daha doğru”yu tespit etmektir.

Bir alt katmana daha iniyoruz: “En doğru”ya neye göre karar vereceğiz? Kararlarımızın zihin planında birikmiş yargılar ve bu yargıların mayaladığı prensipler vardır. Şuna ya da buna dair doğru-yanlış, iyi-güzel gibi en temel yargılarımızı hep bu stoklarla gerçekleştiririz.

Yeni olan, gerek dış duyularla, gerek iç duyularla oluşturduğumuz “anlık idrakler”imizdir aslında… “Elde ettiğimiz” değil, özellikle “oluşturduğumuz” demek doğru olur…

Öyle anlık idrakler vardır ki, bazen gerekli psiko-sosyal alt yapısı oluştuğunda birkaçı zihin dünyanızda büyük patlama etkisi yapabilir, bildiğiniz ne varsa hepsini sarsıp sizi küçük ve hatta büyük öncüllerinizi yeniden kurmaya itebilirler…

Dua ve ubudiyet burada en kritik rolünü oynuyor… Allah’ım, değişen yargılarım arasında imanıma, samimiyetime halel bulaştırmama fırsat verme! kalbimin batıla doğru eğrilmesine fırsat verme! Elimden tut, beni bana bırakma! Ne hakka sırt döneyim, ne hak bellediğim vehimler uğruna senin nurundan mahrum kalayım!

Demek oluyor ki, anlık idraklere kapıları kapatmamak, zihin stoklarımızı sürekli elden geçirmek lazım… Kalbimizin iman, tevazu ve tevekkül kaynaklarını secdelerle besleyerek…

Ve  işin karar safhası …

Karar vermek basit bir şey değildir. Bunun için hem zihni bir katiyete hem de kalbi bir itminana kavuşmak gerekir. Fikrimizin mantık-usul-bilgi boyutlarını sorgulayıp bileşenleri eleme-ayıklamadan geçirdikten sonra zihin katiyetine; dua, secde ve gerekirse istişare- istihare eşliğinde Allah’a iltica ederek kalb itminanına kavuşuruz.

Son adım, tabi olmak/ittiba için her türlü bedeli göze alarak en iyi, en doğru ve en güzel olana yüreğini açıp harekete geçmektir…

Ama her şey önce dinlemekle başlıyor…

Eğer amacınız en iyiyi, en doğruyu bulmaksa bir mukayese yapmalısınız … Mukayese yapmak adına dinleyin, anlayın ve sonra düşünün…

Ne reddederken ne de kabullenirken acele etmeyin. Aşamaları sabırla ve duayla hazmede hazmede geçmeye bakın…


Talha Hakan Alp

30 Ağustos 2020 Pazar

Neden son Peygamber'e inanmalıyız? Yahudi ya da Hıristiyan kalamıyoruz?

Çünkü;

*Allah Teâlâ Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem'i son elçisi olarak seçmiş, O'na iman etmeyi kendisine imanın şartı saymış, O'nu inkar edeni kendisini inkar etmiş olarak görmüş.
De ki: "Ey insanlar! Gerçekten ben göklerin ve yerin sahibi olan Allah’ın hepinize gönderdiği elçisiyim. O’ndan başka tanrı yoktur. O hayat verir ve öldürür. Öyleyse Allah’a ve ümmî peygamber olan resulüne -ki o Allah’a ve O’nun sözlerine inanır- iman edin ve ona uyun ki doğru yolu bulasınız."(Araf, 158), 

*Allah'a ve Peygamber'e itaati bir arada şart koşmuş. 
"Ey iman edenler! Allah’a itaat edin, peygambere itaat edin, sizden olan ülü’l-emre de. Eğer bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz -Allah’a ve âhirete gerçekten inanıyorsanız- onu, Allah’a ve peygambere götürün. Bu, elde edilecek sonuç bakımından hem hayırlıdır hem de en güzelidir."(Nisa, 59), 

*Allah'ı sevmenin ölçüsü olarak Peygamber'e tabi olma gerekli kılınmış 
De ki: "Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah çok bağışlayan, çok esirgeyendir."(Al-i İmran, 31), 

*örnek alınacak en güzel numune olarak gösterilmiş 
"İçinizden Allah’ın lutfuna ve âhiret gününe umut bağlayanlar, Allah’ı çokça ananlar için hiç şüphe yok ki, Resûlullah’ta güzel bir örneklik vardır."(Ahzab, 21), 

*âlemlere rahmet olarak gönderilmiş 
"Ve seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik."
(Enbiya, 107), 

*Allah'ın ve meleklerin O'na daima salât-u selam ettikleri bildirilmiş
"Allah ve melekler peygambere salât ediyorlar; ey iman edenler, siz de ona salât ve selâm okuyun."
(Ahzab, 56), 

*Kur'ân'da sayısız yerde ve İslam'a giriş cümlesi olan kelime-i tevhide kendi adı ile Rasûlü'nün adını bir arada zikretmiş, O'nun sünnetini dinin ikinci kaynağı olarak ikame etmiştir 
"...Peygamber size ne vermişse onu alın ve size neyi yasaklamışsa ondan kaçının. Allah’a karşı saygısızlık etmekten sakının. Kuşkusuz Allah cezalandırmada çok çetindir."(Haşr, 7).

19 Ağustos 2020 Çarşamba

Tâif Kuşatması


Huneyn Savaşı Müslümanlar tarafından kazanılmışsa da savaştan kaçanlar İslam karşıtı başka kabilelerle birleşerek yeni bir tehlike arz etmeye başlamıştı. Bunların başında Tâifliler geliyordu. Tâif halkı İslam’a karşı olan tavrını zaman zaman küstahlığa varacak şekilde ortaya koymuştu. Hz. Peygamber’i ve Müslümanları hicveden şairler, İslamiyet aleyhine tertip kurmaya çalışanlar başları sıkıştıkça Tâif’e kaçıp sığınıyordu. Dolayısıyla Tâif, düşmanın bir yığınak yeri haline gelmişti. Nitekim Evtâs’ta yenilgiye uğrayan Hevâzinliler de buraya sığınmışlardı. Rasûlullah Huneyn Savaşı’nın hemen ardından kendisinin başında bulunduğu bir askerî güçle Tâif üzerine yürümeye karar verdi. Hâlid b. Velîd kumandasında 1.000 kişilik bir öncü kuvvetin ardından Tâif’e gelen Hz. Peygamber kalelere sığınan Sakîfliler ve diğer Hevâzinlileri bir ay kadar muhasara etti. Tâifliler kalelerinde bulundukları için, açıktan hücum eden Müslümanları sürekli ok yağmuruna tutma avantajını kullanarak güçlü bir savunma yapıyorlardı. Çeşitli strateji ve taktiğin uygulandığı bu kuşatmada Müslümanlar mancınık ve debbâbe gibi askerî malzemelerden yararlanmışlardır. Rasûlullah, Tâiflilerin bir yıl yetecek kadar erzak depoladıklarının anlaşılması ve haram ayların yaklaşması üzerine muhasarayı kaldırdı ve ganimetlerin toplandığı Ci‘râne’ye geldi. Tâif kuşatmasında Müslümanlar 12 şehit vermiş, öldürülen düşman sayısı ise 3 olarak zikredilmiştir.

Hz. Peygamber, Tâif’ten sonra esirlerin ve ganimetlerin bekletildiği Ci‘râne’ye döndü. Esirlerin sayısı kadın ve çocuklar dahil 6.000 kişi idi. Ganimetler arasında 24.000’den fazla deve, 40.000’den fazla koyun, 4.000 ukıyye gümüş bulunmaktaydı. Elbise ihtiyacı bulunan esirlere elbise giydirilmesini emreden Hz. Peygamber ganimetlerin dağılımını hemen yapmaksızın bir süre bekledi. Niyeti Müslüman olarak kendisine başvuracak Hevâzinlilere bu ganimetleri iade etmekti. Fakat Hevâzin heyeti geç kalınca bazı münafıklarla İslamî bir şuura sahip olmayan yeni Müslüman olmuş bir kısım bedevîler ganimetleri hemen dağıtması için Hz. Peygamber’i incitecek şekilde ısrarda bulundular.

Hz. Peygamber, ganimetten beytülmâl hissesi olarak beşte birini (humus) ayırdıktan sonra geri kalan esir ve ganimetleri bölüştürdü. Mekke’nin fethinden sonra Müslüman olmak için dört ay süre isteyen ve kaynaklarda “müellefe-i kulûb” diye anılan bazı Kureyşlilere gönüllerini İslam’a ısındırmak için daha fazla hisse verdi. Ganimetlerin taksiminden sonra Hevâzinlilerden gelen bir heyet Müslüman olduklarını söyleyerek esirlerin ve mallarının kendilerine iade edilmesini istedi. Hz. Peygamber kendilerine ganimet taksiminden önce bir süre beklediğini hatırlatarak bu aşamada isteklerini yerine getirmenin zor olduğunu ifade etti ve esirleriyle malları arasında tercih yapmalarını söyledi. Onlar esirlerini tercih edince ashabın rızasını alarak isteklerini yerine getirdi. Bedevilerden bazı Müslümanlar, ellerindeki esirleri vermek istemedilerse de Rasûl-i Ekrem kazanılacak ilk zaferde daha fazla hisse vereceği vaadiyle onları ikna etti. Bu arada Rasûl-i Ekrem’in müellefe-i kulûba fazla hisse vermesi, O’nun Kureyşlilere iltimas yaptığı hatta Mekke’de kalıp Ensârı terkedeceği yolunda bazı söylentilere sebep oldu. Bunun üzerine Ensârı toplayan Hz. Peygamber müellefe-i kulûba niçin fazla hisse verdiğini anlattı, ayrıca Ensârın faziletini dile getirerek daima onlarla birlikte olacağını söyledi, kendilerine ve çocuklarına dua etti. Bunun üzerine yaptıkları dedikodudan dolayı pişman olan Ensâr üzüntülerini dile getirip kendisinden razı olduklarını söylediler.

Ci‘râne’de iki hafta kalan Rasûlullah ganimet taksiminden sonra burada ihrama girip Mekke’ye gitmiş; umreden sonra da Medine’ye dönmüştür.

Hz. Peygamber, Huneyn yenilgisinden sonra Tâif’e kaçmak zorunda kalan Hevâzin ordusu kumandanı Mâlik b. Avf’ın ev halkı ve mallarının Ümmü Abdullah bint Ebû Ümeyye’nin yanında bir müddet tutulmasını istemiş ve Mâlik’e haber göndererek Müslüman olduğu takdirde ailesini ve mallarını geri vereceğini, ayrıca 100 deve ihsan edeceğini bildirmişti. Bunun üzerine Mâlik b. Avf, Hz. Peygamber’in yanına gelerek İslam’ı kabul edince vaad edilenler kendisine verildi. Mâlik b. Avf’ı müellefe-i kulûba dahil eden Rasûlullah, onu kendi kabilesi ile Tâif ve çevresinde oturan bazı kabilelere âmil tayin etti. Sakîflilerin 9 (631) yılında Medine’ye gelerek Müslüman olmalarında Mâlik b. Avf’ın önemli katkısı olmuştur.



18 Ağustos 2020 Salı

Huneyn (Hevazin) Gazvesi


Mekke’nin fethinden sonra Rasûl-i Ekrem’i meşgul eden kabile topluluklarından biri de Hevâzinliler’di. Birçok kola ayrılan Hevâzin, Mekke ile Necid arasında ve güneyde Yemen’e kadar uzanan bölgelerde yaşıyordu. Kabilenin önemli bir kolunu oluşturan Sakîfliler, Tâif’te bulunuyordu. Hevâzin kabile topluluklarıyla Kureyş arasında ticari münasebetlerin de tesiriyle Cahiliye döneminden beri süregelen düşmanlık, Kureyş kabilesinden olan Rasûlullah’a ve O’nun getirdiği İslamiyet’e de yönelmişti. Kabilenin bazı kolları Hudeybiye Antlaşması’nın yol emniyetiyle ilgili hükümlerini ihlal ettiklerinden Hz. Peygamber, onlar üzerine bazı küçük seriyyeler göndermişti. Ancak kin ve düşmanlıkları artarak devam ettiği için Hevâzinliler, Mekke fethi sırasında Resûlullah’ın Kureyş’ten sonra en önemli hedeflerinden biri haline gelmişti. Mekke’de bulunduğu sırada Rasûl-i Ekrem, ele geçirilen bir casustan Hevâzinlilerin Müslümanlara karşı savaşa girişmek üzere büyük bir hazırlık yaptıklarını öğrendi. Diğer taraftan Sakîfliler de Tâif yolu üzerindeki Uzzâ putunun yıktırılması üzerine kendi putları Lât’ın da tahrip edileceğinden korkup Evtâs’ta toplanan Hevâzinlilere katıldılar. Hevâzin ordusunun kumandanlığını otuz yaşlarındaki Mâlik b. Avf en-Nasrî yapıyordu. Mâlik b. Avf tecrübeli kişilerin muhalefetine rağmen askerlerini savaş meydanında tutabilmek için kadın, çocuk, mal ve hayvanların da cepheye getirilmesini emretmişti. Böylece Müslümanlara karşı topyekûn bir savaş durumu ortaya çıkmıştı.

İstihbarat için gönderdiği Abdullah b. Ebû Hadred el-Eslemî’nin, Hevâzin ve Sakîf kabilelerinin Evtas vadisinde toplandıkları haberini doğrulaması üzerine Hz. Peygamber, savaş hazırlıklarına başladı. Ardından Mekkeli Müslümanlardan yeni katılan 2.000 kişi ile birlikte asker sayısı 12.000’e ulaşan ordusuyla Mekke’nin fethinden on yedi gün sonra 6 Şevval 8 (27 Ocak 630) tarihinde yola çıktı. İslam ordusunda Ümmü Umâre, Ümmü’l-Hâris ve Ümmü Süleym gibi sahabe hanımlar da bulunuyordu.

11 Şevval 8 (1 Şubat 630) Perşembe günü Evtâs’a yönelen İslam ordusu geceleyin Huneyn’e ulaştı ve burada şafak sökünceye kadar bekledi. Fecir vakti Süleymoğullarından 100 süvarinin oluşturduğu Hâlid b. Velîd kumandasındaki öncü birliğin arkasından harekete geçti. Huneyn vadisine Müslümanlardan önce gelip vadinin en dar ve kumlu yerine pusu pusu kuran Hevâzinlilerin öncü birliğini oka tutmasıyla savaş fiilen başladı. Havanın henüz karanlık olması yüzünden pusudaki düşmanların yerini tesbit etmek çok zordu. Bunun yanı sıra ürken at ve develerin meydana getirdiği karışıklık ve panik havası öncü birliğin dağılmasına, merkezdeki birliklerin de düzensiz bir şekilde geri çekilmesine sebep oldu. Öyle ki Hz. Peygamber’in etrafında çok az sayıda asker kaldı. Kur’ân-ı Kerîm’de bozgunun sebebi olarak Müslümanların sayı bakımından kendilerini üstün görmesine, dolayısıyla Allah’a tevekkülün tam manasıyla gerçekleşmemiş olmasına dikkat çekilmiş fakat yaşanan acı tecrübeden sonra Allah’ın manevi desteğiyle zaferin kazanıldığı ifade edilmiştir (et-Tevbe 9/25-26). Dağılan ordu, Rasûlullah’ın uyarısı, cesur ve kararlı müdahalesiyle kısa zamanda toparlandı ve şiddetli bir savaştan sonra zafere ulaşıldı. Hevâzinlilerin büyük bir kısmı, kumandanlarıyla birlikte Tâif’e bir kısmı da Evtâs’a sığındı, geri kalanlar ise Nahle’ye kaçtı. Böylece bedevi Arapların Müslümanlara karşı mücadelelerinin son zirvesini teşkil eden bu savaş da Müslümanların zaferiyle sonuçlanmış oldu.

Bu savaşta dört Müslümanın şehid olduğu, düşman askerinden de meşhur şair ve cengâver Düreyd b. Simne’nin de aralarında bulunduğu 70 kişinin öldüğü rivayet edilmektedir. Hz. Peygamber; ashabına çocuk, kadın, hizmetçi ve kölelerin öldürülmemesini emretmiş ve o gün öldürülen bir kadına çok üzülmüştü.

Yenilginin ardından kaçan Hevâzinlilerin büyük kısmı kumandanları Mâlik ile birlikte Tâif’e bir kısmı da Evtâs’a sığındı geri kalanlar ise Nahle’ye yöneldiler. Rasûl-i Ekrem savaşın ertesi günü kendisi Tâif üzerine yürürken Evtâs ve Nahle’ye de birer birlik gönderdi. Nahle’ye gönderilen birlik, kaçanların dağa çıkmaları üzerine takipten vazgeçerek geri döndü. Evtâs’a gönderilen Ebû Âmir el-Eş‘arî kumandasındaki birlik ise burada Hevâzinlilierle yaptığı savaşı kazandı. Ancak Ebû Âmir şehid düştü. Kumandayı alan Ebû Mûsâ el-Eş‘arî, ele geçirdiği esirlerle ganimetleri Hz. Peygamber’in talimatı gereği Huneyn Gazvesi’nde elde edilen ganimetlerin toplandığı Ci‘râne’ye getirdi.

17 Ağustos 2020 Pazartesi

Mekke'nin Fethi


Mekke çevresinde yaşayan Benî Bekir b. Abdümenât ile Huzâalılar arasında Cahiliye döneminden beri devam edegelen kan davası, Hudeybiye Antlaşması’yla ortadan kaldırılmış, Benî Bekir Kureyş ile, Huzâalılar da Hz. Peygamber’le ittifak kurmuşlardı. Ancak Benî Bekir, Kureyşlilerden de destek alarak Huzâalılara bir gece baskın düzenlemiş ve kabilenin reisi Ka‘b b. Amr ile bazı kabile mensuplarını öldürmüştü. Huzâalılar Medine’ye bir heyet göndererek Hz. Peygamber’den yardım istediler. Aslında Huzâalılar Rasûlullah’a ve O’nun tebliğ ettiği dine başlangıçtan itibaren sıcak bakmış, Müslümanlara özellikle istihbarat alanında önemli yardımlarda bulunmuş ve Hudeybiye Antlaşması’na kadar kabilenin tamamı İslamiyet’i benimsemişti. Rasûl-i Ekrem, Kureyşlilere bir mektup yollayarak Benî Bekir ile ittifaktan vazgeçmelerini veya öldürülen Huzâalıların diyetini ödemelerini istedi. Aksi takdirde antlaşmanın ihlal edilmiş olması sebebiyle kendilerine savaş açabileceğini bildirdi. Kureyşliler hem diyet ödemeyi hem de Bekiroğulları’yla ittifaklarını bozmayı reddedip Hudeybiye Antlaşması’nı yenilemek üzere Ebû Süfyân’ı Medine’ye gönderdiler. Ancak Ebû Süfyân, Medine’deki girişimlerinden olumlu bir sonuç alamadan Mekke’ye döndü.

Mekke seferine karar veren Hz. Peygamber, kan dökmemek ve düşmanı hazırlıksız yakalamak için, gideceği yeri gizli tutarak hazırlıklara başladı; Müslüman kabilelere haber gönderip onların Medine’de toplanmalarını istedi. Ordusunun gerçek gücünü saklamak amacıyla bazı kabilelerin yol boyunca orduya katılmasını emretti. Medine’den çıkış yasaklandı ve Medine-Mekke arasındaki önemli geçitlere nöbetçiler yerleştirilerek Mekke’ye gidişe izin verilmedi. Yapılan hazırlıkları Kureyşlilere bildirmek isteyen Hâtıb b. Ebû Beltea’nın gönderdiği haberci, bu durumdan vahiy yoluyla haberdar olan Resûlullah’ın görevlendirdiği sahabeler tarafından yakalandı. Ayrıca Mekkelileri şaşırtmak için Mekke-Medine yolu üzerinde bulunan Batn-ı Idam’a Ebû Katâde el-Ensârî kumandasında bir keşif birliği gönderildi.

Medine’de idari işler için Ebû Rühm’ü, imamet için Abdullah b. Ümmü Mektûm’u vekil bırakan Hz. Peygamber, ordusuyla 13 Ramazan 8 (4 Ocak 630) tarihinde şehirden ayrıldı. Askerî harekatın hedefini gizli tuttuğundan mîkat yeri Zülhuleyfe’de ihrama girmeyerek yola devam etti ve Mekke yakınındaki Merrüzzahrân’da konakladı. İslam ordusu, yol boyunca katılanlarla birlikte 10.000 kişiye ulaşmıştı. İslam ordusunun Mekke kapısına dayandığını bu sırada öğrenip paniğe kapılan Kureyşliler, Ebû Süfyân başkanlığında bir heyeti Rasûlullah’a gönderdiler. Heyeti bir gece karargâhında tutup ordusunun resmi geçidini seyrettiren Hz. Peygamber, onları Müslüman olmaya çağırdı. Böyle bir orduyla savaşmayı göze alamayan Ebû Süfyân ve heyet üyeleri İslam’ı kabul etmiş olarak Mekke’ye döndüler. Bu durum karşısında Mekke halkı İslam ordusuna karşı konulamayacağını anladı. Ebû Süfyân, Kâbe’nin avlusunda toplanan Kureyşlilere kendisinin Müslüman olduğunu ve teslim olmaktan başka çarelerinin kalmadığını, Mescid-i Harâm’a veya kendi evine sığınmalarını tavsiye etti. Bu bir bakıma Mekke’nin teslimi anlamına geliyordu. Hz. Peygamber başta Ebû Süfyân olmak üzere Ümmü Hânî, Hakîm b. Hizâm, Ebû Ruveyha ve Büdeyl b. Verkâ gibi Mekkelilerin evine sığınanlara himaye hakkı verip bu kişileri onurlandırdı ve gönüllerini İslam’a ısındırmak istedi. Ebû Süfyân’dan sonra Mekke’ye gelen Hz. Peygamber’in amcası Abbas da Mekkelilere aynı şeyleri söyledi; onlar da Mescid-i Harâm’ın içerisine ve evlerine dağıldılar.

Dört koldan aynı anda Mekke’ye girilmesini planlayan Rasûl-i Ekrem, kumandanlarına mecbur kalmadıkça savaşmamalarını, kaçanları takip etmemelerini, yaralı ve esirleri öldürmemelerini ve Safâ tepesinde kendisiyle buluşmalarını bildirdikten sonra ilk önce sağ kol birliğinin kumandanlığını yapan Hâlid b. Velîd’in harekete geçmesini emretti. Mekke müşriklerinin Safvân b. Ümeyye kumandasında İkrime b. Ebû Cehil ve Süheyl b. Amr gibi Mekke eşrafı ile çoğunluğu müttefik kabilelerin kuvvetlerinden oluşan birliğinin yerleştirildiği güneydeki Lît adı verilen yerden şehre giren Hâlid b. Velîd bu kuvvetleri bozguna uğratarak şehrin fethi sırasındaki tek mukavemeti kırmış oldu. Canlarını kurtaranlar evlerine kapanarak ya da silahlarını bırakarak emân dilediler. Çatışmalarda Mekkeliler’den on iki veya yirmi sekiz kişi ölmüş, Müslümanlardan ise iki veya üç kişi şehit düşmüştü. Kumandanlığını Sa‘d b. Ubâde’nin yaptığı Ensâr birliği Mekke’nin batı tarafından, Zübeyr b. Avvâm’ın kumanda ettiği Muhacirlerden oluşan sol kol birliği de kuzeyden şehre girdi. Merkezî birliğin başında bulunan Hz. Peygamber ise Mekke’nin yukarı kısmından kuzeybatıdaki Ezâhir yolunu takib edip etrafındaki Muhacirîn ve Ensârla birlikte, Allah’a hamd ve şükürler ederek Mekke’ye girdi; Hacûn’da konakladı ve diğer birliklerle Safâ tepesinde buluştu (20 Ramazan 8/11 Ocak 630).

Daha sonra Mescid-i Harâm’a giden Hz. Peygamber, Hacer-i Esved’i selamlayıp öptü ve Kâbe’yi tavaf etti. Yaptığı konuşmada Mekke’nin harem olduğunu ve bu statüsünün devam edeceğini; hac ve Kâbe idaresiyle ilgili hicâbe (sidâne) ve sikâye dışındaki bütün görevleri ilga ettiğini, hicâbe görevini Osman b. Talha’ya, sikâyeyi de amcası Abbas’a bıraktığını belirtti. Arkasından umumi af ilan etti. Mescid-i Harâm’a, daha önce belirtilen kişilerin evlerine ve kendi evine sığınanlarla silahlarını bırakanların emniyette olduğunu, esir alınanların öldürülmeyeceğini ve hiç kimsenin takibata uğramayacağını bildirdi. Rasûlullah, cezalandırma imkânı eline geçtiği halde, yirmi yıldır her fırsatta kendisine ve Müslümanlara düşmanlık yapmış olan Kureyşlileri affederek insanlık tarihinde eşine az rastlanır bir merhamet örneği gösterdi. Fetih günü aynı zamanda gerçek bir “merhamet günü” oldu. Kimsenin malına dokunulmadı ve esirler serbest bırakıldı. Sadece”demi heder edilenler” diye anılan ve Hz. Peygamber ile Müslümanlara karşı şiddetli düşmanlıklarıyla tanınan on kadar kişi umumi af kapsamının dışında bırakıldı. Bu on kişiden yakalanan üç kişi öldürülmüş, İkrime b. Ebû Cehil gibi bir kısmı Mekke’den kaçmış, bir kısmı da affedilmiştir.

Hz. Peygamber, Tevhid inancının sembolü olan Kâbe’nin içindeki ve çevresindeki putları ve diğer şirk alametlerini temizlettikten sonra Kâbe’nin içinde iki rekat namaz kıldı. Bilâl-i Habeşî’den Kâbe’nin damına çıkıp ezan okumasını istedi. Bilâl i Habeşî’nin ezan okumasıyla Kureyşliler, kadınlı erkekli Rasûl-i Ekrem’in huzuruna gelerek Müslüman oldular. Kendilerine esir muamelesi yapılmayarak serbest bırakılan bu kişilere “tulekâ” denilmiştir. Bu arada Safvân b. Ümeyye gibi süre isteyenlere de dört ay mühlet verilmiştir.

Rasûl-i Ekrem, Mekke’de kaldığı sürece Hacûn’da kurulan çadırda ikamet etti. Kendisine evinde kalması teklif edilince Medine’ye hicretinden sonra, henüz Müslüman olmayan amcasının oğlu Akîl b. Ebû Tâlib’in evini satmış olduğuna işaret ederek “Akîl bize ev mi bıraktı!” şeklinde serzenişte bulundu ve şehrin fatihi olmasına rağmen evini geri almayı düşünmedi. Hz. Peygamber “Fetihten sonra hicret yoktur” (Tirmizî, “Siyer”, 33) sözüyle Mekke’nin fethiyle birlikte Medine’ye hicretin sona erdiğini ve bir zorunluluk olmaktan çıktığını ifade etmiştir. Kur’ân-ı Kerîm’in 110. suresi olan Nasr suresine adını veren “nasr” (yardım) kelimesinin bütün Araplara üstün gelmeye, aynı suredeki “feth” kelimesinin Mekke’nin fethine işaret ettiği kaydedilmektedir. Feth suresi de Hudeybiye antlaşmasına ve dolayısıyla Mekke fethine işaret etmektedir.

Fetihten sonra bir süre daha Mekke’de kalan Hz. Peygamber, Attâb b. Esîd’i Mekke’ye vali tayin edip Muâz b. Cebel’i de yeni Müslüman olanlara Kur’ân’ı ve dinî esasları öğretmekle görevlendirdikten sonra Hevâzin kabilelerine karşı aşağıda bahsedilecek olan Huneyn Gazvesi’ni gerçekleştirdi. Ardından Muhacirlerle birlikte Medine’ye döndü. Mekke’nin fethiyle birlikte Kureyş müşriklerinin Hz. Peygamber ve Müslümanlara karşı olan düşmanlığı sona ermiş, yarımadanın Hicaz bölgesinde İslam’ın yayılışı önündeki engeller kalkmıştı.

Hz. Peygamber, Mekke’de kaldığı süre içinde bazı sahabeleri şehrin çevresindeki kabilelere ait putları yıkmak üzere görevlendirdi. Yıkılan putlar arasında Menât, Süvâ‘ ve Uzzâ da bulunuyordu. Ardından yine şehre yakın bazı kabileleri İslamiyet’e davet etmek için seriyyeler düzenlemeye başladı. Şevval 8 (Şubat 630) tarihinde Hâlid b. Velîd’i 350 kişilik bir birliğin başında, Mekke’nin güneyinde yaşayan Cezîme b. Âmir kabilesine gönderdi. Hâlid onlardan silahlarını bırakıp Müslüman olmalarını istedi. Tartışmalardan sonra silahlarını bırakmaya rıza gösterdiler ve Müslüman olduklarını ifade etmek üzere “dinimizi değiştirdik” anlamında “sabe’nâ” dediler. Ancak onların bu sözleriyle net bir tavır ortaya koymadıklarını düşünen Hâlid daha önceki düşmanlıklarını da hesaba katarak kendilerini esir alıp askerleri arasında taksim etti, ertesi sabah da öldürülmelerini emretti. Süleymoğullarına mensup askerler emri yerine getirerek otuz kadar esiri öldürdü. Muhacir ve Ensâra mensup sahabeler ise Müslüman olduklarına kanaat getirerek esirlerini serbest bıraktılar. Bu gelişmeleri Mekke’ye kaçıp gelen bir esirden öğrenen Hz. Peygamber çok üzüldü; Hâlid’i, onların Müslüman olup olmadıklarının tesbit hususunda acele etmekle suçladı ve “Allahım, ben Hâlid’in yaptıklarından berîyim!” buyurarak onun bu davranışını tasvip etmediğini gösterdi. Hz. Ali’yi Cezîme kabilesine gönderip öldürülenlerin diyetlerini ödetti ve uğradıkları maddi zararı fazlasıyla tazmin ederek gönüllerini aldı.


16 Ağustos 2020 Pazar

Mûte Savaşı


Mûte, Lût gölünün güneyinde Kudüs’e 50 km. mesafededir. Hz. Peygamber 8. yılın başında (m. 629) Hâris b. Umeyr el-Ezdî’yi İslam’a davet mektubuyla birlikte Bizans’a bağlı Busrâ valisine gönderdi. Elçi hıristiyan Gassânî Emiri Şürahbîl b. Amr’ın topraklarından geçerken adı geçen emir tarafından öldürüldü. Hâris b. Umeyr Hz. Peygamber’in öldürülen tek elçisidir. Hz. Peygamber elçi dokunulmazlığını öngören uluslararası hukukun bu açık ihlali karşısında 3.000 kişilik bir ordu hazırladı ve kumandanlığına Zeyd b. Hârise’yi tayin etti. Ardından Zeyd’in öldürülmesi halinde kumandayı Ca‘fer b. Ebû Tâlib’in, Ca‘fer’in öldürülmesi durumunda da Abdullah b. Revâha’nın ele almasını, şayet o da şehid düşerse Müslümanların kendi aralarından birini seçmelerini emretti. Hz. Peygamber elçinin öldürüldüğü yere kadar gidildikten sonra oradakilerin önce İslam’a davet edilmesini, bu davete olumlu cevap verilmesi halinde savaşılmamasını istedi. Bu arada çocuk, kadın ve yaşlılar ile manastırlara çekilmiş insanlara dokunulmamasını, hurmalıklara zarar verilmemesini, ağaçların kesilmemesini ve binaların yıkılmamasını tembih etti.

İslam ordusu, Vâdilkurâ ve Maân üzerinden Mûte’ye ulaştı. Burada bölgede bulunan Bizans orduları kumandanı Theodoros’un genel idaresinde, Şürahbîl b. Amr kumandasındaki Hıristiyan Arap kabileleri de dahil, sayıları 100.000 veya 200.000 kişiye ulaştığı rivayet edilen büyük bir orduyla karşılaştı (Cemâziyelevvel 8/Eylül 629). Zeyd b. Hârise savaşın başında şehit düşünce sancağı Ca‘fer b. Ebû Tâlib aldı. Sağ eli kesilen Ca‘fer sancağı sol eline aldı, sol eli de kesilince iki koluyla göğsü arasında tuttu, fakat bir mızrak darbesiyle şehid oldu. Ardından kumandayı devralan Abdullah b. Revâha da şehid düşünce sancak Hâlid b. Velîd’e teslim edildi. Rivayete göre bu sırada Hz. Peygamber, Mescid-i Nebî’de savaş alanında cereyan eden gelişmeleri, bu arada kumandanların birer birer şehid oluşunu ashabına nakletmekteydi. Cephede kumanda Hâlid b. Velîd’e verilince şöyle dedi: “...En sonunda sancağı Allah’ın kılıçlarından bir kılıç aldı. Nihayet Allah Müslümanlara fethi müyesser kıldı”. Hâlid b. Velîd sağ kanattaki askerleri sol kanada, sol kanattakileri sağ kanada, geridekileri öne, öndekileri de geriye almak suretiyle yeni takviye birlikleri gelmiş izlenimi uyandırdı. Geri çekilirken zaman zaman düşmana zarar verip bir miktar ganimet de ele geçirerek İslam ordusunu, fazla zayiat vermeden Medine’ye getirmeyi başardı.

Mûte’de Müslümanlar on beş şehit verdiler. Hz. Peygamber, şehitlerin ardından ağlamış ancak ağıt yakıp feryat etmeyi yasaklamış, yakınlarının ve komşularının şehit ailelerine üç gün süre ile yemek götürmesini ve işlerine yardımcı olmasını istemiştir. Kendisi de amcasının oğlu Ca‘fer’in ev halkına üç gün yemek göndermiş, daha sonra çocuklarını yanına alarak bakımlarını üstlenmiştir.

Mûte’de İslam askerleri kendilerinden çok güçlü olan düşman ordusuna karşı metanetle savaştılar. Mûte savaşından altı ay önce Hz. Peygamber’in umretü’l-kaza için Mekke’ye gittiği sırada İslam’ı kabul eden ve ilk defa Müslümanlar safında bir savaşa katılarak kumandanlık yapan Hâlid b. Velîd bu savaşta gösterdiği üstün kahramanlık sebebiyle Rasûlullah tarafından övülmüş ve “Allah’ın kılıcı” (Seyfullah) unvanını almıştır. Kendisinden nakledildiğine göre o gün elinde dokuz kılıç parçalanmış ve yalnız ağzı enli Yemânî bir kılıç dayanabilmiştir. Savaşa katılanlardan Abdullah b. Ömer ve arkadaşları, şehit düşen Ca‘fer b. Ebû Tâlib’in göğsünde elliden fazla kılıç, ok ve mızrak yarası saydıklarını ifade etmişlerdir. Hz. Peygamber, Ca‘fer’in kesilen iki eline karşılık cennette çift kanatla uçacağını müjdelemiş, bu sebeple, Ca‘fer-i Tayyâr diye anılmıştır.

Mûte savaşı, Hz. Peygamber'in bizzat katılmaması dolayısıyla bir “seriyye” olmakla birlikte bazı kaynaklarda muhtemelen büyüklüğü, önemi ve meydan savaşı olması itibariyle “gazve” olarak da isimlendirilmiştir. Ayrıca Hz. Peygamber’in orduyu gönderirken üç kumandan tayin etmesinden dolayı “ceyşü’l-ümerâ/ba‘sü’l-ümerâ” diye de adlandırılmıştır.

Bu savaşla İslam ordusu, dönemin en büyük imparatorluklarından biri olan Bizans ordusuyla ilk defa karşılaşmış oldu. İslam ordusunun, kendisinden sayı ve güç bakımından kat kat üstün olan Bizans ordusu karşısında daha fazla zayiat vermeden geri çekilerek Medine’ye dönebilmiş olması bir başarı olarak değerlendirilmelidir.

Prof. Dr. Mustafa Fayda bu savaşın Müslümanlar açısından önemini şöyle ifade etmektedir: “Mûte savaşı ile Hâlid ve Müslümanlar Bizans ordusunu, savaş üslubunu, taktiklerini ve silahlarını çok yakından tanıma imkânı elde ettiler. Yaşanmış bu tecrübenin, başta Yermûk olmak üzere ileride Bizans ordusuyla yapılacak savaşlarda faydası görülecektir. Ayrıca Suriye ve Filistin bölgesindeki Araplar, Müslümanların iman, şecaat ve kahramanlıklarını görmüşler, yeni dini ve onun mensuplarını tanımaya başlamışlardır.” (bk. Fayda, Allah’ın Kılıcı Halid b. Velid, s. 168.)


15 Ağustos 2020 Cumartesi

Hayber'in Fethi


Hayber, Medine’nin 180 km kadar kuzeyinden itibaren başlayan geniş vadide Medine-Suriye yolu üzerinde yer alan ve Yahudilerin yaşadığı önemli bir ticaret ve ziraat merkeziydi. Hz. Peygamber, Hudeybiye Antlaşması’ndan sonra, Hayber’in Müslümanlar için arzettiği tehlikeyi düşünmeye başladı. Çünkü Medine’den çıkarıldıktan sonra Hayber’e yerleşen Benî Nadîr Yahudileri buradaki soydaşlarıyla birlikte Medine’ye karşı büyük bir düşmanlık faaliyeti içine girmiş, Mekkeli müşriklerin yanı sıra bazı Arap kabileleriyle de anlaşarak bir ittifak meydana getirmişlerdi. Hendek Gazvesi onların bu faaliyetlerinin bir sonucuydu. Rasûlullah, Hudeybiye’den döndükten kısa bir süre sonra Hayber üzerine yürümeye karar verdi ve 200’ü süvari olmak üzere 1600 (veya 300’ü süvari 1500) kişilik bir kuvvetle Medine’den ayrıldı (Muharrem sonu 7/Haziran 628). Durumdan haberdar olan Hayberliler, Müslümanlara karşı hazırlık yapmaya başladılar. Rivayetlere göre 20.000 veya en az 10.000 savaşçıları vardı. Ayrıca sağlamlığıyla ünlü kalelerinde savunma avantajına sahiptiler ve silahları da boldu. Bir ay kadar süren ve bazan çok çetin mücadelelere sahne olan kuşatma sonunda Hayber’deki yedi müstahkem kalenin dördü savaşla, üçü de sulh yoluyla ele geçirildi. Hayber kalelerinin en büyüğü olan Kamûs’u fetheden Müslümanların Hz. Ali başta olmak üzere büyük kahramanlık gösterdiği savaşta doksan üç Yahudi öldü. Müslümanlardan şehit olanların sayısı ise 15-20 kadardı.

Savaşta Yahudilerin savaşçıları, kadın ve çocukları dahil olmak üzere çok sayıda kişi esir alınmıştı. Muhammed Hamidullah’ın da belirttiği gibi eğer fetihten sonra Tevrat’a göre hüküm verilseydi bütün yetişkin erkekler kılıçtan geçirilecek, kadın ve çocuklar da köle yapılacaktı. Ancak Hz. Peygamber önce halkın tamamının hayatını bağışlayarak kendilerine memleketlerini terk etme izni verdi. Buna karşılık onlar önemli miktarda hurma yetiştirilen arazilerinde yarıcı olarak kalmalarına müsaade edilmesini istediler. Hz. Peygamber bu teklifi kabul etti. Hayber’den sonra Vâdilkurâ ve Fedek halkıyla da benzer anlaşmalar yapıldı.

Hayber'de çok sayıda hayvan, ev eşyası, tekstil ürünleri ve mücevherat ele geçirildi. Bu ganimetler sayı, çeşit ve maddi değeri açısından Hz. Peygamber dönemindeki en zengin ganimetlerden biriydi. Kaynaklarda menkul ve gayrimenkul ganimetlerin miktarı ve paylaşımı konusunda çeşitli rivayetler bulunmaktadır. Ganimetler arasında yer alan Yahudilerin kutsal kitabı Tevrat’ın nüshaları Hz. Peygamber tarafından sahiplerine iade edildi.

Kuşatma devam ederken Hayberli bir Yahudinin kölesi siyahi bir çoban Hz. Peygamber’in huzuruna gelerek İslamiyet hakkında bilgi aldı ve iman edip Müslümanlar safında savaşa katılmaya karar verdi. Bu sırada güttüğü koyunların kendisine emanet olduğu bilinciyle Hz. Peygamber’e koyunları ne yapacağını sordu. Bunun üzerine Rasûlullah ona İslam’ın emanete riayeti emrettiğini belirtip sürüyü sahibinin kalesine doğru sürerek serbest bırakmasını emretti. Adının Yesâr olduğu kaydedilen çoban Hz. Peygamber’in dediği gibi yaptı ve sürünün kaleye girdiğinden emin olduktan sonra dönüp mücahidler safında savaşa katıldı. Kısa bir süre sonra da şehid oldu. Hz. Peygamber, şehidin yanına geldi ve ashabına onun cennetlik olduğunu bildirdi. Böylece Müslüman olduktan sonra bir vakit namaz dahi kılma imkânı bulamadan şehit düşen çoban ashab arasında “hiç namaz kılmadan cennete giren kişi kimdir?” sorusunun cevabı olarak hatıralarda yer etti.

Hayber’in fethi sırasında Yahudi reislerinden Sellâm b. Mişkem’in hanımı Zeyneb bint Hâris bir koyun keserek Rasûlullah’ı ziyafete davet etti. Fakat asıl maksadı onu zehirlemekti. Hz. Peygamber yanına Bişr b. Berâ’yı da alarak bu davete gitti. Ancak ilk lokmada yemeğe zehir karıştırıldığını anladı ve lokmasını yutmadan çıkardı. Kendisiyle beraber bulunan Bişr b. Berâ ise zehirlenmenin etkisiyle öldü.

Hz. Peygamber, Hayber esirleri arasında bulunan Yahudi reislerinden Huyey b. Ahtab’ın kızı Safiyye’yi azad edip eş olarak almıştır.


14 Ağustos 2020 Cuma

İslam'a Davet Mektupları


Hz. Peygamber Hudeybiye’den döndükten hemen sonra kâtiplerine yazdırdığı altı adet davet mektubunu elçileri aracılığıyla dönemin ileri gelen devlet başkanlarına gönderdi (Muharrem 7/Mayıs 628). Elçilerin, gidecekleri bölgeyi ve insanlarını tanıyan, fizikî ve ahlaki güzelliklere sahip, hitabet ve temsil açısından yetenekli olmalarına özen gösterdi. Rasûlullah diplomatik geleneği dikkate alarak ilk defa “Muhammed Rasûlullah” (Allah’ın elçisi Muhammed) yazılı bir mühür yaptırmış ve mektuplar bununla mühürlenmişti.

Mektuplardan ikisi dönemin iki büyük devleti ve süper gücü sayılan Bizans ve Sâsânî imparatorlarına gönderildi. İslam’ın doğuşu yıllarında Ortadoğu, dönemin bu iki süper gücünün birkaç asırdır devam eden mücadelesine sahne olmaktaydı. Sâsânîler 614 yılında Kudüs’ü zaptederek Hıristiyanlar için son derece önemli olan Kutsal Haç’ı alıp başkent Medâin’e (Ktesiphon) götürmüş, 619’da Mısır’ı işgal ettikten sonra 626’da Anadolu’yu aşıp İstanbul önlerine kadar ilerlemişlerdi. Sâsânîlerle mücadeleye devam eden Bizans, İmparator Herakleios’un Sâsânîler’in ana ordusunu 627 yılı sonunda Ninevâ’da (Ninova) ağır bir yenilgiye uğratmasıyla nihaî zaferi elde eden taraf olmuştu.

Sâsânî Hükümdarı (Kisrâ) II. Hüsrev Pervîz’e Hz. Peygamber’in İslam’a davet mektubu Abdullah b. Huzâfe tarafından götürüldü. Adının Muhammed isminden sonra yazılmış olmasına kızan Kisrâ mektubu yırttı ve San‘a’daki valisi Bâzân’dan Hz. Muhammed (s.a.v) hakkında bilgi istedi. Mektubunun yırtıldığını öğrenen Rasûlullah üzülmüş ve bu edep dışı davranışından dolayı kisrânın cezalandırılmasını Cenâb-ı Hak’tan niyaz etmiştir. Aradan fazla bir zaman geçmeden Yemen valisi Bâzân iki adamını Medine’ye gönderdi. Hz. Peygamber, Hüsrev Pervîz’in, oğlu tarafından öldürüldüğünü vahiy yoluyla öğrenip elçilere bildirdi ve Bâzân’a Müslüman olduğu takdirde valilik görevinde bırakılacağını iletmelerini istedi. Bunun üzerine Bâzân ile birlikte Yemen halkı da Müslüman oldu. Böylece Yemen’in ilk Müslüman valisi Bâzân ile İslamiyet bu bölgede yayılmaya başladı; birçok Arap kabilesi değişik zamanlarda çeşitli heyetler göndererek İslamiyet’i benimsediklerini bildirdi.

Bizans imparatoru Herakleios'a elçi olarak Dihye b. Halife el-Kelbî görevlendirildi. Burada davet mektuplarına örnek olmak üzere yer verilecek olan mektup şöyleydi:

"Bismillâhirrahmânirrahîm. Allah'ın kulu ve elçisi Muhammed'den Bizans imparatoru Herakleios'a,

Hidayete uyanlara selâm olsun. İslam'ı kabul et ki kurtuluşa eresin ve Allah da ecrini iki kat versin. Eğer kabul etmezsen sorumluluğun altındaki insanların (Erîsîyyîn) günahını sen çekersin. “Ey Ehl-i Kitap! Sizin ve bizim aramızda müşterek olan söze gelin: Sadece Allah'a kulluk edelim ve O'na hiçbir şeyi ortak koşmayalım. Allah'ı bırakıp da birimiz diğerini rab edinmesin. Eğer yüz çevirirlerse `şahid olun biz Müslümanız' deyiniz." (Âl-i İmrân 3/64)

İmparator Herakleios yıllar süren savaşlar sonunda Sâsânîler karşısında Ninova'da kazandığı kesin zafer için Allah’a bir şükran ifadesi olarak hac ziyaretinde bulunmak ve İranlılardan geri almayı başardığı kutsal haçı tekrar eski yerine dikmek üzere o sıralarda Kudüs'te bulunuyordu. İmparator, Busra valisi aracılığıyla kendisine gelen Peygamber elçisi Dihye'yi kabul etti. Rivayete göre Hz. Muhammed (sav) hakkında daha detaylı bilgi almak üzere, o sıralarda ticaret için Suriye'ye gitmiş bulunan Ebû Süfyân ve arkadaşlarını huzuruna davet etti ve onlardan Hz. Muhammed (sav)'in soyu, ailesi, çevresi, toplumdaki konumu, kişiliği, getirdiği mesajın niteliği ve temel prensipleri hakkında bilgi aldıktan sonra anlatılanların bir peygamberin özelliklerine uygun olduğunu ifade etti. Elçiyi diplomatik kurallar dahilinde kabul etmekle yetindiği anlaşılan Herakleios, onu hediyelerle uğurladı.

Üçüncü mektup Amr b. Ümeyye ed-Damrî eliyle Habeş Necâşîsi Ashame’ye gönderildi. Daha önce Habeşistan’a hicret etmiş olan Müslümanlara iyi davranmış ve Kureyş’in iade taleplerini reddederek himaye etmiş olan Ashame, Hz. Peygamber’in İslam’a davet mektubuna olumlu cevap vererek Müslümanlığı kabul etti. Hz. Peygamber’e çeşitli hediyeler gönderdi ve onun isteği üzerine Habeşistan’da kalmış olan son Muhacirleri elçiyle birlikte gemiye bindirip Medine’ye uğurladı.

Dördüncü mektup Hâtıb b. Ebû Beltea tarafından Bizans’ın Mısır genel valisi Mukavkıs’a (Cüreyc b. Mînâ) götürüldü. Mukavkıs, Müslüman olmamakla birlikte elçiyi güzel bir şekilde ağırladı. Hz. Peygamber ve İslam hakkında bilgi aldıktan sonra cevabi bir mektup ve değerli hediyelerle uğurladı. Bu hediyeler arasında cariyelerinden Mâriye ile Sîrîn adlı iki kız kardeş, bir hadım köle, 1.000 miskal altın, beyaz bir katır (Düldül), kıymetli elbise ve kumaşlar bulunmaktaydı. Hz. Peygamber Mâriye’yi eş olarak almış ve ondan İbrahim adlı oğlu dünyaya gelmiştir.

Beşinci mektup Şücâ‘ b. Vehb el-Esedî ile Gassânî krallarından Hâris b. Ebû Şemir’e gönderildi. Hâris kendisine böyle bir mektubun gönderilmesine sinirlenerek onu yere attı ve Medine’ye hücum tehdidinde bulundu.

Altıncı mektup Selît b. Amr tarafından Yemâme’de yaşayan Benî Hanîfe kabilesinin reisi olup şair ve hatipliğiyle de tanınan Hevze b. Ali’ye götürüldü. Hevze elçiye iyi davranıp ikramda bulunmakla birlikte Müslümanlığı kabul etmediğini bildiren cevabi bir mektup gönderdi.

Hz. Peygamber, İslamiyet’i tebliğ amacıyla yazdırdığı bu tür mektuplardan Arap yarımadasının muhtelif yerlerinde yaşayan birçok kabile reisine, hatta bazan şahıslara da göndermiştir. Veciz bir ifadeyle yazılan mektuplarda, kişilere unvanlarıyla hitap edilmiş, kendilerini tehdit eden veya küçük düşüren ifadelere yer verilmemiş, muhataplar tek Allah’a ve Muhammed (sav)’in O’nun kulu ve elçisi olduğuna inanmaya davet edilmiştir. Özellikle kabile reislerine gönderilen mektuplarda, kabilenin Müslüman olması halinde kendi topraklarında bırakılacaklarına, mal ve can güvenliklerinin sağlanacağına, bazı kabilelere toprak, mera veya maden yerleri verileceğine işaret edilmiştir. Müslüman olmayı kabul edenlerin Allah’a ve Rasulüne itaat etmeleri, namaz kılmaları ve zekât vermeleri gerektiği bilhassa zikredilmiştir. Hicretin 9. (m. 630) yılında nazil olan cizye ayetinden (et-Tevbe 9/29) sonra yazılan mektuplarda ise Müslümanların hâkimiyetini tanımakla birlikte İslam’a girmeyi kabul etmeyen Yahudi, Hıristiyan ve Mecûsîlerden cizye alınacağına da yer verilmiştir.


13 Ağustos 2020 Perşembe

Hudeybiye Antlaşması


Hz. Peygamber ve Muhacirler, dinlerini korumak ve canlarını kurtarmak amacıyla beş yıl önce terk ettikleri vatanlarını çok özlüyor, çeşitli ayetlerde de vurgulandığı gibi tevhide dayalı ilahi dinin yeryüzündeki mabedi olan Kâbe’yi ziyaret etme arzusuyla yanıp tutuşuyorlardı. Nihayet Rasûl i Ekrem rüyasında Kâbe’yi tavaf ettiğini görünce Mekke-i Mükerreme’ye gitmeye ve umre ziyareti yapmaya karar verdi; ashabına da umre için hazırlanmalarını emretti. Abdullah b. Ümmü Mektûm’u namaz kıldırmak, Nümeyle b. Abdullah el-Leysî’yi de şehri idare etmek üzere vekil bırakıp Zilkade 6 (Mart 628) tarihinde 1400-1500 sahabe ile birlikte Medine’den Mekke’ye doğru yola çıktı. Müslümanlar umreye niyet edip ihramlarını giymiş ve yanlarına yetmiş adet kurbanlık deve almışlardı; barışçı amaç taşıdıkları için de yanlarında savaş teçhizatı olmaksızın yolcu kılıcı bulunduruyorlardı. Hz. Peygamber ve beraberindekiler Mekke’ye 17 km. uzaklıktaki Hudeybiye’de konakladı. Müslümanların geldiğinden haberdar olan Kureyşliler, niyetlerinin savaş değil Kâbe’yi ziyaret olduğunu bildikleri halde kendilerine engel olmak maksadıyla Hâlid b. Velîd’in kumandası altında 200 kişilik bir süvari birliğini bölgeye sevketti. Hz. Peygamber de geliş amacını anlatmak üzere Kureyşliler’e Hırâş b. Ümeyye’yi elçi olarak gönderdi. Ancak elçi çok kötü bir şekilde karşılandı; hatta öldürülmek istendi. Bunun üzerine Hz. Peygamber başta Ebû Süfyân olmak üzere Kureyşliler arasında birçok akrabası bulunan Hz. Osman’ı elçi olarak gönderdi. Mekke’de Ebân b. Saîd b. Âs’ın himayesine giren Osman, amaçlarının savaşmak değil, sadece umre ziyareti yapmak olduğunu belirtti. Kureyşliler Osman’a, Müslümanların Mekke’ye girmelerine izin vermeyeceklerini ancak isterse kendisinin Kâbe’yi tavaf edebileceğini söylediler. Osman “Hz. Peygamber tavaf etmeden ben asla tavaf etmem” diyerek bu teklifi reddedince onu tutukladılar. Bu gelişme, Rasûlullah’a, Osman’ın öldürüldüğü şeklinde ulaştı. Habere son derece üzülen Rasûl-i Ekrem, müşriklerle kanlarının son damlasına kadar savaşacaklarına dair ashabından biat aldı. Bu biata Fetih suresinde belirtildiği üzere (el-Fetih 48/18) Allah’ın razı olduğu biat anlamında Bey‘atürrıdvan, “semure” denilen bir çeşit çöl ağacının altında yapıldığı için Bey‘atü’ş-şecere, biat eden sahabelere de Ashâbü’ş-şecere (Ağaç altında biat edenler) adı verilmiştir. Kureyşliler, Müslümanların Hz. Muhammed (sav)’e bağlılıklarını ve onun emriyle ölümü göze alacaklarını ortaya koyan kararlılıklarını öğrenince telaşa kapıldılar. Önce Hz. Osman’ı serbest bıraktılar, sonra da Süheyl b. Amr başkanlığında bir heyeti barış yapmak üzere Hz. Peygamber’e gönderdiler. Yapılan müzakerelerden sonra Hz. Ali’nin kaleme aldığı barış antlaşması metni Hz. Peygamber ve Süheyl b. Amr tarafından imzalandı. Antlaşmaya Müslümanlardan Hz. Ebû Bekir, Ömer, Osman, Abdurrahman b. Avf, Sa‘d b. Ebû Vakkâs, Ebû Ubeyde b. Cerrâh ve Muhammed b. Mesleme, müşriklerden de Süheyl b. Amr’a refakat eden Mikrez b. Hafs ile Huveytıb b. Abdüluzza şahitlik ettiler. Kureyş’in birçok isteğinin kabul edildiği söz konusu antlaşmaya göre Müslümanlar o yıl Mekke’ye girmeksizin geri dönecekler, umre için ertesi yıl gelecek ve şehirde üç gün kalabileceklerdi. Mekkeli biri Medine’ye kaçarsa iade edilecek, Medine’den Mekke’ye kaçanlarsa iade edilmeyecekti. Barış on yıl sürecek, taraflardan biri bu ittifaka dahil olmayan herhangi bir kabile ile savaşa girerse diğeri pasif kalacak, her iki taraf da hâkimiyeti altındaki toprakları ticaret kervanlarının geçişi, hac ve umre için emniyet altında tutacaktı. Diğer Arap kabileleri taraflardan istedikleriyle ittifak yapabilecek, bu şartlara tarafların dışında kendileriyle müttefik olan kabileler de uyacaktı. İlk bakışta Müslümanların aleyhine görünen bu antlaşmaya Hz. Ömer başta olmak üzere sahabeler tepki göstermekle birlikte Rasûlullah anlaşma şartlarını kabul ettiğini söyleyince herkes bağlılığını bildirdi. Hudeybiye’de on iki veya yirmi gün kalan Hz. Peygamber ve ashabı, antlaşmanın imzalanmasından sonra umre niyetiyle geldikleri için kurbanlarını keserek ihramdan çıktılar ve Medine’ye döndüler.

Hz. Peygamber “ahde vefa” gereği antlaşma şartlarına uymaya özen göstermiştir. Mesela, Süheyl b. Amr’ın oğlu Ebû Cendel, Müslümanlığı kabul ettiği için babası tarafından zincire vurulmuştu ve birkaç yıldır hapiste tutuluyordu. Hudeybiye’de müzakereler tamamlanıp yazılı metin imzaya hazır hale getirildiği sırada Mekke’den kaçarak zincirleri sürüye sürüye Hudeybiye’ye geldi ve Müslümanlara sığındı. Süheyl b. Amr’ın iade isteğine karşılık Hz. Peygamber henüz antlaşmanın imzalanmadığını ileri sürdüyse de Suheyl, oğlu iade edilmediği takdirde antlaşmayı imzalamayacağını söyledi. Bunun üzerine Hz. Peygamber, Ebû Cendel’i iade etmek zorunda kaldı. Oğluna işkence etmeyeceğine söz verdiği halde Süheyl’in, Müslümanların gözü önünde Ebû Cendel’i sürükleyerek götürmeye başlaması Hz. Peygamber’e ve Müslümanlara çok ağır geldi. Bu üzücü olay hafızalarda “Yevmü Ebî Cendel” (Ebû Cendel günü) adıyla acı bir hatıra olarak kaldı. Öte yandan Hz. Peygamber aynı günlerde kendisine sığınan iki kadını antlaşmada sadece erkek mültecilerden söz edildiğini belirterek geri vermemiş ve Kureyş de bunu kabul etmek zorunda kalmıştır. Hz. Peygamber, Medine’ye döndükten sonra Müslüman olduğu için Mekke’de müşrikler tarafından tutuklu bulunan Ebû Basîr kaçarak Medine’ye geldi ve Müslümanlara sığındı. Kureyşliler iki muhafız göndererek antlaşma gereğince Ebû Basîr’in iadesi talebinde bulundular. Ebû Basîr düşmana teslim edilmemesi için direndiyse de Hz. Peygamber iade etmek zorunda olduğunu belirtti ve Allah’ın kendisine ve onun durumundaki çaresiz Müslümanlara bir çıkış yolu göstereceğini söyleyerek sabır tavsiye etti. Ebû Basîr yolda muhafızlardan kurtulmayı başararak Medine’ye döndü; ancak tekrar Kureyş’e teslim edileceğinden korktuğu için buradan ayrılarak Mekke-Suriye ticaret yolu üzerindeki Îs veya Sîfülbahr mevkiine yerleşti. Başta Ebu Cendel olmak üzere kendisi gibi Mekke’den kaçıp antlaşma uyarınca Medine’ye giremeyen yeni Müslümanlar da ona katıldılar. Zamanla sayıları yetmişe veya üç yüze ulaşan bu Müslümanlar Kureyş’e ait ticaret kervanlarını tehdit etmeye başladılar. Bunun üzerine Kureyş, İslamiyeti kabul ederek Medine’ye sığınan Mekkelilerin iade edilmesi şartının kaldırılmasını istedi. Hz. Peygamber, Ebû Basîr ve arkadaşlarına mektup göndererek Medine’ye gelmelerini emretti. Ancak mektup ulaştığında Ebû Basîr ölüm döşeğindeydi, az sonra da vefat etti. Ebû Cendel ve arkadaşları Ebû Basîr’ı bulundukları yerde defnettiler ve kabrinin yanına bir mescid yaptılar. Daha sonra da Medine’ye gittiler.

Hudeybiye Antlaşması İslam tarihinde bir dönüm noktası teşkil eder. Hz. Peygamber’in hedefi Hendek Gazvesi’nde Medine’yi muhasara eden düşman ittifakını parçalamaktı. Nitekim bu antlaşma ile Kureyş’in Hayber Yahudileri ve Gatafân kabilesine karşı tarafsızlığı sağlanmış, Hudeybiye dönüşünde Hayber üzerine yürüme imkânı elde edilmiştir. Diğer taraftan Kureyş’in Müslümanlara karşı fiilî düşmanlığı sona ermiş, o güne kadar Müslümanları tanımayan, onları muhatap saymayan Kureyşli müşrikler bu antlaşma ile Müslümanları kendileriyle denk bir taraf olarak kabul etmiş oldular. Bu sonuç hem müşrik kabilelerin hem de Müslüman olan kabilelerin Hz. Peygamber’le temas kurmalarını kolaylaştırmış, İslam davetinin kendilerine kolayca ulaşmasını sağlamıştır. Nitekim İslamiyet bu tarihten sonra Arap yarımadasında hızla yayıldı; öyle ki Hudeybiye antlaşmasından Mekke’nin fethine kadar geçen iki yıl içinde Müslüman olanların sayısı, önceki on sekiz yıl içinde ulaşılan sayıyı aştı. Ayrıca çevre ülkelerin devlet başkanlarına İslamiyet’e davet mektupları göndermek mümkün hale geldi. Önceleri benimsenmeyen Hudeybiye Antlaşması aslında Hz. Peygamber’in Kur’ân ile de teyid edilen en büyük siyasi zaferi idi. Bu münasebetle nazil olan, Kur’ân ı Kerîm’in 48. suresi “el-Feth” adını almış ve sözü edilen antlaşma “feth-i mübîn” (apaçık bir fetih) ve “nasr-ı azîz” (şanlı bir zafer) diye nitelendirilmiştir (el-Feth 48/1, 3). Rasûl-i Ekrem bir yıl sonra Mekke’ye gelip ashabıyla birlikte umresini kazâ etmiş, bu umreye Umretü’l-kazâ adı verilmiştir.