Rasûlullah İkinci Akabe Biatı’ndan sonra ashabına Yesrib’e hicret için izin verdi. Bunun üzerine ilk defa Âmir b. Rebîa ile hanımı Leylâ bint Hasme buraya göç ettiler; daha sonra da diğer sahâbîler kafileler halinde Mekke’den ayrılmaya başladılar. Bu arada işaret etmek gerekir ki, daha önce Mekke’den Medine’ye gitmiş birkaç sahabî bulunmaktaydı. Bunlar Akabe biatlarından önce Medine’ye hicret eden Ebû Seleme el-Mahzûmî ve hanımı Ümmü Seleme ile Birinci Akabe Biatı’ndan sonra Hz. Peygamber tarafından Medine’ye İslâm’ı tebliğ için gönderilen Mus’ab b. Umeyr ve Abdullah b. Ümmü Mektûm idi.
Genel olarak hicret gizlice yapılmaktaydı. Çünkü Kureyşli müşrikler müslümanların Mekke’den ayrılmalarına dahi müsaade etmek istemiyor, çeşitli zorluklar çıkartıp ellerinden geldiğince hicreti engellemeye çalışıyor, hatta bazı müslümanları hapsediyorlardı. Meselâ, Ebû Seleme ile hanımı Ümmü Seleme Habeşistan’dan Mekke’ye döndükten sonra çocukları Seleme’yi de yanlarına alarak Medine’ye hicret için yola çıktıklarında Ümmü Seleme’nin ailesi onun gitmesine izin vermedi. Bu sebeple Ebû Seleme hanımı ve çocuğunu Mekke’de bırakarak Medine’ye yalnız gitmek zorunda kaldı. Öte yandan Ebû Seleme’nin ailesi de Ümmü Seleme’nin ailesinin yaptıklarına karşılık olarak Seleme’yi annesinin elinden aldılar. Hem kocasından hem de oğlundan ayrı kalmanın verdiği derin üzüntüyle Ümmü Seleme bir yıl boyunca göz yaşı döktü. Sonunda akrabaları insafa gelerek Medine’ye gitmesine izin verdiler. Ebû Seleme’nin ailesi de Seleme’yi annesine teslim etti. Ümmü Seleme çocuğunu yanına alarak Medine’ye gitmek üzere tek başına Mekke’den ayrıldı. Yolda karşılaştığı Osman b. Talha’nın refakatinde Kubâ’ya ulaştı ve Ebû Seleme ile buluştu. Hişâm b. Âs, hicret için hazırlık yapmış, ancak babası Âs b. Vâil başta olmak üzere müşrikler tarafından zincire vurulup hapsedilmişti. Ayyâş b. Ebû Rebî‘a hicret için yola çıkıp Kubâ’ya kadar gelmiş, ancak burada kendisine yetişen ana-bir kardeşleri Ebû Cehil ve Hâris b. Hişâm yaşlı annesinin onun ayrılığı yüzünden perişan hale geldiğini ileri sürüp Mekke’ye dönmesini sağlamışlar ve burada hapsetmişlerdi. Hişâm b. Âs ve Ayyâş b. Ebû Rebî‘a hicretin 7. yılında (milâdî 629) müşriklerin elinden kurtulup Medine’ye gidebilmiştir. Suheyb b. Sinân er-Rûmî’nin hicret edeceğinden haberdar olan Mekkeliler ona olan borçlarını ödemedikleri gibi mal varlığına da el koymuşlar, Suheyb o güne kadar elde ettiği bütün kazancını Mekkeliler’e bırakmak suretiyle ancak hicret edebilmiştir. Bu noktada Hz. Ömer’in hicreti ise farklı bir mahiyet arzeder. O, Kâbe’yi tavaf edip iki rekat namaz kıldıktan sonra müşriklere açıkça meydan okuyarak yola çıkmıştır.
Hicret izninden sonra kısa denilebilecek bir sürede ashabın büyük bir kısmı Yesrib’e göç etmiş; geride Hz. Peygamber ile Hz. Ebû Bekir ve aileleri, Hz. Ali ve annesi, ayrıca hicret etmeye gücü yetmeyenler ile gidişleri engellenmiş olanlar kalmıştı. Bu arada Hz. Ebû Bekir Rasûlullah’a müracaat ederek hicret için izin istiyor, o da her defasında “Acele etme! Umulur ki, Yüce Allah sana bir yol arkadaşı ihsan eder” cevabını veriyordu.
Müslümanların inançları uğruna görülmemiş bir fedakârlık anlayışı içinde evlerinden, mal ve mülklerinden vazgeçip Yesrib’e hicret ettiklerini gören Kureyş müşrikleri, Hz. Muhammed’in de bir gün oraya giderek ashabıyla birlikte kendilerine karşı tehlike ve tehdit oluşturacağından endişe duymaya başladılar. Gelişmeler karşısında nasıl bir yol takip edeceklerini belirlemek üzere Dârünnedve’de toplandılar. Hz. Peygamber’in mensup olduğu Hâşimoğullarından kimsenin alınmadığı toplantıda Hz. Muhammed (sav)’in sürgüne gönderilmesi veya hapsedilmesi gibi görüşler ileri sürüldü. Sonunda Ebû Cehil’in teklifiyle onu öldürmeyi, Hâşimoğulları’nın kan davası gütmesini önlemek için de bu işin bir kişi tarafından değil, bütün kabilelerden birer kişinin katılacağı bir topluluk tarafından yerine getirilmesini kararlaştırdılar. Bu suikast kararını vahiy yoluyla öğrenen Hz. Peygamber, hemen harekete geçip Hz. Ebû Bekir’in evine gitti ve onunla birlikte hicret hazırlığına başladı. Kendilerine kılavuzluk yapmak üzere Abdullah b. Uraykıt ile anlaştılar. Abdullah b. Uraykıt müşrik olmakla birlikte güvenilir ve mert bir kişiydi. Hz. Ebû Bekir hicret için önceden hazırladığı iki deveyi kılavuza verdi ve üç gün sonra Sevr dağının eteğinde buluşmak üzere onunla sözleşti. Hz. Peygamber, evinden ayrıldığını müşriklere fark ettirmemek ve kendisine bırakılan emanetleri sahiplerine vermek üzere Hz. Ali’yi görevlendirdi. Gece yarısı yola çıkan Hz. Peygamber ve Hz. Ebû Bekir Mekke’nin güney-batısında bulunan Sevr dağındaki bir mağaraya vardılar ve burada gizlendiler. Burada kaldıkları üç gün boyunca Hz. Ebû Bekir’in oğlu geceleri gelip şehirdeki gelişmeleri onlara haber veriyordu. Ayrıca Hz. Ebû Bekir’in koyunlarının çobanlığını yapan Âmir b. Füheyre de sürüsünü mağaraya doğru sürerek süt ve yiyecek getirmiş, daha sonra da onlarla birlikte hicret etmiştir.
Kureyş müşrikleri Hz. Peygamber’in evinde onun yerine Hz. Ali ile karşılaşınca şaşkına döndüler. Hz. Ali’ye nerede olduğunu sordularsa da cevap alamayınca onu dövüp bir süre tutukladıktan sonra serbest bıraktılar. Ardından Hz. Ebû Bekir’in evine gidip kızı Esma’dan bilgi almaya çalıştılar. Esmâ’dan istediği bilgiyi alamayan Ebû Cehil onu tartaklamaktan çekinmedi. Hz. Peygamber’i Mekke’de bulamayan ve şehirden ayrıldığını anlayan müşrikler bütün çevreyi taramaya, etrafa haberciler göndermeye başladılar. Bir ara Sevr mağarasının önüne kadar geldiler. Ancak Yüce Allah’ın emriyle mağaranın girişi bir örümcek ağıyla kaplanmış olduğundan içeride kimsenin bulunmadığı kanaatine vararak geri döndüler. Müşrikler mağaranın önünde iken, fark edilecekleri korkusuna kapılan Hz. Ebû Bekir’i Rasûlullah Kur’an’da ifade edildiği üzere: “Korkma! Elbette Allah bizimledir” (et-Tevbe 9/40) buyurarak teskin etti. Mağarada geçirilen üç günün sonunda daha önce kararlaştırıldığı şekilde kılavuz Abdullah b. Uraykıt, develerle birlikte Sevr’e geldi. Sevr’den Yesrib’e doğru sahil istikametinde yola çıkıldı. Bir tehlikeye maruz kalmamak için kafile, bilinen işlek ve mutat yollar yerine farklı bir güzergâhı, zaman zaman sarp dağ geçitlerini veya çölün ortasını tercih etti. Hz. Muhammed (sav)’i bulmak için çeşitli yollara başvuran Kureyşliler onu yakalayana 100 deve ödül vaad ettilerse de hiçbir sonuç elde edemediler. Kureyşliler’in koyduğu ödülü kazanabilmek için Hz. Peygamber’i aramaya koyulan ve iz sürmekte maharetli olan Sürâka b. Mâlik kafileye ulaştı; ancak bir mucize eseri atının ayakları kuma gömülünce takipten vazgeçti. Benzer bir tehlike Eslem kabilesinin topraklarından geçerken yaşandı. Kabile reisi Büreyde b. Husayb kafilenin önünü kesti; ancak Rasûlullah ile yapılan kısa sohbetten sonra, kendisi ve kabilesi müslüman oldu. Büreyde, kendi topraklarından ayrılıncaya kadar kafileye eşlik etti. Hicret yoluyla kervan yolunun kesiştiği Cuhfe adlı mevkiye gelince, Rasûlullah Mekke yolunu hatırladı ve şehre duyduğu özlemle hüzünlendi. Bunun üzerine, uğradığı zulümden dolayı hicrete mecbur bırakıldığı Mekke’ye, düşmanlarına üstünlük sağlayıp tekrar döndürüleceğini müjdelen âyet nâzil oldu (el-Kasas, 28/85). Hicret esnasında bazı güzel olaylar da yaşandı. Meselâ, kafile Kudeyd’de yiyecek bir şeyler almak üzere Ümmü Ma‘bed Âtike bint Hâlid’in bulunduğu çadıra uğradı. Burada Hz. Peygamber, sürüye katılamayacak kadar zayıf, sütten kesilmiş bir keçiyi besmele çekerek sağmaya başladı. Keçi oradakilere yetip artacak kadar süt verdi. Ümmü Ma‘bed daha sonra çadıra dönen kocasına olayı anlatıp onun isteği üzerine Hz. Peygamberi edebî bir dille tavsif etti. Onun ifadeleri hilye edebiyatına konu olmuş ve günümüze kadar gelmiştir.
Yesrib’de bulunan müslümanlar Rasûl-i Ekrem’in Mekke’den ayrıldığını öğrenmiş, gecikmesinden dolayı da endişelenmişlerdi. Her sabah Mekke yolu üzerindeki Harre mevkiine çıkıp sıcağın şiddetlendiği vakte kadar yolunu gözlüyorlardı. Yine 8 Rebîülevvel (20 Eylül 622) pazartesi günü de böyle yapmış ve evlerine dönmüşlerdi ki, üç katlı bir evin damında bulunan bir yahudi kızı yaklaşmakta olan kafileyi görünce, bunun beklenen misafir olduğunu anladı ve bağırarak durumu ilân etti. Bunun üzerine müslümanlar Rasûl-i Ekrem’i karşılamak için Harre’ye koştular. Hz. Peygamber, Yesrib’e bir saatlik mesafede bulunan Kubâ’da Külsûm b. Hidm’in evine misafir oldu. Birkaç gün bu kasabada kaldı ve burada bir mescid yaptırdı. Bu arada Hz. Peygamber’in kendisine bıraktığı emanetleri sahiplerine iade edip yine onun emri doğrultusunda Mekke’den ayrılan Hz. Ali, gündüz gizlenip gece yol almak suretiyle Kubâ’ya geldi ve burada Hz. Peygamber’le buluştu. Hz. Ali ile birlikte annesi Fâtıma bint Esed, Hz. Peygamber’in hanımı Sevde bint Zem‘a, kızları Hz. Fâtıma ve Ümmü Külsûm ve Hz. Ebû Bekir’in ailesinin de Kubâ’ya geldiği rivâyet edilmektedir. Bunun yanında Hz. Peygamber’in ve Hz. Ebû Bekir’in ailelerinin daha sonra Medine’den gönderilen Zeyd b. Hârise ve Ebû Râfi‘in refakatinde hicret ettikleri de kaydedilmektedir. Hz. Peygamber yanındakilerle birlikte 12 Rebîülevvel 1 (24 Eylül 622) Cuma günü Kubâ’dan Yesrib’e hareket etti. Cuma namazı vakti girince Rânûnâ vadisinde Sâlim b. Avf kabilesine uğradı; ilk Cuma hutbesini okudu ve namazını kıldırdı. Rasûlullah bu hutbesinde Allah’a hamd ü senâdan sonra insanların âhirette mutlaka hesaba çekileceğinden, herkesin emri altındakilerden sorumlu tutulacağından, öldükten sonra insana dünyada yaptığı iyi davranışlardan başka bir şeyin fayda etmeyeceğinden bahsetti ve büyük-küçük demeden iyilik yarışına girerek âhiret için hazırlıklı olmalarını tavsiye etti. Namazdan sonra Yesrib’e hareket eden Hz. Peygamber şehir halkı tarafından büyük bir coşkuyla karşılandı. Medine’de görülmemiş bir şenlik ve bayram havası yaşanıyordu. Yolun iki tarafında sıralanan yediden yetmişe herkes, kadınlar ve çocuklar büyük bir sevinç içerisinde Allah’ın yüce elçisini karşılıyordu. Bu sırada defler çalınıyor ve “Veda tepelerinden ay doğdu üzerimize/Allah’a davet sürdükçe şükretmek vacip bize/Ey gönderilen kutlu elçi/Sana itaat etmek düşer hepimize/Aramıza hoş geldin, şeref verdin şehrimize” şeklindeki mısralarla duygular dile getiriliyordu. Hemen herkes Rasûlullah’ın kendi evlerine misafir olmasını istiyor, davette bulunup ısrar ediyordu. Rasûlullah Kasvâ adlı devesinin üzerinde halkı selamlayıp kendilerine teşekkür ederken, devesinin çöktüğü yere en yakın eve misafir olacağını söyleyerek şehre girdi ve Ebû Eyyûb el-Ensârî’nin (Hâlid b. Zeyd) evine misafir oldu. Böylece çile ve ıstırap dolu Mekke dönemi sona ermiş, İslâm tarihinde yeni bir dönem başlamış oldu. Yesrib de artık Peygamber şehri anlamında Medînetü’r-Resûl veya el-Medînetü’l-münevvere adıyla anılmaya başladı.
Kaynaklarda Hz. Peygamber’in Mekke’den çıkışı, Kubâ’ya varışı ve Medine’ye girişi hakkında farklı tarihler verilmektedir. Bu konudaki rivayetlerin incelenmesi sonucunda Mekkeliler’in 26 Safer (9 Eylül 622) Perşembe günü Hz. Peygamber’e suikast kararı aldıkları, durumu öğrenen Resûl-i Ekrem’in o gece şehirden ayrılarak Sevr mağarasına gittiği, 27-29 Safer (10-12 Eylül 622) günlerini mağarada geçirdiği, 1 Rebîulevvel (13 Eylül 622) Pazartesi günü mağaradan yola çıktığı, 8 Rebîulevvel (20 Eylül 622) Pazartesi günü Kubâ’ye vardığı ve 12 Rebîulevvel (24 Eylül 622) Cuma günü Medine’ye girdiği anlaşılmaktadır.
Hz. Peygamber hac ve umre için dışarıdan Mekke’ye ve ticaret için panayırlara gelenlere İslâm davetini ulaştırmak amacıyla risâletinin ilk yıllarından itibaren gayret gösteriyordu. Bunlar arasında en verimli olanı Yesrib (Medine) halkıyla kurduğu temaslardı. Peygamberliğin 11. yılı (620) hac mevsiminde Yesrib’den gelen altı kişilik bir grupla Mina’nın tenha bir yeri olan Akabe’de karşılaştı, kendilerine İslâmiyet’i tebliğ etti. Hazrec kabilesine mensup bu kişiler Müslümanlığı benimsediler. İçlerinden Es‘ad b. Zürâre Yesrib’e dönüp yeni dini hem kendi kabilesine hem de Evsliler’e anlatıp bir yıl sonra yeniden Akabe’de Hz. Peygamber’le buluşma sözü verdi. İslâm dinine büyük hizmetler ifa eden ensar zümresinin çekirdeğini oluşturan bu altı Yesribli’nin faaliyetleri sonucunda birçok kişi müslüman oldu. Ertesi yıl (peygamberliğin 12. yılı Zilhicce /Temmuz 621) onu Hazrecli, ikisi Evsli olmak üzere on iki kişi Resûlullah’la gizlice Akabe’de buluştular. Yesribliler, “Hiçbir şekilde Allah’a ortak koşmayacaklarına, hırsızlık ve zina yapmayacaklarına, çocuklarını öldürmeyeceklerine, birbirlerine iftira etmeyeceklerine, Rasûlullah’ın emirlerine uyacaklarına” söz verip kendisine biat ettiler. Bu biat “Birinci Akabe Biatı” adıyla anılmaktadır. Hz. Peygamber Yesrib halkına Kur’an’ı ve İslâm’ı öğretmesi, henüz müslüman olmayanları dine davet etmesi ve namaz kıldırması için Mus‘ab b. Umeyr’i onlarla birlikte gönderdi. Es‘ad b. Zürâre’nin evinde misafir olan Mus‘ab’ın bir yıl içindeki faaliyetleri, Evs kabilesinin reisleri Sa‘d b. Muâz ile Üseyd b. Hudayr da dahil olmak üzere Yesrib ileri gelenlerinin müslüman olmasını ve şehrin hicret yurdu haline gelmesini sağladı. Nitekim peygamberliğin 13. yılının (622) hac mevsiminde, ikisi kadın yetmiş beş Yesribli müslüman, henüz müslüman olmamışların da bulunduğu hac kafilesiyle birlikte Mekke’ye geldi. Hacdan sonra yine Akabe’de, Hz. Peygamber’le gizlice buluştu. Hz. Peygamber henüz müslüman olmayan amcası Abbas’la oraya gelmişti. Yesribliler’in kendisini şehirlerine davet etmeleri üzerine, Rasûl-i Ekrem önce Kur’ân-ı Kerîm’den bazı âyetler okudu, kendilerini İslâm’a kuvvetli bir şekilde bağlanmaları gerektiği hususunda teşvik edici sözler söyledi. Sonra İkinci Akabe Biatı’nın şartlarını sıraladı: Hicret ettiği takdirde kendisini ve Mekkeli bütün müslümanları kendi canlarını, çocuklarını, kadınlarını ve mallarını korudukları gibi koruyacaklarına, iyi günlerde de sıkıntılı zamanlarda da kendisine itaat edeceklerine, bollukta da darlıkta da malî yardımda bulunacaklarına, iyiliği emredip kötülüğe engel olacaklarına, kimseden korkup çekinmeden hak üzere bulunacaklarına dair söz verip biat etmelerini söyledi. Yesribliler’in hepsi şartları kabul edip biatta bulundu. Rasûlullah, kendisiyle irtibat sağlayabilmeleri için aralarından on iki temsilci (nakîb) seçmelerini istedi. Onlar da dokuzu Hazrecli, üçü Evsli olmak üzere nakîblerini seçtiler. Hz. Peygamber Hazrec’ten Neccâroğulları’nın temsilcisi Es‘ad b. Zürâre’yi aynı zamanda diğer onbir temsilcinin de başkanı tayin etti. İkinci Akabe Biatı savaşla ilgili hususları da kapsadığı için “bey‘atül-harb” (savaş biatı) diye de anılmıştır. Aslında Yesrib, Kureyşliler’in aleyhine gelişmelerin olmasını sağlayacak stratejik bir mevkide bulunuyordu; kuzeyden Suriye, Filistin ve Irak’a gidecek kervanlar bu şehir civarından geçmek mecburiyetindeydi. Diğer taraftan Evs ve Hazrec kabileleri arasında 120 yıl kadar süren savaşların sonuncusu olan Buâs’ta çok kayıp verilmişti. Yeni din sayesinde aralarındaki düşmanlığın sona ermesi ümit ediliyordu. Nitekim Hz. Âişe “Buâs, Allah’ın resûlü için hazırladığı bir gündü” değerlendirmesini yapmıştır.
Gelişen olaylar çizgisinde Kureyşliler’in Hz. Peygamber’e karşı sergiledikleri sert davranışlar artış gösteriyordu. Esasen İslâmiyet’i tebliğ açısından Kureyşliler’e yapabilecek bir şey de kalmamıştı. Peygamberliğin 10. yılından hicrete kadar geçen süre içinde Rasûl-i Ekrem, başka insanlara ulaşıp davetine devam etmek üzere gözünü Mekke dışına çevirdi. Yanına Zeyd b. Hârise’yi alarak Sakîf kabilesinin yaşadığı Tâif’e gitti. Kabilenin ileri gelenlerinden Amr b. Umeyr’in üç oğlunu, Abdüyâlîl, Mes‘ûd ve Habîb’i, ayrıca kabilenin diğer bazı önemli kişilerini İslâmiyet’e davet etti. Kureyşliler’le akrabalık ve ticarî bağlantıları bulunan Sakîfliler’den hiçbiri onun çağrısını benimsemediği gibi Hz. Peygamber’in hiç olmazsa davetini gizli tutmalarını istemesine de itibar etmedi. Ayrıca onu ve Zeyd b. Hârise’yi şehrin ayak takımına taşlattılar. Atılan taşlarla ayakları kanayan Rasûlullah’ı korumaya çalışan Zeyd’in de başı yaralandı. Tâifliler’in maddî ve mânevî eziyeti Hz. Peygamber’in Kureyşli Utbe b. Rebîa ve kardeşi Şeybe’nin bağına girmesine kadar devam etti. Bu zor anlarında Rasûlullah Rabbine sığınıp teslimiyetini ifade etmiş, onun rızâsını ve yardımını talep etmiştir. Bu arada bağ sahiplerinin kölesi Addas Hz. Peygamber’e bir tabak üzüm getirdi. Hz. Peygamber’in üzümü yemeye başlarken “Bismillâh” demesi Addâs’ın dikkatini çekince konuşmaya başladılar. Addâs Ninovalı bir hıristiyan olduğunu ifade edince Hz. Peygamber Ninova’nın Hz. Yûnus’un memleketi olduğunu söyledi. Addas, bunu nerden bildiğini sordu. Rasûlullah: “O benim kardeşim ve Allah’ın bir elçisidir. Ben de Allah’ın elçisiyim” deyince konuşmalardan etkilenen Addâs orada müslümanlığı kabul etti.
Hz. Peygamber bir süre dinlendikten sonra Mekke’ye dönmek üzere Tâif’ten ayrıldı. Onun Mekke’ye yeniden girebilmesi için himayesine gireceği bir Kureyşli bulması gerekiyordu. Bunun için Hira dağında beklerken başvurduğu pek çok kimse talebini yerine getirmedi. Nihayet Kureyş’in kollarından Nevfeloğulları’nın reisi Mut‘im b. Adî’nin himayesine girerek Mekke’ye girebildi. Çeşitli hadis rivayetlerinde kaydedildiğine göre Hz. Âişe sonraları, hayatında Uhud Gazvesi’nden daha zor bir gün yaşayıp yaşamadığını Rasûlullah’a sormuş, o da Tâif dönüşünü hatırlatarak sözlerine şöyle devam etmişti: O zaman şaşkınlığımın hafiflediği bir sırada başımı yukarı kaldırdım, beni gölgelendiren bir bulutun içinde Cebrâil’i gördüm. Cebrâil, istediğim takdirde Mekkeliler’i helâk edecek meleğin emrime verildiğini söyledi, melek de yanıma geldi. Bense, “Hayır, istemem; ben, Allah’ın bu müşriklerin soyundan yalnız Allah’a kulluk eden, O’na hiçbir şeyi ortak koşmayan kimseler meydana getirmesini arzu ederim” diye cevap verdim.
Peygamberliğin 10. yılında, Hz. Peygamber’i her zaman desteklemiş olan amcası Ebû Tâlib ve kendisiyle yirmi beş yıl mutlu bir hayat sürdüğü hanımı Hz. Hatice (10 Ramazan/19 Nisan 620) üç gün arayla vefat ettiler. Onların ölümü Rasûl-i Ekrem’i ve müslümanları son derece üzdü. Bu sebeple bu yıla senetü’l-hüzn (âmü’l-hüzn, üzüntü yılı) adı verilmiştir. Ebû Tâlib’in vefatı üzerine Hâşimoğulları’nın başkanı olan Ebû Leheb, kız kardeşlerinin ısrarları sonucu, peygamberliğini kabul etmediği Rasûl-i Ekrem’in himayesini üzerine almaya rıza gösterdi. Ancak bir müddet sonra, Ukbe b. Ebû Muayt ile Ebû Cehil’in tahrikleriyle bu kararından vazgeçti. Bundan dolayı Hz. Peygamber Tâif dönüşünde bir başka Kureyşli müşrikin himayesi sayesinde Mekke’ye girebilecektir.
Kureyşliler, Hamza ile Ömer’in İslamiyet’i benimseyişi ile güç kazanan Rasûl-i Ekrem’i etkisiz hale getirmeye karar verdiler; bu amaca ulaşıncaya kadar Haşimoğulları ve Muttaliboğulları’yla mevcut olan akrabalığa ve hukuka riayet etmeyeceklerini söyleyip bu iki zümreyi düşman ilan ettiler; kendileriyle konuşmamaya, kız alıp vermemeye ve alışveriş yapmamaya karar verdiler; boykotun şartlarını bir kağıda yazıp Kâbe’nin duvarına astılar. Bu sosyal boykot karşısında Ebû Talib, yeğenini ve mensuplarını emniyet altına almak amacıyla Şi‘bü Ebû Talib’de (Ebû Talib mahallesinde) topladı. Hz. Peygamber tebliğ faaliyetlerini sürdürdüğü Daru’l-Erkam’dan oraya taşındı. Müşrikler safında yer almayı tercih eden Ebû Leheb ve oğulları hariç, Müslüman olsun olmasın bütün Haşimîler ve Muttaliboğulları oraya taşınıp üç yıla yakın bir süre (616-619) boykot altında yaşamak zorunda kaldılar. Hz. Hatice ile Ebû Talib bu sıkıntılı günlerde bütün servetlerini tükettiler. Ticari faaliyetlerde bulunmak, hac mevsimi ve haram aylar dışında dışarı çıkıp alışveriş yapmak mümkün olmuyordu. Müşrikler alışveriş yapılabildiği günlerde de zorluk çıkarıyor, fiyatları artırıyordu. Sonunda aralarında Ebû Talib’in kız kardeşinin oğlu Züheyr b. Ümeyye ve Hişam b. Amr gibilerinin bulunduğu bazı insaflı kimseler Kureyş’in ileri gelenlerinden Mut‘im b. Adî ve Zem‘a b. Esved ile konuşup desteklerini aldıktan sonra Ebû Talib mahallesine gittiler ve mahsur olanları oradan çıkartıp boykota son verdiler.
Yukarıda kısaca bahsedildiği gibi İslâmiyet Mekke’de yavaş yavaş yayılırken müşriklerin müslümanlara karşı tavırları da sertleşmiş, onların sözlü tepkilerine fiilî müdahaleleri de eklenmişti. Ashabının mâruz kaldığı zulüm ve işkencelere son derecede üzülen fakat engellemeye gücü yetmeyen Rasûlullah, müslümanlara, dinlerini yaşayabilecekleri ve can güvenliğine sahip olabilecekleri bir yer olarak Habeşistan’a gitmeyi tavsiye etti. Habeşistan’ın hıristiyan kralı Ashame en-Necâşî hakimiyeti altında yaşayanlara iyi davranan adaletli bir hükümdardı. Bu duruma işaretle Hz. Peygamber ashabına şöyle buyurdu: “Şayet isterseniz Habeşistan’a gidin. Zira orada ülkesinde hiç kimseye zulmedilmeyen bir hükümdar iş başındadır. Orası bir doğruluk ve dürüstlük ülkesidir. Allah bir kolaylık verinceye kadar orada kalın.” Bu tavsiye üzerine on bir erkek ile dört kadından oluşan müslüman kafilesi, 615 yılında Şuaybe Limanı’ndan Habeşistan’a hareket etti. Kafilede Hz. Osman ve eşi Rasûlullah’ın kızı Rukıyye, Zübeyr b. Avvâm, Mus‘ab b. Umeyr, Abdurrahman b. Avf, Ebû Seleme ve eşi Ümmü Seleme gibi İslâm tarihi açısından önemli isimler yer almaktaydı. İslâm’da ilk hicret olarak önem taşıyan bu gelişme Rasûlullah’ın, peygamberliğinin ilk yıllarında Afrika ile temasa geçmesini de sağlamış oluyordu. Bir yıl sonra Mekke’ye dönen Hz. Osman’ın anlattıklarından müslümanların orada iyi karşılanmış oldukları anlaşıldı. Bu sebeple ikinci bir büyük kafile Ca‘fer b. Ebû Tâlib başkanlığında Habeşistan’a hicret etmiştir. Sonuçta buraya göç edenlerin sayısı 108’e ulaşmıştır. Müslümanların sayısının gittikçe artması üzerine Kureyşliler, hicret edenlerin iadesi talebiyle Habeşistan’a bir heyet gönderdiler. Necâşî her iki tarafı da dinlemek için müslümanların temsilcilerini de huzuruna çağırdı. Habeş muhacirleri adına Necâşî ile Ca’fer b. Ebû Tâlib konuştu. Onun sözleri İslâm’ın ilk muhataplarında meydana getirdiği değişimi göstermesi bakımından önem taşımaktadır. O şöyle dedi: “Ey hükümdar! Biz Câhiliye zihniyetine sahip bir kavimdik; putlara tapar, ölü hayvan eti yer, fuhuş yapardık. Akrabalık bağlarına riayet etmez, komşularımıza kötülük ederdik. Güçlü olanlarımız zayıflarımızı ezerdi. Allah aramızdan doğruluk ve iffetini bildiğimiz, güven duyduğumuz peygamberi gönderdi. O bizden putlara değil, sadece Allah’a tapmamızı, emanete riayet etmemizi, akraba ve komşuları gözetmemizi, doğru davranıp yalan, iftira, kan davası ve yetim malı yemekten uzak durmamızı istedi. Biz de ona iman ettik”. Tarafları dinleyen Ashame iade isteğini reddetti.
Müslümanlar Habeşistan’da bir süre kaldılar. Habeş muhacirlerinden otuz üç kişi aşağıda bahsedilecek olan Şi‘bü Ebû Tâlib’deki boykotun sona ermesinden sonra (620) Mekke’ye döndü. Geriye kalan Habeş muhacirlerinin bir kısmı hicretten sonra, son kafile ise hicretin 7. (628) yılında kendi isteğiyle Medine’ye dönmüştür. Bu arada Kureyşliler, Bedir Gazvesi’nden sonra yeni bir heyet göndererek müslümanların iade edilmesini istemişlerse de Ashame bu taleplerini de daha önce olduğu gibi reddetmiştir.
Mekke’de nübüvvetin 4. yılından itibaren İslam daveti açıktan yapılmaya başlandı. Hz. Peygamber’in ilk ve en önemli muhatabı Kureyşliler oldu. Putlarını Kâbe’nin içine ve çevresine yerleştiren Kureyşliler Hz. İbrahim (as) ve İsmail (as)’den beri devam eden hac ve umre ibadetlerini de idare ediyor ve bundan dolayı diğer kabileler arasında bir imtiyaz ve itibara sahip bulunuyorlardı. Onlar Kâbe’yi ziyarete gelenlerden azami derecede faydalanmak amacıyla çeşitli kabilelerin putlarını da Kâbe ve çevresine dikmişlerdi. Aile fertlerini ve güvendiği yakın dostlarını İslamiyet’e davet etmeye devam eden Hz. Peygamber’i zor günler bekliyordu. Çünkü vahyedilen gerçekleri müşriklerden çekinmeden açıkça tebliğ etmesi kendisinden istenmiş (el-Hicr 15/94) ve en yakınlarından başlamak üzere erişebildiği herkesi uyarması emredilmişti (eş-Şuarâ 26/214). Rasûl-i Ekrem (sav) bu günlerden itibaren Mekke’nin fethine kadar yaklaşık yirmi yıl kadar sürecek olan bu çetin mücadeleye yakın akrabalarını bir ziyafete davet etmekle başladı. Kureyş’in Hâşim ve Muttaliboğulları kollarına mensup yaklaşık kırk beş kişi bu davete katıldı. Ancak yemekten sonra amcası Ebû Leheb, O'nun konuşmasına fırsat vermeden söze başlayıp “Kabilesine senin getirdiğin gibi kötü şey getiren birini görmedim” deyince davetliler dağıldı. Bu olumsuz sonuca çok üzülen Rasûlullah (sav) birkaç gün sonra bir toplantı daha tertip etti. Burada yaptığı konuşmada Allah’ın bir olduğunu, O’nun eşi ve benzerinin bulunmadığını, O’na inanıp güvendiğini belirterek davetlilerine asla yalan söylemeyeceğini açıkladıktan sonra konuşmasına şöyle devam etti: “Ben özellikle size ve bütün insanlara gönderilmiş olan Allah elçisiyim. Allah’a yemin ederim ki uykuya daldığınız gibi öleceksiniz, uykudan uyandığınız gibi de diriltileceksiniz, yaptıklarınızdan hesaba çekileceksiniz, iyilikleriniz karşılığında iyilik, kötülükleriniz karşılığında da ceza göreceksiniz. Cennet de cehennem de ebedîdir. İlk uyardığım da sizlersiniz.” Hz. Peygamber’in amcası Ebû Tâlib, O'nun sözlerini güzel bulduğunu ve kendisini destekleyeceğini ancak atalarının dininden ayrılamayacağını bildirdi. Diğer amcası Ebû Leheb ise akrabalarının ona engel olmasını, davetini kabul ettikleri takdirde zillete düşeceklerini, kendisini himaye ederlerse öldürüleceklerini söyledi. Bunun üzerine Ebû Tâlib, sağ olduğu sürece yeğenini himaye edeceğini ilan etti. Ebû Leheb, karısıyla birlikte Rasûl-i Ekrem (sav)’e daima muhalefet etmiş, düşmanlık göstermiş, bilhassa Mekke’ye dışarıdan gelenlerle konuşması esnasında onu takip etmiş, söylediklerini yalanlamış, O'nun bir sihirbaz olduğunu ve kabilesini birbirine düşürdüğünü söylemiştir. Bu sebeple Kur’ân’da adının geçtiği bir sûre nazil olmuş ve karısıyla birlikte cehennemlik olduğu ifade edilmiştir (Tebbet 111/1-5). Kur’ân-ı Kerîm’de Hz. Peygamber ve Müslümanlara düşmanlık yapanların sözlerine, fiillerine ve hatta niyetlerine dair açık ifadeler bulunmasına rağmen Ebû Leheb dışında hiçbirinin adı zikredilmemiştir.
Rasûl-i Ekrem (sav) bir gün Safâ tepesine çıkarak bütün Mekkelilere İslamiyet’i tebliğ etmeye karar verdi ve orada toplananlara şöyle seslendi: “ Ey Kureyşliler! Size şu dağın arkasında bir düşman birliği var desem inanır mısınız?” “Evet, senin yalan söylediğine şahit olmadık” cevabını alınca konuşmasına şöyle devam etti: “Öyleyse ben büyük bir azaba duçar olacağınızı size haber veriyorum... Allah bana en yakın akrabamı uyarmamı emretti. ‘Allah’tan başka ilah yoktur’ demedikçe size ne bu dünyada ne de âhirette bir faydam dokunur ...”
Kureyş ileri gelenleri Rasûlullah (sav)’ın İslam’a davetine önceleri pek karşı çıkmamışlardı. Ancak Hz. Peygamber puta tapıcılığı eleştiren ayetleri okumaya, puta tapanların cehennemlik olduğunu ilan etmeye başlayınca mesajını büyük bir tehlike olarak görmeye, O'na karşı düşmanca tavır almaya, davetini engellemek için ellerinden geleni yapmaya başladılar. Ayrıca onlar, bir tek yaratıcının varlığına dayanan tevhid ilkesinin hâkim olması, dolayısıyla putperestliğin yıkılması halinde Arap kabileleri nezdindeki üstünlüklerinin, ticari imkân ve menfaatlerinin kaybolacağından da endişe ediyorlardı. Diğer taraftan kabile asabiyetinin tabii bir sonucu olarak atalar kültüne sahip bulunan Kureyşliler, atalarından intikal eden geleneklere büyük değer atfediyordu. Onlar için putperestlik mutlaka korunması gereken bir külttü, onlar bu hususu sık sık dile getirerek atalarının inanç ve ibadetlerinden ayrılmayacaklarını söylüyordu. Kureyşliler’in ahlâkî durumları da Son Peygamber'in davetini kolayca kabul edebilecek bir seviyede değildi. Cahiliye zihniyetinin hâkim olduğu Mekke toplumunda içki, kumar, zina, yalan söylemek gibi kötü alışkanlıkların yanında maddi güç ve kabile asabiyetine dayanan üstünlük anlayışının beslediği haksız kazanç, insanları sömürme ve ezme zihniyeti hâkim durumdaydı. Kur’ân-ı Kerîm bu çirkin davranışları eleştiriyor, insanlar arasında üstünlüğün ancak yaratana saygı, yaratılmışlara şefkatle oluşabileceğini bildiriyor (el-Hucurât 49/13), aksi davranış sergileyenlerin ahirette cezaya çarptırılacağını haber veriyordu.
Hz. Peygamber’in gittikçe taraftar topladığını, inanç ve davranışlarını eleştirdiğini gören Kureyşliler O'nu küçümsemeye ve O'na hakaret etmeye başladılar; bir süre sonra da şiddete başvurmaktan çekinmediler. Kaynaklar müşriklerin Hz. Peygamber’e ve Müslümanlara uyguladıkları acımasız eza, cefa ve işkencelerden ayrıntılı olarak bahsetmektedir. Özellikle Ebû Cehil, Ebû Süfyan, Ebû Leheb, Ümeyye b. Halef, Velîd b. Mugîre, Ukbe b. Ebû Mu‘ayt ve Hakem b. Ebü’l-As gibi azılı müşriklerin yaptığı işkenceler insanlık adına utanç vericiydi. Onların yaptıklarından en çok etkilenenler Mekke’ye dışarıdan gelmiş aileler ile köle ve cariyelerdi. Bunlar aç bırakılıyor, kızgın kumlara yatırılıyor, üzerlerine kaya parçaları konularak işkenceye tabi tutuluyordu. Bu işkencelerin en ağırını Yâsir ailesi yaşadı. Kaybolan kardeşini aramak için Mekke’ye gelen Yâsir burada Benî Mahzûm kabilesinden Ebû Huzeyfe’nin himayesine girmiş ve onun Sümeyye adlı cariyesiyle evlenmişti. Bu evlilikten meşhur sahabî Ammâr b. Yâsir dünyaya geldi. Yâsir, Sümeyye ve Ammâr, ilk Müslümanlardan olup müşriklerin işkencelerine sabırla karşılık verdiler. Sonunda Sümeyye, Ebû Cehil’in acımasız işkenceleri altında can vererek İslam tarihinde ilk şehid unvanını kazandı. Yâsir de aynı gün işkence ile şehid edildi. Sağ kalan Ammâr, müşriklerin ağır işkencelerine tahammülü kalmadığı bir sırada Lât ve Uzza lehinde, Hz. Peygamber’in de aleyhinde konuşmak zorunda kaldı. Müşriklerin elinden kurtulur kurtulmaz Hz. Peygamber’in yanına giderek durumu anlattı. Ammâr’ın büyük bir sıkıntı yaşadığını gören Rasûlullah (sav) ona bu sözleri söylerken neler hissettiğini sordu. Ammâr da iman dolu kalbinde her hangi bir değişiklik olmadığını söyledi. Bunun üzerine Hz. Peygamber imanını koruduğu sürece zor durumda kaldığı için böyle davranmasında bir sakınca bulunmadığını belirterek aynı durumda kalırsa yine aynı şekilde davranmasını tavsiye etti. (Ayrıca bk. Nahl sûresi 16/106) Bilâl-i Habeşî, Suheyb-i Rûmî, Habbâb b. Eret ve Ebû Fükeyhe gibi köleler ile Zinnîre, Ümmü Übeys, Nehdiye ve Lübeyne gibi cariyeler de inançları uğruna büyük sıkıntılarla karşı karşıya kaldılar. Köleler içerisinde İslam’ı kabul eden ilk kişi olan Bilâl-i Habeşî, özellikle efendisi Ümeyye b. Halef tarafından ağır işkencelere tâbi tutuldu. Boynuna ip takılıp çocukların eline verilmek suretiyle Mekke sokaklarında dolaştırıldı. Ümeyye b. Halef onu öğle vakti sıcak kumların üzerine yatırıp göğsüne kızgın ve büyük taşlar koyar, tek Allah’a imandan vazgeçmesini, Lât ve Uzzâ putlarına iman etmesini isterdi. Bütün bunlara karşı Bilâl ise zor nefes alır bir vaziyette “ahad!” “ahad!” (Allah birdir) diyerek imanındaki kararlılığı vurgulardı. Diğer taraftan varlıklı Müslümanlar da çeşitli eza ve cefalara maruz bırakıldılar. Mesela, Hz. Osman’a amcası Hakem b. Ebü’l-As tarafından baskı yapıldı ve malî harcamalarına kısıtlama konularak dinden döndürülmek istendi. Sa‘d b. Ebû Vakkas, annesinin direnişi ile yüz yüze geldi. Hatta bu sebeple, Allah’ı inkâra zorlayan anne-babalara itaat etmek gerekmediğine dair ayet nazil oldu (Lokman sûresi 31/15). Ebû Ubeyde b. Cerrah Müslüman olduktan sonra babasının büyük düşmanlıkları ile karşılaştı. Abdullah b. Mes‘ûd Kâbe avlusunda Allah’ın ayetlerini açıkça okuduğu için bayılıncaya kadar dövüldü. Mus‘ab b. Umeyr zengin bir ailenin refah içinde yetişmiş bir oğlu iken Müslüman olduğu için ailesinin şiddetli tepkisi ile karşılaşmış, hiçbir maddi ihtiyacı karşılanmadığı gibi elbiseleri bile elinden alınmıştı. Gifâr kabilesinden Ebû Zer, Müslüman olduğunu açıkladığında müşrikler tarafından üç kere bayıltılıncaya kadar dövüldü. Mekke’de itibar sahibi olan Hz. Ebû Bekir, açıkta namaz kılması ve duyulacak şekilde Kur’ân okunması yasaklandığı için, evinin bahçesine kalın duvarlarla örülü bir mescid yaptırarak ibadetlerini orada yapmaya başlamıştı. Bunların ötesinde bizzat Hz. Peygamber’in geçtiği yollara pislikler ve dikenler atılmış, evi taşlanmış, hatta namaz kılarken üzerine deve işkembesi atılarak secdede boğulmak istenmişti. Bilhassa amcası Ebû Leheb ile Ebû Süfyân’ın kızkardeşi olan karısı Ümmü Cemîl, Hz. Peygamber’e çok sıkıntı verdiler. Ümmü Cemîl, Hz. Peygamber’in kızları ile evli olan iki oğluna baskı yaparak boşanmalarını sağlamıştı. Bunun üzerine Ebû Leheb hakkında aşağıdaki sûre nazil olmuştur: “Ebû Leheb’in elleri kurusun! Kurudu da! Malı ve kazancı kendine fayda vermedi. Alevli bir ateşe yaslanacaktır o! Karısı da boynunda ip olduğu halde odun taşıyarak ateşe girecektir." (Tebbet sûresi 111/1-5)
Müşriklerin baskı ve tehditleri, eza, cefa ve işkenceleri Müslümanları dinlerinden çevirmek şöyle dursun, onların imanlarını daha da kuvvetlendirmekteydi. Allah yolunda Müslümanların katlandıkları sıkıntılar, mücadele azimlerini artırmakta ve imanın ne kadar kıymetli bir hazine olduğunu göstermekteydi. İnsanın zihnine ve gönlüne hitap eden Kur’ân’ın etkileyiciliği karşısında ne yapacaklarını şaşıran Kureyşliler aleyhte birtakım sözler yaymaya başladılar. Hz. Muhammed (sav)’in kâhin, mecnun veya şair olduğunu, getirdiği Kur’ân’ı bir Hıristiyandan öğrendiğini ve bu kitabın bir büyü veya eskilerin masalı olduğunu ileri sürdüler. Fakat Hz. Peygamber’e indirilen ayetler ve ilahî beyanlarla sürekli olarak müşriklerin bu gerçek dışı iddiaları çürütüldü.
Kureyşliler, Hz. Muhammed (sav)’in İslam’a davet faaliyetlerine engel olması amacıyla amcası Ebû Tâlib ile ayrı ayrı zamanlarda üç defa görüştüler. Ebû Tâlib birinci müracaatı yatıştırıcı ve gönül alıcı bazı sözlerle savuşturdu. İkincisinde Kureyşliler tehdit edici ifadeler kullanınca Rasûlullah (sav)’ı çağırdı ve kabilesine karşı daha fazla direnemeyeceğini söyledi. Amcasının kendisini artık himaye etmeyeceğini düşünen Hz. Peygamber, “Bu işten vazgeçmem için güneşi sağ elime ayı da sol elime verseler hiçbir şey değişmez, Allah bu dini üstün kılıncaya kadar çalışacağım veya bu uğurda öleceğim” şeklinde kararlı bir cevap verdi. Bunun üzerine Ebû Tâlib yeğenini, “Git istediğini söyle, Allah’a andolsun ki seni asla onlara teslim etmeyeceğim” sözleriyle teselli etti. Kureyşliler üçüncü defa başvurularında Ebû Tâlib’e şöyle bir teklif sundular: “Yeğenini bize teslim et, onun yerine Velîd b. Mugîre’nin oğlu Umâre’yi sana evlât olarak verelim.” Ebû Tâlib bu teklifi şiddetle reddetti. Bu arada bazı Kureyşliler bizzat Hz. Peygamber’le görüşüp O'nu davasından vazgeçirmeye çalıştılar. Meselâ Utbe b. Rebîa Hz. Peygamber’e gelerek “... Şayet maksadın zengin olmaksa sana mal mülk verelim. Makam ve itibar peşindeysen seni başımıza yönetici yapalım” dedi. Hatta daha da ileriye giderek “Eğer ruhsal bir rahatsızlık sonucu böyle davranıyorsan seni tedavi ettirelim” şeklinde teklifte bulundu. Utbe sözlerini bitirdikten sonra Hz. Peygamber Fussılet sûresinin ilk âyetlerini okuyarak (Fussılet 41/1-6) Allah tarafından görevlendirilmiş bir peygamber olduğunu söyledi. Utbe âyetlerden ve Hz. Peygamber’in sözlerinden etkilenmekle birlikte Müslümanlığı kabul etmedi.
Hamza b. Abdul Muttalib ve Ömer b. Hattab'ın Müslüman Oluşu
Mekke dönemindeki tebliğ faaliyetleri sırasında iki kişinin Müslüman olmasının ayrı bir önemi vardır. Onlardan biri Hz. Peygamber’in amcası Hamza diğeri de Ömer b. Hattâb’dır. Nübüvvetin 6. (616) yılında, Ebû Cehil ve adamlarının Rasûlullah (sav)’a hakaret ettiğine şahit olan bir cariye, gördüklerini, av dönüşü Kâbe’yi tavaf etmeye gelen Hamza’ya anlattı. Öfkeye kapılan Hamza elindeki yay ile orada bulunan Ebû Cehil’in başına vurdu, ardından “İşte ben de Muhammed’in dinini benimsiyorum, cesareti olan varsa gelsin dövüşelim” diyerek Müslümanlığını ilan etti. O sırada Dârülerkam’da bulunan Hz. Peygamber amcasının Müslüman oluşuna çok sevindi. Tebliğ faaliyetlerini yürütürken Müslümanların karşılaştığı zorlukları hafifletmek için büyük gayretler gösteren Hz. Peygamber, aynı zamanda İslam’ın zaferi için bazı güç ve nüfuz sahibi şahsiyetlere hidayet nasip etmesi için Rabbine niyazda bulunuyordu. Bu şahsiyetlerden biri de Ömer’di. İbn İshak’ın naklettiğine göre Ömer bir gün Hz. Muhammed (sav)’i öldürmek üzere evinden çıkmış, yolda kız kardeşi Fâtıma’nın da İslamiyet’i benimsediğini öğrenince önce onun evine gitmiş, Tâhâ suresinin ilk ayetlerini okuduklarını duyunca eniştesini ve kız kardeşini dövmüştü. Fâtıma’nın kararlılığını ve kanlar içinde kaldığını görünce pişmanlık duyarak okudukları sayfaları istemiş, Tâhâ ve Abese suresinin ilk ayetlerinin etkisi altında kalarak Dârülerkam’da bulunan Rasûl-i Ekrem (sav)’in huzuruna çıkıp Müslüman olmuştu. Ömer’in Müslüman oluşuna tekbir getirerek karşılık veren Hz. Peygamber’in yanısıra orada bulunanlar da tekbir getirdi ve hep beraber Dârülerkam’dan çıkıp Kâbe’ye gittiler.
Hz. Peygamber o andan itibaren çevresindeki insanları İslâm dinine davet etmeye başladı. Bu davet üç yıl kadar gizlice sürdü. Hz. Hatice’nin ardından yakın dostu Ebû Bekir, Ali b. Ebû Tâlib ve Zeyd b. Hârise, kızları Zeyneb, Rukıyye ve Ümmü Külsûm müslüman oldu. Bunlardan başka, gizli davet sırasında, Hz. Ebû Bekir’in yakın dostları olan Osman b. Affân, Zübeyr b. Avvâm, Abdurrahman b. Avf, Talha b. Ubeydullah, Sa‘d b. Ebû Vakkas, Osman b. Maz‘ûn, Saîd b. Zeyd, Ayyâş b. Ebû Rebîa ve hanımı Esmâ bint Selâme, Ebû Ubeyde b. Cerrâh, Erkam b. Ebü’l-Erkam, Ebû Seleme, Ca‘fer b. Ebû Tâlib ve Ubeyde b. Hâris gibi şahsiyetler de Hz. Peygamber’e gelip İslam’ı kabul ettiler. Bu dönemde Rasûl-i Ekrem (sav) evinde, ıssız dağ eteklerinde, öğle tenhalığı sırasında Harem’de namaz kılıyor, bazen de ibadetlerini Müslümanlarla birlikte yapabiliyordu. Bu arada nazil olan Kur’ân ayetlerini onlara okuyor, tek tanrıya iman ve itaati esas alan tevhid inancı, insanların dünyada yaptıklarının hesabını verecekleri ahiret günü ve iyi ahlak üzerine sohbetlerine devam ediyordu. Müşriklerin toplu halde bulundukları yer ve zamanlarda bir arada olmamaya ve cemaatle ibadet etmemeye özen gösteriyordu. Gizlilik devresinde Hz. Peygamber ile Müslümanlar, genç yaşta İslamiyet’i benimseyen Erkam b. Ebü’l-Erkam’ın Safâ tepesinin eteklerindeki evinde bir araya geliyorlardı. Hac ve umre amacıyla Mekke’ye gelenlerle rahatça görüşülebilecek bir yer olması yanında, Müslümanların dayanışma içinde bulunmalarını ve Rasûl-i Ekrem (sav)’le bir arada olmalarını sağlayan bu evdeki faaliyetler, Ömer b. Hattâb’ın Müslüman olmasına kadar devam etti. Dârülerkam, kaynaklarda sahabelerin İslamiyet’i benimseyişlerini tarihlendirmek için kullanılmış, İslam’ın yayılıp gönüllere yerleşmesi hususunda oynadığı rolle İslam tarihindeki yerini almıştır.
İlk vahyin ardından bir süre vahiy kesintiye uğradı. İlk vahyin ağırlığı ve zorluğu henüz tam ortadan kalkmamışken vahyin kesilmesi Hz. Peygamber’i endişeye sevk etti. Sık sık Hira mağarasına gidiyor ve Cebrail’in gelmesini gözlüyordu fakat günler geçtiği halde melek gelmiyordu. Hz. Peygamber bu dönemde Rabbinin kendisini terk ettiği zannına kapılarak endişeli günler geçirdi. Kaynaklarda “fetretü’l-vahy” adı verilen bu devrenin müddeti hakkında birkaç aydan başlayıp üç yıla kadar varan süreler zikredilmiştir. Ancak üç yıl rivayetinin aşağıda işaret edilecek olan üç yıllık gizli davetle karıştırıldığı, vahyin kesinti süresinin üç yıldan çok daha az olduğunu söylemek mümkündür.
Rasûlullah (sav) bir gün Hira mağarasından dönerken Cebrail’i tekrar gördü, yine korku ve heyecanla evine gidip yatağına yattı. Cebrâil evinde karşısına çıkarak Müddessir suresinin ilk ayetlerini okudu. (74/1-5) Bu ayetlerde artık ilahî mesajları insanlara ulaştırma zamanının geldiği belirtilmekte, bu görevi ifâ ederken her şeyden önce yüce Rabbine güvenmesi istenmekte, ayrıca maddi ve manevi kirlerden uzak durması talimatı verilmekteydi.
Cebrail’in bu sıralarda Hz. Peygamber’e abdest ve namazı öğrettiği, O'nun da Cebrâil’den öğrendiği şekliyle Hz. Hatice (r.anha)’ye öğretip evlerinde birlikte namaz kıldıkları rivayet edilmektedir.
Hz. Muhammed (sav)’in Allah tarafından peygamberlikle görevlendirilişi kırk yaşında olmuştur. Kâbe’nin tamiri ve Hacer-ül Esved’in yerine konulmasından sonra O'nun, Allah hakkında düşünmeye, O’na nasıl iman ve ibadet edileceğini araştırmaya daha fazla yöneldiği fark edilmekteydi. Mekkelilerin ve diğer birçok Arap kabilesinin putlarına hiç ilgi göstermeyen Hz. Muhammed (sav) aklı ve hisleriyle putlara tapmanın faydasızlığı sonucuna ulaşmıştı. Belki de tek tanrı inancına dayalı Hz. İbrahim (as)’in dini üzere olmaya çalışan az sayıdaki Hanîfler gibi düşünüyordu. Ancak neyi ve nasıl yapacağını bilememenin ıstırabını yaşarken inzivaya çekilmekten hoşlanmaya başladı ve risaletinin birkaç yıl öncesinden itibaren her Ramazan ayında, dedesi Abdülmuttalib ve diğer bazı Kureyşlilerin yaptığı gibi, Hira dağındaki mağarada münzevi bir hayat yaşamaya başladı. Yiyeceği tükenince şehre iniyor, fakirlere yardımda bulunuyor, Kâbe’yi tavaf ediyor ve evden yiyecek alarak tekrar mağaraya dönüyordu. Zaman zaman Hz. Hatice (r.anha)’yi de yanına alıyordu. Hz. Âişe (r.anha)’nin rivayetine göre Rasûlullah (sav) bu dönemde bir ara “sâdık (doğru) rüyalar” görmeye başlamış, altı ay devam eden bu süreçte gördüğü rüyalar aynen çıkmıştır. Kaynaklarda ayrıca Hz. Peygamber’in bu dönemde kendisini “Esselâmü aleyke yâ Rasûlallâh (Sana selâm olsun ey Allah’ın elçisi)” şeklinde selamlayan sesler duyduğu, etrafına dönüp bakınca kimseyi göremediği için merak içerisinde kaldığı, bu seslerin ağaçlar ve kayalıklardan geldiğine dair rivayetler de yer almaktadır. Buraya kadar anlatılan ve bir kısmı olağanüstü nitelik taşıyan hususlardan hareketle bu dönemin vahye hazırlık süreci olduğunu söylemek mümkündür.
Hz. Muhammed (sav)’in Hira’da bulunduğu 610 yılı Ramazan ayının son on günü içinde muhtemelen yirmi yedinci gece, bazı rivayetlere göre Pazartesi günü sabaha karşı Cebrail gelerek ona Allah tarafından peygamber olarak görevlendirildiğini haber verdi. Bu ilk vahyi Hz. Peygamber şöyle anlatmaktadır. O gece Cebrâil bana gelerek “Oku!” (İkra’) dedi. Ben okuma bilmediğimi söyledim. Bunun üzerine melek beni aldı; dayanabileceğim son noktaya kadar sıktı. Ardından beni bırakıp tekrar “Oku!” dedi. Cevaben yine “Ben okuma bilmem” deyince tekrar son noktaya kadar sıktı ve “Oku!” dedi. Ben “Ne okuyayım?” diye cevap verince melek beni üçüncü defa takatim kesilinceye kadar sıktı ve bıraktıktan sonra şu ayetleri okudu: “Yaratan Rabbının adıyla oku. O insanı bir embriyodan yarattı. Oku! Senin Rabbin en büyük kerem sahibidir. Kalemle yazmayı öğreten, insana bilmediklerini belleten odur.” (el-Alak 96/1-5) Bu olay üzerine heyecanlanıp korkuya kapılan Hz. Muhammed (sav), Hira’dan ayrılarak evine gitti, yatağa girerek eşi Hz. Hatice (r.anha)’den üstünü örtmesini istedi ve uyandıktan sonra başından geçenleri anlattı. Hz. Hatice (r.anha) “Allah hiçbir zaman seni utandırıp üzmeyecektir. Çünkü sen akrabanı gözetir, doğruyu söyler, âcizlerin elinden tutarsın; yoksullara yardım eder, misafirleri ağırlarsın; haksızlığa uğrayanların yanında yer alırsın” demek suretiyle samimi duygularını dile getirip teselli etti ve kendisine inandığını belirtti. Ardından Hz. Peygamber’i, kendi amcasının oğlu olan Varaka b. Nevfel’e götürdü. Kitâb-ı Mukaddes’i bilen yaşlı bir Hıristiyan olan Varaka, onu dinledikten sonra kendisine gelen meleğin bütün peygamberlere vahiy getiren melek olduğunu söyledi. Ardından da şunları ekledi: “Sana yalancı diyecekler; kötü davranacaklar. Sana savaş açıp bu şehirden çıkaracaklar. Ben o günlere ulaşırsam Allah için sana yardımcı olacağım.” Varaka sözlerini bitirdikten sonra ona doğru eğildi ve alnından öptü. Hz. Peygamber, hem Hz. Hatice’nin desteği hem de Varaka’nın bu açıklamalarından epeyce rahatlamış olarak evine döndü.
Hz. Muhammed (sav) otuz beş yaşlarında iken gerçekleştirilen Kâbe tamiri sırasında Kureyşliler arasında yaptığı hakemlik önemli bir mahiyet taşımaktadır. Miladi 605 yılında Kureyşliler, yangın ve sel baskınlarından zarar gördüğü için Kâbe’yi yeniden inşa etmek istediler. O sırada bir Bizans gemisinin Cidde yakınlarındaki Şu‘aybe limanında karaya oturduğu haberi Mekke’ye ulaştı. Rivayete göre gemi Habeşistan’daki bir kilise tamirinde kullanılmak üzere mermer, kereste ve demir yüklü olup Bizans İmparatorunun emriyle Mısır’dan gönderilmişti. Velîd b. Mugîre ve arkadaşları Şu‘aybe’ye giderek geminin kerestelerini satın aldıkları gibi gemide bulunan marangoz ve inşaat ustası Bâkûm er-Rûmî’yi de Kâbe’nin tamiri için Mekke’ye davet ettiler. Hz. Peygamber’in de amcası Abbas’la birlikte taş taşıyıp yardımcı olduğu tamir sırasında Kâbe yeniden inşa edildi, ancak Hacer-ül Esved’in yerine yerleştirilmesi hususunda anlaşmazlık çıktı. Bu şerefli görevi hiçbir kabile başkasına bırakmak istemedi, hatta bu yüzden savaşmayı bile göze alanlar oldu. Nihayet Kureyş’in ileri gelenlerinden Ebû Ümeyye b. Mugîre, “Benî Şeybe kapısından Kâbe’ye ilk giren kimsenin vereceği karara uyulmasını” teklif etti; Kureyşliler bu teklifi benimseyip beklemeye başladılar. Kapıdan Hz. Muhammed (sav)’in girdiği görülünce orada bulunanlar “İşte el-emîn, işte Muhammed geldi!” diyerek memnuniyetlerini ifade ettiler. Hz. Muhammed (sav) bir örtü getirterek Hacer-ül Esved’i onun üzerine koydu, bütün kabile reislerinin iştirakiyle örtüyü kaldırdı, konulacağı hizaya gelince de taşı kendi elleriyle alıp yerine yerleştirdi. Böylece Kureyşliler arasında çıkmak üzere olan bir çatışmanın da önüne geçilmiş oldu.