30 Kasım 2017 Perşembe

Çocuklarınıza Adaletli Davranınz-Dr. M. Şerafettin KALAY

Nu'mân İbn Beşîr'in(ra) anlattığı hatırayı dinliyoruz:

Babam bana malının bir kısmını bağışlamıştı. Annem Amrâ Bint Ravâha(ra); “-Rasûlullah(sav) buna şahidlik etmedikçe razı olmam,” dedi. Babam Allah Rasûlü'nün yanına geldi. Onun bana verilene şahidlik etmesini istiyordu.

Rasûlullah(sav) Efendimiz ona; “-Bunu bütün çocuklarına yaptın mı?” diye sordu, babam “-Hayır,” cevabını verdi.

Allah Rasûlü(sav); “Allah'tan korkun ve çocuklarınız arasında adaletli davranın!” buyurdu.
Babam döndü ve verdiğini geri aldı.[1]

*
Hadisin bir başka rivayetinde Allah Rasûlü'nün(sav); “-O halde benden şahidlik yapmamı isteme! Ben haksızlığa şahidlik yapmam,” buyurduğu nakledilir[2].

Allah Rasûlü'nün bu kesin tavrı ve söylediği kelimeler asla akıldan çıkarılmamalıdır. Günümüzde yaşanan nice acı manzara, onun irşad ettiği yoldan ne kadar uzaktır.

*
Çocuklar arasında farklı davranış, onlardan birisini diğerlerine tercih veya içlerinden birini dışlamak sebebi ne olursa olsun son derece yanlıştır. Ne yazık ki sıkça yaşanan bir hastalık, bir irade zayıflığı, bir başka ifadeyle hissî davranıştır. Onlardan birinin anne, babaya yakın davranışı, yaşının küçüklülüğü, daha sıcak yapılı olması, daha zeki veya çalışkanlığı, erkek veya kız olması dikkatlerin o çocuğa yönelmesine, diğerlerinin ihmal edilişine sebep olduğunu görüyoruz.

Bazen de annesi veya babası farklı, yani üvey olan çocuk bu farklılıktan dolayı dışlanıyor.

Bu tür davranışlar, hele de içlerinden birine bir şey verilip diğerlerinin ihmal edilişi kardeşler arasına hased tohumlarının ekilmesine, bitmeyen kardeş kavgalarına, nefrete, ara soğukluklarına sebep olur. Anne ve babaya hürmet duygularını yaralar. Bıraktığı tesir acı ve uzun sürelidir. Belki de hiç kapanmayacak bir yaranın açılışına sebeptir.

Allah Rasûlü'nün; “-Bunu bütün çocuklarına yaptın mı?” sorusuna ve “Hayır” cevabını alınca tavrına dikkat ediniz. Ne kadar kesin ve nettir. Hatanın büyüklüğünü ne kadar vurgulayıcıdır.

Nu'man(ra) bu yıllarda çocuk denecek yaşlardadır. Sonraki yıllarda aile olarak nice güzellikler yaşamışlar ve inandıkları hak yol uğruna nice fedakârlıklar sergilemişlerdir. Eğer böyle bir hata işlenseydi âile bütünlüğü, kardeşlik bağları ne hale gelirdi?

Bu gün cemiyet içinde işlenen bu tür hataların sancılarını ne kadar çok görüyoruz. “O benim dediğimi yapıyor, diğerleri yapmıyor.” veya “O bizi herkese mahcup ediyor, sözümüze değer vermiyor.” “O bir önceki hanımın oğlu. Bu evde yeri yok. Artık bize yabancı. Zaten o babasının benimle evliliğini de istemedi. Huysuzluk etti. Şimdi hak istiyor, miras istiyor…” şeklinde nice cümleler, adaletsiz davranışlar için izahlar duyuyoruz. Söylenenler gerçek olsa bile büyükler adaletli davranmalıdır ki sonraki yıllara acılar ve nefret duyguları bırakmasınlar.

Bir çocuğun anne ve babasının arkasından acı sözler söyleyip hatalarına bunu sebep göstermesinden, “Onlar üzerine düşeni yaptı, fakat ben hata işledim. Onlar yine de beni ayırmadılar. Bana evlad muamelesi yaptılar.” demesi bin kat daha hayırlıdır.

Adilce davranış, hem elbise, eşya alımında, hem muâmelede, hem de yetişmesi için fırsatlar hazırlanılmasında gösterilmelidir.

Şüphesiz insanlar aynı anne ve babanın çocukları bile olsalar birbirinin aynı değillerdir. İçlerinde başarılı olanları olur, olmayanları olur veya başarı oranları ve alanları arasında farklar bulunur. Ancak bu farklar, anne ve babanın davranışlarından, hazırladığı imkânlardan kaynaklanmamalıdır.

Kendinizi çocuğunuzun yerine koyunuz. İtilen, dışlanan veya haksızlık yapılan siz olsaydınız neler düşünürdünüz? Zihninize güzel şeyler gelmiyorsa, bunu bir hata olarak görüyorsanız siz o hatayı yapmayınız. Böyle bir yolu çocuğunuzdan intikam alma vesilesi olarak seçmeyiniz.

Bazı durumlarda çocuklarınızdan birisiyle daha fazla ilgilenmek zorunda kalabilirsiniz. Hasta olabilir, yeni bir okula giriyor olabilir, belli bir sıkıntı yaşıyor olabilir… Gerçekten onun üzerine eğilip bu devreyi atlatmasına yardımcı olmanızın en doğru davranış olduğu anları yaşayabilirsiniz. Bu durumu çok defa diğer kardeşler anlayacaktır. Anlamıyorlarsa, uygun bir şekilde anlatmalısınız. Günün birinde aynı şeyler onun başından geçtiğinde onun yardımına da koşacağınızı hissettirmelisiniz. Sizi anlayacak, size yardım etmeye de çalışacaktır.

Yardım etmeleri mümkünse onları da yardıma çağırınız. Bu hem onları onurlandıracak, hem menfî duygularını silecek, hem de kardeşlik duygularının güçlenmesine vesile olacaktır.

Zaman zaman dikkat çekmek için huysuzluk ederek veya arzusu yerine gelmediğinde; “Siz kardeşim bir şey isteyince yapıyorsunuz.” veya “Onunla ilgileniyorsunuz.” şeklindeki itirazlarla karşılaşıyorsunuzdur. İçiniz gerçekten doğruyu yaptığına inanıyor, adaletli davrandığınızdan şüphe etmiyorsanız bu tür itirazlarla sarsılmayınız. Bunlar geçicidir. Bu itirazları yapanlar da duygular yatışınca haksız olanın kendileri olduğunu hissedeceklerdir. Çoğu zaten baştan bilmekte, sizi istediğine zorlamaya çalışmaktadır.

“Çocuklarınıza adaletli davranınız.” derken bunu; “Her dediklerini yapın.” mânâsına almayınız. Onların sizi yanlış yönlendirmelerine, duygularınızla oynamalarına, zayıf yanlarınızı keşfederek onlardan istifade etmeye çalışmalarına fırsat vermeyiniz.

Hem dirayetli olunuz, hem de adil davranınız. Adalet yuvaların da temelidir. Bunu unutmayınız. Allah Rasûlü'nün şu müjdesini de aklınızdan çıkarmayınız:

“Âdil insanlar Allah katında nurdan minberler üzerindedir…”

Hadisin devamında Allah Rasûlü(sav) bu müjdesine daha da açıklık getirir:

“Onlar verdikleri hükümde âdil olanlardır, âile ocaklarında âdil davrananlardır, idarî mesuliyetini üstlendikleri insanlara adaletle hükmedenlerdir.” [3]

“Şehirler gerçek manada surlarla, hendeklerle değil adaletle korunur.” hikmeti doğrudur. Yuvalar da adaletle korunur. Şu müjdeyi de unutmayınız:

“Şüphesiz Allah, adaletle davrananları sever.” (Mâide 5/ 42)[4]

Dr. M. Şerafettin KALAY

[1] Sahih-i Buhârî, Hibe (11/ 47), Sahih-i Müslim, Hibe (3/ 1242-1243).
[2] Bak: Sahih-i Buhârî, Şehâdât (11/ 122), Sahih-i Müslim, Hibe (3/ 1243).
[3] Sahih-i Müslim, İmâra ( 3/ 1458).
[4] Ayrıca bak: Hucurât Sûresi (49) Âyet: 9, Mümtehıne Sûresi (60) Âyet: 8.
http://www.siyerinebi.com/tr/dr-m-serafettin-kalay/cocuklariniza-adaletli-davraninz

29 Kasım 2017 Çarşamba

Dinin temeli sayılan dört hadisi şerif-Faruk Beşer

Hadis, söz demektir. Resulüllah'a ait olan sözlere 'şerefli söz' anlamında 'hadisi şerif' deriz ve bu niteleme ile onları sıradan sözlerden ayırırız. Sünnet ise tarz, uygulama biçimi, yöntem demektir. Terim olarak kullanıldığında Sünnet Resulüllah'a ait söz, fiil, onay ve halin hepsi birden kastedilir. Hadis de sünnetin bir parçasıdır. Sonradan her çeşidiyle sünnet yazıya geçince hepsine birden hadis denmeye başlandı.

... Kısaca sünnet, Resulüllah'ın Kur'an-ı Kerim'i, doğru olduğu Allah tarafından onaylanmış biçimde yanlışsız uygulamasıdır. Bu sebeple sünnet de dolaylı vahidir. Bir hadisin ya da sünnetin Resulüllah'a aidiyeti kesin olduktan sonra doğruluğu da kesindir. Doğru anlaşılması ise ayrı bir olaydır ve bazen zor olabilir ve uzun araştırmalara ihtiyaç duyurabilir. Bunu da ancak işin ehli olan âlemler yapar. Günümüzde sünneti hafife alanlar, hiç şüpheniz olmasın ki, ya bilmediklerini dahi bilmeyen cahillerdir, ya da kötü bir niyetleri vardır.

Hukuki hüküm ifade eden sünnet/hadisler genellikle tek başlarına bir norm oluşturmazlar, Kur'an-ı Kerim'deki ilgili ayetler ışığında ve kendi bağlamları bütünlüğüyle birlikte düşünülürler. Ahlakı ve akideyi ilgilendiren hadisler ise biraz daha geneldirler. Bu konular hadisle ya da sünnetle ilgili bilgisi takvim yaprağını açıp bir hadis okumaktan ibaret olan sıradan insanların anlayacağı şeyler değildir. İşin içine girenler hadis âlimlerinin ne muhteşem ilimler geliştirdiklerini ve ne akıl almaz çabalar harcadıklarını görürler.

... Resulüllah'tan bize gelen hadislerin sayısı, tekrarları atıldığında sadece on bin kadardır. Ama bir metnin her farklı bir ravi tarafından rivayet edilmesi onu farklı bir hadis yapar ve hadis de bu rivayet yollarına göre değerlendirilir.

İşte bu muhteşem âlim bunca hadisi eleyip otuz binini yazdıktan sonra diyor ki, aslında İslam'ın tamamını üç hadis üzerine oturtabilirsiniz. İshak bin Râhuye adlı hadisçi bunu kabul eder ama bunlara bir dördüncüsünü de ekler.

Birinci hadis şudur: Müslümanlar Mekke'den Medine'ye hicret ettiklerinde bir adam da sevdiği bir kadınla evlenebilmek için hicret etmişti. Bunun üzerine Resulüllah şöyle buyurdu: “Ameller niyetlere göre değer kazanır. Herkes neye niyet ederse onu bulur. Bir dünyalık elde etmek ya da bir kadınla evlenmek niyetiyle yola çıkan sadece o dünyalığa ya da o kadına ulaşır”. Bu hadisi şerif aynı zamanda ihlası da anlatır ve amellerimizi yaparken niyet olarak içimizden ne geçiyorsa, bize o ameli yaptıran dürtü ne ise bulacağımız da sadece odur. Allah için yapılmayan bir işte Allah'ın rızası ve mükâfatı da olmaz.

İkinci hadisi şerif: “Kim bizim bu işimizde sonradan bir şey ihdas ederse o reddolunur”. Resulüllah'ın 'bu işimiz' dediği şey dinin akılla kurulmayacak olan yönü, yani ibadetler ve akide tarafıdır. İşte bu alanda sonradan farklı bir uygulama ya da inanç ortaya konursa bu bidat olur, kabul edilmez. Bu sıralama aynı zamanda âlimlerin bidat konusunda nasıl dikkatli olduklarını da gösterir.

Üçüncü hadisi şerif: “Helal bellidir, haram da bellidir. İkisinin arasında şüpheli şeyler vardır ve insanların çoğu bunların hükmünü bilmez. İşte bu şüpheli şeylerden kaçınabilenler dinlerini de haysiyetlerini korumuş olurlar. Bu şüpheli alanda dolaşanlar ise harama düşebilirler. Tıpkı hayvanlarını bir koruluğun etrafında otlatan çobanın durumu gibi. Hayvanları her an o koruluğa girebilir. Dikkatli olun, her kralın bir özel koruma alanı olduğu gibi, Allah'ın da böyle bir koruluğu vardır. O'nun koruluğu haram kıldığı şeylerdir. Dikkat edin, vücutta bir et parçası vardır ki, o sağlam olursa bütün beden sağlam olur, o bozuk olursa bütün beden bozuk olur. İşte o kalptir”.

Dördüncü hadisi şerif: “Ey insanlar, Allah temizdir, ancak temiz olanı kabul eder. O peygamberlere neyi emretmişse müminlere da onu emretmiştir. Peygamber'e demiştir ki, temiz yiyin ve salih ameller yapın, ben sizin ne yaptığınızı iyi bilirim. Müminlere de demiştir ki, ey müminler, siz de verdiğim rızıkların temiz olanlarından yiyin”. Resulüllah sonra da şöyle bir misal verdi: “Bir adam düşünün, uzun bir yolculuğa çıkmış. Üstü başı toz toprak içinde. Elini semaya açıyor ve Rabbim, dualarımı kabul et diyor. Ama yediği haram, içtiği haram, giydiği haram. Hep haramla beslenmiş, duası nasıl kabul olsun!”.


***İçine Bid’at Karıştırmadan Mevlid Kandili Nasıl Kutlanır?-EBUBEKİR SİFİL

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim


Okuyucu soruyor:“Hocam, içine bid’at karıştırmadan meşru ölçüler içinde Mevlid Kandili nasıl kutlanacaktır? Buna günümüzden örnekler verebilir misiniz? Ayrıca bu günün bu şekilde de olsa kutlandığına dair Peygamber(Sallallahü Aleyhi ve Sellem)’den nakledilen bir hadis, ya da sahabeden ve tabiundan bize bildirilen herhangi bir haber var mıdır?

“Bir de hocam, kullanılan bid’at kavramının kelimenin sözlük anlamında kullanılmasından dolayı bu olaya meşruiyyet sağlar mı? Bid’at kavramının, sözlük anlamında kullanıldığı yerler, o yapılan işin aslının Kur’an ve Sünnet’te bulunmasından dolayı değil midir? Mesela, Kur’an’ın toplanması işi. Teravih namazı gibi. Kur’an’ın Peygamber 
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem) ölmeden önce inmesi bitmiş olsaydı o da öyle yapmayacak mıydı? Aynı örnek toplanması için de geçerli.”


 1.İçine bid’at karıştırmadan, meşru ölçüler içinde bir Mevlid Kandili kutlaması bolca Kur’an okuyarak, Efendimiz (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)’e salavat getirerek, O’nu alemlere rahmet olarak gönderdiği için Allah Teala’ya hamd-ü sena ederek, O’nun gelişiyle insanlığın neler kazandığını ve O’nun diriltici soluğundan mahrum kalmakla neler kaybettiğini hatırlayarak ve hatırlatarak, insanları hayra teşvik ederek, sadaka ve infakta bulunmak suretiyle ihtiyaç sahiplerini sevindirerek yapılabilir. 

2.Mevlid Kandili’nin Efendimiz 
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem) ve Selef zamanında kutlandığına dair herhangi bir nakil mevcut değildir. “Bid’at” nitelemesi de bu babda bu sebeple kullanılmaktadır.

3. Burada “bid’at” kelimesinin sözlük anlamıyla kullanılmış olması bu olaya elbette tek başına bir meşruiyet sağlamaz. Herhangi bir bid’atin “bid’at-ı hasene” olarak tavsifi için olmazsa olmaz bir şart vardır: Şer’î nasslarla çatışma teşkil etmeyecek ve Şer’î kavaide uygunluk arz edecek. (Bu noktada konumuzla ilgili olarak bir de “kıyasa uygunluk” boyutu söz konusudur ki, biraz sonra değineceğim.) Şu halde bu iki unsuru bünyesinde barındıran her bid’at “bid’at-ı hasene”dir gibi bir tesbit yaparsak inşaallah yanlış olmaz.


Mevlid Kandili kutlamaları Efendimiz (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) ve Selef döneminde rastlanmadığı halde neye dayanılarak “bid’at-ı hasene” diye nitelendirilmektedir?

Bu soruya es-Süyûtî, biri İbn Hacer’e, diğeri kendisine ait olan iki tesbit ile cevap verir ki, Mevlid Kandili kutlamalarının istinad ettiği kıyasın aslını bu iki rivayet oluşturmaktadır:


4. Efendimiz 
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem) Medine’ye hicret ettiğinde Yahudiler’in Muharrem ayının 10. (Aşure) gününde oruç tuttuğunu görmüştü. Bunu niye yaptıkları sorusuna Yahudiler’in verdiği cevap, Hz. Musa (Aleyhisselam) liderliğinde Mısır’dan çıkarken Firavun ve ordusunun sulara gömülüşünün ve kendilerinin kurtuluşunun bu güne rastlaması sebebiyle bir şükran nişanesi olarak oruç tuttukları tarzındadır. Bilindiği gibi Efendimiz (Sallallahü Aleyhi ve Sellem), “Biz Musa’ya sizden daha yakın ve evlayız” buyurmuş ve Ramazan orucu farz kılınana kadar bu orucu (bir-iki gün ilavesiyle) benimsemiş, daha doğrusu “sahiplenmiş”tir!1
Bu, belli bir olay sebebiyle belli bir günün Allah Teala’ya arz-ı hamd ve şükür için vesile ittihaz edilmesinin meşruiyetine delalet eder.


5. Efendimiz 
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem), doğduğu zaman dedesi Abdülmuttalib tarafından kendisi için akika kurbanı kesildiği halde, bi’setten sonra kendisi için bir akika kurbanı daha kesmiştir.2
Bu da Efendimiz 
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem)’in, alemlere rahmet olarak gönderilişi sebebiyle bir şükür izharı anlamı taşımaktadır. Dolayısıyla bizim de O’nun doğumu sebebiyle şükür ve sürur izharında bulunmamızda Şer’an bir sakınca olmamalıdır. Vallahu a’lem.

Ebubekir Sifil - Milli Gazete – 14 Nisan 2007


Kaynakça/Dipnot
1. el-Bezzâr ve et-Taberânî rivayet etmiştir. et-Taberânî’nin senedi kavidir. Bkz. el-Heysemî, Mecma’u’z-Zevâid, IV, 94; İbn Hacçer, Fethu’l-Bârî, IX, 95. el-Mübârekfûrî’nin Tuhfetu’l-Ahvezî’de (V, 97) İbn Hacer’in bu rivayetin sadece zayıf isnadları hakkındaki değerlendirmesini naklettiğine dikkat edilmelidir!
2. el-Buhârî, “Savm, 68, “Fedâilu’s-Sahâbe”, 80…; Müslim, “Sıyâm”, 127-8; Ebû Dâvûd, “Sıyâm”, 64…

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"


Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR      

28 Kasım 2017 Salı

Türkçe İbadet

Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabb'il âlemin. Ve sallallahu ve selleme ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmaîn.

DİN İŞLERİ YÜKSEK KURULU KARARI

(Türkçe İbadet)

KARAR TARİHİ : 04.12.1997

Son günlerde Türkçe ibadet ve özellikle Kur’an-ı Kerim’in namazda Türkçe tercemesinin okunmasına dair tartışmaların yoğunluk kazanması üzerine konu Kurulumuzda görüşüldü. Yapılan inceleme ve müzakere sonunda:

Bütün ilahi kitaplar, onları insanlığa tebliğ ile görevlendirilen Peygamberlerin konuştukları dille indirilmişlerdir.

Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.) Arabistan’da Araplar arasında yetiştiği ve Arapça konuştuğu için, O’nun tebliğ ettiği Kur’an-ı Kerim de Arapça olarak indirilmiştir.

Ancak Yüce Rabbımızın bütün insanlığa son kitabı ve ebedi hitabı olan Kur’an-ı Kerim, sadece Araplar ve Arapça’yı bilenler için değil, bütün insanları sapıklıklardan korumak, onlara Hakkı ve hakikati öğretmek, hidayet ve gerçek saadet yolunu göstermek için indirilmiştir. Bunun gerçekleşebilmesi için de, Kur’an-ı Kerim’in bildirdiği ilahi gerçek ve öğütlerin herkese, bütün insanlığa tebliğ edilmesi, herkes tarafından öğrenilmesi, anlaşılması, üzerinde düşünülmesi, kavranması ve kalplere yerleşmesi gerekir. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de:

“Bu Kur’an, bütün insanlara bir açıklama, sakınanlara yol gösterme ve bir öğüttür.”
(Al-i İmran, 3/138)

“Ey Peygamber, Rabbından sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan, O’nun elçiliğini yapmamış olursun...”
(Maide 5/67)

“Kendilerine, indirileni insanlara açıklayasın diye sana Kur’an’ı indirdik.”
(Nahl, 16/44)

“Bu Kur’an, ayetlerini iyiden iyiye düşünsünler, tam akıl sahipleri ibret alsınlar diye sana indirdiğimiz feyz kaynağı bir kitaptır.”
(Sad, 38/29)buyurulmuştur.

İfade edildiği üzere Kur’an-ı Kerim Arapçadır. Cenab-ı Hakk’ın yüce kelamı kutsal kitabımızın dilinin her müslüman tarafından bilinmesi ve anlaşılması, arzu edilen bir durum ise de, âdeten mümkün değildir. O halde Kur’an-ı Kerim’in Arapça bilmeyenlere tebliğ edilebilmesi ve onların da bu Yüce Kitapta bildirilen ilahî gerçek ve öğütleri anlayıp üzerinde düşünebilmeleri ve O’nun hidayetinden yararlanabilmeleri için, başka dillere tercüme edilmesine, kısa ve uzun açıklamalarının yapılmasına kesin ihtiyaç hatta zaruret vardır. Nitekim, İslamın ilk dönemlerinden itibaren buna ihtiyaç duyulmuştur. Ashabın ileri gelenlerinden Selman-ı Farisî’nin İranlı hemşehrilerinin isteği üzerine Fatiha Sûresini Farsçaya çevirip onlara gönderdiği bazı kaynaklarda (bk. Serahsi, el-Mebsut, I, 37, Beyrut, 1398/1978) yer almıştır. Günümüzde Kur’an-ı Kerim, dünyadaki belli başlı hemen bütün dillere çevrilmiş durumdadır. Dilimizde de yüzün üzerinde meal, terceme ve tefsiri bulunmaktadır.

Kur’an-ı Kerim’in namazda Türkçe tercemesinin okunmasına gelince:

Kur’an-ı Kerim’de
“Kur’an’dan kolayınıza geleni okuyun” (Müzzemmil, 73/20) buyrulduğu gibi, Hz. Peygamber (s.a) de bütün namazlarda Kur’an-ı Kerim okumuş ve namaz kılmayı iyi bilmeyen bir sahabiye namaz kılmayı tarif ederken “... sonra Kur’an’dan hafızanda bulunanlardan kolayına geleni oku.” (Müslim, Salat, 45) buyurmuştur. Bu itibarla namazda kıraat yani Kur’an okumak, Kitap, Sünnet ve İcma ile sabit bir farzdır.

Bilindiği üzere Kur’an, Cenab-ı Hakk’ın Hz.Muhammed (s.a,)’e Cebrail aracılığı ile indirdiği manaya delalet eden elfazın (nazm-ı münzel’in) ismidir. Sadece mana olarak değil, Resülüllah (s.a.)’in kalbine elfazı ile indirilmiştir. Bu itibarla bu elfazdan anlaşılan ve başka lafızlarla (sözlerle) ifade edilen mana Kur’an değildir. Çünkü indirildiği elfazın dışında, hatta Arapça bile olsa, başka sözlerle ifade edilen mana Cenab-ı Hakk’ın kelamı değil, mütercimin ondan anladığı yorumdur. Oysa Kur’an kavramının içeriğinde, sadece mana değil, bir rüknü olarak onun elfazı da vardır. 


Nitekim:

“Şüphesiz O, alemlerin Rabbı tarafından indirilmiştir. Onu Ruhu’l-emin (Cebrail), uyarıcılardan olasın diye, senin kalbine apaçık Arap diliyle indirdi.”
(Şuara 26/192-195)

“Böylece biz onu Arapça bir Kur’an olarak indirdik.”
(Ta-Ha 20/113)

“Korunsunlar diye dosdoğru Arapça bir Kur’an indirdik.”
(Zümer, 39/28)

“Bu bilen bir toplum için, ayetleri Arapça bir Kur’an olmak üzere ayrıntılı olarak açıklanmış bir kitaptır.”
(Fussilet, 41/3)

gibi tam on ayrı yerde (Yusuf, 12/2; Ra’d, 13/37; Nahl, 16/103; Şura, 42/7; Zuhruf, 43/3; Ahkaf, 46/12) nazm-ı münzel’in Arapça olduğunu ifade eden ayetlerden, sadece mananın değil, elfazının da Kur’an kavramının içeriğine dahil olduğu açık ve kesin bir şekilde anlaşılmaktadır.

Bu sebepledir ki, tercemesine Kur’an denilemeyeceği ve tercemesinin Kur’an hükmünde olmadığı konusunda İslam bilginleri görüş birliği içindedir.

Bilindiği üzere terceme, bir sözün anlamını başka bir dilde dengi bir sözle aynen ifade etmek demektir. Oysa her dilin, başka dillerde bulunmayan (kendine ait) ifade, üslup ve anlatım özellikleri vardır. Bu yüzden, edebî ve hissî yönü bulunmayan bazı kuru ifadeler dışında, hiçbir terceme aslının yerini tutamaz ve hiçbir terceme de her bakımdan aslına tam bir uygunluk sağlanamaz. O halde, Kur’an-ı Kerim gibi, ilahî belağat ve i’cazı haiz bir kitabın aslı ile tercemesi arasındaki fark, yaratan ile yaratılan arasındaki fark kadar büyüktür. Çünkü biri Yaratan Yüce Allah’ın kelamı; diğeri ise yaratılan kulun aciz beyanı. Hiç böylesi bir tercemenin, Allah kelamının yerine konulması ve aynı hükümde tutulması mümkün olur mu?

Kaldı ki, İslam dini evrensel bir dindir. Değişik dilleri konuşan bütün müslümanların ibadette ortak bir dili kullanmaları onun evrensel oluşunun bir gereğidir.

Herkesin konuştuğu dil ile ibadet yapmaya kalkışması, Peygamberimizin öğrettiği ve bugüne kadar uygulana gelen şekle ters düşeceği gibi içinden çıkılmaz bir takım tartışmalara da yol açacağı muhakkaktır. Konuya ülkemiz açısından baktığımızda ise böyle bir uygulamanın dışarıda Türkiye aleyhinde, içerde ise Devlet aleyhinde bir malzeme olarak kullanılacağı, vatandaşların birlik ve beraberliğini zedeleyeceği, sonuç olarak bir takım huzursuzluklara sebebiyet vereceği dikkatten uzak tutulmamalıdır.

Diğer taraftan, yüzleri aşan terceme ve meal arasından din ve vicdan hürriyetini zedelemeden, üzerinde birlik sağlanacak birisinin namazda okunmak üzere seçilmesi ve buna herkesin benimsemesi mümkün görülmemektedir.

Türkçe namaz ile Türkçe dua birbirine karıştırılmamalıdır. Çünkü dua kulun Allah’tan istekte bulunmasıdır. Bunun ise herkesin konuştuğu dil ile yapılmasından daha tabii bir şey olamaz ve zaten genelde de ülkemizde Türkçe dua yapılmaktadır.

Diğer taraftan, Kur’an-ı Kerim’in en önemli özelliklerinden biri de i’cazdır. Bir benzerinin ortaya konulması konusunda, Kur’an bütün insanlığa meydan okumuştur. Bu i’cazın sadece anlamda olduğu söylenemez. Aksine, “onun Allah katından indirildiğinde şüpheniz varsa, haydi bir benzerini ortaya koyun” anlamındaki tehaddi (meydan okuma) ayetlerinden (Bakara 2/23-24; Yunus, 10/37-38; Hud, 11/13; İsra, 17/88; Tur, 52/33-34) bu özelliğin daha çok lafızla ilgili olduğu anlaşılmaktadır.

Ayrıca bir benzerini ortaya koymak için, insanlar ve cinler bir araya toplanıp birbirlerine destek olsalar bile bunu başaramayacaklarını ifade eden ayet-i kerime (İsra, 17/88) den de, Kur’an’ın bir benzerinin yapılamayacağı ve bu itibarla tercemesinin Kelamullah sayılamayacağı, o hükümde tutulamayacağı ve dolayısıyle namazda tercemesinin okunamayacağı açıkça anlaşılmaktadır.

https://www.islam-tr.net/konu/turkce-namaz-kilinir-mi.25086/
Sallallahu ve sellem ve ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Ve’l hamdüli’llahi rabbi’l âlemin.


Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah-u Teala’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH azze ve celle BİLİR

27 Kasım 2017 Pazartesi

Ashâbın Dilinden Peygamberimiz-10-

91. Enes İbni Malik radıyallahu anhdan rivayet edildiğine göre bir kimse Peygamber Efendimizden binek devesi istedi, oda latifede bulunarak “Seni dişi devenin yavrusuna bindireceğim ”buyurdu. Deve isteyen sahabi:

“Ya Rasulullah! Ben , deve yavrusunu ne yapayım? “ deyince de ;

“ Canım , her deveyi de bir dişi deve doğurmaz mı?”
buyurdu.

(Ebu Davud , Edeb 84,Tirmizi ,Birr 57.)

92. Enes ibni Malik radıyallahu anh şöyle dedi:

Çölde yaşayan Zahir ibni Haram adında biri vardı. Medine’ye geldikçe Rasulu Ekrem sallallahu aleyhi ve sellemi ziyaret eder ve ona çölde yetişen şeylerden hediye getirdi.Köyüne döneceği zaman da Peygamber Efendimiz onun çölde bulunmayan bazı ihtiyaçlarını temin eder ve ona:

“Zahir bizim köylümüz , bizde onun şehirlisiyiz” diye iltifat ederdi. Yüzü çirkince olmasına rağmen Zahir ‘i çok severdi.

Zahir bir gün çölden getirdiği mallarını satarken Fahr-i Alem Efendimiz arkasından yaklaşıp onu kucakladı ve elleriyle gözlerini kapattı. Zahir, kendisini kimin kucakladığını görmediği için:

“Kim o yahu? Bırak beni!” diye çırpınmaya başladı Göz ucuyla bakıp da Peygamber Efendimizi fark edince ,sırtını onun göğsüne iyice yapıştırdı. Allah’ın sevgili elçisi şakasına devam ederek:

“Bu köleyi kim satın almak ister?” diye oradakilere sordu. Zahir de “Ya Rasulullah! Kimse bana para vermez; bu satıştan sen zararlı çıkarsın !” dedi. Peygamber Efendimiz ona:

“Zahir! İnsanlar senin kıymetini bilseler bile , sen Allah katında asla değersiz değilsin.” Diye buyurdu.

Diğer bir rivayete göre : “ Sen Allah katında kıymetlisin.”
diye buyurdu.

(Ahmet İbn-i Hanbel, Müsned ,3,161;Ebu Ya’la el- Mevsili, Müsned 4,173-174.)

Hadisin Açıklaması

Hadisimizde kendisinden söz edilen Zahir İbni haram , Bedir Gazvesine katılmış , Bey’atü’r-rıdvan da bulunmuş bir sahabe idi. Çölde yaşardı.

Kısa boylu , çirkin görünüşü yüzünden insanların çok ilgi göstermediği Zahir’i , Peygamber Efendimiz temiz kalbi sebebiyle pek sever , ona iltifat ederdi.

Zahir Medine’ ye gelirken , köyünde geliştirdiği mahsulden Rasul-i Ekreme meyve, yağ,ve bal gibi hediyeler getirirdi.

94. Yeni Müslüman olduğu için namazda konuşulmaması gerektiğini bilmeyen Muâviye b. Hakem, bir gün cemaatle namaz kılındığı sırada aksıran birine, “Yerhamükallah” (Allah sana rahmet etsin) deyiverdi. Bu yersiz konuşmasından ötürü herkes ona sert sert bakar. Muaviye, “Eyvah, mahvoldum! Ne bakıyorsunuz yahu, ben ne yaptım?” deyince bu defa namaz kılanlar, onu susturmak için elleriyle uyluklarına vurmaya başlarlar. Muâviye, oradakilerin kendisini susturmak istediklerini anlayınca susar ve bu işin sonunu beklemeye başlar. Muâviye hadisenin devamını şöyle anlatır:

“Anam, babam Rasûlullah’a feda olsun! Ne ondan önce ne de sonra Peygamber (s.a.s) kadar güzel öğreten bir öğretmen gördüm. Vallahi beni ne azarladı ne dövdü ne de sövdü. Namaz bitince sadece şunları söyledi: “Bu namazda insan kelamı konuşulmaz. Namaz ancak tesbih, tekbir ve Kur’ân okumaktır.”

(Müslim, Mesâcid, 33; Ebû Dâvûd, Salât, 166-167.)

95. Cabir b. Abdullah (r.a)'ın rivayetine göre, Hendek Savaşı sırasında oldukça şiddetli sıkıntı çekmişlerdi. Öyle ki, üç gün boyunca hiçbir yiyecek bulamadan kaldılar. Bu nedenle Efendimiz ve ashâbı karınlarına taş bağladılar.

(Buhârî, vıı, 395; Ahmed b. Hanbel, III, 301.)

96. Ümmü Seleme radıyallahu anha şöyle demiştir:

"Rasûlullah'ın sevdiği en güzel amel, az da olsa devamlı olarak yapılanı idi."

97. İftar Vakitlerini Değerlendirmeyi Tavsiye Ederdi

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, akşam namazını kılmadan önce vakit gelir gelmez, taze hurma, yoksa kuru hurma, o da yoksa bir-iki yudum su ile hemen orucunu açardı, geciktirmezdi. Geciktirilmemesini de tavsiye ederdi. O sallallahu aleyhi ve sellem, Sehl b. Sa'd r.anh'ın naklettiğine göre ;

"Ümmetim, oruç açmakta acele ettikleri sürece hayr üzere devam edecektir" buyurur, sonra da "Çünkü Yahudi ve Hıristiyanlar iftarı geciktirirler" diye gerekçeyi duyururdu.

(Ebû Dâvûd, Savm, 20.)

98. Fetih Suresi

Abdullah b. Muğaffel (ra), Mekke'nin fethedildiği yıl Peygamberimizi (sas) devesinin üzerinde sesini yükselterek ve dalgalandırarak Fetih sûresi okurken gördüğünü söyler.

(Müslim, Müsafirin 237.)

99. Abdullah Bana Kur'ân Oku

Peygamber şehri Medine'nin huzur dolu günlerinden birisiydi. Varlığıyla şehri bereketlendiren Allah'ın Elçisi (sas), yakın dostlarından Abdullah b. Mes'ûd'a seslendi: "Abdullah! Bana Kur'ân oku." Bir an için şaşırdı, ilminin derinliğiyle tanınan değerli sahâbî, "Yâ Rasûlallah, Kur'ân size indirilmişken, ben mi size okuyayım?" diyebildi sadece. Allah Rasûlü, "Evet, evet, ben Kur'ân' ı başkasından dinlemeyi çok seviyorum" buyurdu.

İbn Mes'ûd okumaya başladı. Nisâ sûresinin yaratılışı hatırlatan, yetime saygıyı tavsiye eden, miras paylaşımını konu alan âyetlerini okudu. Nihayet, "Her ümmetten bir şahit getirdiğimiz ve seni de onların üzerine bir şahit yaptığımız zaman, bakalım onların hali nice olacak!"' ( Nisa 4/41) âyetine geldiğinde Peygamber'in (sas) gözlerinden yaşlar süzüldüğûnü fark etti. Daha fazla dayanamadı Rahmet Elçisi ve "(Bu kadar) yeter"
buyurdu.

(Buhârî, Fedâilu’l-Kur’ân 33.) 


http://www.siyerinebi.com/tr/ashabin-dilinden-peygamberimiz

26 Kasım 2017 Pazar

Ashâbın Dilinden Peygamberimiz-9-

81.’’Bir gün peygamber aleyhisselam Ya’fur adlı eşeğiyle giderken, çok sevdiği sahabisi Muaz ibni Cebel’e rastladı.Ona ’’Gel Muaz,sen de bin!’’buyurdu.Muaz radıyallahu anh Resul-i Ekrem’in terkisine binerken ikisi birden yere yuvarlandı.İki Cihan Güneşi bu duruma da çok güldü."
(Ahmed ibni Hanbel,Müsned,5.)

82. Ebu Zer radıyallahu anhın söylediğine göre Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

‘’Ben,Cennet’e ilk önce girecek kimseyi de,Cehennem’den en son çıkacak kimseyi de çok iyi biliyorum.Şöyle ki kıyamet gününde bir kimse hesap yerine getirilir.Meleklere:

‘Ona küçük günahlarını birer birer gösterin;ama büyük günahlarını gizleyin!’denir.Meleklerde o kimseye:

‘Sen falan gün falan yerde ve falan saatte şu şu günahları,filan gün filan yerde ve filan saatte de şu günahları yaptın.’derler.

O kimse yaptıklarını hatırlar,onları inkar etmez,hepsini kabul eder.’Küçük günahlarım birer birer soruldu,ya büyük günahlarım da ortaya dökülecek olursa ben ne yaparım?’,diye korkmaya başlar.

Allah Teala meleklere:

‘Ona,yaptığı her bir kötülüğe karşılık bir sevap verin!’ diye emreder.

Hiç ummadığı bu mükafat karşısında hudutsuz bir sevince kapılan adam:

‘Ya Rabbi! Benim yaptığım daha başka günahlar da var, ama onları burada göremiyorum.’ der.

Bunları anlattıktan sonra Ebu Zer radıyallahuanh şöyle dedi:

‘’Resulullah sallallahu aleyhi ve sellemin, adamın bu halini naklederken, azı dişleri görününceye kadar güldüğünü gördüm.’’


(Müslim,İman 313;Tirmizi Cehennem 10.)

83.’’Ey Ebu Bekir! Şunu iyi bil ki, ümmetimden Cennet’e ilk girecek olan sensin!’’
(Ebu Davud, Sünnet, 8.)

84. Ashab-ı kiramdan Cerir ibni Abdillah radıyallahu anh şöyle dedi:

’Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem Müslüman olduğumdan beri huzuruna girmek istediğimde bana hiç engel olmadı, beni her gördüğünde de mutlaka gülümserdi.’’

(Buhari, Cihad 162;Edeb 68;Müslim,Fezailü’-sahabe 134.)

85. Abdullah ibni Mes’ud radıyallahu anh, Resulullah salallahu aleyhi ve sellemin şöyle buyurduğunu söyledi:

‘’Ben, Cehennem’den en son çıkacak günahkar mü’mini biliyorum.Bu kişi Cehennem’den emekleyerek, sürünerek çıkar, Melekler ona:

‘Haydi git, Cennet’e gir!’ derler.

Adam Cennet’e girmek üzere gider; fakat herkesin orada yerini tuttuğunu, kendisine yer kalmadığını zanneder ve geri dönüp Allah Teala’nın huzuruna gelir ve:

‘Ya Rabbi! Cennet’e girmemi buyurdun, ama orada herkes yerini almış, bana yer kalmamış’ der. Ona:

‘Sen, Cennet’i dünya hayatıyla mı kıyaslıyorsun?’ diye sorulur. O da :

‘Evet ya Rabbi!’ der. Bunun üzerine ona:

‘Haydi, aklından, hayalinden ne geçiyorsa iste!’ buyurulur. Adam aklına, hayaline gelen şeyleri bir bir sayıp döker.

O zaman ona:

‘Sana istediğin şeylerin hepsi verilecek, ayrıca dünyanın on misli senin olacak.’ Buyurulur

Bu lütuflar karşısında büyük bir şaşkınlığa kapılan adama:

‘Ya Rabbi! Sen kainatın hükümdarı olduğun halde benimle alay mı ediyorsun? der.’ ’’


86. Hadisin ravisi İbni Mes’ud şöyle dedi:

Resulullah salllallahu aleyhi ve sellem, adamın bu sözlerini ve halini bize naklederken o kadar güldü ki, ben onun azı dişlerini gördüm.

(Buhari, Rikak 5;Müslim, İman 308.)

87. Bir defasında yatsı namazını kıldırmak üzere mescide gelirken torununu Hz. Hasan veya Hz. Hüseyin i yanına getirmişti. Namaza başlarken çocuğu yere koymuş fakat secdeye vardığı zaman çocuk sırtına çıkıvermişti. Namaz kılınca cemaat bir merakını dile getirdi. Secdelerden biri yeterince fazla uzayınca ,acaba Rasulullah a bir şey mi oldu , yoksa o sırada vahiy mi geldi diye düşündüklerini söylediler.

Fahr-i Alem Efendimiz bunlardan hiçbirinin olmadığını, secde esnasında torunu sırtına çıkınca onun oyununu bozmak istemediğini , secdeyi bundan dolayı uzattığını söyledi.

(Nesai,Tatbik 82;Ahmed İbn-i Hanbel , Müsned 3.)

88. Bazen torununu Ümame`yi omzuna bindirerek mescide gelir, çocuk omzundayken namaza durur, rükuya varırken onu yere indirir , ayağa kalkarken tekrar omuzuna bindirirdi

(Buhari , Salat 106 , Edeb 18 Müslim ,Mesacid 41.)

89. Ebu Hüreyra radıyallahu anh şöyle dedi

Ashab-ı kiram Peygamber aleyhisselama

“Ya Rasulullah! Sen de bizimle şakalaşıyorsun “ dediler. Resul-i Ekrem Efendimiz de onlara

“Ben şaka yaparken bile doğruyu söylerim.” buyurdu.


(TirmiziBirr 57.)

90. Resulullah a Yapılan Şaka

Ashab-ı kiramdan Üseyd ibni Hudayr önemli gazvelere katılmış , Beyatürrıdvan da bulunmuş aziz bir sahabi idi . Kendisine belirtildiği gibi şakacı bir tabiata sahipti . Bir gün Resulullah Efendimizinde bulunduğu bir mecliste yaptığı şakayla arkadaşlarını güldürdü. Bunun üzerine Peygamberimiz Efendimiz elindeki çöple onun böğrünü hafifçe dürttü. Resul-i Kibriya ‘nın bu iltifatı Üseyd ibni Hudayr’ın aklına ona da bir şaka yapma fikri getirdi . Server-i Enbiya Efendimiz ‘e döndü ve:

“Ya Rasulullah! Canımı yaktın , müsaade et de ben de senin canını yakayım!”dedi. Resul-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem bu teklifi hemen kabul etti.

“Haydi öyleyse , sen de bana vur!” buyurdu. Üseyd çok ciddi görünüyordu.

“ İyi ama “ dedi.”Sen bana vururken benim üstümde gömlek yoktu.Hakkıyla kısas yapabilmem için senin de gömleğini açman lazım! “

Peygamber aleyhisselam hiç itiraz etmeden gömleğini sıyırdı .Üseyd, Resul-i Ekrem e yaklaştı ve onu kucaklıyarak açılan böğrünü öpmeye başladı. Herkes ne oluyor diye hayretle bakınırken,Üseyd Fahr-i Cihan Efendimize durumu açıkladı:

“Ey Allah’ın Elçisi! Senden kısas isterken benim asıl maksadım bu idi.”
dedi.

(Ebu Davud , Edeb 149;Hakim Müstedrek 3,327.) 


http://www.siyerinebi.com/tr/ashabin-dilinden-peygamberimiz

25 Kasım 2017 Cumartesi

Ashâbın Dilinden Peygamberimiz-8-

71. Hz. Ali’nin oğlu Hasan radıyallahuanhüma şöyle dedi:

Dayım Hind ibni Ebi Hale, Resulullah Efendimiz’i en iyi anlatanlardan biriydi. Ona:

‘’Dayıcığım!’’ dedim. ‘’Bana Resulullah sallallahu aleyhi ve sellemin nasıl konuştuğunu anlat da öğreneyim!’’ Dayım şunları söyledi:

‘’Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem çoğu zaman hüzünlüydü; hep Allah’ı düşünürdü; rahat nedir bilmezdi. Genellikle sükut eder, gerekmedikçe konuşmazdı.

Söze Allah’ın adını anarak başlar, konuşmasını Allah’ın adıyla bitirirdi.

Az sözle çok mana ifade ederdi.

Açık seçik konuşurdu.

Sözünde ne fazlalık ne de eksiklik bulunurdu.

Kibar ve yumuşak huylu olduğu için etrafındakilere kaba davranmaz, onları hor görmezdi.

Ne kadar az olursa olsun, Allah’ın nimetlerine saygı gösterir, hiçbirini asla küçümsemezdi. Yenilen, içilen şeyleri lezzetsiz diye kötülemez, aşırı şekilde övmezdi.

Dünya ve dünya ile ilgili bir şeyden dolayı öfkelenmezdi. Ancak bir hak çiğnendiğinde son derece öfkelenir, gerekeni yapıncaya kadar da öfkesi yatışmazdı.

Kendine yapılan kaba ve haksız bir davranıştan dolayı öfkelenmez ve onun intikamını almaya çalışmazdı.

Bir şeye işaret edeceği zaman parmağıyla değil, eliyle işaret ederdi.

Bir şeye hayret ettiği zaman da elinin içini semaya doğru kaldırırdı.

Konuşurken, sözüyle uyumlu olarak elini hareket ettirir ve sağ eliyle sol elinin başparmağının içine vururdu.

Birine öfkelendiği zaman başını ondan çevirirdi.

Sevindiği zaman bakışlarını yere indirirdi.

Gülmesi çoğunlukla tebessüm şeklindeydi. O gülerken, dişleri dolu tanesi gibi bembeyaz görünürdü."


(İbnSa’d, et-Tabakâtü’l-kübra, I, 422; Beyhakî, Şuabu’l-İmân, II, 154-155.)

72. Peygamberimiz şöyle buyurdu:

‘’Cenab-ı Hak hüzünlü kalpleri sever.’’

(Hakim, el-Müstedrek, IV, 351.)

73.’’ Ya Resullallah! Sende yaşlanma alametleri görünüyor, sakalın da ağarmış!’’ dedikleri zaman:

‘’Beni Hud suresi ile benzeri sureler ihtiyarlattı, onlar saçlarımı ağarttı.’’ buyurmuştu.

Çünkü Hud suresi ile onun benzeri olan Vakıa, Murselat, Nebe’ ve Tekvir surelerinde kıyametin korkunç halleri tasvir ediliyordu; geçmiş milletlerin başına gelen felaketler anlatıyordu ve bir de insanlara ‘’dosdoğru olmaları’’ emrediliyordu.

74. Allah’ın Elçisi rahatı ve huzuru daha çok namazda bulur, bu sebeple Hz. Bilal'e şöyle buyurdu:

‘’Bilal! Kalk ezan oku da, bizi namazla rahatlat!’’

(Ebu Davud, Edeb 78; AhmedibniHanbel, Müsned, V,354,371.)

75. Rahatı, huzuru ve sevinci namazda bulduğunu anlatmak için de şöyle buyurdu:

‘’En büyük sevincim namazdadır.’’

(Ahmed ibni Hanbel, Müsned, III,128.)

76. Peygamberimiz şöyle buyurdu:

‘’En büyük fakirlik cehalettir.’’

(Taberani, el-Mu’cemü’l-kebir (Selefi), III,68.)

77. Ashab-ı kiramdan Cabir ibni Semüre söyle buyurdu:

‘’Resulullah sallalahu aleyhi ve sellemin baldırları kalın değil, inceydi. Gülüşü tebessüm şeklindeydi. Ben Fahr-i Cihan Efendimiz’in mübarek yüzüne ilk bakışta, gözüne sürme çekmiş derdim; meğer gözleri kudretten sürmeliymiş; gördüğüm siyahlık sürmeden değilmiş."
(Tirmizi, Menakıb, 12, AhmedibniHanbel, Müsned , V, 97.)

78. Ashab-ı kiramdan Abdullah ibni’l-Haris radıyallahu anh şöyle dedi:

‘’Resulullah sallallahu aleyhi ve sellemin gülüşü,tebessüm şeklindeydi.’’

(Tirmizi,Menakıb 10.)


79. Hz Aişe radıyallahu anha anlatıyor:

‘’Nebiyy-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellemin küçük dili görünecek şekilde kahkahayla güldüğünü hiç görmedim.O sadece tebessüm ederdi.’’

(Buhari,Tefsiru sure 46/2;Edeb 68 Müslim,İstiska 16.)

80.’’Çok gülmeyiniz;zira çok gülmek kalbi öldürür’’

(İbni Mace,Zühd 19;Buhari,el-Edebü’l-müfred.)


http://www.siyerinebi.com/tr/ashabin-dilinden-peygamberimiz

24 Kasım 2017 Cuma

Ashâbın Dilinden Peygamberimiz-7-

61. Enes ibni Malik radıyallahuanhdan rivayet edildiğine göre şöyle dedi:

Resul-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem bir bardaktan su içtiği zaman, suyu bir nefeste değil, üç defada, aralarında nefes alarak içer ve şöyle buyururdu:

“Suyu üç defada dinlene dinlene içmek hem hazmı kolaylaştırıp mideye faydalı olur hem de harareti çabuk keser.”

(Müslim, Eşribe 123; Ebu Davud, Eşribe19 ; Tirmizi, Eşribe 13.)

62. Enes bin Malik anlatıyor:

“Resulullahsallallahu aleyhi ve sellemin bir güzel koku şişesi vardır; güzel koku kullanmak istediğinde ondan sürünürdü."
(Ebu Davud, Teraccül 2.)

63. Enes bin Malik anlatıyor:

"Hayatım boyunca Resul-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem kokusundan daha güzel ne bir anber, ne bir misk, ne de başka bir şey kokladım. Resulullah’tan daha yumuşak ne bir atlasa ne de bir ipeğe dokundum."
(Müslim, Fezail 81 82.)

64. Ashab-ı kiramdan Cabir ibni Semüre radıyallahu anhın anlattığına göre:

Bir gün Allah’ın sevgili Elçisi kendisini karşılayan çocukların yanaklarını birer birer okşuyordu. Sıra Cabir’e gelince onun yanağınıda okşadı. Cabir o anda hissettiklerini daha sonra anlattı:

“Sıra bana gelince yanağımdan okşadı. Eli öyle serindi ve öyle güzel kokuyordu ki, sanki mübarek elini güzel koku satan adamın sepetine daldırıp çıkarmış gibiydi."

(Müslim , Fezail 80.)

65. Tabiin neslinden Sumame bin Abdillah öyle dedi:

‘’Enes ibni Malik radıyallahuanh, kendisine ikram edilen güzel kokuyu reddetmez ve şöyle derdi:

‘Nebiyy-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem kendisine sunulan güzel kokuyu reddetmezdi’ ‘’


(Buhari, Hibe 9; Tirmizi, Edeb 37.)

66. Peygamberimiz şöyle buyurdu:

‘’ Kendisine güzel koku sunulan kimse onu reddetmesin.’’

(Ebu Davud, Teraccul 6.)

67. Abdullah ibni Ömer radıyallahu anhüma Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellemin şöyle buyurduğunu söyledi:

‘’Üç hediye reddedilemez: Yastık, güzel koku ve süt.’’

(Tirmizi, Edeb 37.)

68. Hz. Aişeradıyallahuanha şöyle dedi:

‘’Rasulullahsallallahu aleyhi ve sellem, sözlerini sizin yaptığınız gibi çabuk çabuk, arka arkaya eklemezdi. Ağır ağır, her kelimenin anlaşılmasını sağlayacak şekilde konuşurdu; yanında bulunanlar onun söylediklerini ezberleyebilirlerdi.’’

(Ebu Davud, Edeb 21;Tirmizi, Menakıb 9.)

69. Enes ibni Malik radıyallahuanh şöyle dedi:

‘’ Rasulullahsallallahu aleyhi ve sellem konuşurken sözlerinin anlaşılması ve hatırda kalması için onları üçer defa tekrar ederdi.’’
(Tirmizi, Menakıb 9.)

70. ‘’Elbette Arapların en düzgün konuşanı benim. Çünkü ben Kureyş kabilesindenim ve Sa’doğulları topraklarında yetiştim.’’

(Taberani, el-Mu’cemü’l-kebir (Selefi),VI, 35-36.)


http://www.siyerinebi.com/tr/ashabin-dilinden-peygamberimiz

23 Kasım 2017 Perşembe

Ashâbın Dilinden Peygamberimiz-6-

51. Rasûlullah'ın Su İçtiği Bardak

Enes ibni Mâlik’in talebesi Sabit el-Bünanî şöyle dedi: Enes ibni Mâlik radıyallahu anh bize ağaçtan yapılmış, kenarı demir bir halka ile çevrilmiş bir bardak çıkarıp gösterdi ve bana şöyle dedi:

"Ey Sabit! İşte bu gördüğün bardak, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin su içtiği bardaktır."

(Buhari, Eşribe 30.)

52. Enes bin Malik anlatıyor: Annem Ümmü Süleym’in bir ağaç su bardağı vardı. Annem, onunla Resulullah sallallahu aleyhi ve selleme hem su hem bal şerbeti, hem süt hem de şıra (nebiz) sunduğunu söyledi.

(Nesâi, Eşribe 58.)

53. Salatalığı Taze Hurmayla Birlikte Yerdi


Abdullah ibni Ca’fer anlatıyor: Rasûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem salatalığı taze hurmayla beraber yerdi.

(Buhâri, Et’ime 39; Müslim, Eşribe 147.)

54. Karpuzu Taze Hurmayla Birlikte Yerdi

Aişe radıyallahu anha anlatıyor:

“Rasûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem karpuzu taze hurmayla birlikte yerdi”

(Tirmizi, Et’ime 36.)

55. Tereyağını Çok Severdi


Hz. Aişe’den öğrendiğimiz bu bilgiyi ashâb-ı kiramdan Büsr el-Mazi’nin iki oğlu Atıyye ve Abdullah da şöyle teyit etmektedir:

Bir gün Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem evimizi şereflendirmişti. Biz de altına bir yaygı serdik, üzerine oturdu. O sırada Efendimiz’e vahy geldi. Daha sonra kendisine tereyağı ile kuru hurma ikram ettik. Allah’ın Resulu terayağını severdi.

(İbn Mace, Et’ime 43.)

56. Allahım! Şehrimizi Bereketlendir

Ebû Hureyre radıyallahu anh şöyle dedi: Ashâb-ı kiramın bir adeti vardı: Bir meyvenin turfandası çıkınca, onu alıp Rasûlullah sallallahu aleyhi ve selleme getirirlerdi. Allah’ın Rasûlü o meyveyi eline alıp şöyle dua ederdi:

"Allahım! Meyvelerimizi bereketlendir, şehrimizi bereketlendir, ölçeklerimizi (sa'ımızı ve müddümüzü) bereketlendir. Allahım! İbrahim senin kulun, dostun ve peygamberin idi. Ben de senin kulun ve peygamberinim. İbrahim sana Mekke için dua etmişti, ben de sana onun Mekke için ettiği dua gibi, hatta o duanın bir misli fazlasıyla Medine için dua ediyorum."

Ebû Hureyre radıyallahu anh sözüne devamla şöyle dedi:

“Daha sonra Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem o sırada etrafta gördüğü çocukların en küçüğünü yanına çağırır ve o turfanda meyveyi ona verirdi.”

(Müslim, Hac 473, Tirmizi Deavât 54.)

57. Salatalığı Çok Severdi


Muavviz ibni Afra beni bir tabak taze hurmayla Rasûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve selleme gönderdi. Tabakta çiçekleri bile dökülmemiş birkaç salatalık vardı. Fahr-i Âlem Efendimiz salatalığı severdi. Gönderilen tabağı Peygamber aleyhisselama verdim. Allah’ın Rasûlü bana Bahreyn’den gönderilmiş olan zinet eşyasından bir avuç dolusu verdi.

(Müslim, Sıyam 136, 137.)

58. Rubeyyi, Asr-ı Saadet’te çocukları oruca nasıl alıştırdıklarını da anlatmıştır. Çocukların karınları acıkıp ağlamaya başladıklarında onları Mescid-i Nebevi’ye götürdüklerini, orada kendilerini yünden yaptıkları oyuncaklarla oynatıp iftar vaktine kadar oyaladıklarını söylemiştir.

(Müslim, Sıyam 136, 137.)

59. En Yüce Sevgi

Peygamberimiz şöyle buyurmuştur: "Allah’ım! Senin sevgini, bana canımdan, ailemden ve soğuk sudan daha ileri kıl!"

(Tirmizî, Deavât 73.)

60. Sütün Değeri


"Allah Teâla kime süt içmeyi nasip etmişse, onu içmeden önce şöyle dua etsin. 'Allah’ım bu içeceği bize mübarek kıl ve bize ondan daha fazlasını ihsan eyle!' Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem daha sonra sütün değerine işaretle şöyle buyurdu:

“Sütten başka hiçbir şey, hem yiyecek hem de içecek yerine geçmez; çünkü süt hem doyurur hemde susuzluğu giderir.


(Ebû Dâvûd, Eşribe 21.) 


http://www.siyerinebi.com/tr/ashabin-dilinden-peygamberimiz

22 Kasım 2017 Çarşamba

Ashâbın Dilinden Peygamberimiz-5-

41. Her Hastalığın Bir Devası Vardır

“Cenâb-ı Hak derdi yarattığı gibi onun dermanını da mutlaka yaratmıştır. Her hastalığa bir deva vermiştir. İşte bu sebeple tedavi olunuz; ancak haramla tedavi olmayınız.”


(Ebû Dâvud,Tıb 11.)

42. Yemekten Önce ve Sonra Ellerimizi Yıkamalıyız

Selmân-ı Fârisî radıyallahu anh şöyle dedi:

“Tevrat’ta, yemekten sonra elleri yıkamanın yemeğin bereketlenmesine sebep olduğunu okumuştum. Bu bilgiyi,Tevrat’ta okuduğumu da belirterek Rasûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem’e arzetim. Bunun üzerine Allah’ın Elçisi şöyle buyurdu: ‘Yemeğin bereketli olmasının sebebi, hem yemekten önce hem de yemekten sonra elleri yıkamaktadır.’

(Ebû Dâvud Et’ime 11.)

43. “Elindeki yemek bulaşığını yıkamadan yatıp uyuyan kimse, şayet geceleyin başına bir kötülük gelirse, suçu başkasında değil, kendinde arasın”

Ebû Dâvud, Et’ime 53; Tirmizi Et’ime.

44. Besmeleyi Unutunca


Hz.Aişe radıyallahu anha’dan rivayet edildiğine göre Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

“Biriniz yemeğe başlayıp besmele çekmeyi unutursa, hatırladığı anda “Bismillahi evvelehu ve ahirahu” yani ‘Baştan sona bismillah’ desin.

Ebû Dâvud, Et’ime 15; Tirmizî, Et’ime 47.

45. Şeytan Sol Eliyle Yer


“Biriniz yemek yediğinde sağ eliyle yesin. Su içtiğinde sağ eliyle içsin; çünkü şeytan sol eliyle yer, sol eliyle içer”

Buhari, Et’ime 2 ,3 Müslim Eşribe 108.

46. Allah’a Hamdolsun

Ebu Said el-Hudrî radıyallahu anh şöyle dedi: Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem yemeğini yiyip bitirince şöyle dua ederdi:

‘Bizi yediren, içiren ve bizi İslâm ile şereflendiren Allah’a hamdolsun.”

(Ebû Dâvûd , Et’ime 52; Tirmizî, Davaat 56.)

47. Melekler Size Dua Etsin

Allah’ın elçisi yine bir gün Sa'd ibni Ubade’nin evine gitmişti. Sa'd misafirine evde bulunan bir parça ekmek ile zeytin ikram etmişti. Rasûl-i Kibriyâ da onun ikramını kabul ettikten sonra kendilerine şöyle dua etmişti: “Evinizde hep oruçlular iftar etsin, yemeğinizi iyi kimseler yesin, melekler size dua etsin.”

(Müslim Eşribe 146 Ebu Davud Eşribe 20.)

48. Sayısız Hamd ile Hamd Ederiz


Ebû Umâme radıyallahu anhdan rivayet edildiğine göre yemek yeyip sofra kaldırıldığı zaman Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Cenab-ı Hakk’a şöyle hamd u senalar ederdi:

“Ey Rabbimiz! Sana tertemiz duygularla, eksilmeyip artan ve huzurundan geri çevirmeyip kabul edilen sayısız hamd ile hamd ederiz.”

(Buhârî, Et’ime 54; Ebû Dâvûd Et’ime 5.)

49. Besmelesiz Yemek

Rasûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem altı sahâbîsi ile yemek yiyordu. Bu sırada bir bedevi geldi, sofraya oturdu; besmele çekmediği için sofradaki yemeği iki lokmada bitirdi. Bunun üzerine Allah’ın elçisi şöyle buyurdu: ‘Eğer şu bedevi, yemeğe besmele çekerek başlasaydı, bu yemek hepinize yeterdi.’

(Tirmizî, Et’ime 47.)

50. Allah'a Hamd Etmek


Enes ibni Mâlik radıyallahu anhdan rivayet edildiğine göre Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

“Allah Teala, kulunun bir şey yedikten sonra hamdetmesinden, bir şey içtikten sonra hamdetmesinden hoşnut olur.”

(Müslim, Zikir 89; Tirmizi, Et’ime 18.)

http://www.siyerinebi.com/tr/ashabin-dilinden-peygamberimiz

21 Kasım 2017 Salı

Amentü esasları


Hiç şüphesiz, amentü esasları Hazret-i Âdem’den (AS) Efendimiz’e (SAS) gelinceye kadar bütün enbiyâ ve resûller tarafından aynı şekliyle imanın ölçüsü olmuştur. Bu esaslardan birinin reddedilmesi yahut bu iman rükünlerinden herhangi birinin muhteviyatından bazı maddelerin kabul edilmemesi kişiyi iman dairesinin dışında tutar.

Allah Teâlâ’ya, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, öldükten sonra ahiret ve hesaba çekileceğimize, Cenâb-ı Hakk’ın hayırları ve şerleri içine alan kader programına iman etmenin amentünün temel şartlarını oluşturduğunu hepimiz biliriz elhamdülillah. Ayrıca “Allah’a iman” denildiğinde Cenâb-ı Hakk’ın zâtî, subûtî sıfatlarını ve o iman çerçevesinde O’nun (CC) tenzih, tesbih, takdis makamlarını da imanın şartı olarak kabul ederiz.

Meselâ bir kişi Allah’a (CC) iman ettiğini söylediği hâlde, “Allah Teâlâ’nın babası, annesi vardır” gibi bir düşünce veya sözü buna ilâve etmeye kalkarsa bu, iman değildir. Yahut “Allah Teâlâ’nın oğlu vardır; İsa, Üzeyir Allah’ın (CC) oğludur” gibi sözler sarf ederse amentünün ilk maddesinde çuvallamış olur. Her ne kadar bir dine mensupmuş gibi görünse de aslında bu kişi ya kendi hayalinden uydurduğu bir inanca ya da bazı insanların tahrif ettiği, din gibi gösterdiği bir şeye bağlıdır. Kendisine Müslüman, Musevi, İsevi demesinin hiçbir hükmü yoktur; çünkü müşriktir. İslâm literatüründe bu nevî sapıklık içerisinde bulunanlara “mecus” denir. Halk arasında Mecûsî dediğimizde bu, putperestliğe işarettir.

Başka bir örnekle, bir kişi, “İncil, Allah’ın (CC) kitabıdır fakat ben Tevrat’ı kabul etmiyorum” dese, amentü esasları göz önünde bulundurulduğunda bu sözler küfürdür, imansızlık alâmetidir. Çünkü amentüde Allah’ın (CC) kitaplarına iman vardır. Aynı şekilde “Ben Kur’an-ı Kerîm’i kabul ediyorum fakat günümüzde namaz kılmak mümkün değildir, namazı kabul etmiyorum” yahut “Fâiz yemenin nesi günahmış!” veya “Tesettür, bu modern çağda mümkün değildir. Tesettür insanın kalbindedir. Bunlar eski Arap âdetleridir. Ben Allah’a (CC) inanmış bir kulum ama günümüzde çöl kanunlarıyla nasıl yaşanabilir!” gibi sözler hiç tereddütsüz ve şüphesiz küfürdür.

Şöyle dese yahut düşünse durum değişir. Meselâ, “Ben, fâizin haram olduğunu biliyorum fakat bir şekilde bulaştım. Tesettürün gerekli olduğuna, Kur’an’ın ayetlerinden dolayı elbette inanıyorum fakat yapamıyorum. Allah Teâlâ inşallah beni bu razı olduğu amele eriştirsin” gibi bir düşüncede olursa o insan Allah’ın (CC) izniyle mümindir. Tövbe etmesi gereken bir günah içindedir ancak Allah Teâlâ’nın bahşettiği imandan çıkmamıştır ve inşallah Cenâb-ı Hakk’ın mümin kulları arasında haşrolacaktır. Cenâb-ı Mevlâ hepimizin günahlarını affeylesin, dini kendi kafasına göre uydurmak hastalığından bizleri muhafaza eylesin.

İman hakkında herkesin malumatı olduğundan dolayı sözü çok fazla uzatmaya hacet yoktur. Fakat şu noktaya işaret etmeden geçilmemesi icap eder.

KUR’AN-I KERÎM’İN BİR HARFİ DAHİ DEĞİŞMEMİŞTİR

Allah Teâlâ’nın indirdiği kitaplar içerisinde bozulmamış, indirildiği günden bu yana ve bundan sonra asla bozulmayacak olan tek kitap Kur’an-ı Kerîm’dir. Bunu sadece biz Müslümanlar ikrar etmeyiz; dostu da düşmanı da kâfiri de Hıristiyan ve Yahudi’si, Budist’i de hatta bilim adamları bile bu gerçeği kabul etmekten başka çare bulamamışlardır. Zaten Kur’an-ı Kerîm bizzat ayetleriyle bu mucizeye işaret ederek Allah Teâlâ tarafından korunduğunu, asla evvelki kitaplar gibi insanların bu ayet ve metinleri tahrif edemeyeceğini ilân etmiştir.

Bundan dolayıdır ki İncil, Tevrat veya Zebur gibi günümüzde yüzlerce farklı nüshası olan kitapları doğrudan ve doğruymuş gibi kaynak olarak kullanmak çok ciddi bir imanî tehlikedir. Nitekim Efendimiz’in (SAS) -Ahmed ibn-i Hanbel’in Müsned’inde de geçmekte olan bir ifadesinde- ümmet ve ashabına hitap ederek, mealen, “Sizlerin Ehl-i Kitap’la olan ilmî alışverişinizden korkmaktayım. Çünkü onların yanlış söylediklerini doğru kabul edersiniz de Allah (CC) muhafaza imanınız zedelenir. Yahut onlarda duyduğunuz ve doğru olan (Allah Teâlâ’nın ayetlerinden) bir şeyi sırf onlar söylediği için inkâr ederseniz de gene tehlikeye düşer, imansızlıkla imtihan olursunuz” beyanı bu hususta ne kadar dikkatli olmamız gerektiğini çok açık ve net olarak ortaya koymaktadır.

EN KÖTÜ YALAN, İÇİNDE DOĞRU BULUNAN YALANDIR

Bir kişi ancak ümmet-i Muhammed olarak kendi peygamberini ve kitabını çok ama çok iyi bilmesi durumunda bu kaynaklardan istifade edebilir. Şu unutulmamalıdır ki en kötü yalan, içinde doğru bulunan yalandır ve bir kısmı yalan olan bir sözün diğer kısmının doğru olması tasdik ve güveni icap ettirmez.

Köprünün bir ayağının ve yarısının tam ve mükemmel olması, karşı yakadaki ayak olmadıktan sonra işe yaramaz. Günümüzde Kur’an-ı Kerîm üzerindeki kısır idrakler ve Efendimiz’in (SAS) sünnet-i seniyyesine ve zatına hücumlar, bu kirli inanışların planlı ve programlı taktiklerinden ibarettir.

Şu da unutulmamalıdır ki, kendisinden evvelki bütün peygamberleri tasdik eden ve Hazret-i Âdem’den (SAS) kendisine kadar, Allah Teâlâ’nın indirmiş olduğu bütün kitap ve hükümleri, bozulmamış öz hâlinde temsil eden son nebî, Hazret-i Muhammed’dir (SAS). Efendimiz’den (SAS) sonra kıyamet sabahına dek gelecek olan bütün insanlar ümmet-i Muhammed’dir.

Kimisi icabet etmiş, mümin ve Müslümanlar olarak bulunmaları gereken yere ve makama erişmiştir, kimisi ise henüz dâvette ve icabet makamına erişmek için beklemekte yahut buna direnmektedir. Ama neticede Efendimiz’den (SAS) sonra bu dünyaya gelen herkes, Allah (CC) katındaki bu dinden yani İslâm’dan sorulacak, peygambere iman noktasında kabul edilecek tek geçerli cevap, “Peygamberim 


Hazret-i Muhammed’dir (SAS)” sözü olacaktır.

M. Fatih Çıtlak

20 Kasım 2017 Pazartesi

Unutmayı Unutan Bir Sahâbî; Ebû Hüreyre

Dersten Notlar:

Bu kadar nübüvvet pınarının başında oturan elbette en fazla kendisi nasiplenir. Nasıl nasiplendiğini Ebû Hüreyre’nin kendi sözlerinin üzerinden anlıyoruz.

Medine’de birisi ev yaptırdı. İnşaat bittikten sonra Ebû Hüreyre eve geldi. Sahibi kapıda duruyordu. Ev sahibi: “Ebû Hüreyre! Dur, evimin kapısına ne yazayım?” diye sordu. Ebû Hüreyre şöyle dedi: “Evinin kapısına şöyle yaz: Harap olması için yap, kaybetmek için doğur, mirasçı için biriktir.” (İsbâhanî, Hilyetü’l-Evliyâ, 1/385)

Bir gün Ebû Hüreyre şöyle demiştir: “İnsanlar gittiler, geriye nesnâs kaldı.”

“Nesnâs nedir?” diye soruldu. O dedi ki: “İnsan olmadığı halde insana benzeyenlerdir, yani insancıklardır!” cevabını verdi. (Beyhakî, ez-Zühdü’l-Kebir, 963)

Ebû Hüreyre şöyle demiştir: “Altı şeyi görürseniz, ruhunuz elinizdeyse onu salıverin yani ölüm elinizde ise ölün; ölümü temenni edin. Bundan dolayı artık ben ölmek istiyorum, o altı şeyin görüldüğü şu zamanlarda daha fazla yaşamak istemiyorum.


Beyinsizler idareci olduğunda
Yargı para ile satıldığında
Can güvenliği kalmadığında
Akrabalık bağları koptuğunda
Güvenlik ve Emniyet ile alakalı görevler liyakatsiz kişilere kaldığında
Kur’an’ı şarkı gibi okuyan bir nesil ortaya çıktığında…”(İsbâhanî, Hilyetü’l-Evliyâ, 1/384)

Önde olmak, gözde olmaktır; gözde olmakta birçok itham ve iftiranın muhatabı olmaktır.

Ebû Hüreyre’ye (ra) karşı yapılan isnat ve ithamlardan bazıları:

– Öyle biri tarihte yaşamamıştır; bu uydurma sahabî sonraki hadisçilerin rivayetlerini yaslamak için oluşturdukları efsanevi bir şahıstır.
– Öyle biri tarihte vardır; ama söylendiği gibi biri değildir; sonraki hadisçilerin rivayetlerini yaslamak için ona nispet ederek oluşturdukları bir imaj şahıstır.
– Öyle biri tarihte vardır; ama inanılmaz düzeyde yalancı birisidir; kendisi dünya menfaatleri uğruna birçok yalan uydurmuş bir şahıstır.
– Öyle biri tarihte vardır; ama hafızası çok zayıf biridir, bundan dolayı birçok rivayette yanılmış, bundan dolayı da başta Hz. Ömer ve Hz. Aişe olmak üzere birçok sahabi tarafından tenkit edilmiş bir şahıstır.
– Öyle biri tarihte vardır; önceleri çok iyidir, ama sonra Emeviler döneminde baskıdan dolayı korkan, bundan dolayı da sultanları memnun eden rivayetler uyduran bir şahıstır.
– Öyle biri tarihte vardır; ama önemli bir şahıs değildir, midesine düşkün, ayak takımı sayılabilecek, onun bunun kapısında dolaşan bir şahıstır.

Ebû Hüreyre (ra) için söylenen takdir ifadelerinden bazıları:

– O, unutmayı unutan birisidir.
– O, ibadete çok düşkün, dünyaya meyli olmayan birisidir.
– O, fakirliği ilme tercih eden, fırıncılık gibi bir mesleği olmasına rağmen, karın tokluğuna kendini ilme veren birisidir.
– O, güçlü hafızası, keskin zekâsı, derin ilmi ile Sahabe’nin iftihar edeceği birisidir.
– O, defaatle Hz. Peygamber’den hem dua, hem takdir, hem özel ilgi gören birisidir.
– O, tüm Sahabe’nin hakkında hüsnü şehadet ettiği birisidir.

Böyle olmasına rağmen neden bazılarının Ebû Hüreyre takıntısı vardır. Ebû Hüreyre’ye düşmanlığın bir tek sebebi yok, bunun birçok sebebi var. Ancak düşman son 200 yıldır düşmanlığını maskeler altında yaptığı için bir bakıyorsunuz; adam Ebû Hüreyre’ye Kur’an sevgisinden, Dirayet sevgisinden, İlim sevgisinden, Peygamber sevgisinden, Ali sevgisinden dolayı yaptığını iddia ediyor. Ama bunun böyle olmadığını çok iyi bilelim.

– Onların Ebû Hüreyre takıntısı Kur’an sevgisinden değil; Sünnet düşmanlığından kaynaklanıyor.
– Dirayet sevgisinden değil, rivayet düşmanlığından kaynaklanıyor.
– İlim sevgisinden değil, hakikat düşmanlığından kaynaklanıyor.
– Peygamber sevgisinden değil, Sahabe düşmanlığından kaynaklanıyor.
– Ali sevgisinden değil, Ömer düşmanlığından kaynaklanıyor.

Bunun altlarını doldursak, bize saatler lazım, ama kim bunlar her biri için birer isim örnek olarak verelim:

Kur’an sevgisinden değil; Sünnet düşmanlığından kaynaklanıyor.

Goldziher (1850-1921) arası yaşamış, Macar asıllı Musevî kökenli bir müsteşriktir.

İslam Tefsir Ekolleri kitabı…

Dirayet sevgisinden değil, rivayet düşmanlığından kaynaklanıyor.

Avusturyalı şarkiyatçı ve İslâm tarihçisi. (1813-1893)

Sprenger, Ebû Hüreyre’nin dine hizmet maksadıyla hadis uydurduğunu söylemiştir…

İlim sevgisinden değil, hakikat düşmanlığından kaynaklanıyor.

Mısırlı Ahmed Emin rivayetleri ters çevirerek yaptığı yorumlar…

Peygamber sevgisinden değil, Sahabe düşmanlığından kaynaklanıyor.

Mahmud Ebû Reyye, Edvâ Ale’s-Sünneti’l-Muhammediyye/ Muhammedi Sünnetin Aydınlatılması

Ali sevgisinden değil, Ömer düşmanlığından kaynaklanıyor.

Lübnanlı Şii Âlim Abdü’l-Hüseyin Şerefuddin el-Amili

“Ebu Hureyre” diye bir kitabı var…

Biraz tanıyalım:

28 yılı Yemen’de nübüvvetten mahrum bir şekilde geçen, 50 yılı ise nübüvvetin pınarının başında geçen (4 yılı Hz. Peygamber ile beraber, 46 yılı o pınarın başında)78 yıllık bir hayatı nasıl anlatabiliriz ki?

İlim, iman, ihsan, irfan, izzet, istikrar ve istikamet ile geçen 50 yıllık bir hayatı nasıl tam anlamı ile anlatabiliriz ki?

Ebû Hüreyre ‘ye böyle bir kamet kazandırtan sebepler ne olmuştur?

1. Derin bir sevda
2. Güçlü bir iştiyak
3. Kuvvetli bir hafıza
4. Ciddi bir sorumluluk
5. Sağlam bir sadakat

Efendimiz (sas) bir gün Mescid’de Ashabına bir şeyler anlatıyor. Sözün bir yerinde diyor ki:
“Kıyamet gününde benim şefaatimle bazıları çok ama çok mutlu olacaklar?” Bu sözü Efendimiz söyler söylemez, Ebû Hüreyre: “Ey Allah’ın Resûlü! Kıyamet gününde şefaatinle daha çok mutlu olacak olanlar kimlerdir?” diye sorar. Resûlullah: “Ey Ebû Hüreyre! Hadislere olan hırsını (titizliğini) gördüğüm/bildiğim için, senden önce, bir kimsenin bana bu soruyu sormayacağını zaten zannetmiştim. Kıyamet gününde şefaatimle mutlu olacak olanlar, gönülden, ‘Lâ ilahe illallah’ diyenler mazhar olacaklardır.” dedi. (Buhârî, İlim, 33; Rikâk, 51)

Hafızanın sıhhati, hayatın selimiyeti ile alakalıdır.

“İndirdiğimiz açık delilleri, hidayet rehberi olan ayetleri, biz insanlara kitapta açıkladıktan sonra gizleyenler var ya, muhakkak ki Allah onlara lânet eder. Lânet edebilecek olanlar da lânet eder.” (Bakara Süresi, 159)

“Eğer hataya düşmekten korkmasaydım, sizlere Resûlüllah’tan (sas) duyduğum daha çok şey anlatırdım.” (Dârimî, Mukaddime, 25)

21. Yüzyılda Ebû Hüreyreleşmek mümkün mü? Onun gibi ilimden nasiplenmek mümkün mü? Onun gibi ilim yolunda, hakikat yolunda yürümek mümkün mü?

Hz. Ebû Hüreyre’yi, insanlığı hayran bırakacak bir konuma taşıyan en önemli sebeplerden biri de hiç şüphesiz aldığı dualardır. Onun hayatına bir de bu nazarla baktığımızda, onun arkasında beş farklı duanın olduğunu görürüz:

1. Peygamber duası
2. Anne duası
3. Arkadaş duası
4. Âlim duası
5. Ümmet duası

Hz. Ebû Hüreyre (ra), küçük yaşta babası Sahr b. Amir’i kaybedince amcasının terbiyesinde büyümüş, ama en büyük desteği annesi Ümeyme bint Subey’den görmüştü.

Aişe annemiz ne diyor ki: “Ben annesine ikram ve ihsan konusunda Ebû Hüreyre gibisini görmedim. O annesine karşı çok farklı birisiydi.”

– Allah’ın selamı, rahmeti, bereketi senin üzerine olsun anneciğim!

Cevap geliyor:

– Allah’ın selamı, rahmeti, bereketi, senin de üzerine olsun biricik yavrum!

Ebu Hureyre:

– Beni küçükken nasıl şefkatle yetiştirip terbiye ettinse, Allah da sana merhamet etsin anacığım!

Annesi:

– Yaşlılık halimde beni unutmayan ve her zaman bana iyilik ve ihsan eden oğlum! Rabbim senin üzerinden muhafazasını eksik etmesin, merhametini üzerinde daim kılsın!
(Buhârî, el-Edebü’l-Müfred)

Aşere-i Mübeşşere’den Talha b. Ubeydullah konuşuyor, diyor ki: “Allah Ebu Hureyre’den razı olsun. Allah’a yemin olsun ki, onun, bizim Peygamber’den (sas) duymadıklarımızı duyduğundan asla şüphe etmem. Gerçek şu ki, bizler varlıklı kimselerdik; evimiz barkımız vardı. Peygamber’in (sas) yanına ancak sabah ya da akşamleyin gidebiliyorduk. Oysa Ebû Hureyre, hiçbir şeyi olmayan fakir bir insandı. Kendisi Hz. Peygamber’in (sas) misafiri olarak Suffa’da kalır ve yanından hiç ayrılmazdı. Orada ne duyarsa onu da bizlere aktarırdı.” (Buhârî, et-Târîhu’l-Kebîr,6/133; Tirmizî, Menâkıb, 47)

Said b. Müseyyeb (rh) hem Ebû Hüreyre’nin talebesi hem de damadıdır.

“Allah, benim sözümü işitip, belledikten sonra, onu tebliğ edenin yüzünü ak etsin ve güldürsün!” (İbn Mâce, Mukaddime, 18)

Bir gün Aişe annemiz hiç duymadığı bir hadisi Ebû Hüreyre’den işitince, biraz kızar gibi oldu ve dedi ki: “Ebû Hüreyre ben bile bilmiyorum bu hadisi sen nereden biliyorsun?” Ebû Hüreyre’nin cevabı şöyle oldu: “Anacağım! Benim ne meşgul olduğum bir aynam, ne gözüme sürdüğüm bir sürmem vardı. Beni tek meşgul eden Efendimiz’in (sas) mübarek sözleriydi. Ben bundan başka bir şeyle meşgul olmadım ki, bu sözleri duymayı ihmal etseydim.”

Hicri 58, Miladi 678’dir; 78 yaşlarında Ebû Hüreyre vefat yolundadır. O anda ağlamaya başlar. Birileri: “Ne o Peygamber’in dostu ölüm korkusu mu, yoksa dünyadan ayrılık hüznü mü?” derler. Ebû Hüreyre şunu der: “Vallahi ben ne dünyadan ayrıldığım için, ne ölüm korkusuna kapıldığım için ağlamıyorum. Beni ağlatan şudur: Çıkacağım yolculuk uzun, ama benim azığım ise azdır. Bu yolculuk neticesinde Cennete mi gireceğim, Cehenneme mi bunu da bilmiyorum. Bu akıbet korkusu yüreğimi dağlıyor da ona ağlıyorum.”

M.EminYıldırım