24 Mayıs 2017 Çarşamba

İkindi ve sabah namazından sonra nafile namaz kılınıp kılınmayacağına dair hadisler çelişkili mi?

(2932)- Hz. Âişe (radıyallahu anhâ) anlatıyor:

"İki namaz var ki, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bunları ne gizli ne de alenî olarak seferde ve hazerde hiç terketmedi: Sabahtan önce iki rek'at, ikindiden sonra iki rek'at."(1)


Hadisin Açıklaması:

Bu rivâyette, halihazır tatbikatımıza da uymayan bir hususa temas edilmektedir: 


"İkindiden sonra kılınan iki rek'at..." Müteakiben kaydedilen Hz. Ali radıyallahu anh rivâyeti de buna ters düşmektedir. Zîra orada Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in ikindi ve sabahtan sonra namaz kılmadığına dikkat çekmektedir.

Hemen şunu belirtelim ki bu husus bidâyetten beri selef alimleri arasında ihtilaflı bir mevzu olmuştur. Ebû Dâvud'un bir rivâyeti de bu hususu açık bir şekilde aksettirir:

İbnu Abbas'ın âzadlısı Kureyb anlatıyor: "İbnu Abbâs, Abdurrahman İbnu Ezher ve Misver İbnu Mahreme (radıyallahu anhüm) Kureyb'i Hz. Âişe (
radıyallahu anha)'ya göndererek:

"Bizden ona selam söyle ve ikindiden sonraki iki rek'at hakkında sor ve de ki:

"Bize gelen habere göre sen bu iki rek'ati kılıyormuşsun. Halbuki bize ulaştığına göre Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bunun kılınmasını yasaklamıştır!"

Bunun üzerine ben de gittim, benimle gönderdikleri mesajı tebliğ ettim. Hz. Âişe (
radıyallahu anha):

"Ümmü Seleme'ye git, ondan sor!" dedi. Ben geri döndüm ve Hz. Âişe (
radıyallahu anha)'nın söylediklerini kendilerine ulaştırdım. Onlar beni bu sefer Ümmü Seleme'ye gönderdiler. Hz. Âişe (radıyallahu anh
a)'ye sorduklarını aynıyla ondan soruyorlardı. Ümmü Seleme:

"Ben Resûlullah'ın o iki rek'ati yasakladığını işittim. Sonra kendisini, onları kılarken gördüm. İkindiyi kıldıktan sonra kıldığı iki rek'atin hikayesi şudur: (Bir keresinde) yanımda Ensâr'a mensup Beni Haram'dan bazı kadınlar olduğu halde içeri girdi, mezkur iki rek'ati kılmaya başladı. Ben kendisine hemen câriyemi gönderip dedim ki:

"Kızım kalk, yanında dur ve de ki: "Ümmü Seleme diyor ki: 'Ey Allah'ın Resulü! Şu iki rek'ati yasakladığını bizzat senden işittim, şimdi ise kıldığını görüyorum. (Dikkat et), eğer eliyle 'çekil!' işaretini yaparsa hemen dön!"

Ümmü Seleme der ki: "Cariye söylediğimi aynen yaptı. O (aleyhissalâtu vesselâm) eliyle işaret buyurdu, câriye de geri döndü. Resûlullah namazdan çıkınca:

"Ey Ebû Ümeyye'nin kızı, ikindiden sonraki iki rek'atten sordun. Bana Abdulkays kabilesinden Müslüman olmak üzere bir heyet geldi. Öğleden sonra kılmakta olduğum iki rek'ati onlarla meşguliyetim sebebiyle kılamadım. Bu iki rek'at o iki rek'attir." buyurdu.


Bu rivayet, Resûlullah (
aleyhissalâtu vesselâm)'ın ikindiden sonra kıldığı iki rek'atin ne olduğunu açıkladığı gibi, vaktinde kılınamayan râtib namazlarının bilahare kaza edilmelerinin müstehab olduğunu, namaz esnasında elle yapılan hafif bir işaretin namazı bozmadığını da gösterir. Âlimler, bu rivâyetten, sünnete dayanan bir sebebi bulunan nafilenin yasak vakitte kılınmasında kerahet olmadığı, sebepsiz kılınan namazın mekruh olduğu hükmünü çıkarmışlardır.

Bu halin Resûlullah (
aleyhissalâtu vesselâm)'a has olduğunu söyleyen olmuşsa da: "Dinde asıl Resûlullah'a ittibâdır, açık bir delil olmadıkça da fiil-i Nebî'nin hususîliği iddia edilemez." diye cevaplandırılmıştır. Ayrıca bu hadiste Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın "Bu bana ait bir ruhsattır." şeklinde tavzihte bulunmadığına dikkat çekilmiştir. (Nevevî).

İbnu Abdi'l-Berr, "Sabah ve ikindiden sonraki yasak, nafile ve tetavvu olarak kılınacaklarla ilgilidir. Farz namazlar, sünnet namazlar veya Resûlullah (
aleyhissalâtu vesselâm)'ın devam ettiği nafileler bu yasağa girmez." der.

(2933)- Hz. Ali (radıyallâhu anh) anlatıyor:

"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) sabah ve ikindi hariç her namazın arkasında iki rek'at (nafile) namaz kılardı." [Ebû Dâvud, Salât 299, (1275).]

Hadisin Açıklaması:

Bu hadis, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın ikindi ve sabah namazlarından sonra nafile namaz kılmadığını ifade eder. Bu manâyı teyîd eden başka rivâyetler de mevcuttur. Ancak güneş henüz yüksek ve parlakken kılınabileceğine dair ruhsat da gelmiştir.

İbnu Abdi'l-Berr der ki: "Âlimlerden bir grup, sabah ve ikindi namazlarından sonra nafile namazı kılmada bir beis olmadığını söylemiştir. Zîra, bu husustaki nehiy, güneşin tam doğma ve batma anlarında namazın terkedilmesini kasteder. Bu meselede, mezkûr vakitlerde namazı nehyeden hadisleri rivâyet eden ashabtan bir cemaatin hadisleriyle ihticac ederler." Keza Resûlullah'ın şu sözü de bu istidlâlde hüccet kılınmıştır:

"İkindi namazından sonra, güneş yüksekte değilse nafile kılmayın."

Keza şu hadis de hüccet kılınmıştır:


"Namazınızı güneşin doğuş ve batışında kılmayın."

Keza Müslümanlar, güneşin tam doğma ve batma anları dışında sabah ve ikindi namazlarından sonra cenaze namazı kılınacağı hususunda icma ederler. Derler ki: "Sabah ve ikindi namazlarından sonra namazın yasaklanmasının ma'nâsı ve hakikati işte budur."

Alimler bu hususta şunu da söylerler:

"Bu meselede gelen yasağın gayesi kat-ı zerî'a'dır. Yani zarara götüren sebebi de ortadan kaldırmak... Zîra, sabah ve ikindi namazlarından sonra namaz, mubah kılınsaydı, asıl yasaklanmış olan güneşin doğma ve batma anlarına kadar namaz kılmaya devam edileceğinden korkulurdu."

Bu söylediğimiz görüş, İbnu Ömer'e aittir. Ancak bir grup ulemâ bunu benimsemiştir. Abdurrezzâk'ın bir rivâyetine göre İbnu Ömer demiştir ki:

"Ben güneşin doğma ve batma anlarını araması dışında kimseyi gece ve gündüzün her vaktinde namaz kılmaktan men etmem. O iki vakitten men ederim, çünkü onlardan Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) da men etti."


Şunu da belirtelim ki, bu hususta İbnu Ömer'in görüşü babası Hz. Ömer (
radıyallahu anh)'in görüşüne zıddır. Hz. Âişe (radıyallahu anha) de İbnu Ömer gibi düşünmektedir. Zîra der ki:

"Ömer bu meselede yanılmıştır, çünkü Resûlullah'ın namaz yasağı güneşin doğma ve batma anlarında kılınanlarla ilgilidir."

İbnu Hacer der ki: "Ebû'l-Feth el-Ya'merî bir grup Selefin şöyle söylediğini nakleder: İkindi ve sabah namazlarından sonra namaz kılma yasağı şu hususu duyurmak içindir: "Bu iki namazdan sonra nafile kılınmaz. Bu nehiyle (ikindi ve sabah namazlarının kılındığından itibaren geçen bütün) vakit kastedilmemiş, güneşin doğuş ve batış ânları kastedilmiştir. Bu hususu Ebû Dâvud'un Hz. Ali (
radıyallahu anh)'den hasen senetle rivâyet ettiği şu hadis te'yîd eder:

"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), ikindiden "sonra" güneş yüksekte değilse namaz kılmayı yasakladı."

Öyle ise hadiste geçen "sonra"lıkla kastedilen müddet umum vakte şâmil olmayıp, sadece doğuş ve batış anlarıyla, bu ânlara yakın olan vakitlere şâmildir."

(1) bk. Buhârî, Mevâkîtu's-Salât 33, 73; Müslim, Salâtu'l-Müsâfirîn 300, (835); Ebû Dâvud, Salât 290, (1253); Nesâî, Mevâkîtu's-Salât 36, (1, 281), Kıyâmu'l-Leyl 56, (3, 251, 252).

(bk. Prof. Dr. İbrahim Canan Kütüb-ü Sitte Tercüme ve Şerhi)

22 Mayıs 2017 Pazartesi

Sabah ve ikindi namazından sonra nafile namaz kılınır mı?

Bu ve buna benzer meselelerde bir ölçü olması bakımından şu hususu belirtmekte fayda vardır:

“Mesâil-i şeriattan bir kısmına taabbüdî denilir. Aklın muhâkemesine tâbi değildir. Emrolunduğu için yapılır. İlleti emirdir.” Bediüzzaman Said Nursî. Mektûbat. (İstanbul: Sözler Yayınevi, 1981), s.371.

Yâni, dinî meselelerden bir kısmına “taabbüdî” denir. Bunlar, doğrudan doğruya ibâdetin kendisi ile alâkalı meselelerdir. İbâdetlerin vakti, şekli, tarzı ve esası bu hususa misâl olarak sayılabilir. Meselâ, sabah namazının farzı iki rekât, akşam namazının farzı üç rekât, Ramazan orucu bir ay, zekât bir kısım mallardan kırkta bir verilir, hac Zilhicce ayında yapılır, gibi... Bu misâllerde sözü edilen ibâdetlerin bir kısmının durumu Cenab-ı Hak tarafından, bir kısmı da Resul-i Ekrem Efendimiz 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem  tarafından tayin edilip belirtilmiştir. Biz de nasıl bildirilmişse öyle kabul eder, ifâ ederiz.

Bunların belirtilen şekillerinden farklı bir tarzını düşünmeye lüzum olmadığı gibi, mühim bir faydası da yoktur. Bunların her ne kadar birtakım hikmet ve maslahatları olsa da, o cihetler bu ibâdetlerin şekil ve esaslarını değiştirmez. Bediüzzaman Hazretlerinin ifâde ettiği gibi, illetin, o şekilde tayin edilmesindeki gerçek sebebi, “emir”dir. Yani sâdece emredildiği için yapılması, nasıl uygun görülmüş, tespit edilmişse öyle tatbik edilmesidir.

Namaz vakitlerini, farz veya nafile namazları kılmanın mekruh olduğu vakitleri de bu “taabbüdî” meseleler arasında zikretmek mümkündür. Önce bu husustaki Peygamber Efendimizin 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem  mübarek sözlerine ve davranış şekline bakalım:

Ebû Said el-Hudrî’den 
Radıyallahu Anh rivâyetle Peygamberimiz Sallallahü Aleyhi ve Sellem şöyle buyurmuştur:

“İkindi namazından sonra güneş kavuşuncaya kadar, sabah namazından sonra da güneş doğuncaya kadar namaz yoktur.” 
Müslim, Müsafirîn: 288

İmam Beyhakî, Hz. Ali’den 
Radıyallahu Anh şu rivâyeti kaydeder:

“Resulullah 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem  , sabah ile ikindi namazları müstesna olmak üzere, her farz namazdan sonra ikişer rekât nâfile namaz kılardı.”  Ahmed Davudoğlu. Sahih-i Müslim Tercemesi (İstanbul: Sönmez Neşriyat A.Ş. Yayınları, 1983), IV/421.

Bu hadis-i şerifler sabah ve ikindi namazlarının farzından sonra nâfile namaz kılınamayacağını bildirmektedir. Yani, bu vakitlerde farz namazların yahut kazaya kalmış namazların dışında nâfile namaz kılınmaz. Bu mesele “taabbüdî” olarak kabul edilir.

Bu meselenin hikmet tarafına gelince; İbni Âbidin’in izahına göre, bu vakitlerde nâfile kılmanın yasaklanmasındaki hikmet, vakitte bir noksanlık bulunduğundan değil de, hükmen vaktin tamamının farzla dolmasından dolayıdır. Nâfile bunun için caiz olmamaktadır.

4. İbni Âbidin, I/251; et-Tahtâvî, s.151.(bk. Mehmed PAKSU, İbadet Hayatımız)

 Namaz kılanın zamanı müsâitse nâfile ile meşgul olmak yerine, vaktin farzındaki kıraati uzatmalı yahut varsa kaza namazı kılmalıdır.

Başta da ifâde ettiğimiz gibi, bu tür meselelerde hikmet ve maslahattan çok illetine bakmalı, gerçek sebep olan “emredildiği için yapılması” cihetine ağırlık verilmelidir. Yine bu hususta Efendimiz 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem 'in, “Benim ne şekilde namaz kıldığımı gördüyseniz siz de öyle kılın.” Buharî, Ezân:18. hadisini hatırda tutmalıdır.

sorularla islamiyet'ten faydalanılmıştır.

21 Mayıs 2017 Pazar

Ümmetin geçirdiği imtihanlar-M.Emin Yıldırım

M.Emin Yıldırım Hoca “Kulluğun En Önemli Azığı Peygamber Sallallahü Aleyhi ve Sellem   Sevgisi” adlı konferansında ümmetin geçirdiği imtihanlara 5 ana örnek verdi. Konferanstan notlar:

1- Ridde Olayları

Hz. Peygamber 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem   vefat edince İslam coğrafyalarında halifeyi kabul etmeyen veya zekâtı bahane ederek irtidat eden toplulukların çıkardığı olaylardır.

Hz. Ebû Bekir 
Radıyallahu Anh bu sorunla karşı karşıya kalınca oturup ağlamadı, Peygamberin 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem   
emanetini gözü gibi korudu ve 6 ay içinde Ridde olaylarını bastırdı. Hz. Peygamber’in Sallallahü Aleyhi ve Sellem   çıkarmak istediği fakat ömrü yetmeyince çıkaramadığı Üsâme Radıyallahu Anh ordusunu Hz. Ebubekir Radıyallahu Anh hilafete geçer geçmez gönderdi. Çünkü o Peygamber sevgisini kulluğunun azığı olarak gördü.

2- Mihne Hadisesi


Halife Me’mun bir şeylerden etkilenerek ulemadan “Kur’an Mahluktur” sözünü duymak istedi. Ahmed b. Hanbel, hak davayı savunma adına bir tavır takındı, bunu kabul etmedi ve 28 ay boyunca zindanda yattı. Bu davaya baş koydu, kırbaçlar altında eridi ama onları memnun edecek tek bir kelime dahi söylemedi. Onun ayaklarını sabit tutan, kulluğunun azığı olarak edindiği Peygamber sevgisiydi.

3- Haçlı Seferleri

İslam dünyası Haçlı seferlerinde darmadağın olmuş bir halde iken, Nureddin Zengi’nin 3 arzusu vardı: İslam birliği, Kudüs ve İstanbul’un Fethi. O yapamadı fakat onun ufku Selâhaddin Eyyûbî’de dirilmişti. Selâhaddin Eyyûbî birçok toplantılar düzenlemiş ve Hz. Peygamber 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem   sevdasını halka depolamıştır. Böylelikle Hittîn savaşının ardından Kudüs feth olunmuş ve Kudüs’te 88 yıl boyunca susan ezan bir kez daha semalarda yankılanmıştır.

4- Moğol-Tatar İstilaları


İzzeddin b. Abdüsselâm rahleye mahkum olmayan, yeri geldiğinde cihad meydanlarında olan bir âlimdi. Onun ne pahasına olursa olsun hakkı savunması, irad ettiği hutbe ile insanlara peygamber sevgisini anlatması ve onun yoluna davet etmesi ile durduruldu Moğol istilaları.

5- Çanakkale Müdafaası

Dönemin Ahzab savaşı olan Çanakkale’de de çocuklarını cihat meydanlarına “Gidin, şehit olun lakin Hz. Peygamber’in sancağını yere düşürmeyin” diyerek gönderen anaların ve o çocukların Peygamber 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem   sevdası kurtardı İslam’ın son kalesini.

Muhammed Emin Yıldırım Hoca sözlerinin sonunda bizlere Enes b. Malik’in 
Radıyallahu Anh naklettiği şu hadisi şerifi aktardı:

“Enes b. Mâlik 
Radıyallahu Anh naklediyor: Bir adam Peygamber’e Sallallahü Aleyhi ve Sellem:

– ‘Yâ Rasûlallah! Kıyamet ne zaman (olacak)?’ diye sordu. O da:
– ‘Sen onun için ne hazırladın?’ buyurdu. O zât:
– ‘Ben kıyamet için çok namaz, çok oruç ve çok sadaka hazırlamadım. Lâkin ben Allah’ı ve Rasûlü’nü seviyorum.’ dedi. Rasûlullah:
– ‘Sen sevdiklerinle beraber olacaksın.’ buyurdu.”
(Buhâri, Edeb, 96)

Enes b. Mâlik’in, 
Radıyallahu Anh naklettiği bu hadisi kendisine bir kurtuluş müjdesi olarak aldığını aktaran Muhammed Emin Yıldırım Hoca, “Kıyamet kopsa, eğer yüreğinde istenilen oranda sevgi varsa sana korku yok. Bu dünyada o sevgiyi hayatımıza taşıyalım ki, öteki dünyada o sevgi bizlere kurtuluş akçesi olsun.” diyerek sözlerini noktaladı.

Videoyu izlemek için:

18 Mayıs 2017 Perşembe

Cenneti Anlamaya Hayaller Yeter mi?-M.Emin Yıldırım

 M.Emin Yıldırım'ın Öteki Hayat derslerinden notlar:

Sahabe’nin büyük ve önemli simalarından olan Selmân-ı Fârisî Radıyallahu Anh şöyle Şaban ayının Ramazan’a yaslandığı günlerin birinde Hz. Peygamber’in Sallallahü Aleyhi ve Sellem bir hutbe irad ettiğini ve o hutbesine şu cümle ile başladığını bize aktarır: “Ey insanlar! Büyük ve mübarek bir ay yaklaştı, gölgesi başınızın üstüne düştü…”

Arşın gölgesini kazanmak için Ramazan çok ama çok büyük bir fırsattır.

Ümmet-i Muhammed’in bu çağda kalitesi olmadığı için, insanlığın kalitesi yok…

Ümmet-i Muhammed, insanlığın tuzudur. Tuz bozulsa ne olacaksa, bugün olanda odur.

Huzeyfetü’l-Yemânî 
Radıyallahu Anh diyor ki: “Resulullah’ın ashabı, O’na ‘hep en hayırlı amel nedir?’ diye sorarlardı. Ben ise Efendimiz’e hep en şerli amel nedir diye sordum. Çünkü hayır bellidir. Biz şerleri öğrenip ondan geri durmak zorundaydık. Bundan dolayı ben hep şer olanları Efendimiz’den sordum.”

“Sakın şahsiyetsiz insanlardan olmayın! İnsanlar iyi olur, iyilik yaparlarsa, biz de iyi olur, iyilik yaparız; yok onlar zulmederlerse biz de zulmederiz” diyen şahsiyetsizlerden olmayın. Aksine siz kendinizi, insanlar iyi olurlarsa iyi olmaya, kötü olurlarsa, kötü/zalim olmamaya alıştırın/zorlayın!”
(Tirmizî, Birr, 62; Hatîb Tebrîzî, Mişkatü’l-Mesâbîh, III, 1418)

Hz. Peygamber 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem  kime şahsiyetsiz insan diyor?

1. Yapılan iyiliğe iyilikle, kötülüğe kötülük ile karşılık verene!
2. Yaptığı işleri selim bir niyet ile Allah 
Celle Celaluhu için değil, başka amaçlarla yapana!
3. ‘Herkese seninleyim’ diyerek, hakikatin yanında yer almayana!
4. Taassubu, taklitçiliği ve tecessüsü ahlak olarak edinene!
5. Değersiz olanı değerli ile yüce olanı basit olan ile değiştirene!

Bir gün Abdullah b. Mes’ûd 
Radıyallahu Anh, “Her hangi biriniz sakın imme’a olmasın!” deyince, “imme’a nedir?” diye sormuşlar. O da demiş ki: “Biz cahiliyye devrinde (İslâm öncesinde), çağırılmadığı halde davetlilerin arkasına takılıp ziyafete giden asalaklara “imme’a” derdik. Ama bugün imme’a; dinini, imanını insanların anlayışlarının peşine takan, delil, burhan aramaksızın körü körüne onlara tabi olan yani taassup ve taklitçilik yapan, birde onun bunun özel hayatını merak eden yani tecessüs yapan kişidir.”

Cabir b. Abdullah
Radıyallahu Anh aktarıyor. Diyor ki: “Bir sabah vakti bizler Resulullah’ın etrafından halka olmuş otururken, Efendimiz Sallallahü Aleyhi ve Sellem buyurdular ki: “Bugün ben bir rüya gördüm. Rüyamda Cennetteyim. Dolaşırken birden Ebû Talha’nın hanımı Rümeysa ile karşılaştım. Biraz daha yürüdüm, arkadan bir hışırtı, bir ayak sesi duydum! Bu kimin ayak sesleri dedim. Bilal’in dediler. Biraz daha dolaştım. Avlusunda bir cariye bulunan muhteşem bir köşk gördüm. “Bu kime ait?” dedim. “Ömer İbnu’l-Hattab’ındır” dediler, içine girip bakmayı arzu ettim. Ancak Ömer’in kıskanç olduğunu hatırladım ve geri döndüm.” Bunlar anlatılırken gözlerinden yaşlar boşandı Hz. Ömer’in ve dedi ki: “Sana karşı da mı kıskanç olacağım ey Allah’ın Resulü!” (Buhari, Ta’bir, 31, 32, Bed’ü’l-Halk, 9, Fezailu’l-Ashab, 19, Nikâh, 107; Müslim, Fezailu’s-Sahabe, 21

“Abdullah ne güzel bir adamdır; ahh bir de gece namazı kılsa!”

Bu rivayeti anlatan gerek İmam Nâfî, gerek Abdullah b. Ömer’in oğlu Salim diyor ki: “O günden sonra Abdullah bir daha gece namazını bırakmadı ve gecelerini çok az uykuda geçirdi.”

Ebû Hureyre
Radıyallahu Anh aktarıyor, diyor ki: “Resulullah’ın etrafında oturmuştuk, Allah Resulü Sallallahü Aleyhi ve Sellem bize Cennet’ten bahsediyordu. Bir ara dedi ki: “Bir adam cennette ziraat yapmak için Rabbinden izin isteyecek. Rabbi ona diyecek ki: ‘Sen arzuladığın hâl üzerine değil misin?’ O da şöyle diyecek: ‘Evet. Fakat ben ziraatı seviyorum.’ diyecek. Ona izin verilecek, hemen tohum ekecek bir anda ekin verecek, büyüyecek, harmanı yapılıp, dağlar gibi mahsul yığılacak… Rab Teâla ona: “Ey Âdemoğlu! Senin gözün doymaz ama al bakalım bunu buyuracak…”

Ebû Hureyre 
Radıyallahu Anh diyor ki, biraz sessizlik oldu, herkes sevindi, ama sonra Âdemoğlu’nun kanaatsizliği üzerinde tefekkür oluştu. Tam esnada bir Bedevi dedi ki: “Ya Resulullah! O cennette ziraat isteyen kişi ya Kureyş’tendir, yada Ensar’dandır. Çünkü onlar çiftçidir. Biz değiliz, ben olsam Cennet’te yan gelip yatmayı isterim, ne işim var, ziraatla uğraşmaya!” dedi. Ebû Hureyre diyor ki: “Bu sözler, öyle bir Resulullah’ın hoşuna gitti ki, azı dişleri görünene kadar güldü, o güldü, bizde güldük!” (Buhari, Tevhid, 38)

“Ya Resulullah! Cennet’te kılıç var mı?” Efendimiz 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem : “Evet, var dedi ve başladı Cennet kılıçlarını vasfetmeye!”

Bir diğeri bu sefer: “Ya Resulullah! Cennette at var mı?” diye sordu. Aleyhissalatu vesselam da: “Allah Teâla seni cennete koyduğu takdirde, kızıl yakuttan bir at üzerinde orada dolaşmak isteyecek olsan, o seni istediğin her yere uçuracaktır.” buyurdular. Bunun üzerine diğer biri de: “Ya Resulullah! Peki, Cennette deve var mı?” diye sordu. Efendimiz 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem 
baktı ki soruların ardı arkası kesilmeyecek, bunun üzerine dedi ki: “Eğer Allah seni cennete koyarsa, orada canının her çektiği, gözünün her hoşlandığı şey bulunacaktır.” (Tirmizi, Cennet, 11)

“… Orada nefislerin arzu ettiği ve gözlerin lezzet/zevk aldığı her şey vardır. Ve siz orada süresiz kalacaksınız.” (Zuhruf, 43/71)

“… Orada nefislerinizin arzuladığı her şey sizindir ve istediğiniz her şey de sizindir.” (Fussilet, 41/31)

“… Onlar nefislerinin arzuladığı (sayısız nimet) içinde ebedi kalıcıdırlar.”
(Enbiya, 21/102)

Ebû Hureyre diyor ki: Efendimiz 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem buyurdular ki: “Yüce Allah, ‘Ben salih kullarım için cennette hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği ve hiçbir insanın hayal bile edemeyeceği nimetler hazırladım!’ buyurdu.” (Buhari, Bed’ü’l-Halk, 8)

“Cennet hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği ve hiçbir insanın hayal bile edemeyeceği bir nimetler yurdudur!”

“Cennetteki nimetlerden bir tırnağın taşıyabileceği kadar az bir şey dünyaya gösterilmiş olsaydı gökler ve yeryüzü her tarafıyla süs içerisinde kalırdı. Cennetliklerden bir kişi dünyaya bir baksa ve bileziklerinden biri dünyaya görünse, güneşin yıldızların ışığını silip süpürdüğü gibi o da güneşin ışığını silip süpürürdü.”
(Tirmizi, Sıfatü’l-Cennet, 7)

Cennetliklerin Özellikleri Nelerdir?


1. Meleklerin dostluğu ve selamlaşmaları her daim onları sevindirecek. (Fussilet, 30-32)
2. Yüreklerinde kin, nefret, haset ve her türlü kötü duygu tamamen sökülüp atılacak. (Hicr, 45-48)
3. Dostları ile oturup, dünyadaki hatıralarını konuşup, sevinecekler. (Vakıa, 15, 16)
4. Kalplerinde tarifi mümkün olmayan bir sükûnet ve bir tatmin olacak. (Fecr, 27-30; Hûd, 23)
5. Yaşları ömrün en güzel dönemine sabitlenecek ve asla ihtiyarlık olmayacak. (Vakıa, 35-37)

“Biz Cennet’e girecek kadınları yeniden yaratacağız, (yepyeni bir yaratılışla yaratacağız) onları eşlerine âşık, hep bir yaşıt bakirelere dönüştüreceğiz.”
(Vakıa, 35-37)

Erkeklerin yaşlarını biz hadisten öğreniyoruz. Muaz b. Cebel’in bize aktardığına göre Efendimiz 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem buyurmuşlardır ki: “Cennet ehli cennette, otuz yada otuzüç yaşında sakalsız, kılsız ve gözleri sürmeli olarak girerler.” (Tirmizi, 2545)

6. Yüzleri ay gibi parlayacak ve güzellikleri bakanlara hayranlık verecek. (Abese, 38, 39)
7. Sürekli emniyet halinde, huzur ve güven içerisinde olunacak. (Sebe, 38)
8. Her türlü korkudan ve üzüntüden uzak olarak yaşanılacak. (Araf, 35)
9. Ne bir yorgunluk ne de bir bıkkınlık asla olmayacak. (Fatır, 35)
10. Duaları tesbih ve tenzih, parolaları selam, sözlerinin sonu ise hamd olacak. (Yunus, 10)

“Onların oradaki duası: ‘Allah’ım! Seni noksan sıfatlardan tenzih ederiz!’ sözleridir. Orada birbirleriyle karşılaştıkça söyledikleri ise selâmdır. Onların dualarının sonu da şudur: Hamd, âlemlerin Rabbi Allah’a mahsustur.”
(Yunus, 10)

“Rab olarak Allah’tan, din olarak İslam’dan, Nebi ve Resul olarak Muhammed’den razı oldum, diyen birine Cennet vacip olur.”

“Yaptıklarına karşılık olarak, onlar için (Cennet’te) ne mutluluklar saklandığını hiç kimse bilemez.” (Secde, 32/17)

Sahabe’nin sustuğu yerde susan, felaha erer…

Ashâbü’l-A‘râf’tan kimlerin kastedildiği hususunda da müfessirler farklı görüş ileri sürmüşlerdir. Bu iddiaların tamamını biz şu şekilde özetleyebiliriz:

1. Âhirette müminlerle kâfirleri yüzlerinden tanıyacak olan melekler.
2. Cennet ve cehennem ehlini birbirinden ayırarak haklarında şahadette bulunacak olan peygamberler, şehidler ve âlimler gibi yüksek şahsiyetler.
3. Cennete veya cehenneme girmeyi gerektirecek durumda olmayan belli kişiler.
4. Sevapları ve günahları eşit olan müminler

İmam-ı Gazâlî’ye göre A’râf ehli, ehl-i necâttır; Cehennem azabından kurtulmuşlardır…

Cennetin bir mümini özlemesi… Cennet’in nimetlerinin o mümini beklemesi…

“Cennet şu üç kişiye müştaktır; yani üç kişiyi özlemektedir: Ali, Selman ve Ammar!”

Kaf Süresi 32-33. ayet ve Ali İmran Süresi 133-134. ayet…

Videoyu izlemek için:

17 Mayıs 2017 Çarşamba

İnsanlar Nefret Etmesinler (Usanmasınlar) Diye Hz. Peygamber İn Ashabına Vaaz Vermek Ve İlim Öğretmek İçin (Onların İstekli Olduğu) Uygun Zamanları Kollaması

Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabb'il âlemin. Ve sallallahu ve selleme ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmaîn.

"Fethu'l-Bari" (Sahih-i Buhari Şerhi)
   
3. BÖLÜM İLİM

11. İnsanlar Nefret Etmesinler (Usanmasınlar) Diye Hz. Peygamber'in Ashabına Vaaz Vermek Ve İlim Öğretmek İçin (Onların İstekli Olduğu) Uygun Zamanları Kollaması
68- İbn Mesud 
radıyallahu anh şöyle demiştir: "Hz. Peygamber bizi usandırmak­tan korktuğundan vaaz vermek için (istekli olduğumuz) günleri kollardı.[Hadisin geçtiği diğer yerler:70,6411]

Açıklama

"Kollardı": Bize hatırlatmada bulunmak için uygun vakitleri gözetirdi, bizim sıkılmamamız için bunu her gün yapmazdı.

Hadisten Çıkan Sonuçlar

Bu hadisten şu sonuçlar çıkmaktadır:

Salih amellerden bir müddet sonra usanma korkusu sebebiyle salih amele ara vermek müstehaptır. Amelde devamlılık aslında dince güzel görülen bir şey olmakla birlikte bu iki kısımdır:

a) Herhangi bir zorlanma olmaksızın her gün yapmak,

b) Gün aşırı veya haftada bir yaparak ameli işleme gününde daha dinç olabilmek için ara verilen günde dinlenmek. Bu, durumlara ve kişilere göre deği­şir. Bu konuda ölçü, kişinin dinç olmasının da dikkate alınması ile birlikte amele duyulan ihtiyaçtır. Bazı âlimler bu konudaki hadisten, belirli bir vakitte sürekli nafile kılarak bunu revatip (düzenli) nafilelere benzetmenin mekruh olduğu so­nucunu çıkarmışlardır. İmam Mâlik'ten bu konuda benzer ifadeler gelmiştir.

69- Enes 
radıyallahu anh, Hz.Peygamber'in Sallallahü Aleyhi ve Sellem şöyle söylediğini rivayet etmiştir:

"Kolaylaştırın,zorlaştırmayın. Müjdeleyin, nefret ettirmeyin".(Hadisin geçtiği diğer yer:6125)

Açıklama


" Zorlaştırmayın": Bu söz aslında "kolaylaştırın" sözcüğünün gerektirdiği hususu açık olarak pekiştirmek için söylenmiştir.Nevevi şöyle demiştir: Hz.Peygamber 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem sadece "kolaylaştırın" dese idi, bir kere kolaylık gösterdiği halde birkaç kez zorluk gösteren kişi de bu emre uymuş sayılabilirdi. Oysa tüm durumlarda zorluğu ortadan kaldırmak için "zorlaştırmayın" ifadesini de söylemiştir.

"Müjdeleyin": Öğretimin başında korkutma, kötü bir şeyi haber verme nefreti gerektirdiğinden, "müjdeleyin" sözcüğünün karşılığı olarak "nefret ettirmeyin" denilmiştir. Bu sözden "yeni Müslüman olmuş kişinin kalbini İslam'a ısındırın,daha işin başında ona şiddetli davranmayın" anlamına gelir. Günahı engelleme durumunda da günahkar kişinin bunu kabul etmesi için insanın yumuşak davranması gerekir. İlim öğretiminin de aynı şekilde tedrice riayet ederek yapılması gerekir. Çünkü bir şey başlangıçta kolay olursa buna başlayan kişi bunu sever, sevinçle karşılar, sonuçta da çoğunlukla bu durum artar. Zıddı ise böyle değildir. Doğrusunu Allah bilir.


Sallallahu ve sellem ve ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Ve’l hamdüli’llahi rabbi’l âlemin.
Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah-u Teala’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH azze ve celle BİLİR 

15 Mayıs 2017 Pazartesi

İlim Söz Ve Amelden Önce Gelir

Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabb'il âlemin. Ve sallallahu ve selleme ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmaîn.

"Fethu'l-Bari" (Sahih-i Buhari Şerhi)
   
3. BÖLÜM İLİM

10. İlim Söz Ve Amelden Önce Gelir

Çünkü
"Bil ki: Allah'tan başka ilah yoktur [Muhammed,19] âyetinde Yüce Allah ilim ile başlamıştır. Ayrıca âlimler peygamberlerin mirasçılarıdır, onlar İlmi miras olarak alırlar. Kim ilmi alırsa büyük bir pay almıştır. Kim ilim talebi için bir yola girerse Allah onun cennete doğru yolunu kolaylaştırır.

Yüce Allah:

"Allah'tan kulları içinde (hakkıyla) ancak âlimler korkar" [Fâtır,28],


"(Bu örnekleri) yalnızca âlimler akıl eder."[Ankebut,43],

"(Kafirler dediler ki): Eğer işitseydik veya aklımızı kullansaydık şimdi alevli cehennemin halkından olmazdık."[Mülk,10]

"De ki: Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?" [Zümer,9] buyurmuştur.

Hz. Peygamber de 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem: "Allah kimin için hayır dilerse onu dinde fakîh/anlayış sahibi kılar" buyurmuştur. İlim ancak taallümledir (Öğrenmeye çalışmakla elde edilir).

Ebû Zer şöyle demiştir: (Ensesini işaret ederek) "Şuraya kılıcı koysanız, ben daha başımı kesmenizden önce Hz. Peygamber'den 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem duydu­ğum bir hadisi iletebileceğimi bilsem bunu yaparım."

İbn Abbas şöyle demiştir: (Ayette yer alan) "Rabbaniler olun" [Âl-i İmran,79] ifadesi "hakîm ve fakîh olun" anlamına gelir. Büyüğünden önce küçük bilgi ile insanları terbiye eden kişiye "Rabbani" denir.

Konu başlığı ile ilgili olarak İbnü'l-Müneyyir şöyle demiştir: Bununla Buhârî söz ve amelin sahih olması için ilmin şart olduğunu kasdetmiştir. Söz ve amel ancak ilimle muteber olur. Bu yüzden ilim ikisinden de önce gelir. Çünkü ilim, ameli sahih hale getiren niyeti düzeltmektedir. "Amel olmadan ilmin yararı olmaz" sözünden ilmin değerinin düşürüldüğü ve ilim talebi konusunda hafiflik gösterildiği anlaşılmasın diye Buhârî buna dikkat çekmiştir.

"Yüce Allah ilimle başlamıştır": Yani âyette Yüce Allah önce "Bil ki: Allah'tan başka ilah yoktur" demiş ardından da "günahların için istiğfar et" buyurmuştur. Ayette Hz. Peygamber'e hitap edilmişse de bu, onun ümmetini de kapsar. Süfyan b. Uyeyne bu âyeti ilmin faziletine delil getirmiştir. Nitekim Ebû Nuaym'ın el-Hilye adlı eserinde onun hayat hikayesini anlattığı bölümde Rebi' b. Nâfi yoluyla aktardığına göre Süfyan bu âyeti okumuş, sonra şöyle de­miştir: "Görmez misin ki Yüce Allah "bil ki" diyerek ilimle başlamış, sonra da ameli emretmiştir?"

"Kim ilim talebi için bir yola girerse": Dinî ilimleri tahsile götüren az çok bü­tün yollar buna dahildir.

"Allah cennete giden yolu ona kolaylaştırır": Bunu âhirette yapar. Yahut dünyada insanı cennete götürecek ameller işlemeye muvaffak kılar. Bu, ilim ta­lep eden kişiye bunun kolaylaştırılacağını müjdelemektedir. Çünkü ilim talep et­mek, insanı cennete götüren yollardandır.

"Allah'tan (hakkıyla) ancak âlimler korkar: Allah'tan ancak onun kudreti ve hakimiyetini bilenler yani âlimler hakkıyla korkar. Bu yorum İbn Abbas'a aittir.

"Eğer işitseydik veya aklımızı kullansaydık alevli cehennem halkından ol­mazdık": "Kavrayan ve anlayan kişinin dinlemesi gibi dinleseydik, temyiz eden kişinin akletmesi gibi akletseydik böyle olmazdık". Bunlar ilim ehlinin özellikleri­dir. Bu şu anlama gelir: "Eğer ilim ehlinden olsaydık, bize gerekli olan şeyi bilir, ona uygun amel yapar ve kurtuluşa ererdik".

"Allah kimin için hayır dilerse onu dinde anlayış sahibi kılar": Hadisin aslın­da yer alan "fıkıh" kelimesi anlayış demektir. Nitekim Yüce Allah "hiçbir sözü an­lamıyorlar âyetinde de fıkıh kelimesini bu anlamda kullanmıştır. Fıkıhtan kasıt, dini hükümleri bilmektir.

"İlim ancak taallümle (öğrenmeye çalışmakla) elde edilir": Muteber olan ilim, yalnızca peygamberlerden ve onların mirasçılarından öğrenme yolu ile elde edilen ilimdir.

Ebû Zer'in yukarıdaki sözü senedi ile birlikte Dârimî'nin Sünen'i ve diğer ki­taplarda yer almıştır. Evzâî'nin, Ebû Kesîr (Mâlik b. Mersed)'den onun da baba­sından rivayet ettiğine göre o şöyle demiştir: Ebû Zer, Mina'da şeytan taşlama yerindeki orta Cemre'nin yanında otururken onun yanına geldim. İnsanlar etra­fında toplanmışlar kendisine fetva soruyorlardı. Bir adam gelerek onun yanında durdu ve ona "Senin fetva vermen yasaklanmadı mı?" diye sordu. Ebû Zer başını kaldırarak ona baktı ve "Sen benim başımda gözetleyen misin?" diye sordu. Daha sonra da şöyle dedi: Ensesini işaret ederek Şuraya kılıcı koysanız, ben başımı kesmenizden önce Hz. Peygamberden duyduğum bir hadisi iletebilece-ğimi bilsem bunu yaparım". Bu hadis bu yolla rivayet edilmiştir. Orada belirtildiğine göre Ebû Zer'le konuşan kişi Kureyş kabilesinden idi. Ebû Zer'in fetva vermesini yasaklayan da Hz. Osman idi. Bunun sebebi şu olaydır: Ebû Zer, Şam'da iken Muaviye ile "Altın ve gümüşü yığıp da onları Allah yo­lunda harcamayanlar yok mu, işte onları elem verici bir azapla müjdele [Et-Tevbe,34] âyeti hakkında görüş ayrılığına düştüler. Muaviye bu âyetin yalnızca ehl-i kitap (Ya­hudi ve Hristiyanlar) hakkında indirildiğini söylerken, Ebû Zer hem onlar hem de biz Müslümanlar için indirildiğini söyledi. Muaviye bir mektupla durumu Hz. Osman'a bildirdi, Hz. Osman, Ebû Zer'e bu konuda haber gönderdi. Aralarında Ebû Zer'in Medine'den taşınmasını gerektirecek bir tartışma geçti. Ebû Zer Rebeze'ye yerleşerek vefat edinceye kadar burada kaldı. Bunu Nesâî rivayet etmiştir. Bu, devlet başkanı fetva vermeyi yasakladığında Ebû Zer'in ona itaat etmeyi uygun görmediğini göstermektedir. Çünkü o, yukarıda da geçtiği üzere Hz Peygamber'in 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem tebliğ konusundaki emri gereğince bunun gerekli olduğunu kabul ediyordu. Yine o muhtemeldir ki bildiği bir konuda bil­giyi gizleyen kişi hakkında söz konusu olan tehdit edici ifadeleri de biliyordu. Bu konu, Hz.Ali'nin Hz. Osman ile aralarında geçen konuşma ile ilgili olarak daha sonra gelecektir. Ebû Zer'in yukarıdaki sözü, ölüm kendisine yaklaşsa bile her halükârda bildiği şeyi başkalarına nakledeceği ve bundan geri durmayacağı anlamına gelir. Bu, ilim öğrenmeye, bu konuda zorluklara katlanmaya ve sevap elde etmek için sıkıntılara sabretmeye teşvik etmektedir.

Rabbânîlik Kavramı

İbn Abbas "Rabbânî" sözcüğünü hakîm ve fakîh şeklinde tefsir etmiştir. İbn Mesud da bu konuda ona katılmıştır.

Özetle söylemek gerekirse bu sözcükteki nisbetin Rabb'e mi, terbiyeye mi yapıldığı konusunda farklı görüşler ileri sürülmüştür. Buna göre terbiye, ilim öğ­retmek; Buharî'nin aktardığına göre ise bunu öğrenmektir. "İlmin küçüğü"nden maksat, ilmî konulardan açık olanlar, "büyüğü"nden maksat ise ilmin incelikle­ridir. Bir görüşe göre bundan maksat "Rabbani, insanlara ilmin temel meselele­rinden önce cüziyyatını öğretir" veya "köklerinden önce dallarını öğretir", "maks­atlarından önce mukaddimelerini öğretir" demektir. İbnü'l-A'rabî şöyle demiştir: 'Bir kimse; bilen, öğreten ve uygulayan olmadıkça ona rabbânî denmez".


Sallallahu ve sellem ve ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Ve’l hamdüli’llahi rabbi’l âlemin.

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah-u Teala’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH azze ve celle BİLİR 

13 Mayıs 2017 Cumartesi

Hüküm Allah’a ait ise fıkıh ne işe yarar-Faruk Beşer

Kur'an-ı Kerim'de pek çok ayette hükmün sadece Allah'a ait olduğu bildirilir. Bunun anlamı sırf hukuki konulardaki hüküm müdür? İlgili ayetlere bakıldığında öyle olmadığı anlaşılıyor. Aksine her konuda hüküm O'na aittir. 'Yaratan O ise emretme de O'nun hakkıdır'. Neyin nasıl yaratılacağı, nasıl yaşayacağı, kimin nasıl inanacağı, hakların nasıl dağıtılacağı, canlı cansız her şeyin geçireceği evreler, sonunda da insanların görecekleri ceza ya da mükâfatın ne olacağı konularında hüküm hep Allah'ındır. O ne derse o olur, O ne istiyorsa o olmalıdır. Yani bu anlamda hükmün bir cebri, bir de iradi olanı vardır. Tabiat kanunları dediğimiz hükümler zaten O'nun yaratmasıyladır, yani bu konuda O'nun hükmünün cari olması zorunludur, cebridir, hiçbir şey yaradılış gayesinin dışına çıkamaz. İnsanın insanla ve diğer varlıklarla olacak iradi ilişkileri de O'nun isteğine/hükmüne uygun olmalıdır. Ancak buna uymama iradesi de verilmiştir.

Yani Allah'a ait olan hüküm sadece bugün 'hukuki' denen alandaki hüküm değildir. Ahlakın da iyisine kötüsüne O hükmeder. İman da öyle. Zaten bu açıdan bakıldığında 'İslam Hukuku' tabiri modern ve yabancı kalır. Yani bu tabirin kendisi bile İslami değildir. İslam hukuku, fıkhın tam karşılığı olamaz. Çünkü fıkıh, bugün hukuk denen düzenlemeleri de içermekle beraber ahlaktan ve imandan ayrı düşünülemez. Hukuki alanlar için daha çok 'şeriat' tabiri kullanılır olsa da, şeriat dahi salt hukuk demek değildir.

Peki fıkhı, sadece bugünkü hukuki düzenlemelere tekabül eden yönüyle düşündüğümüzde Allah'ın mutlak hâkim olmasını, yani hükmün sadece O'na ait olmasını nasıl anlayacağız? Çünkü hukuki alanlarda birbirinden farklı binlerce içtihat vardır ve içtihatlar beşeri anlamalardır. Zamanla da değişebilirler. Sonra kural olarak içtihat zorunlu/kesin bilgi ifade etmez. O halde beşer içtihatlarından oluşan bir “hukuk” sistemine nasıl 'Allah'ın hukuku' denebilir? Ya da bazılarının dediği gibi İslam hukuku yüzde seksen oranında beşeri hukuktur demek doğru olur mu?

Önce buna 'Allah'ın hukuku' değil, fıkıh dendiğini bir kez daha hatırlatalım. Zaten kelime anlamıyla 'fıkıh' da anlama demektir. Kıyamete kadar olacak olan her şeyin, her eylemin tek tek hükmü bildirilmiş olamayacağına göre, bunların kahir ekseriyetinin hükmünün Allah'ın muradına uygun olanının bulunup anlaşılması beşere bırakılmış demektir. Yani prensip, hiçbir hükmün Allah'ın muradına aykırı olamayacağıdır. Bu uygunluğu bulmaya çalışacak olan ise beşerdir. Bu hem ona verilen bir yetki, hem de onun imtihan konusudur.

Mutlak hüküm Allah'a ait olmakla beraber O peygamberlerine ve kitabını anlayanlara da kendi hükmünü anlayıp uygulama anlamında hüküm yetkisi vermiştir. Mesela “Biz Yahya'ya daha çocukken hüküm verdik” (Meryem 12), “Yusuf rüştüne erişince ona hüküm verdik” (Yusuf 22) buyurur. Diğer peygamberlere de hüküm yetkisi verdiğini söyler. Müminlerin anlaşamadıkları hususlarda Peygamber'e, ulül-emre, ya da hükmü bilebilecek olanlara gitmelerini ister (Nisa 83). Anlaşmazlığa düşen karı kocanın aralarını bulması için her iki taraftan birer hakem edinilmesini emreder (Nisa 35). Müminlerin aralarında çıkan ihtilaflarda Peygamber'i hakem tayin edip, onun hükmüne kayıtsız şartsız boyun eğmeleri gerektiğini söyler (Nisa 65). “Eğer bilmiyorsanız, ilmiyle amel eden âlimlere sorun” (Nahl 43; Enbiya 7) buyurur. Yani 'hüküm Allah'a aittir' ama onu bulabilecek olanlar bu vasıflardaki beşerdir.

O halde fıkhın yüzde sekseni, beşeri içtihatlardır denmesi, bunlar Allah'ın muradına rağmen söylenmiş sözlerdir demek değildir. Bir müçtehidin, ben burada Allah'ın muradının, ya da O'nun vereceği hükmün bu olduğu kanaatindeyim demesidir. Ve bunu söyleyenler de sıradan insanlar değil, müçtehitlerdir. Ne var ki, bir içtihadın Allah'ın muradını tutturamamış olması mümkündür ve bu sebeple de içtihatlar sürekli değişebilir. Ta ki, vahyin insandaki temsilcisi olan akla sürekli görev çıkmış olsun ve o hiç boş kalmasın...

Yazının tamamı için:


http://www.yenisafak.com/yazarlar/farukbeser/hukum-allaha-ait-ise-fikih-ne-ise-yarar-2037370

7 Mayıs 2017 Pazar

GUSÜL VE GUSLÜ GEREKTİREN HALLER


 Gasl, yıkamak demektir. Gusül ve iğtisal da, yıkanma anlamını taşır. Din deyiminde gusül: Bütün bedenin yıkanmasıdır, boy abdesti alınmasıdır. Buna taharet-i kübra (büyük temizlik) denir. Böyle bir temizliği gerektiren hal cünüblüktür. Ayrıca kadınların hayız ve nifas kanlarının sona ermesidir. Cünüblük hali ise, aşağıda açıklanacağı üzere, şehvetle meninin atılmasından ve cinsel ilişkiden meydana gelir.

GUSLÜN FARZLARI


1- Guslün farzları, ağzı, burnu ve bütün vücudu birer kez yıkamak üzere üçtür. Bu farzlar, aşağıda bildirileceği şekilde yapılır.

2- Ağıza ve buruna bolca su alınmalı. Bu işe abdestle yapılan ağız ve buruna su vermelerden daha çok özen gösterilmelidir.

3- Vücut yıkanırken iğne ucu kadar bir yerin kuru kalmamasına dikkat edilecek, kulaklar ve göbek oyuğu yıkanacak. Su saçların,kaşların altlarındaki deriye kadar geçecektir. Bunlar sık olsa bile, suyun ulaşması sağlanacaktır. Bunların araları ve dipleri kuru kalırsa, gusül tamamlanmış olmaz. Ancak kadınların başlarından aşağıya sarkmış olan saçlarının yıkanması şart değildir. Önemli olan bunların diplerine suyun geçmesidir.

4- Kapanmış olan küpe deliklerinin içini de yıkamalıdır. Öyle ki, bu deliklerin ıslanmış olduğuna kanaat getirmelidir. Böyle bir kanaat yoksa, onları el ile ovarak ıslamalıdır. İçlerine zorla su geçebilecek bir halde olan küpe deliklerini de, içlerine su geçecek bir şekilde el ile ıslatıp yıkamalıdır.

5- Tırnaklar arasında kalan kurumuş çamurların ve göz çapakları gibi şeylerin altlarını da yıkamalıdır; bunu yapmak gereklidir. Fakat tırnaklar üzerindeki kirler, topraklar, kınalar gusüle engel olmazlar. Çünkü bunlar suyun geçmesine engel değildirler.

6- Suyun geçmesini engelleyecek şekilde dişlerin arasında nohut büyüklüğündc sert yemek parçası bulunmamalıdır. Vücudun hiç bir yerinde suyun geçmesini engelleyecek balık pulu veya çiğnenip kurumuş ekmek parçası gibi bir şey de bulunmamalıdır. Çünkü bunların altlarına su geçmeyince, gusül sahih olmaz.

7-göbeğin içini de yıkamalıdır. Üzerlerinde pislik bulunmasa da, avret yerlerini su ile yıkayıp temizlemelidir. Bunların da kuru kalması gusülün sıhhatine engel olur.

8- Bir kimse guslettikten sonra ağzını veya burnunu yıkamadığını veya bedeninden bir yerin kuru kaldığını anlarsa, yeniden gusletmesi gerekmez; yalnız o yerleri yıkaması yeter. Bu arada farz bir namaz kılmışsa onu tekrar kılması gerekir.

GUSLÜN SÜNNETLERİ

1) Gusle niyet ederek, besmele çekerek ve misvak kullanarak başlamak. Bu niyet guslün sıhhati için şart değildir. Sevabı vardır. Temizliğin bir ibadet sayılması için bir sebebdir.

2) Gusülde önce elleri, sonra oyluk yerlerini yıkamak. Eğer bedende meni gibi bir pislik varsa onu gidermek.

3) Gusülden önce, sünnet üzere abdest almak. 

4) Abdest aldıktan sonra önce üç kez başa, sonra üç kez sağ omuza, sonra üç kez sol omuza su dökmek. Her su döktükçe, beden iyice ıslansın diye, bedeni iyice oğuşturmak. Bir kap içinde veya toprak üzerinde yıkanılıyorsa, çıkarken önce sağ ayağını, sonra sol ayağını yıkamak.

5) Gusül yaparken fazla su harcamamak ve çok kısıntı da yapmamak.

6) Kimsenin görmeyeceği bir yerde yıkanmak. Eğer erkekler erkekler arasında, kadınlar da kadınlar arasında bulunurlar da yıkanmak için tenha bir yer bulamazlarsa, bir köşeye çekilip avret mahallerini bir peştemal ile örterek yıkanırlar. Avret yerlerini açmaları caiz olmaz. Erkeklerin veya kadınlarla erkeklerin arasında bulunan kadınların da bunlar arasında yıkanmaları caiz değildir. Bu durumda teyemmüm ederek namazlarını kılmaları uygundur. Çünkü hükmen su bulunmamış demektir.
Yine, gerek erkekler ve gerekse kadınlar kendi cinsleri arasında yıkanmak için bir peştemal veya benzeri bir örtü bulamazlarsa ve böylece avret yerlerini açmak mecburiyetinde kalırlarsa teyemmüm ile kılarlar. Sonra tenha bir yer veya bir peştemal bulunca gusledip teyemmüm ile kılmış oldukları namazları iade ederler. Hamamlarda bu örtünme işine çok dikkat etmelidir.

7) Tenha bir yerde yıkanıldığı zaman, yine avret yerini açık bulundurmamak. Açık bulundurulursa kıble yönüne dönmemek.

8) Guslederken konuşmamak.

9) Gusülden sonra elbiseyi giyerken çabukça örtünüvermek.

10) Gusülden sonra bedeni bir havlu veya bir mendil ile silmek.

11) Bir kimse bir akar suya veya bir havuza dalsa veya yağmur altında durup bütün vücudu ıslansa, ağzına ve burnuna su vermek halinde, gusül farziyetini yerine getirmiş olur. Bu durumda organlarını kımıldatır veya su içinde biraz beklerse, sünneti yerine getirmiş sayılır.

12) Yukarıda sıralanan sünnetlere uygun bulunmayan bir gusül, guslün edeblerine uygun düşmemiş ve kerahetten de kurtulmamış olur.
Abdestte sayılan edebler, gusülde de aynen uyulması gereken edeblerdir. Ancak guslederken kıbleye doğru durulmaz. Avret yerleri peştemal ile örtülü ise kıbleye dönülebilir.
Abdestte mekruh olan şeyler, gusülde de mekruhtur. Bir de gusülde dua okumak mekruhtur. Yine gusülde bir organdan su damlarken onu alıp diğer organı yere düşmeyen bu su ile yıkamak caizdir; çünkü gusülde bütün beden bir organ sayılır. Abdestte bunu yapmak caiz değildir.

GUSLÜN VASIFLARI
 cünüblükten, hayız ve nifas kanlarından kesilişinden dolayı gusletmek farzdır. Bu farzın dışında bazı hallerde gusletmek sünnet veya müstahabdır. Bunların başlıcaları şunlardır:

1) Cuma ve iki bayram namazları için gusletmek.

2) Hac ve umrede ihrama girerken ve Arefe günü vakfe yapmak için yıkanmak (gusletmek).

3) Medine-i Münevvere ile Mekke-i Mükerreme'ye girmek için yıkanmak.

4) Müzdelife ve Mina'da bulunmak için yıkanmak.

5) Günahdan tevbe için yıkanmak.

6) Güneş ve ay tutulması halleri ile yağmur duasında bulunmak için yıkanmak.

7) Kan aldırmak ve ölü yıkamak için gusletmek müstahab olduğu gibi, baygınlıktan sonra ayılan kimsenin yıkanması da müstahabdır.

8) Yolculuktan dönenin ve yeni elbise giyecek kimsenin yıkanması.

9) Berat ve Kadir gecelerine kavuşmaktan dolayı yıkanmak.

10) İnsanların toplanacağı bir yerde bulunmak için yıkanmak.

11) İstihaze (illet kanından) kurtulan kadının yıkanması.

12) Cünüblüğünün hemen arkasından hayız (adet) görmeye başlayan bir kadın, isterse, cünüblüğü için yıkanır, isterse yıkanmasını adetin sona ermesine bırakır.

13) Her cinsel ilişki için yıkanmak. Zevcesi ile cinsel ilişkide bulunan kimse, henüz yıkanmadan tekrar ilişkide bulunabilir. Fakat bu arada yıkanması veya abdest alması mendubdur.

14) Henüz namaz vakti gelmeden yıkanmak. Çünkü namaz vaktine kadar cünüb bir kimsenin yıkanmayı geciktirmesi günah sayılmaz; fakat daha önce yıkanmanın fazileti vardır.
Sünnet ve müstahab olan gusüller, sadece hürmet ve temizlik için yapılır. Bu kısım müstahab ve sünnet olan yıkanmalarda ağıza ve buruna su çekmek mecburiyeti yoktur.

GUSÜL ETMESİ FARZ OLANLARA HARAM VEYA MEKRUH OLAN ŞEYLER

 Üzerlerine gusül farz olanlara, gusletmeden önce haram olan şeyler şunlardır:


1) Namaz kılmak. Bir ayet olsa bile, Kur'an niyeti ile Kur'an okumak. Hamd ve dua ile ilgili ayetleri, dua ve zikir niyeti ile okumak caizdir. Cünüb veya adet halinde olan bir kadının dua niyeti ile Fatiha Suresini okuması caizdir.
Yine bu durumda olan kimsenin çocuklara Kur'an ayetlerini kelime kelime öğretmesi de caizdir. Şehadet kelimesini söylemek, tesbih ve tekbir getirmek yine caizdir.

2) Kur'an-ı Kerime, bir veya yarım ayet olsa bile, el sürmek ve Mushaf-ı Şerif'i tutmak haramdır. Ancak Kur'an'a yapıştırılmamış olan bir kılıf, bir mahfaza ve sandık içinde onu taşımak ve onu dış taraftan tutmak caizdir.

3) Kabe'yi tavaf etmek ve bir zorunluk olmadığı halde bir mescide girmek veya içinden geçmek. Fakat zaruret hali olursa, geçilebilir. Bir kimsenin evinin kapısı, mescidin içine doğru açılsa ve evine girip yıkanmak için mescit içinden geçmek zorunda kalsa, o kimse mescit içinden geçerek evine girer ve yıkanır. Bu bir mecburiyet halidir. Mescit içinde uyurken ihtilam olan kimse, dışarıya çıkmak için teyemmüm eder; fakat bu teyemmüm ile Kur'an okuyamaz, namaz da kılamaz.

4) Üzerinde ayeti kerime yazılı bulunan bir levhayı veya bir parayı el ile tutmak.
Üzerlerine gusül gerekli olanların yıkanmadan önce yapmaları Mekruh olan şeyler şunlardır: 

1) Din kitablarından herhangi birini el ile tutup okumak.

2) El ve ağzı yıkamadan yiyip içmek.

El ile tutmayıp yer üzerinde bulunan bir sayfaya veya bir levhaya Kur'an'dan yazı yazmak. 

Cünüb ile hayız ve nifas halinde bulunanların Kur'an-ı Kerim'e bakmaları mekruh değildir. Bu, el ile tutmak hükmünde değildir.

Ömer Nasuhi Bilmen- Büyük islam İlmihali

6 Mayıs 2017 Cumartesi

ABDESTİN MAHİYETİ

Namaz gibi bir kısım din görevlerini yerine getirmek için abdest almaya gerek vardır.

Abdestsiz bir kimse namaz kılamaz, tavaf edemez, bir mahfaza içinde olmaksızın Kur'an'ı tutamaz, Kur'an'ın tam bir ayetinin veya bir kısmının yazılı bulunduğu bir levhaya el süremez. Bunları yapmak haramdır. Fakat Kur'an-ı Kerimi ezber olarak veya karşıdan mushaf'a bakarak abdestsiz okuyabilir. Aklı olan ve büluğ çağına eren ve suyu kullanmaya gücü yeten her müslüman, gerektiği zaman abdest almakla yükümlüdür.

ABDESTİN FARZLARI


Abdestin farzları dörttür: Yüzü bir kez su ile yıkamak, iki eli dirseklerle beraber bir kez yıkamak, her iki ayağı topuklarla beraber bir kez yıkamak ve başın dörtte birini ıslak bir elle ve kullanılmadık temiz bir su yaşlığı ile bir kez silmek (meshetmek) tir. Şöyle ki:

Yüz denilen organ, iki kulak memesi, arasındaki yer ile alnın saç biten yerinden çene altına kadar olan kısımdır.

Dirseklere gelince, bunlara "Mirfak" denir. Elleri dirseklerle beraber yıkamak farz ise de, dirseklerden daha yukarısını yıkamak zorunluluğu yoktur. Ayakların iki taraflarında bulunan ve "Topuk" denilen şişkin kısımları da yıkamak gerekir. Fakat bunların yukarısını yıkamak gerekmez.

Başa meshe gelince: alınla arkaya doğru başın ön kısmına meshedilmesi daha faziletlidir. Meshedilen yer iki kulağın üstüdür. Bu kısımdaki saçların üzerine meshedilmesi yeterlidir.

ABDESTİN SÜNNETLERİ

1) Abdeste başlarken önce temiz olan elleri bileklere kadar yıkamak. Temiz olmayan elleri önce yıkamak ise farzdır. Böylece diğer organlar kirlenmiş olmaz.

2) Abdeste "Eüzü Besmele" ile başlamak. Abdest arasında okunacak Besmele ile bu sünnet yerine getirilmiş olmaz.

3) Niyet etmek: Abdesti, namaz kılmaya veya abdestsizliği gidermeye veya Yüce Allah'ın emrini yerine getirmeye niyet ederek almak.
Niyet kalb ile olur, dil ile "Niyet ettim Allah rızası için abdest almaya" denilmesi güzel görülmüştür. Niyetin vakti, elleri veya yüzü yıkamaya başlama zamanıdır.

4) Mazmaza (ağıza su vermek) ve istinşak (buruna su çekmek). Şöyle ki: Elleri yıkadıktan sonra önce üç kez ağıza dolusunca su alınır ki, buna "Mazmaza" denir. Sonra üç kez de burnun yumuşağına kadar gidecek şekilde buruna su verilir ve sümkürülür. Buna da "İstinşak" denir. Her su verişte su yenilenir.

5) Mazmaza ve istinşakı aşırı derecede yapmak. Şöyle ki: Mazmazada su, boğaza kadar iner. İstinşakta su, burnun katı yerine kadar çıkarılır. Fakat oruçlu olanlar mazmaza ve istinşakı böyle aşırı yapmazlar.

6) Misvak kullanmak. Şöyle ki: Misvak, arak denilen ağacın dalından yapılan ve dişleri temizlemek için kullanılan bir fırçadır. Böyle lifleri olan diğer ağaç dallarından da yapılabilir. Misvak, parmak kalınlığında ve bir karış boyunda olmalıdır. Sağ ele alınır ve serçe parmağının üstünden geçirilir, baş parmak ve işaret parmağı ile tutularak ıslak olan ağzın sağ tarafından enine olarak dişler fırçalanır. Bunun kullanılması oruca zarar vermez.

Misvak bulunmaz veya kullanıldığında dişleri kanatırsa, onun yerine parmak kullanılabilir. Şöyle ki: Baş parmak ağzın sağ tarafına, şehadet parmağı da sol tarafına salınarak üst ve alt dişler ovalanır.
Kadınlar oruçlu olmadıkları zaman çiğnedikleri sakız misvak yerine geçer.

7) Sıra gözetmek: Abdest alırken önce yüz, sonra kollar yıkanır. Bundan sonra başa meshedilir ve arkasından da ayaklar yıkanır. Ayaklarda mest varsa, mestlerin üzeri meshedilir. Bu şekilde sıra gözetilmezse, yine abdest sahih olur, ancak sünnete uyulmuş olmaz.

8) Abdeste sağ tarafdan başlamak: Sağ kol, sol koldan önce ve sağ ayak, sol ayakdan önce yıkanır. Sağ taraf daha şerefli olduğu için böyle yapılır.

9) Abdest organlarını üçer kez yıkamak. Bunlardan biri farz, diğer ikisi sünnettir. Üçten fazla veya üçten az yıkamak sünnete aykırıdır. Şüphe sebebiyle veya su azlığı dolayısıyla bu sayılar azaltılıp çoğaltılabilir.

10) Elleri ve ayakları yıkamaya başlarken parmak uçlarından başlanır.


11) Eller ve ayaklar yıkanırken parmakların arasını yoklayıp yıkamak (hilallamak): El parmakları birbirine sokularak, ayak parmakları da el parmaklarından biri ile yapılır. Sol elin serçe parmağı ile sağ ayağın altından ve serçe parmağın arasından hilallamaya başlayarak sıra ile sol ayağın serçe parmağında sona erdirilmesi iyidir. Parmakları akar suya koymak da hilallama yerine geçer.

12) Kulakları meshetmek. Bu mesih bir su ile yapılabileceği gibi yukarıda bildirildiği şekilde de yapılabilir. Serçe parmaklarını kulak deliklerine sokarak kımıldatmalıdır.

13) Boynu meshetmek: Başı ve kulakları meshettikten sonra, iki elin arkaları ile ve üçer parmakla, yeni bir suya gerek kalmaksızın boyun meshedilir. Boğazı meshetmek bid'attır.

14) Abdest organlarını, arada kesinti yapmadan yıkamak. Bir organ henüz kurumadan diğerini yıkamaya geçmek. Buna "Vila" denir. Havanın sıcaklığı sebebiyle yıkanan organın hemen kuruması vilaya engel değildir.
Bazı alimlere göre vila: Abdest alırken araya başka bir iş sokmamaktır.

ABDESTİN EDEBLERİ


1) Henüz vakit girmemişken abdest alıp namaza hazır bulunmak. Ancak özür sahibleri abdestlerini vakit girdikten sonra alırlar.

2) Kıbleye yönelerek abdesti almak.

3) Abdest sularının elbiseye sıçramaması için, yüksek bir yerde durmak.

4) Abdest alma sırasında zaruret olmadıkça dünya lakırdısı yapmamak.

5) Abdestin başından sonuna kadar niyeti unutmayıp kalbde tutmak ve her organı abdest niyeti ile yıkarken Besmele çekmek ve dua etmek. Salat ve selam getirmek.

6) Elleri yıkarken dar olmayan yüzükleri oynatmak. Eğer yüzük dar ise, muhakkak suretle yüzükleri oynatıp altına su geçmesini sağlamak gerekir.

7) Abdest alırken ağıza ve buruna sağ el ile su vermek ve sol el ile sümkürmek.

8) Abdest için yeterinden fazla su harcamamak. Organlardan su damlamayacak kadar da kısıntı yapmamak. Deniz kenarında bulunulsa bile, gereksiz su harcamak kerahet olur.

9) Abdest suyu güneşte ısıtılmış olmamalıdır.

10) Abdest tamamlanınca kıbleye karşı şehadet kelimelerini okumak. Bir hadis-i şerifin anlamı şöyle: "Sizden biriniz abdest alırda, abdestini noksansız tamamlar ve sonra: "Şahidlik ederim ki, Yüce Allah'dan başka ibadet edilecek varlık yoktur; Hazret-i Muhammed de 0'nun kulu ve Resulüdür; derse ona cennetin sekiz kapısı açılır. Artık dilediği kapıdan cennete girer."

11) Abdestin sonunda bir veya birkaç defa "Kadir" suresini okumak.

12) Abdest aldıktan sonra, eğer kerahet vakti değilse, iki rekat namaz kılmak.

ABDESTİN SIHHATİNE ENGEL OLMAYAN ŞEYLER

1- İyileşip de henüz kabuğundan ayrılmamış olan bir çıbanın içini yıkamak gerekmez.

2- Boyacıların tımaklarında kalan boyalar, zaruret gereği abdestlerine zarar vermez.
 Fakat bir zarurete bağlı olmaksızın tırnakların üzerinde ince bir tabaka teşkil eden ve altlarına su işlemesine engel olan boyalar, abdeste manidir. Abdest organlarına yapışan hamur, mum, çapak, balık pulu gibi şeyler de böyledir.

3- Abdest organlarından birinin bir zarurete dayanarak yıkanamaması veya meshedilememesi, abdestin sıhhatına engel olmaz. Örnek: Bir yarayı veya ayakta bulunan bir yanık yerini yıkamak eğer sahibine zarar verirse bunlar meshedilebilir, mesh de zarar verirse terk edilir.
Yine, bir yaranın üzerinde bulunan ilaç, yara yerini taşmış olursa, bu taşan kısım yıkanır; fakat yıkanması zarar verirse, mesh ile yetinilir.

4- Abdest alırken veya abdestten sonra, bir abdest organının yıkanıp yıkanmamış olmasında şüpheye düşünürse bakılır:
Eğer şüpheye düşen kimse, her zaman şüphelenmiyorsa, o organını (uzvunu) yıkar. Fakat vesveseli bir kimse ise yıkamaz, onun şüphesine bakılmaz.

5- Bir kimse abdest aldığını sağlam olarak bildiği halde, abdestini bozup bozmadığı üzerinde şüpheye düşse, o kimse abdestli sayılır. Kesin olarak bilinen bir şey şüphe ile ortadan kalkmaz. Aksine abdestini bozmuş bulunduğunu kesinlikle bildiği halde, sonradan abdest alıp almadığından şüphe eden kimse de abdestsiz sayılır.

6- Abdest organlarından birini veya birkaçını yitirmiş olan kimse, mevcut bulunan organlarını yıkar. Ayakları kesilmiş olan kimseden bunları yıkamak farziyeti düşer ve bu durum abdestin sıhhatine engel olmaz.

ABDESTİ BOZAN ŞEYLER

1) Önden ve arkadan kan, irin, meni, sidik, gaita (necaset) gibi bir pisliğin veya herhangi bir sıvının çıkması, abdest ve gusulde yıkanması farz olan yere kadar taşmasa bile, abdesti bozar.

2) Arka taraftan yel çıkması.

3) Ağızdan ve burundan, ön ile arkadan başka herhangi bir organdan sıvı halinde kan çıkması. Şöyle ki: Akıcı bir halde ağızdan çıkan kan, tükürükten fazla veya ona eşit ise, abdesti bozar, değilse, bozmaz. Bu renginden anlaşılır. Diğer yerlerden çıkan kan ise, çıkış yerinden yanlarına taşınca abdesti bozar. İğne ucu gibi çıkıp da yerinde kalan kan damlası abdeste engel olmaz. El veya parmak ile silinmesi de zarar vermez. Yaradan çıkan irin ve sarı sular da hüküm bakımından aynıdır.

Vücuttaki kabarcıklardan çıkan saf su da, sahih görüşe göre, kan hükmündedir. Diğer bir görüşe göre böyle bir suyun çıkması abdesti bozmaz.

4) Ağız dolusu kusmak. Şöyle ki: Kolaylıkla yutulmayacak kadar ağızdan yemek, su ve safra gibi şeylerin gelmesi abdesti bozar. Bu maddeler bir mecliste azar azar gelip de bir ağız dolusu miktarına ulaşmış olsalar yine hüküm aynıdır. Abdest bozulur.

5) Az veya çok bir zaman bayılmak, çıldırmak, yürürken irade dışında sallanacak şekilde sarhoş olmak. Bu sarhoşluk bir zorlama sonucu olsa, yine hüküm değişmez.

6) Rükûlu ve secdeli bir namazda iken mükellef bir insanın kasden veya yanılarak uyku halinde olmaksızın, yanındakiler işitecek kadar kahkaha ile gülmesi, hem abdestini, hem de namazını bozar. Çocuğun veya uyuyanın kahkaha ile gülmeleri, sadece namazı bozar, abdesti bozmaz.

7) Çocuk doğurmak. Çocuğun doğması ile kan görülmese bile abdest yine bozulur.

8) Kadının tenasül organı içine veya dışına tıkanan bez veya pamuğun yaş olarak dışarıya çıkması veya çıkarılması abdesti bozar. Şöyle ki: Bu organın dış kısmına tıkanan pamuğun iç tarafı ıslanmış olunca, abdest bozulmuş olur. Pamuğun dışına ıslaklığın geçmesi şart değildir. Fakat bu organın iç kısmına tıkanan pamuğun dışarısına kadar yaşlık gelmedikçe, abdest bozulmaz.

9) Yan üstü yatarak, bağdaş kurarak, dirseklere dayanarak, ayakları yan taraftan çıkarıp oturarak, namaz dışında secde haline geçerek uyumak abdesti bozar. Yine oturur vaziyette uyurken yere düşmese bile, kıçı yerden kesilip yükselmiş olsa abdesti bozulur.

ABDESTİ BOZMAYAN ŞEYLER

1) Bir hastalık olmaksızın gözden gelen yaş ve su veya ağlamak.

2) Yara ve benzeri yarıklar içinde görülen ve dışarıya çıkmayan kan, irin ve sarı sular.

3) Bir yaradan kopan deri parçası.

4) Mayasıl ıslaklığı ve parmaklar arasındaki pişinti.

5) Yarıdan az olmak şartı ile donmuş kanın tükrük veya sümüğe bulaşmış olması.

6) Kulaktan, burundan veya yaradan kurt çıkması. Bu kurt temizdir, üzerindeki yaşlık ise azdır, onda akıcılık kuvveti yoktur.

7) Ağız dolusu olmayan kusuntu.

8) Baştan inen veya içeriden yükselip çıkan balgam, ağız dolusu olsa bile, abdesti bozmaz. Çünkü balgam yapışkan ve kaypak olduğundan pisliği içine çekmez. Üstündeki yaşlığı ise azdır.

9) Kokusu olsun veya olmasın, erkek ve kadının tenasül organından çıkan yel.

10) Pıhtılaşmış bir halde kusulan kan parçası.

11) Baştan buruna veya kulağa kadar akıp gelen, fakat gusülde yıkanması farz olan yere taşmayan kan.

12) Kullanılan misvak (ve fırça) üzerinde veya ısırılan sert meyvalar üzerinde görülen ve akıcılığı bilinmeyen kan izleri.

13) Pire, kene, sivri sinek, kara sinek gibi haşeratın karınları doluncaya kadar emdikleri kan.
Sülüğün karnı doluncaya kadar kan emdikten sonra düşmesi halinde kendisinden kan çıkarsa abdesti bozar.

14) Saçların tıraş edilmesi, tırnakların kesilmesi.

15) Kıçı tamamen yere yerleştirmek suretiyle oturarak uyumak.

16) Namazda iken ayakta, oturarak, rükûda ve secdede uyumak.

17) Namaz dışında, cenaze namazında ve tilavet secdesinde kahkaha ile gülmek.

18) Ne kendisinin, ne de başkasının duyamayacağı bir sesle gülümseme (tebessüm). Bununla abdest bozulmayacağı gibi, namaz da bozulmaz. Fakat yalnız kendisinin işitebileceği bir sesle gülmek, abdesti bozmasa da namazı bozar.

Not: Bu gibi ihtilaflı meselelerde ihtiyata riayet edilmesi daha iyidir. Hanefî mezhebinde olan bir kimse, kendi mezhebine göre abdesti bozmayıp başka mezhebe göre abdesti bozan bir hal ile karşılaştığı zaman, ihtilaftan kurtulmak için abdest almalıdır. Böyle hareket etmek, bilhassa imamlar için mendubdur.


Ömer Nasuhi Bilmen- Büyük islam İlmihali