29 Ocak 2017 Pazar

Hz. Peygamber’den (sas) İman Talimi-M.Emin Yıldırım

“Bir Müslümanın öncelikli olarak öğrenmesi gereken meseleler nelerdir?”

Bu soruya İbn Hacer el-Heytemi şöyle cevap veriyor:

Bir Müslüman şu üç şeyi öğrenmelidir:

1. Sağlam bir kaynaktan akidesini
2. Temel mükellefiyetlerini, ibadet fıkhını ve kendi ilmihalini (özellikle ne iş yapıyorsa, o işi ile alakalı fıkhı)
3. Kalbin amellerini ve kalbinin hastalıklarını giderecek adımları

Bizim Darü’l-Erkam çalışmamızda, oradaki eğitim usulünü üç alana ayırmıştık:

Sağlam bir akidenin inşası
Akli Eğitim
Ruhi Eğitim

Bu üç alanı 3 S ile formüle edelim:

Sahih Bir İman
Salih Bir Amel
Selim Bir Kalp

Üç soru:

İmanın, sahih bir iman olduğunu nasıl anlayabiliriz?
Amelin, salih bir amel olduğunu nasıl tespit edebiliriz?
Kalbin, selim bir kalp olduğuna nasıl hükmedebiliriz?

Kalbin, selim bir kalp olduğuna nasıl hükmedebiliriz?

1. Sahih bir imanı tereddütsüz bir şekilde tasdik ederse
2. Sürekli Allah’ı anar, iman hakikatleri üzerinde tefekkür yaparsa
3. Öğrendiği ilmi, amele dönüştürmeyi en öncelikle mesele olarak görürse
4. Kalbini her türlü şirkten, nifaktan, kibirden, ucbtan ve hasetten korumaya çalışırsa
5. Kaçınılmaz son olan ölümü unutmadan, hep hesap verme endişesi taşırsa

Amelin salih bir amel olduğunu nasıl tespit edebiliriz?

1. Sağlam bir iman üzerine yapılırsa
2. Kur’an’a ve Sünnet’e uygun olursa
3. Doğru zamanda, doğru iş, ortaya konursa
4. Kendisine faydası olduğu gibi başkalarına da faydası dokunursa
5. Bir zararı ve kötülüğü ortadan kaldırıp, iyiliği ve yararı insanlara sağlarsa

İmanın sahih bir iman olduğunu nasıl anlayabiliriz?
1. Esaslarını Kur’an’dan alıyorsa
2. Örnekliğini Peygamber’den kavrıyorsa
3. Açıklamalarını Sahabe’den öğreniyorsa
4. Tartışmaları Selef-i Salih’inden sonlandırıyorsa
5. Yolunu Sevad-ı A’zam olarak Müslümanların yolu olarak ediniyorsa…

Hz. Peygamber’den (sas) İman Talimi

Talim, Hz. Peygamber’in (sas) 5 temel görevinden biridir.

Tebliğ, Davet, Tebyin, Talim ve Tezkiye…


‘Allah Resulü (sas) ) müminlere neleri tâlim etmiş/öğretmiştir?’

– Vahiyden mahrum olan yüreklere vahyin mesajlarını taşıyarak Allah’ın (cc) muradını öğretmiştir.
– Şekle ve sadece görünene takılıp da, işin iç yüzünü ve özünü ihmal edenlere hikmeti öğretmiştir.
– Nasıl kulluk edileceğini bilmeyenlere bu işin yöntem ve usulünü hayatı ile göstererek öğretmiştir.
– Neye, ne kadar, nereye kadar değer verilmesi gerektiğini öğretmiştir.
– Kurulması ve devam ettirilmesi en zor olan dünya ve ahiret dengesinin nasıl olması gerektiğini öğretmiştir.

Allah Resulü (sas) Tâlim Görevini Nasıl Yapmış, Nasıl Uygulamıştır?
1. Tatbik
2. Tedric
3. Tadil
4. Tashih
5. Taltif

Hz. Peygamber (sas) imanı nasıl talim etmiştir?

1. Ayrıntılara ve tartışmalara kapı açmadan çok sade ve duru bir şekilde iman esaslarını öğretmiştir.

“Siz bununla mı emredildiniz, yoksa ben size bunun için mi gönderildim? Bilin ki, sizden öncekileri, dini meselelerdeki münakaşalarının çokluğu ve peygamberleri hakkında düştükleri ihtilafları helak etmiştir.” (Tirmizî, Kader, 1)

2. Öncelikle muhataplarını ümmileştirmiş, zihin ve kalplerinde var olan perdeleri kaldırmış, sonra onlara imanı talim etmiştir.

Hz. Peygamber’in muhatapları:

Çeşitli Müşrikler
Az sayıda Hanifler
Yahudiler
Hıristiyanlar
Sabiler
Hanifler

Ümmileştirmek, cahilleştirmek demek değil, tabir caiz ise fabrika ayarlarına geri dönmektir.

İnsanın fabrika ayarları fıtrattır. Fıtratına dönen, Allah’a döner.

İman ön bilgi, inkâr ön yargı idi.

“İmrân’ın hareketinden dolayı ağladım! Babası içeri girdiği zaman İmrân ne ayağa kalkmış, ne de yüzüne bakmıştı. Fakat Husayn, Müslüman olunca babalık hakkını ödedi.” (İbn Hacer, el-İsâbe, 1/337-338)

3. İmanın anlaşılması için temel kavramları ortaya koymuş ve o kavramlar üzerinden imanı onların dünyasına taşımıştır.

Ebû Hureyre radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre, Rasülullah sallallahu aleyhi ve sellem: “Müflis kimdir, biliyor musunuz?” diye sordu. Ashab: Bizim aramızda müflis, parası ve malı olmayan kimsedir, dediler. Rasülullah sallallahu aleyhi ve sellem:“Şüphesiz ki ümmetimin müflisi, kıyamet günü namaz, oruç ve zekat sevabıyla gelip, fakat şuna sövüp, buna zina isnad ve iftirası yapıp, şunun malını yiyip, bunun kanını döküp, şunu dövüp, bu sebeple iyiliklerinin sevabı şuna buna verilen ve üzerindeki kul hakları bitmeden sevapları biterse, hak sahiplerinin günahları kendisine yükletilip sonra da cehenneme atılan kimsedir” buyurdular. (Müslim, Birr, 59; Tirmizî, Kıyamet, 2)

4. İman meselesinin önem ve değerini her fırsatta gündeme taşımış, kabulünün neler kazandırtacağını, inkârının nelere yol açacağını net bir şekilde ortaya koymuştur.

Muâz İbni Cebel radıyallahu anh anlatıyor:

Bir seferde Hz. Peygamber’in maiyyetinde idim. Bir gün, bir anda kendimi Resûlullah’ın yanında buldum. Yürüyorduk. Hemen kendisine;

– Ya Rasûlalllah! Bana, beni cennete girdirecek, cehennemden uzak­laştıracak bir iş (amel) öğret! dedim.

– ” Çok büyük bir şey istiyorsun. Ancak bu, Allah’ın kolay kıldığı kişi için pek kolaydır: Hiç bir şeyi ortak koşmadan yalnızca Allah’a kulluk edersin. Na­mazı dosdoğru kılarsın. Zekâtı verirsin. Ramazan orucunu tutarsın. Ka’beyi haccedersin.” buyurdu. Sonra ilâve etti:

– “Dikkat et. Şimdi sana hayır kapılarını haber vereceğim: Oruç kalkandır. Sadaka, suyun ateşi söndürmesi gibi günahın azabını söndürür. Kişinin gece yarısı kıldığı namaz da günahı söndürür.”

Bundan sonra Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem “Korkuyla ve umutla Rablerine kulluk yaptıkları için vücutları yataklarından uzak kalır ve kendilerine verdiğimiz rızıktan Allah yolunda harcarlar. Yaptıklarına karşılık olarak, onlar için ne mutluluklar saklandığını hiç kimse bilemez.” (Secde 32/16-17) âyetini okudu.

Daha sonra Rasûl-i Ekrem şöyle buyurdu:

“- Sana bütün işlerin başını, ana direğini ve doruk noktasını bildireyim mi?” Ben:

– Evet, bildiriniz Ya Rasûlallah! dedim.

“- İşin başı İslâm, direği namaz, doruğu/zirvesi cihaddır” buyurdu.

Sonra;

“- Sana bütün bunların kıvamının kendisine bağlı olduğu şeyi (can dama­rını) bildireyim mi?” dedi.

Ben;

– Evet, bildir Ya Rasûlallah! dedim. Bunun üzerine Hz. Peygamber dilini tuttu ve;

“- Şunu koru!” buyurdu. Ben;

– Ya Rasûlallah! Biz konuştuklarımızdan sorgulanacak mıyız? de­dim.

“-Annen yokluğuna yansın ey Muâz! İnsanları yüzüstü (veya burunları üzerine) cehenneme sürükleyen, ancak dillerinin ürettikleridir!” buyurdu. (Tirmizî, Îman, 8; İbn Mâce, Fiten, 12),


5. İmanın lezzet ve tadına varmaları için, yol ve yöntemi göstermiş, yüreklerine atılan iman tohumunun meyveye durması için sürekli irtifa kaydeden bir menhec belirlemiştir.

“Allah’ım! Bizlere imanı sevdir ve onu kalplerimizin ziyneti kıl. Küfrü, fıskı/her türlü çirkinliği, taşkınlığı ve yine sana karşı isyanı ise bize kerih göster. Bizleri aklî olgunluğa ermiş olanlardan eyle.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/424)

Hadis kitaplarımızda geçen “halâvetü’l-İman” veya “ta’mü’l-iman” ifadeleri imanın tadının nasıl elde edileceğine dair bizlere yol gösteriyor.

“Üç şey kimde bulunursa o, imanın tadını almış demektir: Allah ve Resulü’nü her şeyden ama her şeyden daha fazla sevmek; sevdiğini sadece ve sadece Allah için sevmek; iman ettikten sonra tekrar küfre dönmeyi, ateşe/cehenneme atılıyor gibi kerih görmek.” (Buhârî, Îmân 9, 14, İkrah 1, Edeb 42; Müslim, Îmân 67.Ayrıca bk. Tirmizî, Îmân 10)

“Bir kadın kocasının meşru isteklerini yerine getirmedikçe asla imanın tadına erişemez.” (Hâkim, el-Müstedrek, c. 4, s. 190)

Abdullah b. Mes’ud rivayet ediyor, Efendimiz (sas) buyurmuşlardır ki: “Üç haslet vardır ki bunlar kimde bulunursa imanın tadını tatmış olur: Haklı olduğu halde tartışmayı bırakmak, şakada olsa yalan söylememek, başına gelen bir belanın illede daha önce yaptığı bir hata nedeni ile olmadığını veya yaptığı bir hatanın sebebiyle başına bir bela geleceği korkusuna kapılmamak!” (Taberani, Mu’cemü’l-Kebir, c. 9, s. 157)

Bizzat İbn Abbas’ın kendi lisanından dinliyoruz. “Bir gün Allah Resûlü’nün terkisine binmiştim. Yolda bana: ‘Yavrucuğum! Sana bazı sözler öğreteceğim, onları ezberle, hiçbir zaman aklından çıkarma’ dedi. Şöyle devam etti: “Allah’ın hakkını korursan Allah’ta seni korur, onu istediğin zaman yanında bulursun. Geniş zamanda Allah’ı an ki, Allah da dar zamanda seni ansın, imdadına yetişsin. Bir şey isteyeceğinde sadece ve sadece Allah’tan iste! Yardıma ihtiyacın olduğunda, sadece ve sadece Allah’tan dile! İyi bil ki, bütün insanlar sana yardım etmek istese, Allah dilememişse, hiç kimse sana yardım edemez. İnsanların hepsi isteseler bile Allah’ın dilediği bir musibeti asla kaldıramazlar. İyi bil ki zafer, sabırla elde edilir. Hoşuna gitmeyen durumlara sabretmekte pek çok hayır vardır. Genişlik sıkıntıdan sonra gelir. Zorlukla birlikte kolaylık vardır. İyi bil ki, başına gelenler bir hatandan dolayı gelmediği gibi, yapmış olduğun hatalar musibetine neden olmaz. Allah’ın yazıp takdir ettiğinden başkası olmaz. Kalem kurudu, sahifeler dürüldü. Allah’a, O’nu severek, isteyerek ve yakîn ile yani görüyormuşçasına ibadet et!” ( Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 1/293; Taberânî, Mucem, 11/123; İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-Gâ
be, 3035)

http://www.siyervakfi.org/hz-peygamberden-sas-iman-talimi/

26 Ocak 2017 Perşembe

RABBİMİZİN cc 38.NASİHATI

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"

Bismillahirrahmanirrahim

Yüce Allah
(Celle celaluhu) şöyle buyurmaktadır:

"Ey âdemoğlu! Hayır işle. Hayır cennetin anahtarıdır ve oraya götürür. Şerden sakın, o cehennemin anahtarıdır; sonuçta sahibini oraya sürükler.

Ey âdemoğlu! Bil ki inşa ettiklerin yıkılacak, ömrün harap, bedenin toprak olacak. Birikimlerin vârislerinin, nimetler de başkasının eline geçecek. Bütün bunlardan sana kalan, hesabı, pişmanlığı ve cezasını çekmek olacak.
Kabirdeki arkadaşın amelindir. Hesaba çekilmeden önce sen kendini hesaba çek ve itaatime yapış, bana isyandan sakın. Sana verdiğime rıza göster, şükredenlerden ol.


Ey âdemoğlu! Güle güle günah işleyeni ağlaya ağlaya ateşe atarım. Benden korkarak ağlayanı, gülerek cennete koyarım.

Ey âdemoğlu! Hesaba çekileceği gün fakirlerden olmayı temenni edecek nice zenginler vardır.
Nice zalimler de vardır ki, ölüm onları zelil kılmıştır.
Nice tatlılıklar var ki, ölüm onları acılaştırmıştır.
Hallerinden memnun ve mutlu niceleri var ki, ölüm bu sevinçlerini zehir etmiştir. Nice kısa anlık sevinçlerin sonu, uzun hüzünler olmuştur.


Ey âdemoğlu! Hayvanlar senin ölüm hakkındaki bilgine sahip olsa açlık ve susuzluktan ölene kadar yemeden içmeden kesilirlerdi.


Ey âdemoğlu! Sana ölümden ve onun şiddetinden başka bir ceza verilmeyecek olsaydı dahi, bunun şiddetinden geceleri sükûnet içinde olmaman, gündüzleri rahat bulmaman gerekirdi. Ölümün acısı bu ise, ya ardındaki daha şiddetli durumlarda halin nice olur?

Ey âdemoğlu! Âhiret yaşamında ulaşacağın nimetler vesilesiyle ölüm sırrını arkanda bırak, dünyada esef duyacağın tek şey elden kaçırdığın hayırlar olsun.
Dünya hayatında elde ettiklerinle şımarma, elinden çıkanlar için de üzülme.


Ey âdemoğlu! Seni topraktan yarattım, tekrar toprağa döndüreceğim ve bir kez daha topraktan dirilteceğim.
Dünya ile vedalaş ve ölüme hazırlan. Bil ki ben bir kulu sevdiğimde, dünyayı ondan uzak tutar ve onu âhiret için çalıştırırım. Ona dünyanın kusurlarını gösteririm; böylece ondan sakınır, cennet ehlinin amelleri ile meşgul olur. Ben de bunun üzerine onu rahmetimle cennete dahil ederim.
Bir kuluma da buğzedersem, ona beni bıraktırır, dünya ile meşgul eder ve dünya ameli için çalıştırırım. Böylelikle ateş ehlinden olur, onu cehenneme dahil ederim.

Ey âdemoğlu! Uzun bile olsa her ömür fânidir. Tıpkı bir gölgenin uzantısı gibi kısacık bir an durur; fakat bir daha geri dönmemek üzere kaybolur gider.


-Ey âdemoğlu! Seni yaratan benim, sana rızk veren de. Sana can veren de senden canını alacak olan da benim. Yine seni diriltecek olan ve hesaba çekecek olan da benim. Sen, kendine herhangi bir yarar yahut zarar vermeye, hayata, ölüme ve dirilmeye sahip olmadığın halde, işlediğin kötü işlerin karşılığını göreceksin.


Ey âdemoğlu! Bana itaatte bulun ve bana hizmet et. Rızkın için endişe etme, ben onun için sana yeterim. Senin için bizzat benim karşılayacağım şeylerin derdini kendine yük etme!


Ey âdemoğlu! Sana takdir edilmemiş ve ulaşamayacağın bir şeyin yükünü niçin çekersin? İşlemediğin bir amelin sevabını alamayacağın gibi sana takdir edilmemiş bir şeye de sahip olamazsın.

Ey âdemoğlu! Yolu ölüm olan biri dünya ile nasıl sevinebilir? Evi kabir olan biri dünya yurdundaki evi ile nasıl mutluluk duyabilir?


Ey âdemoğlu! Şükrünü eda ettiğin az bir mal, şükrünü yapamayacağın çok maldan hayırlıdır.


Ey âdemoğlu! En hayırlı malın, önden gönderdiğindir. En hayırsızı ise ardından dünyada bıraktığındır. Nefsin için önden hayır yolla, ölümden önce onu yanında bulursun.


Ey âdemoğlu! Dertli olana dertten kurtuluş veren, istiğfar edeni affeden, tövbe edeni sakındıran, çıplağı giydiren, korku içinde olanın korkusunu gideren, aç olanı doyuran benim. Kulum bana itaat ve kulluk üzere bulunur, emrime razı olursa onun işlerini kolaylaştırır, gücüne güç katar, göğsüne genişlik veririm.


Ey Musa! Her kim yetimin ve fukaranın malı ile zenginleşirse onu dünyada fakirleştirdiğim gibi âhirette de azaba çarptırırım. Kim fakirlere ve zayıflara karşı kibirlenip merhametsizlik ederse, onun binasını harap eder, cehennemi ona mesken yaparım.

'Şüphesiz ki bunlar, evvelki sahîfelerde, İbrahim ve Musa'nın sahîfelerinde de mevcut olan öğütlerdir.'A'lâ 87/18-19.


Rabbimizin 104 Kitaptaki Öğütleri (Meva'ız-i Kudsiyye)

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

24 Ocak 2017 Salı

Sadece içki sofrasında oturmak mı?-Faruk Beşer


...Öncelikle biz Kur'an-ı Kerim'in ve Sünnetin getirdiği hükümlerin belli bir tarihle sınırlı olmadığını, yani Kur'an-ı Kerim'e tarihselci bir okuyuşla bakılamayacağını söylüyoruz...


...şu hadisi şerif ve ayeti kerimelerin hükmü halen devam ediyor:

Resulüllah Efendimiz (sa) buyurdular ki, “Allah'a ve ahiret gününe imanı olan, içki içilen sofrada oturmasın” (Müsned, sahih). Bunun onun kendi zamanıyla sınırlı olduğunu gösteren bir delil yok. O halde bu yasağın delinmesi için olsa olsa bir zaruretin bulunması gerekir. O zaman da zaruret nedir? Bulunup bulunmadığını kim ve nasıl belirleyecek sorusuyla karşılaşırız. Oturmazsam beni kınarlar, müşterimi kaybederim, işimden olurum gibi bahaneler zaruret olabilir mi?

Şimdi şu ayeti kerimelere de bakalım ve ince Müslüman olabilmenin bir iman ve kararlılık meselesi olduğunu görelim.

“Müminleri bırakıp da kâfirleri dost edinenler izzeti onlarda mı arıyorlar. Oysa izzet bütünüyle Allah'ındır”.

..“Allah size kitapta daha önce de bildirmişti ki,ayetlerinin inkâr edildiğini ya da alaya alındığını duyduğunuzda, bunu yapanlar bir başka söze geçinceye kadar onlarla oturmayın.Yoksa siz de onlar gibi olursunuz. Allah münafıkları da kâfirleri de hepsini birden Cehennemde toplayacak” (Nisa 4/139, 140)...

...Ayeti kerimelerden, dolaylı olarak şu mana da anlaşılır; demek ki, mümin Allah'ın ayetleriyle alay edilen bir mecliste oturamaz, ama böyle bir alay ve aşağılama söz konusu değilse müşriklerle de fasıklarla da oturulup konuşulabilir...

...Derler ki, içki içerken yakalanan bir grubu beşinci Raşit Halife Ömer bin Abdülaziz'e getirirler. Halife onlara içki cezasının/haddinin uygulanmasını söyler. Ama içlerinden birisi oruçlu bir insandı derler. Halife şu cevabı verir: O halde haddi uygulamaya ilk ondan başlayın. Allah'ın “O'nun ayetlerinin inkâr edildiğini ya da alaya alındığını duyduğunuzda… Yoksa siz de onlar gibi olursunuz” ayetini duymadı mı? Yani içki içenler Allah'ın ayetlerini inkâr ediyor ya da alaya alıyordu demektir.


Yazının tamamı için:

20 Ocak 2017 Cuma

MEŞRIK-I NUR (Nurun Kaynağı-Abdest)

Ebu Hureyre radıyallahu anh anlatıyor;

Rasûlullah Sallallahü Aleyhi ve Sellem buyurdular:


“Şüphesiz ki benim ümmetim, kıyamet gününde, abdest izlerinden dolayı yüzleri nurlu, elleri ve ayakları parlak olarak çağırılacaktır. Yüzünün nûrunu artırmaya gücü yeten kimse bunu yapsın” Buhârî, Vudû‘ 3; Müslim, Tahâret 35

Abdest, İslam'da bazı ibadetlerin yerine getirilmesi için yapılan ve bizzât kendisi ibadet olan temizlenmedir.
Abdest kelimesinin Arapça aslı Vudû'dur. Vudû , maddi ve manevi kirlerden arınmak,temizlenmek demektir.

Osman ıbn Affan radıyAllahu anh anlatıyor;

" Resulullah aleyhisselatu vesselam buyurdular ki; 'Kim abdest alır ve abdestine özen gösterirse, hataları vücudundan tırnak diplerine varıncaya kadar dökülür.' " BUHARİ,VUDU (25); MÜSLİM, TAHARET 8,(229)

Abdest, her amel ve ibadet için değil,başta namaz olmak üzere bazı ibadetler için FARZ kılınmıştır.

Allah-u Teala buyuruyor ki;

"Ey iman edenler,namaza kalkacağınız zaman yüzlerinizi,dirseklere kadar ellerinizi ve - başlarınıza mesh edip- her iki topuğunuza kadar da ayaklarınızı yıkayın.Eğer cünüp iseniz iyice yıkanarak temizlenin.Hasta olursanız veya seferde bulunursanız veya biriniz abdest bozmaktan(def-i hacetten) gelir veya kadınlara dokunur (cinsel ilişkide bulunur) da su bulamazsanız,o zaman temiz bir toprağa yönelin. Onunla yüzlerinizi ve ellerinizi meshedin (teyemmüm edin). Allah size herhangi bir güçlük çıkarmak istemez. Fakat o sizi tertemiz yapmak ve üzerinizdeki nimetini tamamlamak ister ki şükredesiniz." MAİDE SURESİ,6. AYET

Ayet- i Kerime'de mü’minlere , namaza kalktıkları zaman abdest almaları emredilmektedir.

Müfessir Taberi, Ayet'in tefsirini şöyle yapmıştır;

" Bu emir, abdestsiz olanlar için farz, abdestli olanlar için ise menduptur. Nitekim Resulullah sallallahu aleyhi vessellem Mekke fethedilmeden önce her vakit için yeni bir abdest alarak ümmetine, her vakit namaz için abdest yenilemenin faziletli bir amel olduğunu öğretmiş, Mekke fethedildikten sonra da tek bir abdestle birçok namazını kılmış böylece asıl farz olanın abdestli olmak olduğunu ümmetine beyan etmiştir."

Müslüman'ın sürekli abdestli olması SÜNNET'tir. Peygamber'imiz aleyhisselatu vesselam abdestsiz gezmemiştir.

Ebu Hureyre radıyAllahu anh anlatıyor;

" Resulullah aleyhisselatu vesselam buyurdular ki; 'Ümmetim, kıyamet günü çağırıldıkları vakit abdestin izi olarak ( nurdan ) bir parlaklıkları olduğu halde gelirler. Öyleyse kimin imkânı varsa parlaklığını arttırsın.' " BUHARİ ; VUDÛ 3, MÜSLİM ;TAHARET 34-35-40 (246-250) ; NESAİ; TEHARET 110(1-94-95)

Ibn Ömer radıAllahu anh anlatıyor;

"Resulullah aleyhisselatu vesselam buyurdular ki ; 'Kim abdestli olduğu halde abdest tazelerse , Allah, bu sebeple kendisine on ( misli) sevap yazar.' " - TİRMİZİ ,TAHARET 44 (59)-

EN GÜZEL ŞEKİLDE ABDEST NASIL ALINIR?

- Abdeste , niyet ederek ,'eûzü besmele' ile başlanır.

Hz. Ebu Hüreyre radıyallahu anh anlatıyor;

"Resülullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular: 'Abdesti olmayanın namazı yoktur. Üzerine Allah'ın ismini zikretmeyen kimsenin abdesti de abdest değildir.' " - Ebu Dâvud, Tahâret 48, (101)-

-Sağ elden başlayarak üçer kere eller bileklere kadar , hilâllenerek yıkanır.

Hilâllemek: el parmakları birbirine sokularak yapılır.

- Elleri yıkadıktan sonra üç kez ağıza ,sağ el ile, ağız dolusunca su alınır. ( Buna 'mazmaza' denir.) Mazmazada su, boğaza kadar iner. Oruçlu olanlar mazmazayı bu derecede yapmazlar.

-Sonra üç kez de burnun katı yerine kadar gidecek şekilde buruna,sağ el ile su verilir ve sol el ile sümkürülür. (Buna 'iştinşak' denir.) Oruçlu olanlar istinşakı bu derecede yapmazlar.

-Üç kez yüz yıkanır. Yüz denilen organ, iki kulak memesi arasındaki yer ile alnın saç biten yerinden, çene altına kadar olan kısımdır.

Yüzde sakal sık olunca, onun üstünü yıkamak yeterlidir, altındaki deriyi yıkamak gerekmez. Fakat sakal seyrek olunca, altındaki deri kısmınıda yıkamak gereklidir.

- Sağ koldan başlayarak, üç kez, kollar dirseklere kadar ovalanarak yıkanır.

- Ardından sıra, baş, kulak ve boyunun meshedilmesine gelir.

Başın tamamını bir su ile meshetmek Sünnet'tir. Buna 'kaplama mesih' denir.

Şöyle yapılır;

Her iki el tamamen ıslatılır. Bu iki elin baş parmakları ile işaret parmaklarından sonra gelen üç parmak birbirine bitiştirilir.

Bu ellerin ayaları yukarı kaldırılıp , o bitişik parmaklar uç uca gelmek üzere birbirine yaklaştırılır.

Böylece bitişik halde olan iki elin parmakları başın ön tarafından enseye kadar çekilir. Sonra, ellerin ayaları başın iki tarafına yapıştırılarak ense tarafından başın önüne kadar çekilir. Böylece, bütün başın meshi bitmiş olur.

* Bununla beraber başın her tarafı istenildiği bir şekilde meshedilebilinir.

-Başın meshinden sonra su almadan, kulak meshine ardından da boyun meshine geçilir.

Kulak meshi şöyle yapılır; Serçe parmaklar kulak deliklerine sokularak kımıldatılmalıdır.

Boyun meshi ise şöyledir; iki elin arkaları ile üçer parmakla ( işaret- orta- yüzük parmaklar) ,yeni suya gerek kalmaksızın boyun mesh edilir. Boğazı meshetmek ise bid'attir.

- Önce sağ ayaktan başlayarak, her bir ayağı üç kere hilalleyerek, ayak bileklerine kadar topukları ise üç kere ovalayarak alınır.

Abdest tamamlanınca Kelime- i Şehadet getiririz.

Resulullah sallahu aleyhi vessellem buyurdular ki;

"Sizden kim abdestini alır ve bunu en güzel şekilde yapar,sonra da ; ' Eşhedu en lâ ilâhe illallah vahdehu la şerike leh ve eşhedu enne Muhammedun abduhu ve Resuluhu ' derse ,kendisine cennetin sekiz kapısıda açılır; hangisinden isterse oradan cennete girer."
EBU DAVUD,TAHARET 65 (169) ; TİRMİZİ ,TAHARET 41 (55)

ABDEST ALIRKEN DİKKAT ETMEMİZ GEREKENLER
- Abdestin başından sonuna kadar niyeti unutmayıp kalpte tutmak.

-Elleri ve ayakları yıkamaya parmaklardan başlamak.

- El ve ayaklar yıkanırken parmakların arasını hilallemek.

El parmaklarının hilallenmesi; parmaklar birbirine sokularak yapılır.

Ayak parmaklarının hilallenmesi ise şöyle yapılır; Sol elin serçe parmağı ile sağ ayağın altından ve serçe parmağın arasından hilallemeye başlayarak sıra ile sol ayağın serçe parmağında sona erdirilmesi.
 (Parmakları akar suya koymak da hillaleme yerine geçer.)

-Misvak kullanmak. Misvakın pek çok yararları ve sevabı vardır. Dişleri temizler, ağız kokusunu giderir, vb.

Rasulullah aleyhisselatu vesselam buyuruyor ki;

"Ümmetime zor geleceğinden korkmasaydım,her abdestte misvak kullanmalarını emrederdim.”-BUHARİ,CUM’A 8 ,TEMENNİ 9,SAVM 27; MÜSLİM TAHARE 42;EBU DAVUD ,TAHARE 25-

Misvak bulunmaz veya kullanıldığında dişleri kanatırsa, onun yerine parmak kullanılabilinir. Şöyle ki; baş parmak ağzın sağ tarafına ,şahadet parmağı da sol tarafına salınarak üst ve alt dişler ovalanır.

-Mecbur kalınmadıkça dünya kelamı konuşmamak.

-Abdest alırken sıra gözetmek. Önce eller,sonra ağız,ardından burun....

-Abdest organlarını üçer kez yıkamak. Üçten fazla ya da az yıkamak sünnete aykırıdır. Ancak meshetmek bir keredir.

- Abdest organlarını, dökülen su ile iyice ovalamak.

-Abdest organlarını,arada kesinti yapmadan yıkamak. Buna “vila” denir.

*Havanın sıcaklığı sebebiyle yıkanan organın hemen kuruması vilaya engel değildir.

- Abdest suyunu bıyıkların ve kaşların altlarına ve yüzün çevresinden sarkmış bulunan fazla kıllara eriştirmek.

- Sakalın çeneden aşağıya uzamış kısmını meshetmek ve sık olan sakalı bir avuç su ile alt tarafından el parmakları ile hilallemek.

ŞEYTANIN TUZAĞINA DİKKAT!

Resulullah aleyhisselatu vesselam buyurdular ki;

" Abdest sırasında vesvese veren bir şeytan vardır. Adı da Velehân'dır. Öyleyse suyun vesvesesinden sakının!"TİRMİZİ,TAHARET 43(57) ; AHMED,V,136

Burada, abdest esnâsında meydana gelen vesveseye dikkat çekilmektedir.
Vesvese, şeytanın kalbe attığı şüphe , kararsızlık ve kuruntu halidir. Çoğu insan, abdest alırken uzuvlarını güzelce yıkamadığı ya da yıkamayı unuttuğu, üç kere değil de iki veya bir kere yıkadığı gibi vehimlere kapılır.

Böyle bir vesvese ilk defa vuku buluyorsa, abdest tekrar edilebilinir. Ama , mükerreren oluyorsa, mesela bir insan, abdest uzvunu yıkayıp yıkamadığından sık sık şüpheye düşüyorsa, hiç vesveseye meydan vermeden o uzvunu yıkadığını kabul ederek abdestini tamamlamalıdır.

Bir gün Resulullah aleyhissalatu vesselam yanındakilere: “Ne dersiniz,birinizin evinin önünden bir nehir aksa ve her gün o nehirde beş vakit yıkansa,bu durum o kişide kir namına bir şey bırakır mı?” diye sordular. Oradakiler –radıyAllahu anhum- “Hayır,o kişide kir namına bir şey bırakmaz.” dediler. Bunun üzerine Allah’ın Elçisi aleyhisselatu vesselam “İşte günde kılınan beş vakit namaz da böyledir. Allah onunla hataları siler.” buyurdu. –Buhari,Mevakit 6-

18 Ocak 2017 Çarşamba

Sünnet Işığında Tekfir Meselesi-M. Emin Yıldırım


"Yahudiler 71 fırkaya ayrıldılar. Onlardan ancak birisi cennette, 70’i nardadır. Hıristiyanlar ise 72 fırkaya bölündüler. Onlardan da 71’i narda, birisi cennettedir. Muhammed’in nefsi kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki; şüphesiz benim ümmetim de 73 fırkaya ayrılacaktır. Birisi cennette, 72’si narda olacaktır. Denildi ki; Ey Allah’ın Resulü! Onlar kimlerdir? Cemaattir." buyurdu.

Diğer bir rivayette ise Hz. Peygamber’in cevabı “Benim ve ashabımın bulundukları yol üzere olanlardır.” şeklindedir. (İbn Mâce, Kitabu’l-Fiten, 17; Tirmîzî, Kitâbu’l- İman, 18)

O yol nasıl bir yoldu? “Gecesi gündüz kadar aydınlık bir yoldu!”

Kimsenin bu yolu daraltmaya, karartmaya, eğriltmeye, engebeli bir hale getirmeye hakkı yoktur.

Hiç kimsenin “ben fırka-ı naciyeyim, diğerleri fırka-ı dalle’dir demeye hakkı yoktur. Hak, “ben nasıl fırka-ı naciye’den olurum” derdini kuşanmaktır.

Tarih boyunca bu ana yoldan malumunuz sapanlar oldu. Mutezile, Mürciye, Haricilik, Şia, Cebriye, Kaderiyye, Zahiriye ve daha neler, neler…

Şu an karşılıkları olan dört fırka var, günümüzde şöyle yada böyle taraftarları olan, her meselede olduğu gibi tekfir meselesinde de bir yol benimseyen dört fırka…

Haricilik
Mürciye
Mutezile
Şia


Bu dört fırkanın tekfir meselesine yaklaşımı şöyledir:

1. Harici zihniyeti kabul edenler, tekfir meselesinde oldukça rahat davranırlar ve önlerine geleni, kendi kafalarına uymayanları tekfir etmekten çekinmezler.

2. Mürciye zihniyetini kabul edenler, tekfir meselesini oldukça geniş ele alırlar, onlara göre amelin iman ile hiçbir irtibatı yoktur. Dolayısı ile tekfir kavramı onların hayatlarında yok gibidir.

3. Mutezile zihniyetini kabul edenler tekfir meselesinde garip bir tavır takınırlar. Onlara göre, Müslüman iken büyük günah işleyen kimse tekfir edilemez ama bu kimse mümin de değildir. İki makam arasında bir yerdedir ve bulunduğu mertebe fısk olarak adlandırılır. Tövbe etmeden öldüğü takdirde ebedî olarak cehennemde kalacağına inanılır.

4. Şia zihniyetini kabul edenler, kurgusal bir tarih üzerinden başta Sahabe’yi, arkasından Tabiin neslini, onun arkasından onları sevenleri tekfir ederler, Ehli Beyt meselesini siyasallaştırarak, ümmetin büyük bir kısmını töhmet altında bırakırlar.

Bu konuya 6 ana başlıkta işleyelim:

1. Kur’an-ı Kerim’de Tekfir Meselesi
2. Hadis-i Şeriflerde Tekfir Meselesi
3. Âlimlerimizin İzahlarında Tekfir Meselesi
4. Tekfirin Hangi Şartlarda Caiz Olmadığı Meselesi
5. Tekfirin Hangi Konularda Yapılabileceği Meselesi
6. Ef’âl-i Küfür ve Elfâz-ı Küfür Çerçevesinden Tekfir Meselesi

Tekfir, Sözlükte “örtmek, gizlemek; nankörlük etmek” anlamındaki küfr (küfrân) kökünden türemiş bir kelimedir.

Tekfîr; “küfre nisbet etmek, mümin diye bilinen bir kişi hakkında kâfir hükmü vermek” demektir. Dolayısı ile tekfir, iman üzere iken bu çizgiden sapan için kullanılır. Öncesinde kâfir olan biri için bu kavram söz konusu değildir. Aynı kökten gelen ikfâr da bu mânada kullanılır.

Terim olarak tekfir ne demektir. “Terim olarak Allah’tan vahiy yoluyla gelip Peygamber’in tebliğ ettiği kesinlikle bilinen dinî bir esası inkâr eden kimsenin kâfirliğine hükmetmeyi ifade eder.”(Mâtürîdî, Te’vîlâtü’l-Ķur’ân, IX, 383-384; Kādî Abdülcebbâr, el-Muħtaśar, I, 223)

1. Kur’an-ı Kerim’de Tekfir Meselesi

“Sana haram ayı, yani o ayda savaşmayı soruyorlar. De ki: O ayda savaşmak büyük bir günahtır. (İnsanları) Allah yolundan çevirmek, Allah’ı inkâr etmek, Mescid-i Haram’ın ziyaretine mâni olmak ve halkını oradan çıkarmak ise Allah katında daha büyük günahtır. Fitne de adam öldürmekten daha büyük bir günahtır. Onlar eğer güçleri yeterse, sizi dininizden döndürünceye kadar size karşı savaşa devam ederler. Sizden kim, dininden döner ve kâfir olarak ölürse, onların yaptıkları işler dünyada da ahirette de boşa gider. Onlar cehennemliktirler ve orada devamlı kalırlar.” (Bakara, 217)

“İnandıktan sonra kâfirliğe sapıp sonra inkârcılıkta daha da ileri gidenlerin tevbeleri asla kabul edilmeyecektir. Ve işte onlar, sapıkların ta kendisidirler.” (Ali İmran, 90)

“Nice yüzlerin ağardığı, nice yüzlerin de karardığı günü (düşünün.) İmdi, yüzleri kararanlara: İnanmanızdan sonra kâfir mi oldunuz? Öyle ise inkâr etmiş olmanız yüzünden tadın azabı! (denilir).” (Ali İmran, 106)

“(Boşuna) özür dilemeyin; çünkü siz iman ettikten sonra tekrar kâfir oldunuz. Sizden (tevbe eden) bir gurubu bağışlasak bile, bir guruba da suçlu olduklarından dolayı azap edeceğiz.” (Tevbe, 66)

“(Ey Muhammed! O sözleri) söylemediklerine dair Allah’a yemin ediyorlar. Hâlbuki o küfür sözünü elbette söylediler ve Müslüman olduktan sonra kâfir oldular. Başaramadıkları bir şeye (Peygambere suikast yapmaya) de yeltendiler. Ve sırf Allah ve Resûlü kendi lütuflarından onları zenginleştirdiği için öç almaya kalkıştılar. Eğer tevbe ederlerse onlar için daha hayırlı olur. Yüz çevirirlerse Allah onları dünyada da, ahirette de elem verici bir azaba çarptıracaktır. Yeryüzünde onların ne dostu ne de yardımcısı vardır.” (Tevbe, 74)

2. Hadis-i Şeriflerde Tekfir Meselesi

“Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın elçisi olduğuna şahitlik edinceye, namaz kılıncaya ve zekât verinceye kadar insanlarla savaşmakla emrolundum. Şayet bunu yaparlarsa -İslâm’ın hakkı hariç- kanlarını ve mallarını benden korumuş olurlar, hesaplarını görmek ise Allah’a aittir.” (Buhârî, Îmân, 17; Śalât, 28; Ebû Dâvûd, Cihâd, 95)

“Bizim gibi namaz kılan, kıblemize yönelen ve kestiğimizi yiyen kimse, Allah’ın ve Resûlü’nün teminatını elde etmiş kabul edilir. O halde böylelerini öldürmek (suretiyle) Allah’ın verdiği teminat ve ahdi bozmayınız!”(Buhârî, Salât, 28: Ebû Dâvud, Cihâd, 95)

“İki Müslüman kılıçlarıyla birbirlerinin üzerine yürürlerse, öldüren de, ölen de ateştedir!”

(Bu söz üzerine Resul-i Ekrem’e): “Ey Allah’ın Resûlü! Katili anladık, ama maktul niye ateşte?” diye sorulmuştu.

“Çünkü o da kardeşini öldürme hırsı taşıyordu!” buyurdu. (Buhârî, Diyât: 2, Fiten, 10; Müslim, Fiten, 14; Ebû Davud, Fiten, 5, Nesâî, Tahrim, 29)

“Her Müslüman’ın kanı, malı ve ırzı, diğer Müslüman’a haramdır.” (Müslim, el-Birru ve’s-Sıla,10, Ebû Dâvud, Edeb, 40; Tirmizî, el-Birru ve’s-Sıla, 18)

“Bir adam din kardeşine ‘ey kâfir’ derse, bu söz ikisinden birine döner.” (Buhari, Edeb, 73; Müslim, İman, 111; Tirmizî, İman, 16)

(Yani kâfir dediği Allah katında gerçekten kâfirse, söz kâfire aittir. Ama kâfir denilen Allah indinde mü’minse, söz kâfir diyene döner ve kendisi kâfir olur.)”

Bu hadisten dolayı Ehli Sünnet âlimleri şunu demişlerdir: “Hata ile bir kâfiri Müslüman saymak, bir Müslümanı kâfir görmekten daha evladır.”

Dolayısı ile tekfir meselesi kılı kırk yararcasına yapılması gereken bir meseledir. Ehl-i kıbleyi tekfir etmemeyi bir ilke olarak benimseyen Ehl-i sünnet âlimleri, muhaliflerini sadece hataya nispet edip tekfirden uzak durduklarını ileri sürmüştür. (Şerĥu’l-Aķīdeti’ŧ-Ŧaĥâviyye, s. 299).

Bir insan tekfir edilince ne olur?

Canı, malı o adamın helal olur.
Varsa Nikâhı düşer.
Müşrik olduğu için kestiği yenmez.
Velayet yani dostluk bağı kopar.
Ona Mürtet hükmü uygulanır.

3. Âlimlerimizin İzahlarında Tekfir Meselesi

İmâm Âzam (rh) (v. 150/767) diyor ki: “Bidatçıların kusurlarından biri de, birbirlerine kâfir demeleridir. Ehl-i Sünnetin en güzel tarafı da, hata edince birbirlerini tekfir etmemeleridir.” (Fıkhu’l-Ekber, Aliyyu’l-Kari Şerhi, s. 429)

İmâm Şâfiî (rh) (v. 204/819) der ki: “Ben Ehl-i hevâ ve bidatten hiç bir şahsın şehadetini reddetmem.”

İmâm Gazzâlî (rh) (v. 505/1111): “Tevil hususunda hataya düşmenin, tekfiri gerektirdiği hakkında bizce hiçbir nass sabit olmamıştır. Bu sebeple böyle bir iddiada bulunanların, delil getirmeleri gerekir. Lâ ilâhe illallâh demekle, kesin olarak can ve malın korunmasının sağlanacağı hakkında naslar sabit olmuştur.”

İbn Teymiyye (v. 728/1328): “Hiçbir Müslüman’ı, işlemiş olduğu bir fiil veya ehl-i Kıblenin hakkında münakaşa ettiği meseleler gibi, herhangi bir meselede, düşmüş olduğu hata yüzünden tekfir etmek câiz değildir. Selef’in birçok meseleyi tartışmasına rağmen, onlardan hiç birisinin, muayyen bir kimseyi ne küfür ve fâsıklıkla, ne de isyanla suçladıklarına şahid olunmamıştır.” (İbn Teymiyye, Mecmûu’l-Fetâvâ, 12/180)

İbn-i Teymiyye der ki:

“Tekfir şer‘î bir hükümdür ve ancak şer’î delillerle sabit olur…”(İbn-i Teymiyye, “Mecmuu’l-Fetâvâ”, 17/78)

İmam Tahavi’de buna benzer bir kaide ortaya koyar:

“Kişi ne ile mümin olursa, onu inkâr etmekle ancak kâfir olur.”

Takiyyuddin es-Subkî der ki: “Tekfir şer‘î bir hükümdür. Onun sebebi ise, ya Allah’ın rububiyet ve vahdaniyetini inkâr etmek ya (peygamberlerin) peygamberliğini reddetmek etmek veya şari’nin, küfür olduğuna hükmettiği söz ve fiilerden birini (kabul ederek) işlemektir.” (Ebu’l Hasen Takiyyuddin es-Subkî, “Fetâvâ’s-Subkî”, 2/586)

İbn-i Receb el-Hanbelî (ö. 795/1393) şöyle der:

“Kesin olarak bilinen şeylerden biride şudur: Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem, İslam’a girmeyi isteyerek kendisine gelen kimseden yalnızca şehadeteyni kabul eder ve bu sebeple onun kanını korur, kendisini Müslüman addederdi.” (Câmiu’l-Ulûm ve’l-Hikem, s. 118)

“Kavaid fi’t-Tekfir” adlı eserin müellifi olan Üstat Ebu Basir, şöyle bir kaideye yer vermektedir:

“Sarih İslam’ı ancak sarih küfür bozar.”

İmam Şevkanî “es-Seylü’l Cerrâr” adlı eserinde şöyle der:“Bilinmelidir ki, Müslüman bir şahsiyetin dinden çıktığına ve küfre girdiğine hüküm vermeye kalkışmak -elinde güneşten daha açık bir delil olmadıkça- Allah’a ve ahiret gününe iman eden bir kul için münasip bir şey değildir.” (Şevkanî, “es-Seylü’l Cerrâr ala Hadâiki’l Ezhâr”, 4/578)

İbn-i Hazm der ki: “Şüphesiz ki İslam akdi, hakkında sabit olan bir şahsiyetten bu vasıf, ancak bir nass ya da bir icma ile kalkar. Bu vasfın ondan kalktığına dair ortaya atılan iddia ve iftiralar sebebi ile bu vasıf ondan kalkmaz.” (İbn-i Hazm,” el-Fisal fi’l Mileli ve’n-Nihal”, 3/138)

4. Tekfirin Hangi Şartlarda Caiz Olmadığı Meselesi 


*Açıkça imanını ikrar eden, asla tekfir edilemez.


Allah’tan başka bir ilâh bulunmadığına, Hz. Muhammed’in O’nun elçisi olduğuna ve O’ndan vahiy getirdiğine kesinlik derecesinde inanan bir kimsenin küfre nispet edilebilmesi için onun bu inancını terk etmesi veya ona aykırı inançları benimsemesi gerekir. İster inanca ister davranışa ilişkin olsun zarûrât-ı dîniyye içinde yer alan bir esası inkâr eden kişi dinden çıkar ve kâfir muamelesi görür; bütün İslâm âlimleri bu hususta ittifak etmiştir (Bağdâdî, s. 9; İbn Hazm, III, 246, 266-267; Gazzâlî, Fayśalü’t-tefriķa, s. 63, 86-87; İbnü’l-Vezîr, s. 375-377). Mürcie’ye bağlı bazı kimselerin Allah’a inanan bir kimsenin tekfir edilemeyeceği yolundaki görüşü ilmî dayanaktan yoksun bulunmuştur (İbn Asâkir, s. 151).

*Ehl-i kıble olan asla tekfir edilemez.

Zira ehl-i kıblenin dinden sayıldığı kesinlikle bilinen bütün ilkelere inandığı kabul edilir. Ehli kıble deyince şunu da anlamayalım, yani namaz kılan demek değil, namaz için Kabe’yi kıble olarak kabul eden demektir.

(İbn Asâkir, s. 408-409; Ali el-Kārî, s. 162; Keşmîrî, s. 16-17).

*Âlimler arasındaki ihtilaflı meseleler tekfire konu teşkil etmez.

Çünkü âlimlerin bir meselede farklı görüşler ortaya koyması onun İslâm dinine ait kesin bir ilke durumunda bulunmadığı anlamına gelir.

*İlzâmî yani dolaylı yöntemlerle asla insanlar tekfir edilemez.


Zira kişinin, benimsediğini açıkça belirtmediği halde bazı münasebetlerle beyan ettiği görüşlerinden hareketle üretilen düşünceler o kişiye değil onları üretene aittir (İbn Hazm, III, 294; Kādî İyâz, II, 1084-1085).

*Zanna dayanarak asla tekfir edilemez.

Tekfir şartlarını belirlemekle yetinip insanları tekfir etmekten kaçınmak gerekir. Çünkü kişiyi tekfir edebilmek için onun kalbindeki inancı bilme zarureti vardır. Bu sebeple âlimler bir kâfiri müslüman kabul etme hususundaki yanılmayı bir müslümanı kâfir kabul etmekteki yanılgıdan daha hafif bulmuştur (Gazzâlî, el-İķtiśâd, s. 251). 100 ihtimalden 99’u kişinin kâfirliğine, biri de Müslümanlığına imkân tanıyorsa onun müslüman olduğuna hükmedilmelidir (İbn Nüceym, V, 210; Ali el-Kārî, s.162).

*Cehaleten bazı yanlış inançları benimseyen asla tekfir edilemez.

Bilmeden bazı yanlış inançları benimseyen kimse tekfir edilemez, zirabilgisizlik mazeret kabul edilmiştir. Bundan dolayı Müslümanın öncelikle insanı küfre düşüren inanç ve davranışları öğrenmesi dinî bir görev sayılmıştır. (İbn Kayyim el-Cevziyye, I, 367).

Diyelim ki fiilerinde yada sözlerinde küfür olan insanlar, eğer cehaleten/bilgisizlikle bunu yapıyorlarsa, “bu fiil veya bu söz küfürdür, ama sahibi kafir değildir” denir.

5. Tekfirin Hangi Konularda Yapılabileceği Meselesi 

*Allah’ın varlığını, birliğini veya sıfatlarını inkâr eden tekfir edilir.


Kelâmcıların Allah hakkında tekfire konu teşkil ettiğinde birleştikleri inançlar şöylece sıralanabilir: Allah’a ortak koşmak, O’ndan başkasına tapmak veya dua etmek, Allah’tan başka bir varlık üzerine onu yaratılmışların üstünde bir konumda görerek yemin etmek, Allah’a acz, eksiklik, ihtiyaç, zulüm, hikmetsizlik, ihanet ve yalan nisbet etmek, O’nun gaybı bilmediğini söylemek, Allah’ın yaratıklarına hulûl edip onlarla birleştiği görüşünü benimsemek ve O’nu yaratıklarına benzetmek, Allah’ın evrendeki varlık ve olayları ilmi ve iradesiyle takdir ettiğine inanmamak. (Eş‘arî, II, 447; Kādî Abdülcebbâr, Fažlü’l-itizâl, s. 151-152).

*Nübüvvet meselesini inkâr eden, peygamberlere iman etmeyen tekfir edilir.

Allah’ın, emirlerini tebliğ etmek üzere ilk olarak Hz. Âdem’i, son olarak Hz. Muhammed’i ve bu ikisi arasında sayıları bilinmeyen pek çok kişiyi peygamber seçip gönderdiğine inanmamak, nübüvveti kesinlikle sabit olan peygamberlerden bir kısmına inanırken diğerlerini benimsememek, onların ilâhî emirleri tebliğ ederken yalan söylediklerini veya peygamberlikleri sırasında kasten günah işlediklerini ileri sürmek, peygamberlerin yolundan gitmeye rıza göstermemek âlimler tarafından ittifakla tekfir edilmeyi gerektiren davranışlar arasında zikredilmiştir.

Hz. Muhammed’le ilgili tekfir konuları da şunlardır: Onun getirdiği kesinlikle bilinen vahiyleri inkâr etmek, nübüvvetin onunla nihayete ermediğini, kendisinden sonra peygamber geldiğini veya geleceğini ileri sürmek, ona ulûhiyyet atfetmek, isrâya ve aynı mânada kullanılan mi‘raca inanmamak, insanların en faziletlisi olduğunu kabul etmemek (Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevĥîd, s. 293; Bağdâdî, s. 223; İbn Hazm, IV, 52-53; Gazzâlî, Fayśalü’t-tefriķa, s. 45-47; Nesefî, I, 296).

*Ahirete, kıyamete, cennet ve cehenneme iman etmeyen tekfir edilir.

Kıyametin vuku bulacağını, insanların diriltilerek dünyadaki inançlarıyla yaptıkları amellerden hesaba çekileceğini, bunun ardından cennete veya cehenneme konulacağını inkâr etmek ve bu inanca tamamen ters düşen tenâsühe inanmak ittifak edilen tekfir konularındandır (İbn Hazm, IV, 137; V, 65, 85; İbn Nüceym, V, 206; Ali el-Kārî, s. 195).

*Kur’an-ı Kerim tamamını veya bir kısmını inkâr eden tekfir edilir.

Kur’an’ın tamamını veya bir kısmını inkâr etmek, onu Allah’ın kelâmı ve peygamberine verdiği mûcizesi diye kabul etmemek, benzerinin oluşturulabileceğini ileri sürmek, içerdiği gayb haberlerinin yanı sıra va‘d ve vaîdlerine inanmamak, muhtevasını kusurlu bulmak, âyetlerini kasten değiştirmek yine âlimlerin tekfire yol açtığını söyledikleri hususlardandır. (İbn Hazm, III, 13-14, 296; V, 63-64, 80, 93; Kādî İyâz, II, 1076-1077).

Selefiyye’nin Kur’an’ın mahlûk olduğunu, Mu‘tezile’nin ise mahlûk olmadığını savunanları tekfir etmesi ise isabetsiz bulunmuştur (İbn Kuteybe, s. 46-47; Eş‘arî, II, 602; İbnü’l-Vezîr, s. 118-119).

*Mütavatir hadisleri veya fiili tevatür ile sabit olan sünnetleri inkâr eden tekfir edilir.

Az sayıdaki mütevâtir hadisi ve fiilî tevâtürle sabit olan sünnetleri reddetmenin kişiyi tekfire sevkettiği konusunda âlimler ittifak etmiştir. (İbnü’l-Vezîr, s. 387). Çünkü Hz. Peygamber’in sünneti onun İslâm anlayışını ve müslüman hayat tarzını temsil eder. Abdullah b. Mes‘ûd sünneti terketmenin küfre yol açtığını söylemiş, ancak bunun tamamıyla sünnetten yüz çevirmek anlamına geldiği kabul edilmiştir. (Dârimî, “Śalât”, 46; Ressî, I, 127; Behnesâvî, s. 198). Bundan hareketle âlimlerin çoğunluğu bir problem taşımayan meşhur hadisleri reddedenleri de tekfir etmiştir.

Âhâd hadislerin sübûtu zannî olduğundan bunları reddeden kimse tekfir edilmez. Selefiyye mensupları sahih âhâd hadisleri inkâr edenlerin tekfir edileceğine hükmetmişse de çoğunluk bunu isabetli görmemiştir. (Ali el-Kārî, s. 166, 196; Keşmîrî, s. 67-68).

*Dinden olduğu kesinlikle bilinen inanç ve amelleri inkâr edenler tekfir edilir.


Dinden olduğu kesinlikle bilinen inanç ve amelleri inkâr edenlerin tekfir edileceği yolunda fikir birliği vardır. Beş vakit namazla onun kılınış şekli ve haccın edası bunun örneklerindendir.

*İslam’ın değerleri ile alay eden, onlara hakaret eden tekfir edilir.


İslâm diniyle alay etmek. Allah ile peygamberlerle, Hz. Muhammed’le ve onun sünnetiyle diğer peygamberlerin sünnetleri, ilâhî kitaplar, melekler, âhiret, ibadetler gibi İslâm’ın temel hükümlerinden biriyle alay etmenin, hakarette bulunmanın veya bunlardan birini hafife almanın tekfir sebebi teşkil ettiği hususunda âlimler ittifak halindedir.

Tebük Seferi esnasında Müslümanların Bizanslılar’la savaşmasını alay konusu haline getiren münafıkların özür beyan etmelerine rağmen kâfirliklerine hükmedilmesi (et-Tevbe 9/66) bu meseleye ilişkin bir delil kabul edilmiştir (İbn Hazm, III, 299; İbn Fûrek, s. 151; Kādî İyâz, II, 934, 975, 1101)

*Haramları helâl, helâlleri haram sayan tekfir edilir.

Yapılması kesinlikle haram olan fiilleri helâl kabul etmenin veya yapılması helâl olan bir fiili haram saymanın tekfir konusu teşkil ettiğine dair âlimler arasında ittifak vardır. Çünkü bir şeyin helâl, haram veya farz kılınması Allah’a ait bir hükümdür ve imanın esası buna boyun eğmekten ibarettir. Ancak farz, haram veya mubah oluşu kesin delile dayanmayan fiiller bu kapsama girmez.

*Kâfirlere mahsus olan fiilleri bilinçli olarak işleyen tekfir edilir.


Güneş, ay, yıldızlar, ateş, insan, hayvan gibi nesnelere veya puta tapmak, gayri müslimlere mahsus ibadetleri icra etmek, onlara ait dinî kıyafetleri giymek, kendilerine kâfir demekten kaçınmak, Allah’ın azabından emin olmak veya rahmetinden ümit kesmek küfür alâmetleri şeklinde değerlendirilmiştir. Dinî bir alâmet saymamak şartıyla gayri müslimlerce kullanılan elbiseleri giymeyi tekfir konusu yapanlar varsa da bunun yanlışlığı açıktır. (Ebû Hanîfe, el-Âlim ve’l-müteallim, s. 24; Kādî İyâz, II, 1072-1073, 1080).

*İmanla bağdaşmayan kelimeleri bilinçli bir şekilde söyleyen tekfir edilir.

Bir Müslümanın imanla bağdaşmayan küfür kelimelerini (elfâz-ı küfür) bilerek ve benimseyerek söylemesi başlıca tekfir konularından biri kabul edilmiştir.

Küfür kelimelerinin hangi sözlerden ibaret olduğu hususu tartışmalı ve sübjektif unsurlar içermekle birlikte bu konuda Kur’an’da ve sahih sünnette belirlenen küfür lafızlarını esas almak gerekir; bunlar da dinden sayıldığı kesinlikle bilinen inanç ve davranışları iptal eden sözlerdir. (Mâtürîdî, Tevîlâtü’l-Ķurân, III, 203; V, 334; İbn Teymiyye, s. 524, 554)

*Sahabe’ye saygısızca bir tavır takınan ve onları küfürle itham eden tekfir edilir.

Ashap hakkında saygısız ifadeler kullanmak ve onları küfre nisbet etmek Sünnîler’e göre tekfir konusudur. Çünkü Kur’an ve Sünnet’i sonraki nesillere intikal ettiren ashabı tekfir etmek, İslâm dininin ana kaynaklarına güvenmeyi ortadan kaldıracağı gibi Allah’ın ashaptan razı olduğu gerçeğiyle de (et-Tevbe 9/100; el-Feth 48/18) bağdaşmaz (geniş bilgi için bk. Topaloğlu, s. 78-84).

*Bilinçli bir şekilde Allah’ın hükümlerini terk edip, başka hükümlere rıza gösteren tekfir edilir.

“Allah’ın indirdiği hükümlerle hükmetmeyenler kâfirlerin ta kendileridir” meâlindeki âyet (el-Mâide 5/44) etrafında meydana gelmiştir. Başta İbn Abbas olmak üzere ashap çoğunluğunun görüşünü dikkate alan âlimler, bu âyetin yahudiler veya bütün Ehl-i kitap hakkında indiğini, müslümanlara teşmil edilse bile ilâhî hükümleri devlet yönetiminde uygulamayanların tekfirini değil, sadece günah işledikleri sonucunu yansıttığını kabul etmiştir.

Ancak dinî hükümlerin uygulanmaması, dünyada ilâhî hidayeti reddedip müslümanca bir hayat tarzına karşı çıkılması şeklinde anlaşılırsa bunun tekfiri gerektirdiğinde şüphe yoktur. Müslümanca bir hayat sürmenin mümkün olmadığı yerlerde -ibadetler gibi sırf dinî hükümler dışında- çoğunluğu âlimlerin ictihadına bırakılan dünyevî hükümleri uygulama yükümlülüğü yoktur, bu durumda suçlara verilen cezalar ictihad konusu haline gelir. Hanefî müctehidlerinin fâsid akidleri ve bazı âlimlerin faize dayalı alışverişi câiz görmesi bunun örnekleri arasında sayılır (İbn Kayyim el-Cevziyye, I, 364-365; Reşîd Rızâ, VI, 399-409). Esasen müeyyideye dayalı insanlar arası münasebetlerle ilgili ilâhî hükümlerin çok az olmasının sebebi siyaset, ekonomi, hukuk gibi dünyevî ilimlerin gelişmeye açık bulunması, bunların zamana ve mekâna göre değişiklik göstermesinden ötürüdür. İslâm’ın son ve mükemmel din vasfı taşıması da bunu gerektirmiş, işlenen suçlar için belirlenen bazı cezalar hafifletilmiş, bu da ilâhî rahmet olarak nitelendirilmiştir (el-Bakara 2/178).

6. Ef’âl-i Küfür ve Elfâz-ı Küfür Çerçevesinden Tekfir Meselesi

Ef’âl-i Küfür, Küfür fiileri ve Elfâz-ı Küfür, Küfür Sözleridir. Bunları yapan ve söyleyen tekfiri hak eder. Burada söylenenler bilinçli bir şekilde yapılıyorsa sahibi tekfir edilir, eğer bilinçsizse ef’âl veya elfâz tekfir edilir, sahibi ise tekfir edilmez. Yani yaptığın ve söylediğin küfürdür, kendine çeki düzen ver diye uyarılır.

En bariz Ef’âl-i Küfür hangileridir?

1- Allah-u Teâlâ’dan başkasına secde etmek
2- Allah-u Teâlâ’dan başkasına, mesela bir puta ya da salih bir veliye, onu ta‘zim etmek gayesiyle onun adına kurban kesmek
3- Mushaf’ı ya da Allah’ın zikrini ihtiva eden şeyleri bilerek ve kasten pis yerlere atmak
4- Allah’ın indirdiklerinden başkasıyla (beşeri kanunlarla) hüküm vermek ve bu hükme rıza göstermek.
5- Şeriatı iptal edecek, beşeri yasalar çıkarmak ve bunlara razı olmak.
6- Kâfirleri dost edinmek, onlara velayet çerçevesinde yardım etmek
7- Sihir yapmak, zararlarından emin olma dışında öğrenmek veya öğretmek
8- Mezar ve salih kimselerin kabirlerini tazim etmek gayesiyle tavaf edip, etraflarını dolaşmak ve bizzat kabirlerden bir şeyler istemek.
9- Bilerek, kasten ve isteyerek -haç ve benzeri- küfür ehlinin şiarlarından olan her hangi bir şeyi takmak
10- Ayin ve benzeri ibadetlerinde küfür ehline kasten, bilerek ve isteyerek katılmak
11- Fesat çıkarmak kastı ve benzeri maksatlarla İslâm mescitlerini yıkmak
12- Gönül rızası ile Yahudilerin havraları, Hıristiyanların kiliseleri gibi müşriklere mabetler inşa etmek.
13- Kasten abdestsiz olarak namaz kılmak ve bunu insanlara söylemek.

En bariz Elfaz-ı Küfür hangileridir?

Bir mü’mini küfre düşüren sözler dörde ayrılır. 

Bunlar: İstihzâ, istihfaf, istihkar ve istinkârdır.

İstihzâ, dinin esaslarından birini alaya almak

İstihfâf, inanılması gereken ve zarûrât-ı diniyye denilen prensipleri küçümsemek, hafife almak

İstihkar, dinle ilgili temel esasları ve dinin mukaddes saydıklarına hakaret etmek, çirkin sözler söyleyip sövmek

İstinkâr ise bir İslâmî hükmü açıkça inkâr etmek veya dince mukaddes olan şeylere inanmayıp küfretmektir.

En bariz Elfaz-ı Küfür hangileridir?

1- Allah’u Teâlâ’ya, İslâm dinine, meleklere ya da onlardan birisine sövmek, hakaretvari konuşmak

2- Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem’e ya da peygamberlerden birisine hakaret etmek

3- Allah ile melekleriyle yahut Resûller ile ya da din ile alay edip eğlenmek

4- “Ben Allah’tan korkmuyorum yahut Allah’ı sevmiyorum” demek

5- “Bazı insanların kâinatın tümünde ya da bir kısmında tasarruf etme imkânları vardır” demek ve buna inanmak

6- “Yahudilik ya da Hıristiyanlık İslâm dininden hayırlıdır ya da ona eşittir ya da Muhammed sallallâhu aleyhi ve sellem’in peygamber olarak gönderilmesinden sonra onlara göre amel etmek de caizdir” demek

7- Allah’tan başkasına dua etmek ve hastaya şifa vermek, gaib olanı geri çevirmek, ihtiyaçları görüp karşılamak gibi ancak Allah’ın yapabileceği bir şeyi insanlardan istemek

8- “Zina, içki, faiz helâldir” demek ve buna benzer sözler söylemek yahut ta Müslümanların İcmâ’ ile haram olduğunu kabul ettikleri bir şey için helâldir demek

9- “Keşke Müslüman olmasaydım yahut ben Yahudi’yim ya da Hıristiyan’ım” sözlerini kasten ve kendi isteği ile söylemek

10- “İslam’ın hakikatleri günümüze çağımıza uygun değildir” demek.

Bir de günümüzde artık dillerimizin alıştığı, çok rahat kullandığımız bazı tehlikeli kelimeler var, onlara da burada dikkat çekmek gerekecek. Nedir bunlar?

Allah gelse seni benim elimden alamaz!

Burası Allah’ın unuttuğu yer!

Burada Allah yok!

Allahlık adam! Allahlık kadın!

Allah baba!

Allah çarpsın! Kur’an çarpsın! Ekmek Çarpsın!

Dinim, imanım gevredi!

M. Emin Yıldırım


15 Ocak 2017 Pazar

Şeriatla hükmetmeyen kâfir olur mu?- Hayrettin Karaman


...Allah'ın emir ve yasaklarını çiğneyenlerin durumu bu bağlamda üç açıdan değerlendirilmiştir: Birincisi (44. âyet), Allah'ın indirdiğini inkâr ettikleri veya hafife aldıkları için onunla hükmetmeyenler olup bunlar kâfirlerdir. İkincisi (45. âyet), Allah'ın indirdiğine inandığı halde onunla hükmetmeyenler zalimlerdir. Üçüncüsü (47. âyet), Allah'ın indirdiği ile hükmetmemek, O'nun emrinden çıkmak mânasına geldiği için onunla hükmetmeyenler fâsıklardır.

Şu halde şeriatı uygulamayanlar onu inkâr ederler ve önemsiz sayarlarsa dinden çıkıyorlar, inkar ve hafife alma sözkonusu olmaksızın şeriatı uygulamayarak günah işleyenler ise zalim ve fasık oluyorlar, ama kâfir olmuyorlar.

İmam Mâtürîdî bu âyetlerin tefsirinde özetle şöyle diyor:

“Uygulamayanların kâfir olduklarını” ifade eden âyet Allah'ın indirdiği hükümleri inkar eden ve bunları hak olarak görmeyen kimselerle ilgilidir. Bunlar aynı zamanda zalim ve fasıktırlar. Bu manada âyetlerin tamamı kâfirlerle ilgilidir....


Kurtubî:

Allah'ın gönderdiği hükümleri uygulamayanların kâfir, zalim ve fâsık olduklarını ifade eden ayetlerin üçü de kâfirlerle ilgilidir ve bu husus sahih hadisin açıklamasıyla malum olmuştur. Müslümanlara gelince bunlar, -âyetleri uygulamadıkları için- büyük günah işlemiş olsalar bile kâfir olmazlar...

Sonuç:

Şeriata iman ettikleri halde çeşitli sebeplerle onu uygulamayanlar kâfir olmadıkları gibi bunların yaşadığı ülke de küfür ve harb ülkesi değildir.

Yazının tamamı için:

11 Ocak 2017 Çarşamba

Bütün Dertlerin Dermanı Ahirete İman- M.Emin Yıldırım


Allah’ın (cc) kelamı olan Kur’an-ı Kerim her yönü ile mucizedir.

Kur’an-ı Kerim’de inanılmaz derecede matematiksel mucizeler vardır.

Hira’da başlayan o kutlu süreç Arafat’ta nihayete erdi. Alak Sûresi’nin ilk 5 ayeti ile başlayan o süreç, Maide Sûresi’nin 3. ayeti ile tamamlandı. Meseleye sûre olarak bakarsak, Fatiha Sûresi ile başladı, Nasr Sûresi ile nihayete erdi.

Kur’an-ı Kerim’de yevm yani gün kelimesi tam 365 defa geçmektedir. Miladi bir sene 365 günden oluşur, Kur’an’da gün kelimesi tam bu kadar kullanır.

Günün çoğulu yani eyyam/günler kelimesi tam 30 defa geçer. Bir ayın 30 gün olduğuna işaret edercesine bir güzel tevafuk ortaya koyar.

Kur’an-ı Kerim, Kıyamet gününü, iki ayrı ifade ile kullanır. Bunlardan bir tanesi; “Yevme izin / yani o gün” diğeri ise “Yevmü’l-Kıyame/Kıyamet günü” bu iki ifade, eşit olarak Kur’an’da tam 70 kez kullanılır.

Bal arısından bahseden süre, Nahl Sûresi, tertipte 16. sûre, erkek balarısının kromozom sayısı 16’dır. Ne güzel bir tevafuk, dişi bal arısının ise tam iki katı yani 32’dir.

Melek ve Şeytan Kur’an’ın içinde eşit bir şekilde 88’er defa geçer.

Ümit ve korku/Rağben ve Reheben eşit bir şekilde 8’er defa geçer.

Sıcak ve soğuk/har ve berd eşit bir şekilde 4’er defa geçer.

Ağaç ve bitki/şecere ve nebat eşit bir şekilde 26’şar defa geçer.

Kur’an-ı Kerim, “Allah katında İsa’nın durumu, Âdem’in durumu gibidir.” der. Bu iki peygamberi birbirleri ile kıyaslayan Kur’an, ikisinin adını eşit sayıda kullanır. Kur’an içerisinde bu iki büyük peygamber 25’şer kez geçer.

Kur’an dünya ve ahiret kelimelerini eşit bir şekilde tam 115 kez kullanır.

Ayet ve Hadislerde Dünya-Ahiret Mukayesesi:

Dünya Darü’l-Cefa, Ahiret Darü’s-Sefa’dır.
Dünya Darü’l-İslam, Ahiret Darü’l-İhsan’dır.
Dünya Darü’l-Harp, Ahiret Darü’l-Ğanime’dir.
Dünya Daru’s-Sabr, Ahiret Darü’s-Selam’dır.
Dünya Darü’l-Metâ, Ahiret Darü’l-Karar’dır.
Dünya Darü’l-Fasikîn, Ahiret Darü’l-Muttakîn’dir.
Dünya Darü’s-Sefer, Ahiret Darü’l-Mukamet’tir.
Dünya Darü’l-İmtihan, Ahiret Darü’l-Mükâfat’tır.

Ahirete iman, bütün dertlerin dermanıdır.

“Her kim dertleri tek bir dert yaparsa Allah-u Teâlâ onun, dünya ve ahiret işlerinden dert ettiği her şeye kâfi gelir. Her kim de dertlerini çoğaltırsa Allah-u Teâlâ onun, dünya vadilerinden hangi vadide helak olduğuna aldırmaz.” (Beyhakî, Şu’abu’l-İman, c. 7, s. 289)

Derdi dünya olanın, dünya kadar derdi olur.
Derdi ahiret olanın, ahiret kadar himmeti olur.

Ölümlü Hayat’ta yaşıyoruz, menzilimiz Öteki Hayat…

3 Büyük Derdimiz var:

Dünyevileşme
Değersizleşme
Duyarsızlaşma

3 Derde 3 Derman:

Uhrevileşme
Ulvileşme
Umranlaşma

Allah’ın (cc) yardımı, mazlumun kıvamına bağlıdır.

Dünyevileşme derdinin dermanı Uhrevileşmedir; yani ahiret öncelikli yaşamadır.
Değersizleşme derdinin dermanı Ulvileşmedir; yani yüce olanlara gönül vermedir.
Duyarsızlaşma derdinin dermanı Umranlaşmadır; yani imarın yaygınlaştırılması, yani medeniyet inşasının sevda haline getirilmesidir.

“Hadler, kefarettir.”

“Tahhirnî Ya Resulullah!/ Beni arındır/temizle Ey Allah’ın Resulü!”

“Amr’ın eli kesilip kolundan koparıldığında ben yanındaydım. O kopan koluna şöyle bir baktı ve dedi ki: “Beni senden kurtaran ve temizleyen Rabbime hamd olsun.” (İbn Mâce, Hudûd, 20, 24)

“el-Âr hayrün mine’n-nar/Utanmak ateşten daha hayırlıdır.”

“Gerçekten o öyle bir tövbe etti ki, bu tövbe bir ümmet arasında taksim edilseydi onlara yeterdi.” (Müslim, Hudûd, 22)

O kadın öyle bir tövbe etti ki, o tövbe, bütün Medine vadilerini doldururdu…” (Müslim, Hudûd, 23; Ebû Davud, Hudûd, 24)

“Ey Zalim! Allah, kürsüyü kurup gelmiş geçmiş herkesi huzurunda topladığında, eller ve ayaklar konuşup yaptıklarını anlattıklarında, Allah’ın huzurunda benim halimle, kendi halinin nasıl olduğunu o zaman göreceksin.”

“Rahibe doğru söylemiş, rahibe doğru söylemiş. Zayıfların güçlülerden hakkını alamadığı bir toplumu Allah günahlardan arındırıp nasıl temize çıkarır?” (İbn Mace, Fiten, 20)

Yaşı 20-25 olan bir delikanlı Ümeyr b. Humâm… Babası Humâm b. el-Cemûh annesi, Nevvâr bint Âmir…

Allah Resûlü (sas) onu amcasının oğlu Ubeyde b. el-Hâris ile kardeş yaptı. Her ikisi de Bedir savaşında şehid edildi.

“Genişliği yer ve gök arası kadar olan ve Allah’tan korkup ona karşı gelmekten sakınanlar için hazırlanmış olan Cennete hazırlık yapın.”

“Ey Rubeyyi! Oğlun Haris tek bir cennette değil, Firdevs cennetlerindedir. Bir cennette değil, belki onlarca cennette Allah tarafından rızıklandırılmaktadır.”

Bu sözü duyunca anne Rübeyyi: “Artık bana ne gam, ne üzüntü, oğlum her namaz sonrası istediği şehadete ulaştı, artık ben niye üzüleyim ki” diyecektir.

Cerir b. Abdullah başka bir nebevi müjdeye dikkatleri çeker. Diyor ki: “Bir gün biz Efendimiz (sas) ile beraber Medine dışında bir yerlere doğru gidiyorduk. Baktık ki uzaklardan devenin üzerinden bir adam bize doğru geliyor. Efendimiz o adamı bize göstererek dedi ki: “Herhalde bu adam sizinle buluşmak için geliyor, herhalde bu adam sizi arıyor.” Adam bize yaklaştı selam verdi; biz de adamın selamını aldık. Sonra Efendimiz (sas) adama sordu: “Nereden geliyorsun?” Adam dedi ki: “Ailemin, çocuklarımın ve aşiretimin yanından geliyorum!” Nereye gidiyorsun diye sordu: Adam dedi ki: “Resulullah ile buluşmaya gidiyorum.” Efendimiz (sas) “Tam yerine geldin ve şu an ona rastladın” dedi. Adam öyle bir sevindi ki, sevincinden ne yapacağını şaşırdı. Sonra dedi ki: “Ya Resulullah! İman nedir? Bana öğretir misin?” Efendimiz (sas) dedi ki: “İman Allah’tan başka ilah bulunmadığına ve Muhammed’in onun kulu ve Resulü olduğuna şehadet etmendir. Sonra, namaz kılman, zekat vermen, Ramazan orucunu tutman, Beytullah’ı hac etmendir deyip İslam’ın şartlarını saydı.” Adam “hepsini kabul ettim ve ikrar ettim” dedi. Adam daha sözünü bitirmemişti ki, o anda devesinin ayağı bir çukura yada bir tuzağa rast geldi; deve bir anda yere yıkıldı. O anda adamda devenin üstünden başının üzerine sert bir şekilde düştü ve kanlar içerisinde kaldı. Biz hemen indik develerimizden adamın yanına koştuk. Ben Ammar b. Yasir, Huzeyfe b. Yeman, adamı kaldırdık yerden ama adam ölmüştü. Ammar b. Yasir dedi ki: “Ya Resulullah! Adam ölmüş” dedi. Efendimiz (sas) o anda başını bizden başka bir tarafa çevirdi. Biraz oraya baktı, sonra bize döndü ve dedi ki: “Adam günlerdir devesinin sırtında aç bir halde bize kavuşmak için geldi. İman etti; şu an melekler tepsiler üzerinde adama meyveler ikram ediyorlar. Kardeşiniz cennete gitmeden oranın meyvelerini yemeye başladı.” Daha sonra Enam Süresinin 82. ayetini okudu: “İman edenler, bununla birlikte imanlarına haksızlıkla şirk bulaştırmayanlar, işte ancak onlardır korkudan emin olanlar ve doğru yolu bulanlar.” Sonra Efendimiz dedi ki: “Ameli az, ama ecri çok olan kardeşinizi defnedin!” Bizde hemen orada bir mezar kazarak kardeşimizi defnettik.”

Şeddâd b. el-Hâd radıyallahu anh anlatıyor:

Arabîlerden bir adam Rasulullah sallallahu aleyhi veselleme geldi. İman edip ona tâbî oldu. Sonra Rasulullah sallallahu aleyhi veselleme: “Sizinle hicret etmek istiyorum!” dedi. Efendimiz de onu Ashabdan birisine havale ve emanet etti. Daha sonraları bir savaş oldu. Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem bu savaşta bir miktar ganimet ele geçirdi ve onu savaşa katılanlar arasında taksim etti. Bir miktar da ona ayırdı ve payını kendisine vermesi için Ashabtan birisine teslim etti. Çünkü o, askerin gerisinden geliyor, yolda düşen ve kalanları gözetiyordu. Orduya yetişince ganimet payını kendisine verdiler.

– Bu nedir? diye sordu. Oradakiler:
– Ganimet payı, Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem senin için ayırdı, dediler. Adam payını eline alarak Rasulullah sallallahu aleyhi veselleme geldi ve:
– Bu nedir, yâ Rasulallah? diye sordu. Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem:
– Senin için ayırdım! Buyurdu. Adam:
– Ben sana böyle dünya malı için iman edip tâbî olmadım. Fakat ben sadece seninle cihad ederken şu boğazıma bir ok atılıp saplansın ve öylece ölüp Cennet’e gideyim diye tâbî oldum! Dedi. Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem de:

– Eğer Allah’a karşı (bu niyetinde) sadıksan, O seni tasdik eder, yalancı çıkarmaz, buyurdu.

Biraz sonra, düşmanla tekrar savaşa girildi. Savaştan sonra adam elde taşınarak Rasulullah sallallahu aleyhi veselleme getirildi. Hakikaten tam işaret ettiği yerinden boğazına bir ok saplanmış ve şehîd düşmüştü. Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem onu görünce:

– Bu o adam mıdır? Diye sordu:
– Evet, dediler. Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem:

– Allah ile doğru konuştu, Allah’ta onu doğruladı, tasdik etti.”

Sonra onu kendi cübbesiyle kefenledi, ön tarafa koydu, üzerine namaz kıldı. Namaz kılarken dua esnasında şu niyazı işitiliyordu: “Allahım! Bu senin kulundur. Senin yolunda hicret edip, şehid oldu. Ben de bunun şâhidiyim.” (Nesâî)

Ahirete Gerçek Manada İman, Mümine Neler Kazandırtır? Bu soruya doğru cevaplar verebilirsek, hem ahirete imanımızı tecdid etmiş yani yenilemiş oluruz, hemde bu konuda bir tamire girişmezsek neler kaybederiz sorusuna da zihinlerimizde yanıt bulmuş oluruz. Buyurun öyleyse bir cevap bulalım:

Ahirete Gerçek Manada İman, Mümine Neler Kazandırtır?


1. Ahirete iman, beşeri fıtratı ile buluşturur ve iç dünyasında bir uyum sağlar.
2. Ahirete iman, hayatı anlamsızlıktan kurtarır ve ölümlü olan bu hayata anlam katar.
3. Ahirete iman, insana yaşama ümidi verir ve hayatın zorluklarını kolaylaştırır.
4. Ahirete iman, insanın dayanma gücünü artırır ve en önemli teselli kaynağı olur.
5. Ahirete iman, kötülükleri önler ve toplumda adalet duygusunu geliştirir.
6. Ahirete iman, dengeli yaşamayı sağlar ve insanı asıl yurduna hazırlar.

Rabbim bizlere de gerçek manada ahirete iman etmeyi kolaylaştırsın. Sahabe’nin imanı gibi bizlere imanlar bahşetsin ve bizleri iman esaslarını adeta iliklerine kadar içselleştiren bahtiyarlardan kılsın.

M.Emin Yıldırım


10 Ocak 2017 Salı

Hüccetullahi'l-Bâliğa Penceresinden Dinin Tahrifi

Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabb'il âlemin. Ve sallallahu ve selleme ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmaîn.

Dinin tahrifi konusuna geçmeden önce Hüccetullahi’l-bâliğa adlı eserin kısa bir tanıtımını yapalım:

Ulema ailesine mensup olan Şah Veliyyullah ed-Dihlevi (1703-1762) dini hükümlerin hikmetlerini incelediği eseri Hüccetullahi’l-bâliğa[1] ile büyük bir şöhrete sahip olmuştur. Şiblî Nu’mânî, onun Hüccetullahi’l-bâliğa’da dinin hakikatlerini ve esrarını ele aldığını belirtir. Bir sosyolog gibi yaşadığı dönem ve yörede toplum hayatını gözlemleyip olan-biteni çok yönlü değerlendirmiş ve problemlerin çözümü için Kitap ve Sünnet çizgisinde bilimsel çareler önermiştir. [2]

Hüccetullahi’l-bâliğa, “dini ilimler içinde en derin, zor ve o ölçüde de önemli olan hikmet-i teşri’ ilmi” olduğu vurgusu ile başlar. Kendi türünde sahip olduğu mümtaz yerini, bu ilim sayesinde dini konuları kavrama ve uygulama imkânı bulunduğunu ispat etmiş olmasından alır.

Müellif, dini hükümlerin sır ve hikmetlerinin biri sevap-günah yönü diğeri dini hayatın düzeni olmak üzere iki ayrı açıdan önem arz ettiğini ve hükümlerin bu yönleriyle incelenmesi gerektiğini prensip olarak benimser. Şah Veliyyullah, toplumların dini ve dünyevi düzenlerinin bozulmaması için peygamberlerin rehberliğinin kaçınılmaz olduğunu vurgular. Hüccetullahi’l-bâliğa, genelde İslam’ın birey ve toplum hayatındaki yeri ve önemi, özelde dini emir, yasak ve tavsiyelerin sebep, hikmet ve gerekçelerini daha ziyade hadislere dayanarak açıklayan değerli bir çalışmadır.

Pek genel hatlarıyla içeriğine işarette bulunmaya çalıştığımız Hüccetullah’il-bâliğa’da müellif, son zamanlarda kimileri tarafından “İslam’ı rivayet dini haline soktular” diye hadisçilere yönelik olarak dile getirilen ithamlara ve ümmet içindeki aşırı grupçuluğun temel yanlışı olan “ma’sum olmayan kişilerin taklidi”ne ve dinlerin birbirine karıştırılmasına, “dinin tahrif sebebi olarak” dikkat çekmiştir. Güncelliği çok açık olan bu üç sebebin yanında müellifin yedi başlık altında[3] topladığı tahrif sebeplerinin tamamını sırasıyla takdime çalışacağız. [4]


Dinin tahriften korunması gereği 

Allah’tan, önceki dinleri yürürlükten kaldıran (evrensel) bir din getiren peygamberin, dinini tahriften koruyacak tedbirleri alması gerekli ve tabiîdir. Çünkü bu peygamber, çeşitli yeteneklere ve farklı amaçlara sahip birçok ümmeti bu yeni dinin şemsiyesi altında toplayacaktır. Çoğunlukla da bu insanların hevâ ve hevesleri ya da önceden müntesip oldukları dine yönelik sevgileri veya bazı şeyleri doğru anlamanın yanında çoğu maslahatı göz ardı eden eksik kavrayışları sebebiyle, bu yeni dinin belirlediği esasları ihmal ederler yahut bu dine ait olmayan konuları ona katıp karıştırmaya kalkışırlar. Böylece daha önceki birçok din gibi bu din de bozulur, özgün halini kaybeder.

Şu bir gerçektir ki, dine nereden zarar geleceğini her zaman bütün ayrıntılarıyla tespit etmek mümkün değildir. Zira dine zarar verecek unsurlar sayısızdır ve belirlenip sınırlandırılmış da değildir. Ne var ki bir şey tümüyle elde edilemiyorsa, tümüyle de terk edilmez. O halde bu dine mensup olanların genel anlamda da olsa, dini tahrife sebep olacak yollara gitmekten ciddi ve şiddetli bir şekilde sakındırılmaları ve uyarılmaları kaçınılmaz hale gelir.

Dini meselelerin ihmalini ve bunların önemsenmemesi neticesinde dinin tahrifine ortam oluşturacak sebepler, tahmini de olsa, tespit edilmelidir. Bu sebepler veya benzerleri yüzünden tahrif olgusunun insanlık tarihi boyunca devam edegelmiş bir hastalık olduğu dikkate alınıp bozulma yolları tümüyle tıkanmalıdır. Buna ilaveten önceki bozulmuş dinlerde alışılagelmiş konulara muhalif olan mesela namaz gibi hükümler ısrarla emredilmelidir.

Tahrif sebepleri

1-Dini ciddiye almamak /gevşeklik ve umursamazlık 

Bu şöyle gerçekleşir: Peygamber’in dostlarından sonra bir nesil gelir ve öncekilerin yerini alır. Bu yeni gelenler namazı terk eder ve arzularının peşine düşerler. Eğitim-öğretimini yapmak-yaptırmak ve yaşamak suretiyle dinin yayılmasına ilgi duymaz, emir bi’l-ma’ruf nehiy ani’l-münker yapmazlar. Çok geçmeden dinin esaslarına aykırı birtakım uygulamalar ortaya çıkar. Şeriat ile insanların istekleri farklılaşır. Bunlardan sonra bir nesil daha gelir, dini bilginin büyük kısmının tamamen unutulmasına varan bir umursamazlığı yaşam biçimi olarak paylaşırlar.

İşte tam da bu noktada toplumun büyüklerinin ve ileri gelenlerinin umursamazlığı, topluma daha zararlı olur ve fesadı artırır. Bu olgu sebebiyledir ki kendilerine selam olsun Nuh ve İbrahim 
Aleyhimüsselâm'ın dinleri, -bu dinlere mensup olup da onların nasıl olduğunu bilen hiç kimse kalmamacasına- unutulup gitmiştir.

Şah Veliyyullah, “dini ciddiye almama”nın üç göstergesini bu başlık altında dikkatlere sunmuş ve onları da kısa kısa açıklamıştır. O, şöyle devam etmektedir:

"Allah, ilmi (insanlara lütfettikten sonra) onu hafızalardan çekip almaz. Fakat ilim adamlarını, bilgileriyle birlikte ortadan kaldırmak suretiyle ilmi de kaldırır. O kadar ki, bir tek âlim bile bırakmadığı zaman insanlar, kendilerine soru yöneltilen ve şahsî görüşleriyle cevap (fetvâ) veren birtakım cahil kimseleri önder edinirler. Onlar da bu yaptıklarıyla hem kendileri sapar hem de halkı saptırırlar."

Gevşeklik ve Umursamazlık Bazı Sebeplere Dayanır. 

a-Dinin Kurucusundan Gelen Rivayete Önem Vermeyip onunla amel etmeyi terketmek 

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in şu hadisleri bu noktayı vurgulamaktadır:

"Dikkat ediniz! Çok sürmez karnı tok bir adam koltuğuna kaykılır ve ‘Siz bu Kur’ân’a bakın; onda helal olarak neyi bulursanız siz de onu helal kabul edin; haram olarak ne bulursanız onu da haram sayın’ der. [5]


Hâlbuki Allah’ın Rasûlü (sav)’nün haram kıldığı da Allah’ın haram kıldığı gibidir.” [6]

"Allah, ilmi (insanlara lütfettikten sonra) onu hafızalardan çekip almaz. Fakat ilim adamlarını, bilgileriyle birlikte ortadan kaldırmak suretiyle ilmi de kaldırır. O kadar ki, bir tek âlim bile bırakmadığı zaman insanlar, kendilerine soru yöneltilen ve şahsî görüşleriyle cevap (fetvâ) veren birtakım cahil kimseleri önder edinirler. Onlar da bu yaptıklarıyla hem kendileri sapar hem de halkı saptırırlar." [7]

Şah Veliyyullah burada, “dini/İslam’ı rivayet dini haline getirdiler” diye hadisçilere ve sünnet verilerine toptan cephe almaya kalkışan, “Kur’ân Müslümanlığı” vurgusuyla bu anlamsız tavırlarını savunduklarını sanan kimi kalem ve ağızlara, yapmaya çalıştıklarının gerçek yüzünü ve anlamını yani “dini tahrif” yoluna girdiklerini -tam bir isabetle- ihtar etmiş bulunmaktadır.

b-Sapık Tevillere Sürükleyen Kötü Amaçlar/hedefler 

Yöneticilere yaranmak maksadıyla onların hoşlarına gidecek birtakım yorumlarda bulunmak bunun örneğini teşkil eder. Allah Teâlâ bu tür davranış sahipleri hakkında şöyle buyurmaktadır:

“Allah’ın indirdiği kitabın bir kısmını gizleyenler ve onu az bir karşılığa satanlar yok mu, onlar karınlarına ateşten başka bir şey doldurmuyorlar.”[8]

c-Kötülüklerin Yaygınlaşması ve Ulemanın Bunlardan Halkı Uzaklaştırmaması 

Bu konuda Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

“Keşke sizden önceki nesillerin içinde, yeryüzünde fitne fesat çıkarılmasına engel olacak akıllı ve erdemli insanlar bulunsaydı. Ama içlerinden, kendilerini kurtardığımız çok az kimse bunu başarabildi. Zalimler ise kendilerine verilen refaha aldanıp yoldan çıkarak günahkâr oldular.” [9]

Yine İsrail oğullarının günahlara dalması hakkında Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in şu beyanı da bu konuya yöneliktir:

“Başlangıçta bilginleri, İsrail oğullarını kötülüklerden sakındırmışlardı. Fakat onlar işlediklerine son vermemişlerdi. Buna karşın bilginler onlarla düşüp kalkmışlar, yiyip içmişlerdi. Bu isyanları ve hakkı tecavüz etmeleri karşılığı olarak Allah, onların kalplerini birbirine benzetmiş, Davud ve Meryem oğlu İsa’nın diliyle onları lânetlemiştir.” [10]

Dini tahrif sebeplerinde bir başkası zorlaştırmadır(teşeddüt). Bunun özü, kesintisiz oruç tutmak, devamlı namaz kılmak, uzlete çekilmek, evlenmemek ve sünnet’ten ve âdâbtan olan konuları vacip telakki etmek gibi Allah Teâlâ’nın emretmemiş olduğu zor/ağır ibadet ve amelleri tercih etmektir.

2-Aşırılık (Taammuk) 

Dini tahrifin sebeplerinden biri de taammuk/aşırılıktır. Bunun özü ve gerçeği şudur: Hüküm koyucu(Peygamber) bir emrin yerine getirilmesini emreder ve bir şeyden de nehiy eder. Ümmetinden bir kişi bunu duyar ve kendi zihniyetine uygun gelecek şekilde bunu anlar. Peşinden bu anladığı hükmü, o şeye bazı yönlerden benzer olan veya illetin bir kısmında ortak gözüken öteki konuları veya o şeyin bulunabileceği yerleri ya da sebepleri de içine alacak şekilde genişletir. Rivayetlerin teâruzu yüzünden ne zaman işler zora girse, o en zor olanı geçerli sayar ve onu vacip kılar. Peygamber’in her yaptığını ibadet olarak değerlendirir. Hâlbuki Peygamber bazı şeyleri âdeten işlemiştir. O emir ve nehyin bu kabil işleri de kapsadığını zanneder. Neticede Allah Teâlâ bunu da emretmiştir, şunu da yasaklamıştır demeye cür’et eder. Söz gelimi, Şâri teâlâ, nefsi denetim altında tutup yola getirmek için orucu farz kılıp oruç süresince cinsel ilişkiyi yasaklamıştır. Aşırılığı benimsemiş olanlar, buradan hareketle, sahurda yemek yemeyi, nefsin denetim altında tutulmasına aykırı bulup sahurun meşru olmadığını ileri sürerler. Yine bu yapıdaki insanlar, oruçlunun eşini öpmesini de haram sayarlar. Çünkü onlara göre öpme, cinsel ilişkiye yönlendirebilir. Hatta şehvetin tatmini bakımından bir çeşit cinsel ilişki işlevi görebilir.

İşte Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem bu tür düşünce ve aşırılıkların yanlışlığını ortaya koymuş ve böylesi bir yaklaşımın dini tahrif etmek olduğunu açıklamıştır.

3-Zorlaştırma /Teşeddüt: 

Dini tahrif sebeplerinde bir başkası zorlaştırmadır(teşeddüt). Bunun özü, kesintisiz oruç tutmak, devamlı namaz kılmak, uzlete çekilmek, evlenmemek ve sünnet’ten ve âdâbtan olan konuları vacip telakki etmek gibi Allah Teâlâ’nın emretmemiş olduğu zor/ağır ibadet ve amelleri tercih etmektir. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in, Abdullah b. Amr ve Osman b. Maz’ûn’u niyet ettikleri zor ibadetlerden alıkoyması bu sebeptendir. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: (Aşırıya kaçıp) dini aşmak isteyen kimse ona yenik düşer.”[11]

Öte yandan bu zorlaştırma ve aşırılık yanlısı kişi, toplumun mürşidi ve yöneticisi olursa, halk onun yapıp ettiklerini Şer’-i şerif’in emri olduğunu ve ilahi rızanın da bunları böylece uygulamakla elde edileceğini sanacaklardır. Yahudi ve Hristiyan din adamlarında görülen hastalık tam da budur.

4-İstihsan 

Dini tahrifin sebeplerinden bir başkası istihsan ilkesidir.[12] Kişi, şâri Teâlâ’nın, her hikmet için uygun bir yer/konum belirlediğini görür ve teşri’de oraya bağlı kıldığını idrak eder. Bunun sonucunda da, teşriin sırları / hikmet-i teşri ile alakalı olarak (bu kitapta) zikrettiğimiz hikmetlerin bir bölümünü özümser, peşinden de aklınca uygun gördüğü şeyleri halka maslahat olarak kabul ettirmeye kalkışır. Nitekim Yahudiler de Şâri’ Teâlâ’nın hadleri, ıslah için günahlardan caydırıcı nitelikte emretmiş olduğunu görmüşlerdi. Bu ilkeden hareketle recim cezasının, ihtilafları ve öldürmeleri tetiklediğini ve böylece de toplumda daha büyük bir fesada sebep olduğunu değerlendirip zina eden kişilerin yüzlerinin ve vücutlarının siyaha boyanmasını yeterli ve güzel görmüşlerdi.

Rasûlullah sallahu aleyhi ve sellem, böyle bir uygulamanın bir tahrif/bozma ve Allah’ın Tevrat’ta açıkça koymuş bulunduğu hükmünü, kendi reyleriyle işlevsiz kılmak demek olduğunu bildirmiştir.

İbn Sîrin’in şöyle dediği nakledilmiştir: “İlk kıyas yapan İblistir. Güneş ve aya kulluk edilmesi de hep kıyaslamalar sonucudur.”

Hasen el-Basri;"Beni ateşten onu topraktan yarattın”[13] ayetini okumuş ve “İblis, böyle kıyas yapmıştır. O zaten ilk kıyas yapandır” demiştir.

Eş-Şa’bî de şöyle demiştir: “Allah’a yemin ederim ki, kıyaslama yoluna giderseniz, helali haram, haramı da helal kılarsınız.”

Muaz b. Cebel’den de şöyle dediği nakledilmiştir:

Kur’ân-ı Kerîm insanların önüne açılır; erkek, kadın, çocuk herkes onu okur. Erkek der ki, “Ben Kur’ân’ı okudum fakat ona uymadım, uyamadım. Yemin olsun ki ben şimdi onu, insanların içinde okuyacağım belki o zaman uyarım.” Kalkar insanların arasında okur fakat yine uymaz. Bu defa der ki; “Ben Kur’ân’ı okudum fakat ona uymadım, uyamadım. İnsanların arasında okudum fakat yine uymadım, uyamadım. Şimdi ise, evimde özel bir mescid hazırlayacağım, belki bu defa ona uyarım.” Evinde bir mescid edinir fakat Kur’ân’a uymaz. Bu defa şöyle der: “Ben Kur’ân’ı okudum fakat ona uymadım, uyamadım. İnsanların arasında okudum fakat yine uymadım, uyamadım. Evimde bir mescid edindim (okudum) yine uyamadım. Allah’a yemin ederim ki ben bu insanlara öyle bir söz getireceğim ki, onlar bunu Allah’ın kitabında bulamazlar ve Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’den de kesinlikle duymamışlardır. Ben belki işte bu takdirde onun hükmüne uyarım.”

Muâz b. Cebel şu uyarıda bulundu: “Onun getireceklerinden kesin olarak uzak durun. Çünkü onun (Allah’ın kitabı ve Rasûlü (sav)’nün sünneti dışında) getireceği her ne ise o sapıklıktan başka bir şey değildir.”

Halkın, görüşlerinde çoğunlukla veya sürekli isabet ettiklerine inandığı din bilginlerinden bir grub bir konu üzerinde ittifak eder. Bu ittifak, Kitap ve Sünnetten herhangi bir esasa dayanmamasına rağmen, o hükmün sâbit olduğunu gösteren kesin delil zannedilir. Pek tabii olarak böylesine oluşmuş bir icma, ümmetin delil olduğunda görüş birliği ettiği icma’dan başka bir şeydir.

Allah kendisinden razı olsun Ömer 
Radıyallahu Anh'dan de şöyle dediği nakledilmiştir:

“İslam’ı, âlimin yanılgısı(zelle), münafığın kitap ile cedeli ve saptırıcı yöneticilerin hükmü yıkar.”

Bütün bu nakillerden maksat, Allah’ın kitabından ve Rasûlü 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem’in sünnetinden istinbat edilmemiş olduğu halde “istihsan” diye ortaya konulan hükümler ve onlara dayalı düşünce ve davranışlardır.

5-Delilsiz İcma

Dini tahrif etmenin bir başka sebebi de kitap ve sünneten dayanağı olmayan icma’dır. Bu şöyle gerçekleşir: Halkın, görüşlerinde çoğunlukla veya sürekli isabet ettiklerine inandığı din bilginlerinden bir grub bir konu üzerinde ittifak eder. Bu ittifak, Kitap ve Sünnetten herhangi bir esasa dayanmamasına rağmen, o hükmün sâbit olduğunu gösteren kesin delil zannedilir. Pek tabii olarak böylesine oluşmuş bir icma, ümmetin delil olduğunda görüş birliği ettiği icma’dan başka bir şeydir. Zira ümmetin bilginleri, dayanağı Kitap ve Sünnet veya bunlardan birinden yapılan bir çıkarım/istinbat olan görüş birliğinin icma’ olduğunda ittifak etmişlerdir. Kitap veya Sünnet’in birinden dayanağı bulunmayan bir görüş birliğini, dinde delil olan “icma’” olarak kesinlikle değerlendirmemişlerdir.

Şu ayet-i kerime bu konuya delildir:

“Onlara: “Allah’ın indirdiğine uyun” dendiğinde,” Hayır, biz atalarımızdan gördüğümüze uyarız” dediler. Peki, ya ataları anlayışsız ve doğru yolu bulamamış kimseler ise?”[14]

Yahudiler İsa ve Muhammed aleyhimesselam’ın peygamberliğini yok sayarken; geçmişlerinin bu iki peygamberin durumlarını araştırdıklarına ve onları öteki peygamberlerin evsaf ve şartlarına uygun bulmadıklarına tutunmuşlardır. Hıristiyanlara gelince, onların Tevrat ve İncilin hükümlerine aykırı çok uygulamaları bulunmaktadır. Bu noktada, atalarının müştereken yapıp ettiklerinden başka bağlılık hissettikleri herhangi bir delilleri de yoktur.

6-Ğayr-i ma’sum kişilerin Taklidi 

Bundan maksadımız, hatadan korunduğu (ismet) sabit olan Peygamber Efendimiz 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem dışında kalan insanlardır. Ğayr-i ma’sum kişilerin taklidi şöyle gerçekleşir:

 Ümmetin bilginlerinden herhangi biri bir konuda içtihat eder. Bu âlimin bağlıları, onun içtihadında kesin olarak ya da ona yakın bir ihtimalle isabet ettiğini savunurlar ve o içtihada ters düştüğü gerekçesiyle sahih bir hadisi reddederler. İşte bu hareket tarzı, ümmet-i merhumenin, caiz olduğuna dair görüş birliğine vardığı taklitten başka bir taklittir. Zira ümmet, müçtehidin görüşünde hata da isabet de edebilir olmasına rağmen müçtehitlerin taklidinin caiz olduğu konusunda ittifak etmişlerdir. Ne var ki, o mesele hakkında Nebi sallallahu aleyhi ve sellem’den gelen nassın araştırılmış olması ve taklit edilen görüş hilafına sahih bir hadisin ortaya çıkması halinde o görüşün terkedileceğine ve hadise tabi olunacağına dair kesin bir kanaatin bulunması esastır.

 Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: "Ehl-i kitab, Allah’ı bırakıp hahamlarını ve ruhbanlarını rab edindiler” [15] ayeti ile ilgili olarak şöyle buyurmuştur:

“Onlar, din adamlarına tapmıyorlardı; fakat din adamları kendilerine bir şeyi helal kıldığı zaman hemen onu helal sayıyorlar; yine o din adamları bir şeyi de haram kıldığı zaman kendilerine haram kabul ediyorlardı.”[16]

Şah Veliyyullah, şu veya bu gerekçe ile hatasızlık konumuna layık görülüp her söylediği ya da her yaptığının isabetli olduğu kanısıyla taklit edilen ve fakat hata işlemekten korunmuş olmayan kişilerin, sıfat, unvan, cinsiyet, şekil-şemâil ve saygınlık bakımından nasıl ve ne durumda olurlarsa olsunlar, dinin tahrifine sebep olacaklarını vurgulamaktadır. Halkımız arasında sıkça söylenen “Hocanın dediğini tut, gittiği yoldan gitme” sözü de -sanıldığının aksine- bu noktada dikkate alınması gerekli bir kuralı ifade etmektedir. Yani, din adamları halka din adına doğruları ve hatta bunların kolayca yerine getirilecek şekillerini(ruhsatları) söylerler. Ancak, kendileri azimeti iltizam edecekleri, daha da önemlisi ğayr-i ma’sum kimseler oldukları için onların yaşayışları “din olarak” taklid edilemez. Hayatı din olarak taklid edilecek tek kul, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellemdir.

7-Dinlerin ayırt edilemeyecek derecede karış(tırıl)ması:

Dinin tahrif sebeplerinden biri de dinlerin ayırt edilemeyecek derecede birbirine karış(tırıl)masıdır. Bu şöyle gerçekleşir: Bir insan dinlerden birine inanır, gönlü o dinin bilgileriyle dolar. Daha sonra İslâm dinine girer. Ne var ki gönlünde hala eski diniyle ilgili bilgiler bulunur. Bu sebeple bu yeni dininde o eski bilgilerine zayıf veya uydurma da olsa bir yorumla yer bulmaya çalışır. İş bu noktaya gelince hadis uydurmayı ve hadis diye uydurulmuş sözlerin rivayetini caiz görmeye başlar.

 Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in şu beyanı bu konuyu açıklar:

“İsrail oğullarının işleri düzgün ve yolunda gidiyordu. Sonra içlerinde melezler ve diğer milletlerden alınan esirlerin çocukları türedi. Bunlar kişisel görüşleriyle (re’y) hüküm verdiler, dolayısıyla hem kendileri saptılar hem de insanları saptırdılar.” [17]

Bazı İsrâilî bilgiler, Cahiliye dönemi öğütleri, Yunan felsefesi, Fars tarihi, ilm-i nücum, remil ve kelâm bizim dinimize sokuşturulmuştur.

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in, huzurunda bir Tevrat nüshasının okunmasına kızmasının ve Ömer 
Radıyallahu Anhn Danyal’ın kitaplarını soruşturan kişiyi cezalandırmasının sırrı/ hikmeti işte budur. Allahu a’lem.

Sonuç

Şah Veliyyullah’tan yaptığımız bu tercüme de göstermiştir ki; Hüccetullah’ı’l-Bâliğa, dünün ve günün Müslümanları için gerçekten faydalı tespitleri ile bizim kültürümüzün ve dini hayatımızın sağlık reçetelerinden biridir. Genelde ilahiyatçıların özelde din felsefesi ve sosyolojisi ile ilgilenenlerin eser üzerinde hassasiyetle durmaları ve derinlikli araştırmalar yapmaları ve yaptırmaları, din bilimleri ve din hizmetleri açısından son derece isabetli ve faydalı olacaktır.

Prof. Dr. İsmail Lütfi Çakan

Dipnotlar:

1. Eserin geniş bir tanıtımı için bk. Bekir Topaloğlu, “Hüccetullahı’l-Bâliğa”, DİA, XVIII, 453-455
2. Bk. M. Erdoğan ve M. Said Özervarlı, “Şah Veliyyullah”, DİA, XXXVIII, 260-267


3. Bu başlıklar şöyle sıralanır:
1. Dini ciddiye almamak/umursamazlık
a. Dinin Kurucusundan Gelen Rivayete Önem Vermeyip onunla amel etmeyi terk etmek
b. Batıl tevillere sürükleyen kötü amaçlar
c. Ulemanın Halka Uyması
2. Aşırılık (Teammuk)
3. Zorlaştırma /Teşeddüt
4. İstihsan
5. Delilsiz İcma’
6. Ğayr-i ma’sum kişilerin Taklidi
7. Dinlerin birbirine Karışması/Karıştırılması

4. Şah Veliyyullah tarafından, “Dinin tahriften korunma gereği” başlığı altında işlenmiş olan konu, kitabın Arapça nüshası yanında Prof. Dr. Mehmet Erdoğan’ın Türkçe tercümesinden de (İstanbul,1994,İz Yayıncılık) istifade edilmek suretiyle hazırlanmıştır.
5. Ebu Davud, Sünnet 5; Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 131; Hadisin geniş yorumu için bk. Çakan, Hadislerle Gerçekler, s. 305-310
6. Hadisin son kısmındaki وَإِنَّ مَا حَرَّمَ رَسُولُ كَمَا حَرَّمَ اللَّهُ cümlesi Tirmizî’nin rivayetinden alınmıştır.
7. Buhâri, İ’tisâm 7; İlim, 34; Müslim, İlim 13. Bu hadisin geniş bir yorumu için bk. Çakan, Seçme Hadisler, s. 160-164, İstanbul, 2012 (İfav yayınları)
8. El-Bakara (2), 174
9. Hud (11), 116
10. Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 391
11. Buhari, İman 29; Nesâi, İman 28; Ahmed b. Hanbel, Müsned V, 69
12. İstihsan, “fıkıh usulünde müctehidin bir meselede icmâ, zaruret, örf, maslahat, gizli kıyas gibi özel ve da¬ha kuvvetli görünen bir delile dayanarak o meselenin benzerlerinde izlenen genel kuraldan ve ilk hatıra gelen çözümden vazgeçmesi ve hukukun amacına daha uygun bulduğu başka bir hüküm verme¬si diye özetlenebilen yöntemin adıdır”. Ali Bardakoğlu,”İstihsan”, DİA, XXIII, 339
13. El-A’raf (7), 12
14. El-Bakara (2), 170. Ayrıca bk. El-Maide (5), 104; el-A’raf 87), 28; eş-Şuarâ (26), 74; Lokman (31), 21; es-Saffât(37),69-70; ez-Zuhruf (43), 22-24
15. Et-Tevbe (9), 31
16. Tirmizi, Tefsir( 9), 30
17. İbn Mâce, Mukaddime 8; Dârimî, Mukaddime 17


Sallallahu ve sellem ve ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Ve’l hamdüli’llahi rabbi’l âlemin.


Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah-u Teala’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH azze ve celle BİLİR