31 Temmuz 2016 Pazar

685.Terör Saldırıları ve İslamiyet

Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabb'il âlemin. Ve sallallahu ve selleme ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmaîn.

Müslüman Terörist Olamaz, Terörist de Gerçek bir Müslüman Olamaz.

İslam hoşgörü dinidir; insanı en kıymetli varlık olarak kabul eder; ma’sum insanlara karşı yapılan tecavüz ve hücumları büyük günahlar arasında sayar. Nitekim bahsini ettiğimiz Kur’an ayeti bunu haykırmaktadır:

"Kim bir başka canı öldürmek veya yeryüzünde anarşi çıkarmak gibi bir suçu bulunmadan haksız yere bir cana kıyarsa, bütün insanlığı öldürmüş gibi olur. Kim bir canının kurtuluşuna vesile olursa, bütün insanlığı ihya etmiş gibi olur. Bizim peygamberlerimiz, onlara çok açık deliller getirdiler. Ancak bütün bunlardan sonra insanlardan çoğu yine yeryüzünde aşırıya gitmiş ve zulm etmişlerdir."
(Maide, 5/32).

Gerçek şu ki, Müslüman ölüme değil, sadece hayata hizmet eder. Bu hadise sebebiyle İslam'ın koyduğu iki temel hukuk prensibini asla unutmamalıyız:

Birincisi: Kur’an’ın "Bir suçlu bir başka suçlunun yükünü yüklenemez." (En'am, 6/164). Yani bir cani yüzünden bir başka insan asla cezalandırılamaz. Hukukta cezalar ve suçlar şahsîdir.

İkincisi ise, "berâat-i zimmat esastır." Yani suçluluğu isbat edilinceye kadar kimse suçlanamaz. Delil olmadan kimseyi cezalandırmak adalet değildir. Aksi isbat edilmedikçe insanlar masum kabul edilirler. Hz. Peygamber’in şöyle buyurduğu nakledilmektedir:

"Bir mü’min, ma’sum bir insanı gayr-i meşru bir yolla öldürmediği müddetçe din dairesi içinde kendini koruyabilir."

İslam selm ve müsâlemet yani barış demektir. Bu da göstermektedir ki, beden ve aklın gerçek barışı, ancak Allah’a itaat ve teslimiyetle mümkün olur. Bir Müslüman da ancak toplum içinde uyum ve barış içinde yaşarsa mükemmel bir Müslüman olur. Allah’a itaat ve kulluk içindeki bir hayat, kalb huzurunu doğurur ve toplum hayatında gerçek barışı temin eder (Ra'd, 13/28-29).

Allah’ın bütün peygamberleri, insanlığı doğru yola davet ederken bu hakikatı tebliğ etmişlerdir. Hz. Peygamber’in şu hadisini burada hatırlatmalıyız:

"Şu üç şey vardır ki, iman dahil temel unsurlardır:
- Ekonomik sıkıntıda olsalar dahi insanlara yardım etmek;
- Bütün şevkıyle insanlığın barışı için dua etmek;
- İnsanın kendisine istediği adaleti herkese karşı icra etmek."


Hz. Peygamber yine buyurdu:

"Bütün insanlar bir sürü gibidir; bu sürünün her bir ferdi diğerlerinin bekçisi ve çobanı gibi olmalı ve bütün sürünün sorumluluğunu üstlenmelidir."

"Birlikte yaşayın, ittifak edin; ihtilafa düşmeyin; kolaylaştırın; biribirinize engel ve zorluk çıkarmayın."

"Komşusu aç iken tok yatan hakiki mü’min değildir."

"Allah’a iman eden Müslüman bir kişi, başkasının canına ve malına zarar vermeyen kişidir."


Kısaca ifade etmek gerekirse, İslam ne fertleri ve ne de toplumu ihmal etmemiştir. Bilakis her ikisi arasında tam bir uyum ve dengeyi kurmayı hedeflemiştir. İslam'ın mesajı, bütün insanlık içindir. İslam’a göre Allah, bütün âlemlerin Rabbidir(Fatiha, 1/1). Hz. Peygamber de bütün insanlığa gönderilmiş bir peygamberdir.

"Ey insanlar! Ben sadece Allah’ın bütün insanlığa gönderdiği bir peygamberim..." (Â'raf, 7/158).

"Biz seni sadece âlemlere rahmet olarak gönderdik.”(Enbiya, 21/107).

İslam’da, bütün insanlar, renk, dil, ırk ve vatan farklılığı gözetilmeksizin, eşit kabul edilmişlerdir. Bugün aydınlanma çağı denen çağımızda dahi, insanlar arasında zikredilen sebeplerle hâlâ engellerin, ayırımcılığın ve farklı muamelelerin bulunduğunu inkâr edemeyiz. İslamiyet, bütün bu ayırımcılıkları ve imtiyazları ortadan kaldırmakta, herkesin Allah’ın mahluku olmak hasebiyle eşit olduğunu aleme ilan etmektedir.

İslamiyet gerçek manada beynelmilel bir bakışa sahiptir ve renge, kabileye, ırka, kana ve bölgeye dayalı imtiyazları şiddetle reddeder. İnsanlığa karşı yapılan her hücumu kınıyoruz. Masum insanları hedef alan bütün tecavüzlerden dolayı müteessiriz. Zalimlerin yanında mazlumların öldürüldüğü toplu katliamları, İslamiyet şiddetle yasaklamıştır. İslama göre, hiç bir kimse başkasının hatası sebebiyle mesul tutulamaz.

İslamiyet masum ve korumasız insanların öldürülmesine asla müsaade etmez.Şayet, bu tür katliamlar, taraflı basının ve haber kaynaklarının iddia ettikleri gibi, bazı Müslüman fertlerden sadır olursa, İslam namına ve din namına bu zalim insanları suçlu ve günahkâr ilan ederiz. Zulm edenlerin, din, ırk ve cinsiyet farkı gözetilmeksizin, mutlaka caydırıcı bir ceza ile cezalandırılması gerektiğini de önemle belirtmek isteriz.

Bu hadiseler karşısında, devletler ve fertler olarak şu hakikati unutmamalıyız: Siz bir gemide veya bir evde bulunsanız, sizinle beraber dokuz masum ile beraber bir cani olsa, bu gemiyi batırmaya veya o haneyi yakmaya çalışan bir adamın ne derece zulm ettiğini tahmin edersiniz. Onun zalimliğini semavata işittirecek derecede bağıracaksınız. Hatta, bir tek masum ve onun yanında dokuz cani de olsa, yine o gemi ve ev, hiçbir adalet kanunuyla batırılamaz ve yakılamaz. Aynı şey bu hadiseler için de geçerlidir.

Biz bu kanlı ve vicdansız eylemleri kınarken, benzerlerini yapmanın da daha tehlikeli olduğunu hatırlatmak istiyoruz.


Sorularla İslamiyet

Sallallahu ve sellem ve ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Ve’l hamdüli’llahi rabbi’l âlemin.


Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah-u Teala’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH azze ve celle BİLİR 

30 Temmuz 2016 Cumartesi

684.İslam hukukuna göre, kalkışma ve isyanın cezası nedir?

Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabb'il âlemin. Ve sallallahu ve selleme ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmaîn.

- İslam hukukuna göre, kalkışma ve isyanın cezası nedir?
- İsyancıya verilecek ceza ile ilgili hadis var mıdır?
- Ele geçirilenler öldürülebilir mi?
- Kaçanların yakalanması gerekir mi?

Meşru devlet başkanına silâhla karşı koymaya, isyan etmeye, fıkıh dilinde "bağy" denir.

Sözlükte “haktan ayrılmak, zulmetmek, haddi aşmak” anlamına gelen bağy, fıkıh terimi olarak ifade ettiği siyasî anlamın yanı sıra “Allah’a karşı gelme, dinin çizdiği sınırları aşma” manasında dinî-ahlâkî bir terim olarak da kullanılmaktadır.

Kelime Kur'an-ı Kerim’de ve hadis-i şeriflerde hem sözlük hem de terim manalarında geçmektedir.
(Meselâ bk. Kasas, 28/76; Şûrâ, 42/27; En‘âm, 6/164; Hucurât, 49/9; hadislerdeki kullanışları için bk. Buhârî, Cihâd, 108, Ahkâm, 4; Müslim, Fiten, 70-73)

"Bağy" suçu sabit olan isyancılarla savaşmak ve bu sırada onları öldürmek helâl kabul edilmiştir.
İslâm devletinin isyancılara karşı, işin başında kesin tavır koyması bazı hadislerde öngörülmüştür. Allah Resulünün şöyle dediği rivayet edilmiştir:

“İşiniz toplu ve düzenli iken size biri gelir de topluluğunuzu dağıtmak isterse, onu hemen öldürün.”(Müslim, İmare, 59)

Müslim aynı hadisi şu ifadelerle rivayet etmiştir:

“Nice fitne ve fesatlar olacaktır. Bu ümmet toplu iken bir kimse onun hâlini perişan etmek ve onları dağıtmak isterse, kim olursa olsun onu, hemen kılıçla öldürün.”(Müslim, İmare, 60)

Bu hadisler, bir ülkede Müslümanların bir kimseyi emirü'l-mü'minîn seçerek etrafında toplamalarına rağmen, bazılarının isyan edip bu seçilen zatın aleyhine baş kaldırmaları halinde, bunların ölüm cezasını hak ettiklerini gösterir.

Yalnız, onların Müslüman olduğu ve suçlarının siyasî bir suç teşkil ettiği gözden uzak tutulmamalıdır. Bunun sonucu olarak sadece zaruret halinde ve isyanı bastıracak ölçüde bir şiddete izin verilmiştir.

Ele geçenlerin yaralıları öldürülmez, malları ganimet olarak dağıtılmaz ve telef edilmez, aile fertleri esir alınmaz.

İmam Şâfi ve Ahmed b. Hanbel’e göre kaçan asiler takip edilmez; nitekim Hz. Ali Cemel Olayında kaçanları takip etmemiştir.

Ancak Ebu Hanîfe ise, bu kaçış diğer isyancılara katılmayı sonuçlandıracak ve yeni bir isyana yol açacaksa, onların takip edilip yakalanması görüşünü benimsemiştir.

İsyanın bastırılmasından sonra, harp hukuku hükümleri uyarınca asilerin isyan sırasındaki öldürme ve yaralama gibi suçları ayrıca cezalandırılmaz; yine bu esnada yaptıkları zararlar tazmin ettirilmez. Sadece isyanlarıyla ilgili olarak ta‘zir cezasına çarptırılırlar.

İmam Azam Ebu Hanife’ye göre ise, ta‘zir olarak ölüm cezası da verilebilir.

Hukukçuların bir kısmı isyan başlamadan asilerle savaşılamayacağı kanaatindedir. Onlar bu görüşlerini Hâricîlere hitaben,

“Siz başlamadıkça biz sizinle savaşa girmeyiz.” (Mâverdî, el-Ahkâmü’s-sultâniyye, s. 73) 
diyen Hz. Ali’nin uygulamasına dayandırmaktadırlar.

Çoğunluğu teşkil eden hukukçulara göre ise, asiler hazırlık yapmakta ve isyan edeceklerine muhakkak nazarıyla bakılmakta ise savaşa başlamak için fiilen isyan etmeleri beklenmez, çünkü bu durum fitnenin büyümesine sebep olur. Ancak barış yoluyla kendilerine engel olunabileceği umuluyorsa, bu yol tercih edilmelidir.

Devlete isyan ve bu isyanın bastırılması İslâm hukukunda bir iç mesele olarak kabul edilmektedir. Bu bakımdan yabancı bir devletin asilere yardım etmesi düşmanca davranışa teşebbüs kabul edilir.
Kaynaklar:

- Lisânü’l-aArab, “bgy” md.
- Kāmus Tercümesi, “bgy” md.
- Müsned, V, 66.
- Buhârî, “Ahkâm”, 4, “Cihâd”, 108.
- Müslim, “İmâre”, 3940, “Fiten”, 70-73.
- Mâverdî, el-Ahkâmü’s-sultâniyye, s. 73-77.
- İbn Kudâme, el-Mugnî, Kahire 1367, X, 48 vd.
- İbn Receb, Câmiu’l-ulûm, Kahire 1393/1973, s. 243 vd.
- İbnü’l-Hümâm, Fethu’l-kadîr, Kahire 1356, IV, 498.
- Remlî, Nihâyetü’l-muhtâc, Kahire 1386/1967, VIII, 382 vd.
- İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, Kahire 1307, III, 428 vd.
- Elmalılı, Hak Dini, II, 1375-1378; VI, 4462 vd.
- Abdülkadir Ûdeh, et-Teşrîu’l-cinâǿî, Kahire 1959, I, 102, 661 vd.
- Muhammed Ebû Zehre, el-Cerîme, Kahire 1976, s. 160-168.
- Hâlid Reşîd el-Cümeylî, Ahkâmü’l-bugāt ve’l-muhâribîn fi’ş-şerîati’l-İslâmiyye ve’l-kānûn, Bağdad 1979.
- Muhammed Selîm el-Avvâ, Fî Usûli’n-nizâmi’l-cinaǿiyyi’l-İslâmî, Kahire 1983, s. 130-133.
- Ahmet Özel, İslam Hukukunda Ülke Kavramı, İstanbul 1988, s. 135-139.
- Abdürrezzâk es-Senhûrî, Fıkhu’l-hilâfe ve tetavvüruhâ, Kahire 1989, s. 219.
- Joel L. Kraemer, “Apostates, Rebels and Brigands”, IOS, X (1980), s. 48-59.
- TDV İslam Ansiklopedisi, Ali Şafak, Bağy md.

Sorularla İslamiyet

Sallallahu ve sellem ve ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Ve’l hamdüli’llahi rabbi’l âlemin.


Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah-u Teala’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH azze ve celle BİLİR 

683.Müslüman gençlerle problemlerimizi konuştuk-Faruk Beşer


... Dünyanın asıl amaç olmadığını kula hissettiren en önemli ibadet, dosdoğru kılınan namazdır. Allah düşünülüp anılmadan, yani zikredilmeden dünyanın değeri ne kadardır anlaşılamaz. Onun için Allah (cc) kuluna, 'beni zikretmek/anmak için namaz kıl' buyurur. Ve 'en büyük iş Allah'ın zikredilip anılmasıdır' der. İşte bunu sağlayan da namazdır ve Resulüllah'ın ifadeleriyle 'kişinin kıldığı namazdan nasibi, anlayarak kıldığı kadardır'. Namaz aynı zamanda fiili bir duadır...

... Kişi tek başına müslüman olabilir, ama tek başına müslüman kalabilmesi zordur. Bilgi, tefekkür, eylem ve heyecan olmadan hiçbir düşünce varlığını sürdüremez. Bunlar da birinci derecede birlikteliklerle sağlanabilir. Özellikle heyecanı canlı tutabilmek için her bilinçli müslümanın haftada asgari bir Kuranı kerim yada Siyer dersi olmalıdır. Aksi halde hayatın akışı insanı farkına varmadan yoldan çıkarır. Kuranı kerim'de, “Allah'a itaat edin, resule itaat edin ve sizden olan ulü'l-emre de” itaat edin buyrulur. Bu durum bize merci olarak Kitabı ve Sünneti ve onları bilen ve uygulayan âlimleri gösterir....

... Allah (cc) kurtulmayı başarabilecek müminlerin temel özelliklerinden birisinin marufu emredip, münkeri yasaklama olduğunu söyler. Bizce bu aynı zamanda müslüman oluşumuzun canlılık ölçütüdür. Anlatabilme heyecanı duyuyor ve bunu yapabiliyorsanız imanınız ve islamınız canlıdır, bulamıyorsanız, ne kadar ibadet ediyor olursanız olun, bitiş sürecindesiniz demektir....


29 Temmuz 2016 Cuma

682. Günahlar, Câhiliye İşlerindendir

Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabb'il âlemin. Ve sallallahu ve selleme ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmaîn.

"Fethu'l-Bari" (Sahih-i Buhari Şerhi)
   
2. BÖLÜM ÎMÂN 

22. Günahlar, Câhiliye İşlerindendir
Şirk dışındaki bu günahları işleyenler tekfir edilmezler. Çünkü Hz. Pey­gamber 
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurmuştur; "Sen, kendisinde câhiliye olan bir adamsın". Yüce Allah da şöyle buyurmuştur: "Allah kendisine ortak ko­şulmasını asla bağışlamaz. Bunun dışındaki günahları dilediği kimse için bağış­lar.[Nisa,48]

30- Ma'rûr'dan rivayet edildiğine göre o şöyle demiştir: Ebû Zer ile Rebeze'de karşılaştık. Kendisinin ve kölesinin üzerinde bir hulle vardı. Ona bu­nun sebebini sorduğumda şöyle dedi: Bir adama sövdüm, onu anasından dolayı ayıpladım. Bunun üzerine Hz. Peygamber
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem) bana şöyle dedi: "Ebû Zer! Onu anasından dolayı ayıplıyor musun? Gerçekten sen ken­disinde câhiliye (ahlâkı) olan birisin. Kardeşleriniz sizin hizmetçilerinizdir. Allah onları sizin elinizin altına (idarenize) verdi. Kimin elinin altında kardeşi varsa ona yediğinden yedirsin, giydiğinden giydirsin. Onlara yapamayacakları şeyler yüklemeyin. Şayet onlara bir iş yükler­seniz kendilerine yardımcı olunuz.[Hadisin geçtiği yerler:2545,6050]


Şayet Mü Minlerden İki Grup Birbiri İle Savaşırlarsa Aralarını Düzeltin [el-Hucurât,9]

31- Ahnef b. Kays'tan rivayet edildiğine göre o şöyle demiştir:

Şu adama (Hz. Ali'ye) yardım etme niyeti ile çıktım. Ebû Bekre ile karşılaş­tım. Bana: "Nereye gidiyorsun?" diye sordu. "Şu adama yardım etmeye gidiyo­rum" dedim. O "Geri dön. Çünkü ben Allah Resulü'nün şöyle dediğini duydum: iki Müslüman kılıç kılıca karşılaştıklarında öldüren de öldürülen de ateştedir.

Hz. Peygamber'e sordum: 'Öldüreni anladım da ya şu öl­dürülen niçin ateştedir ey Allah'ın elçisi?'
Allah Resulü şöyle buyurdu: "Çünkü o da arkadaşını öldürmek isti­yordu.[Hadisin geçtiği yerler:6875,7083]

Açıklama

"Şirk dışında" yani, bir farzı terk etmek veya haramı işlemekten kaynaklanan her günah cahiliye ahlâkındandır. Şirk en büyük günah olduğundan Hz. Pey­gamber 
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem) onu istisna etmiştir.

Konudan anlaşılan şudur: Buhârî, inkâr anlamında değil de nimete karşı nankörlük etmek anlamında, günahlara da mecazen küfür denilebileceği konu­sunu önceki bölümde ele almış, daha sonra günah işleyenleri tekfir eden haricî­lerin görüşünün aksine, bunların insanı dinden çıkarmadığını açıklamak istemiş­tir. Kur'an'ın şu açık ifadesi de onların görüşünü reddetmektedir: "Bunun dışındakileri dilediği kimse için bağışlar". Yüce Allah, şirk dışındaki günahların ba­ğışlanmasının mümkün olduğunu beyan etmiştir. Bu âyetteki şirkten kasıt, inkarcılıktır. Çünkü mesela Hz. Muhammed'in peygamberliğini in­kâr eden kişi, Allah'tan başka ilah edinmemiş olsa bile kâfir olur. Onun bağış­lanmayacağı konusunda görüş ayrılığı yoktur. Bazen şirk kelimesi inkârdan daha özel anlamda kullanılır. Nitekim "Kitap ehli ve müşriklerden kâfir olanlar, ken­dilerine apaçık delil gelinceye kadar üzerinde bulundukları yolu terk edecek de­ğillerdi [el-Beyyine,1] âyetindeki şirk bu anlamdadır.

İbn Battal şöyle demiştir: Buhârî'nin amacı, Haricîler gibi günah işlemenin insanı küfre düşürdüğünü ve bu şekilde ölenin sonsuza kadar cehennemde kala­cağını savunanları reddetmektir. Oysa konu başında verilen âyet de bunu red­detmektedir. Çünkü âyetteki "bunun dışındakileri dilediği kimse için bağışlar" ifa­desinin anlamı, şirk dışındaki tüm günahları işleyenleri kapsar.

Kirmanı şöyle demiştir: "Buhârî'nin Ebû Zer'in rivayet ettiği 'Onu anasından dolayı ayıplıyor musun?' sözünü buna delil olarak getirmesi tartışılır. Çünkü ayıplamak büyük günah değildir. Haricîler küçük günahlar sebebiyle insanları tekfir etmemektedirler." Ben (İbn Hacer) derim ki: "Buhârî'nin âyeti onlar aleyhine delil getirmesi açıktır. Bu sebeple İbn Battal da bununla yetinmiştir. Ebû Zer olayı ise, kendisinde şirk dışında küçük olsun büyük olsun cahiliye özelliklerin­den biri bulunan kişinin bu özellik sebebiyle imandan çıkmamasına delil olarak zikredilmiştir. Bu olayın delil getirilmesi açıktır."

Buhârî bunu şunun için de delil getirmiştir: Mümin bir günah işlediğinde kâfir olmaz, çünkü Allah ona şu âyette mümin adı ile hitap etmiştir: "Müminler­den iki grup birbirleriyle savaşırsa..." Daha sonra ise şöyle demiştir: "Müminler ancak kardeştirler. O halde kardeşlerinizin arasını düzeltin..." Yine şu hadisi de delil getirmiştir: "İki Müslüman kılıç kılıca karşılaştıklarında". Bu hadiste Hz. Pey­gamber 
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem) bu iki kişiyi cehennem tehdidi ile korkuttuğu halde onlara Müslüman demiştir. Burada savaşın, savaşmanın caiz olduğunu gösteren bir yoruma da­yanmaması durumu kasdedilmiştir. Buhârî Ebû Zer'in hadisindeki "Sen kendi­sinde cahiliye bulunan bir adamsın" sözünü de delil getirmiştir. Oysa Ebû Zer'in imanı zirvedeydi. Derecesinin yüceliğine rağmen onu kınaması böyle bir olayı tekrarlamaktan sakındırmak içindir. Çünkü bir açıdan mazur sayılsa bile, böyle bir şeyin onun gibi yüksek dereceye sahip birinden meydana gelmesi önemsenir.

Ahnef, kavmini Cemel savaşında Hz. Ali 
(radıyallahu anh) ile birlikte savaşmak için götürmek istiyordu. Ebu Bekre (radıyallahu anh) ise onu bundan caydırmış, o da görüşünden dönmüştür.Ebû Bekre Hz. Peygamberin (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) hadisini genel anlamda anlayarak bunu birbiri ile savaşan tüm Müslümanlara uygulamıştır. Oysa gerçekte ha­diste kasdedilen savaş, daha önce belirttiğimiz gibi savaşmayı caiz kılacak bir yoruma dayanmayan savaştır. Bu, azgınlık edenlerle savaşma konusundaki özel delil ile yukarıdaki hadisin genel anlamını sınırlandırır. Nitekim Ahnef, görüşün­den dönerek Hz. Ali'nin (radıyallahu anh) daha sonraki savaşlarına katılmıştır.

"Rebeze" Medine'ye üç merhale mesafede çölde bir bölgedir.

"Onu anasından dolayı ayıpladım" sözünde anlatılan durum bana göre Ebû Zer'in bu fiilin haramlığını bilmesinden öncedir. Bu özellik kendisinde cahiliye özelliklerinden biri olarak kaldı. Bu sebeple Buhârî'nin Edeb konusunda rivayet ettiği üzere Ebû Zer şöyle demiştir: "Bu yaşta bende halâ cahiliye ahlâkı mı var?" Bu sözünde bu yaşa kadar kendisinde cahiliye ahlâkı oluşunun gizli kalmasına şaşırdığı anlaşılmaktadır. Kendisine bu özelliğin dinen yerilen bir özellik oldu­ğunu Hz. Peygamber
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem) bildirmiştir. Hadisin lafzı köle sahibinin malından kölesini de yararlandırmasını gerektirmektedir, kölesini kendisine eşit tutmasını değil. Bununla birlikte bu olaydan sonra Ebû Zer ihtiyaten giyim vb. konularda kölesini kendisine eşit tutardı.

Sallallahu ve sellem ve ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Ve’l hamdüli’llahi rabbi’l âlemin.

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah-u Teala’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH azze ve celle BİLİR 

28 Temmuz 2016 Perşembe

681.Dini tartışmak -Hayrettin Karaman


Dârimî'nin kitabına aldığı bir rivayette, ikinci Ömer diye anılan Emevî halifesi Ömer b. Abdülaziz şöyle diyor:

“İlimsiz kulluğa soyunanların bozdukları, yaptıklarından çok olur. Sözünü yaptıklarından (amelinden) sayan kişi, kendini ilgilendiren konular dışında konuşmadığı için söyledikleri az olur, dinini tartışma konusu edinenlerin fikirden fikire taşınıp durmaları ise çok olur.”...

...imandan ve amelden önce ilim gelir. Sahih bir kulluk için gerekli olan bilgi kadın erkek bütün Müslümanlara farzdır. Bu ilimden sonra kişinin özel iştiğal alanı ile cemiyet hayatının muhtaç olduğu ilimler vardır ki, bunlar herkese değil, ilgili olanlara farzdır. İşte bu farz ve gerekli olan bilgiler edinilmeden din ve dünya hayatını yaşamak isteyenler yanlış yapmaya, yapayım derken yıkmaya adaydırlar...

...Dine iman edilir ve iman eden, Müslüman aklı ile dinde tefekkür eder ki, bu tefekkür de önemli bir ibadettir. Din tebliğ edilir, açıklanır, ama tartılışılmaz...

...Din hizmeti, öncelikle onu yaşamak, sonra başkalarına güzel örnek olarak, en uygun yol ve yöntemi kullanarak insanları ona davet etmek, onun doğru anlaşılması için gereken açıklamaları yapmakla gerçekleşir; aklını ve iradesini ters yönde kullanmayı seçenlerle dini tartışmaktan fayda gelmez. Onlar için dua edilir.


Yazının tamamı için:

27 Temmuz 2016 Çarşamba

680.Kişinin (Allah Kendisini Küfürden Kurtardıktan Sonra Yeniden) Küfre (İnkarcılığa) Dönmeyi Ateşe Atılmak Gibi Kötü Görmesi İmandandır

Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabb'il âlemin. Ve sallallahu ve selleme ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmaîn.

"Fethu'l-Bari" (Sahih-i Buhari Şerhi)
   
2. BÖLÜM ÎMÂN 

14. Kişinin (Allah Kendisini Küfürden Kurtardıktan Sonra Yeniden) Küfre (İnkarcılığa) Dönmeyi Ateşe Atılmak Gibi Kötü Görmesi İmandandır

21- Enes'ten 
(radıyallahu anh) rivayet edilmiştir: Hz.Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurdu:Şu üç şey kimde olursa, o imanın tadını bulur:

1. Allah ve Resûlü'nü her şeyden daha çok sevmek,

2. Sevdiği kişiyi yalnızca Allah için sevmek,

3. Allah kendisini küfürden kurtardıktan sonra yeniden küfre (inkarcılığa) dönmeyi, ateşe atılmak kadar kötü görmek".


Sallallahu ve sellem ve ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Ve’l hamdüli’llahi rabbi’l âlemin.

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah-u Teala’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH azze ve celle BİLİR 



26 Temmuz 2016 Salı

679."Vatan sevgisi imandandır." sözü hadis midir?

Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabb'il âlemin. Ve sallallahu ve selleme ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmaîn.

İslam dini, bir bütün olarak hayatın her yönünü içine alır. Bu nedenle vatan ve devlet anlayışını belirli sınırlar içerisinde değerlendirmiştir.

Örneğin oturduğu eve veya malına saldırıldığı zaman, onu korumak ve kendini müdafaa etmek dinimizin bir emridir. Bu yolda ölse şehit olur. Vatan ise bütün Müslümanların ortak evidir. Onu korumak ve muhafaza etmek ise Müslümanların ortak görevidir.

Peygamber Efendimiz 
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem) Medine’ye hicret edince, orada bulunan Yahudilerle bir anlaşma imzalamıştır. Bu anlaşmada geçen önemli maddelerden biri de"vatanları olan Medine’ye bir saldırı olursa beraber savunma yapacakları"konusuydu. 

Demek ki vatanımızı korumak için gayri müslimlerle bile anlaşma yapılabilir ve vatan ne pahasına olursa olsun korunması gerekir.

Bir Müslüman dinini, namusunu, canını ve malını vatan ve devletiyle korur.Vatanına bir Müslüman devlet bile saldırsa onu korumak Dinimizin emridir.

Yerler ve zamanlar, içerisinde olan kimseler ve yapılan işlere göre değer kazanır. Bu açıdan bir İslam devleti olan bu memleketin, bu toprakların ve içinde yaşayanların korunması ve devam etmesi noktasından vatan, bayrak ve devletin varlığını zorunlu kılmaktadır.

Bazı alimler “Vatan sevgisi imandandır.” sözünün mevzu olduğunu söylese de manasının doğru olduğu ifade edilmiştir. (Acluni, Keşfu’l-Hafa, 1/345, no: 1102)


Sorularla İslamiyet
Sallallahu ve sellem ve ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Ve’l hamdüli’llahi rabbi’l âlemin.


Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah-u Teala’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH azze ve celle BİLİR 

25 Temmuz 2016 Pazartesi

678.KUR'AN'DA VATANA İHANET ile ilgili ayet var mıdır?

Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabb'il âlemin. Ve sallallahu ve selleme ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmaîn.
Ayetlerde açıkça “vatan hainliği” kavramı geçmemektedir. Ancak meşru devlet düzenine karşı gelen, yol kesen, terör estiren, emniyeti ihlal eden, kamu düzenini bozan, fitne fesat çıkarmak için silahlı örgüt kuran ve silahlı eylem yapanların Kur’an’da -özet halde- söz konusu edildiğini değişik ayetlerden anlamak mümkündür:

“Allah ve Resûlüne karşı savaşan ve yeryüzünde bozgunculuk yapmaya çalışanların cezası, ancak öldürülmeleri ya asılmaları yahut el ve ayaklarının çaprazlama kesilmesi, yahut da bulundukları yerden sürgün edilmeleridir. Bu onların dünyada çekecekleri rezilliktir, âhirette ise onlara büyük bir azap vardır.”(Maide, 5/33)

"Eğer müminlerden iki topluluk birbirleriyle vuruşursa, onların aralarını bulun. Buna rağmen biri öbürüne saldırırsa, bu saldıran tarafla, Allah’ın emrine dönünceye kadar siz de vuruşun. Döndüğü takdirde aralarını hakkaniyetle düzeltin ve hep âdil olun, çünkü Allah âdil davrananları sever." (Hucurât, 49/9).

Bu konu tefsir ve fıkıh kitaplarında detaylı bir şekilde incelenmiştir.

Resulullah 
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem) "Cezası en çabuk verilen şerr bağy"dir." buyurmuş, İmam Cafer-i Sadık da, "İblis, ordularına emreder: 'Aralarına haset ve bağy ekin, çünkü bunlar Allah katında şirke denktir.' der" demiştir. Kur'an' da

"Bir kötülüğün karşılığı, misli bir kötülüktür. Kim affeder ve ıslah ederse sevabı Allah'a aittir. O, zalimleri sevmez. Kim de zulme uğradıktan sonra yardımlaşırsa, onların üzerine yol yoktur. (Kendilerine bir şey yapılmaz, ceza verilmez). Yol ancak insanlara zulmedenler ve yeryüzünde haksız yerde bağy edenler üzerinedir. Onlardır acıklı bir azabın kendileri için olduğu kişiler." (Şûrâ, 42/40-42)

buyurulmakta; "kendilerine bağy isabet ettikten sonra (haklarını almak için) yardımlaşanlar" övülmekte ve bu sıfatın müminlerin sıfatı olduğu belirtilmektedir.(Şûrâ, 42/39)


Sorularla İslamiyet
Sallallahu ve sellem ve ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Ve’l hamdüli’llahi rabbi’l âlemin.

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah-u Teala’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH azze ve celle BİLİR 

24 Temmuz 2016 Pazar

677.Darbe yiye yiye anlayacağız -Faruk Beşer


“Allah insanlara zerre kadar zulmetmez, lakin insanlar kendi kendilerine zulmederler” (Yunus 10/44).

Bu hakikat bireyler için de, gruplar ve cemaatler için de, bütün bir insanlık için de geçerlidir.“Başınıza her ne musibet gelirse kendi yaptıklarınız sebebiyledir. Allah pek çoğunu da affettiği halde” (Şura 42/30).

Bu aynı zamanda cebri bir kader anlayışının bulunmadığını da gösterir. Yani kader bizi bir şey yapmaya zorlamaz, biz kendi irademizle hareket ederiz. Ama Allah için zaman söz konusu olmadığından bize göre gelecek olan her şey O'nun ilminde olmuş bitmiş ve yazılmıştır, yani kaderdir.

Şimdi şu muhteşem prensibe bakın: “Allah'a ve resulüne itaat edin, birbirinizle çekişmeyin yoksa korkar zaafa düşersiniz, rüzgârınız gider. Sabredin, çünkü Allah sabredenlerle beraberdir (Enfâl 8/46).

Rüzgârınız/rîhiniz; gücünüz, devletiniz, heyecanınız anlamlarına gelir. Bu gösteriyor ki, Müslümanlardaki çözülüp dağılmanın, devletlerini bile kaybetmelerinin asıl sebebi Allah'a ve resulüne itaat etme yerine, sen haklısın ben haklıyım diye birbirleriyle çekişmeleridir.

...Ve şu muhteşem prensip: “Ey iman edenler Allah'a itaat edin, Peygamber'e itaat edin. Sizden olan ulü'l-emre de. Bir konuda anlaşmazlığa düştüğünüzde, eğer Allah'a ve Ahiret Günü'ne imanınız varsa, onu Allah'a ve Peygamber'e havale edin. Bu daha hayırlıdır ve hakka isabette daha güzeldir (Nisa 4/59).

İşte meselenin püf noktası burasıdır. Çünkü bu ayeti kerime ümmetin arasındaki ihtilaflarda mezhep, meşrep grup ve cemaat görüşleriyle değil, Kur'an-ı Kerim ve sünnetin söyledikleriyle ittifak aranması gerektiğini anlatır.

Demek ki mesele Allah'a ve O'nun Resulü'ne itaat meselesiymiş. İyi de, onların ne dediğine kim karar verecek? Kitab'ın ve Sünnet'in söylediği açık ise zaten problem yok. Yoruma muhtaç ise, ya da aradığımızı onlarda bulamıyorsak o zaman da başvurulacak ve söylediğine uyulacak merci Ulü'l-emr'dir. Ulü'l-emr, ümmetin yönetimini hakkıyla elinde bulunduran ve Allah'ın Kitabı'nı bilip ona göre hareket eden meşru yöneticilerdir. Böyle idareciler yoksa o zaman da ulü'l-emr olma hakkı âlimlerin olur.

... Hiçbir yerde 'bir âlime tabi olun' denmez. Resulüllah da “müftüler sana bir fetva verseler bile sen bir de kalbine sor” buyururken müşkilinizin halli için birden çok âlime sormanız gerektiğine işaret eder. Bu da yetmez, siz de bir insansınız, hiç ilminiz olmasa bile Allah'ın sizin içinize koyduğu vicdan terazisinin de bir derece yeri vardır, siz gassalin önündeki meyyit değilsiniz, denmiş gibidir.

İşte yukarıda sözünü ettiğimiz ana sebebin altındaki ikincil sebeplerden biri bizim âlimlere değil, sadece kutsadığımız birisine sormamız, sormak da ne demek, onun bize dikte ettiğinin yegâne hakikat olduğunu sanmamızdır. Oysa, eleştiriye açık şu benzetmemi mazur görün; insan, içinde adeta ilah geni taşıyan bir varlıktır. Kendi görüşüne mağrur ise, Âlim de olsa yüceltildikçe yüceltilmek ister, Mehdi olur, Mesih olur ve kendisi bile tek başına kendisinin hakikatin yegâne ölçüsü olduğuna inanmaya başlar,kinine, nefretine, ihtiraslarına, kısaca hevasına mağlup olabilir, dünyanın hâkimi ben olacaktım, şimdi bana bir başka rakip çıktı diye küplere biner, ilmine rağmen sapar ve saptırır. Allah korusun.


Yazının tamamı için:

23 Temmuz 2016 Cumartesi

676.Kula yakışan merhamettir- Hayrettin Karaman

İmam Malik kendisine ulaşan önemli bir bilgiyi şöyle naklediyor:

Meryem oğlu Îsâ diyor ki:

“Allah'ı anmadan konuşup durmayın ki, kalbiniz katılaşmasın; katılaşmış kalb Allah'tan uzaklaşır, fakat siz bunu bilemezsiniz.

Sanki onların Rabbi gibi insanların günahlarına bakıp durmayın, kullar olarak kendi günahlarınıza bakın;...

...İslam'da günah ve ayıplar görüldüğünde bunları düzeltmek için çalışmak (emr bi'l-ma'ruf…) vazifesi vardır; ancak bu vazife insanların günah ve ayıp müfettişliğine soyunmalarını gerektirmez. Günahını ve ayıbını gizleyenlerin bu durumları kamuya veya bir başkasına zarar vermiyorsa görenlerin ve bilenlerin de gizlemeleri gerekir. Her şeyi görüp bilen Allah, günahını gizleyen kulunu da görür ve bilir, O'nun görüp bilmesi yeterlidir.

Kulun asıl vazifesi kendi günahını ve ayıbını görmesi, önemsemesi, kurtulmak için çaba göstermesidir (tevbe). İşte kulluk da kişinin, Allah'a olan kul borcu bakımından daima kusurlu olduğunu bilmesi, bunun ezikliği içinde mütevazı olması, Örnek Kul'un (s.a.) yolunu izleyerek arınmaya ve yücelmeye çalışması ile gerçekleşir.

Müminin başı selamette (âfiyette) ise buna hamdetmeli; yani bunu Allah'tan bilmeli, O'nun lütfu olarak karşılamalıdır. Şu imtihan dünyasında bir kulun başına bir şeyler gelmiş ise diğerleri ona merhametle yaklaşmalı, suçlamaya, kusur aramaya kalkışmamalı, imtihanı kazanması için dua ve yardım etmelidir...


Yazının tamamı için:

21 Temmuz 2016 Perşembe

675.İsm-i Azam duası nedir? Faruk Beşer



İsm-i Azam, en büyük isim demek. Bununla anlaşılan şudur: Allah'ın öyle özellikli bir ismi vardır ki, O'na onunla yapılan duayı geri çevirmez...


... Müfessirlerin babası Taberî, İmam Eş'arî, İbn Hibban, Ebubekir Bakıllanî gibi her biri kendi sahasında otorite olan büyük zatlar Allah'ın isimlerinin her biri O'nun zatını anlattığına göre biri diğerinden daha büyük olamaz, çünkü her birinin anlattığı O'nun bizzat kendisidir, diyerek ismi azamın özel bir isim ya da cümle olamayacağını söylerler.

İbn Kayyim gibi bazıları da 'Allah' ismi, bütün isimleri topladığına göre ismi azam olsa olsa bu olabilir derler. Daha önce Ebu Hanife, Tahavî ve onları izleyenlerin kanaati de bu idi. Nevevî gibi bazıları da yukarıda verdiğimiz üçüncü hadisi şerife dayanarak ismi azamın Allah'ın el-Hayyü'l-Kayyûm isimleri olduğu kanaatindedirler.

Durum böyle olunca meseleyi bütün delilleriyle inceleyen bir kısım âlimler haklı olarak şöyle bir sonuca varmışlardır: İsmi azam ifadesi Sünnette yer alan bir ifadedir, o halde hiçbir surette ve hiçbir yorumla böyle bir şey yoktur demek uygun olmaz. Ama hadisi şeriflerdeki ifadeler de farklı olduğuna göre demek ki, ismi azam bizatihi şifreli bir tek isim ya da bir tek cümle değildir. Dua edenin durumuna ve haline göre kişiden kişiye değişen bir yakarış halidir. Kelimelerden çok dua edenin haliyle ilgilidir. Ortak özelliği şudur; Allah'ı, bulunduğu hale en uygun isimleriyle anıp O'nu doğru tanıdığını O'na arz ettikten sonra kulun gönlünde duasına icabet edecek Allah'tan başka hiçbir güç, hiçbir merci ve hiçbir kişiye en ufak bir yer bırakmadan Allah'tan, sadece O'ndan ihlas ve samimiyetle istemesidir. Durum böyle olunca ismi azam herkesin Allah'a en yakın olduğu anda, O'nun isimleriyle, ihlasla O'na yakarmasıdır. Yani herkesin ismi azamı farklıdır...


.. O zaman ismi azam, Allah'ın en büyük ismi değil, kulun yaşadığı hale göre onun için en büyük olan, en etkili hale gelen isim olmuş olur. Allahualem.

Yazının tamamı için:

20 Temmuz 2016 Çarşamba

Dua reddedilmez ama… Faruk Beşer


...Dualara icabet edilmemesinin, yani gelen bir dilekçe gibi ona bir işlem yapılmamasının mümkün olmadığını söyledik. Ama dualara verilen karşılığın ciddiyetle içtenlikle, ihlasla, günahlardan ve haramlardan kaçınmakla, kulun kendi yapması gerekenleri yapmasıyla alakasının olduğu da açıktır.

Resulüllah (sa) buyurur ki, “Ey insanlar, Allah temizdir (tayyib) ve ancak temiz olanı kabul eder. Allah peygamberlerine ne emretmişse müminlere de onu emretmiştir. Peygamberlere buyurmuştur ki, 'ey peygamberler, temiz (tayyib) şeyler yiyin ve salih/Allah'ın rızasına uygun ameller yapın. Ben sizin ne yaptığınızı iyi bilirim (Müminun 23/51). Müminlere de demiştir ki: 'Ey müminler size verdiğim rızıkların temiz (tayyib) olanlarından yiyin (Bakara 2/172)”. Sonra Resulüllah buna bir örnek verdi; “adam uzun bir yolculuk yapıyor, üstü başı toz toprak. Ellerini semaya kaldırıyor, Ya Rab, Ya Rab diye yakarıyor.Ama yediği haram, içtiği haram, giydiği haram. Hep haramla beslenmiş. Peki, bunun duası nasıl kabul olsun!”. (Müslim).

O halde duaların kabulünde en etkili yol haramlardan şiddetle kaçınmaktır. Farz ibadetleri yapmamak da en büyük haramlardandır.

Allah'ı çok iyi tanımak, O'nu eksikliklerden, şirkten tespih ve tenzih etmek de duanın kabulünde etkilidir. Onun için anlamını düşünerek esmâ ile dua etmenin önemini anlattık. Çünkü bu yolla kul Allah'ı doğru tanıdığını O'na arz etmiş olur, dedik.

Allah'ın şiarlarına, yani O'nun değer verdiği, O'nu temsil eden sembollere saygı ve tazim de duanın kabulünü kolaylaştırır. Onun için Kur'an-ı Kerim'i okuyup bitirince, ayrıca farz namazların ardından, mukaddes zamanlarda, mukaddes beldelerde; Arafat'ta, Mültezem'de, gecenin karanlıklarında ve öncelikle anne babaya ihsandan, muhtaç insanlara bir iyilik yaptıktan sonra yapılan dualar kabule daha yakındır.

Başta dosdoğru kılınan namazlar olmak üzere bütün ibadetler günahların kefaretidirler. Onun için mesela namazın arkasından yapılan dua önemlidir. Çünkü huşu ile kılınan bir namazla bizim Allah ile aramızı açan günahlarımız silinmiş ve biz Allah'a yaklaşmış oluruz. Bunun içindir ki, duaya başlarken önce bir tövbe istiğfar okunur, ondan sonra dua edilir. Ama bizler bunu genellikle bilinçsiz ve anlamını düşünmeden yaptığımız için karşılığını bulamayız.

Bela ve musibetler anında yapılan dualar da kabule daha yakındır. Çünkü böyle anlarda kul Allah'a daha içten, daha ihlasla, yani dini sadece O'na has kılarak dua eder...

Acele edip, duam kabul olmadı demeden, duada sürekli ve ısrarlı olma duanın kabulünde bir başka sebeptir...

..Bir kutsi hadiste Allah (cc) buyurur ki, “Birisi benim bir velime/dostuma düşmanlık ederse ben de ona harp ilan ederim. Kulum bana farzlar kadar hiçbir şeyle yaklaşamaz. Farzların ardından nafilelerle yaklaşmaya devam eder, nihayet ben onu severim. Ben onu sevince de onun duyan kulağı, gören gözü, tutan eli, yürüyen ayağı olurum. Artık benden bir şey isterse onu kesin veririm, bana bir şeyden sığınırsa onu ondan kesin korurum…” (Buhari).

Dualarda devam ve ısrar Allah'a karşı sadakatin, ihlasın, mutlaka vereceğine dair sağlam bir imanın, O'na güvenip dayanmanın, yani tevekkülün göstergesidir. Çünkü imanı çok zayıf olanlar bile bir an, Ya Rab, bana şunu ver diye dua edebilirler. Ama güçlü bir tevekkülleri olmadığı için arkasını getirmezler, yani ya tutarsa kabilinden söyler geçerler. Böyle bir talep kabul edilir mi?

Allah cömertlerin cömerdidir, kerimdir. Sıradan bir insan bile ısrarla yapılan bir isteği sonunda kabul eder de Allah ısrarı hesaba katmaz mı? Verecekse neden ısrar etmemizi istiyor diye düşünülebilir. Ama O 'insan için ancak yaptığının karşılığı vardır' buyurmuyor mu? Kul Allah'a imanında samimiyetini ispat etmelidir ki, bir şey yapmış ve kabulü hak etmiş olsun.

Eğer Allah duamızın karşılığını veriyorsa, bunun sebebi sadece bizim dua etmemiz değildir. Çünkü O bizi zaten tanıyor ve ihtiyacımızı bizden iyi biliyor. Öyleyse bizden istenen şey, imanımızdaki ve Allah'a bağlılığımızdaki samimiyetimizi göstermemizdir. Yani istediğimiz şeyi hak etmiş olmamızdır. Bu da ancak görevlerimiz yaptıktan sonra duadaki ısrar ile olur. İnsan duada, istediğini hemen alamadığı hallerde bile ısrar ederse Allah'a, O'nun Rahman ve Kerim olduğuna gerçekten inandığını, kendisinin O'na muhtaç olduğunu itiraf ettiğini göstermiş olur.


Yazının tamamı için:

19 Temmuz 2016 Salı

SADAKA RESULULLAH(Allah Resûlu aleyhisselam doğru söyledi)

Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabb'il âlemin. Ve sallallahu ve selleme ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmaîn.

 Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem  şöyle buyurdu: 
"Size, kendilerine sımsıkı yapıştığınız zaman, asla sapıtmayacağınız iki şey bırakıyorum: Allah'ın Kitabı ve Resûlü'nün Sünneti." -Suyûtî, Camiu's-Sağîr, hadis no: 3282;

Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem bu âlemden ayrılırken bize iki şey bıraktı. Biri Allah'ın kitabı Kur'an-ı Kerim, diğeri de Kur'an'ı açıklayan hadisler yani O'na ait söz ve davranışlardır.

"Hadisler ve Sünnet" olmasa İslam'ın sadece hukuki yönü değil, ahlakî ve imanî yönü de anlaşılmamış olur ve Kur'an-ı Kerim'deki genel hükümler herkesin farklı anlayacağı göreceli talimatlar haline gelir. Din herkesin elinde farklı bir şekle dönüşür. 

"... Şüphesiz ki sen, dosdoğru bir yola iletiyorsun."- Şura Suresi, 52.ayet -

Ayette buyurulduğu üzere "doğru yola iletme" işi Resûlullah sallallahu aleyhi ve selleme isnad edilmiştir. Bu da gösteriyor ki Resûlullah'ın söz ve fiillerinin İslâm şeriatında önemli bir yeri vardır. Şayet Resûlullah'ın sözü dinlenmeyecek ve fiilleri işlenmeyecek olursa, onun insanlara doğru yolu göstermesi gerçekleşmiş olmazdı.

Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellemin görevi; Kur’an’ı insanlara getirmekle sınırlı değildir; aksine Kur’an-ı Kerim'i açıklamış ve fiilen uygulayarak ümmeti için canlı bir örnek olmuştur: 

“Hak dini onlara açıklasın diye, her peygamberi biz kendi kavminin lisanıyla gönderdik.”  -İbrahim Suresi, 4.ayet-

 “Hadisler Kur’an’ın tefsiridir.”

Sahabe Efendilerimiz, hadis-i şerifleri Kur’an'ı anlamanın kaynağı olarak görmüşler ve bir kısım farzlar ve genel kaidelerin detayını ancak Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin açıklamasıyla uygulayabilmişlerdir.

 Allah Teâlâ; "Ey iman edenler! Oruç size farz kılındı..."-Bakara Suresi, 184.ayet"Namazı kılın, zekatı verin..."-Bakara Suresi, 43.ayet"Ey iman edenler! Sözleşmeleri yerine getirin..."-Maide Suresi, 1.ayet- buyuruyor. Allah Teâlâ bunların nasıl yapılacağını öğretmeyi Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve selleme bırakmıştır.


 Bu da gösteriyor ki Peygamber sallallahu aleyhi ve sellemin Sünnet'i olmadan bu emirlerin nasıl yapılacağını bilmek mümkün değildir.

 Nitekim Allah Teâlâ:"... Sana da Kur'an'ı indirdik ki, insanlara vahyedilenleri açıklayasın..."-Nahl Suresi, 44.ayet - buyurmuştur.

“Sünnet İkinci Kaynağımızdır”

Kur’an-ı Kerim'de ikinci bir kaynak olarak devamlı şekilde Peygamberimiz sallallahu Aleyhi ve selleme  işaret eder: 

"Peygamber size ne verdiyse onu alın. Size neyi de yasakladıysa ondan da kaçının. Allah'tan korkun. Şüphesiz ki, Allah azabı pek şiddetli olandır. "-Haşr Suresi,7.ayet- 

İbn Mesud, bu ayeti "umum ifade eden bir ayet" olarak genel anlamda tefsir etmiştir. Ve Resûlullah'ın buyurduğu veya yasakladığı her şeyin ayetle zikredilmiş gibi hüküm ifade edeceğini söylemiştir.

Bir gün Abdullah bin Mesud: "Allah Teâlâ dövme yapan, dövme yaptıran, tüylerini alan, güzellik için dişlerinin arasını törpületen ve Allah'ın yaratma şeklini değiştiren kadınlara lanet eder" demiştir. Onun bu sözü, Esedoğullarından Ummu Yakub isimli Kur'an'ı çok iyi okuyan ve anlayan bir kadına ulaşmış kadın da İbn Mesud'a gelerek: "İşittiğime göre sen şöyle ve şöyle olan kadınlara lanet okumuşsun." demiştir. Abdullah bin Mesud da o kadına şu cevabı vermiştir:
"Niçin ben, Resûlullah tarafından lanetlenen ve Allah'ın Kitabı’nda da hükmü bulunan kimseleri lanetlemeyeyim?" Kadın: "Ben Kur'an'ın iki kapağının arasında bulunan bütün ayetleri okudum. Böyle bir lanetleme bulamadım." demiş, Abdullah bin Mesud da "Eğer okumuş olsaydın onu bulurdun. Sen Allah Teâlâ'nın "Peygamber size ne verdiyse onu alın. Size neyi yasakladıysa ondan da kaçının!" ayetini okudun mu?” diye sormuş, kadın: "Evet, okudum." demiştir. Bunun üzerine Abdullah: "Kadınların bunları yapmalarını Resûlullah yasaklamıştır."
 demiştir.
-Buhari, Libas,  82,84,85,87;Müslim, 2125-

Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem Muaz bin Cebel radıyallahu anhı Yemen'e gönderdiğinde aralarında geçen bu karşılıklı konuşmada kendisi de Sünnet'ine dikkat çekerek, Sünnet'in ikinci kaynak olduğunu açıkça ortaya koymaktadır.

Muaz bin Cebel radıyallahu anh, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ile aralarında şu konuşmanın geçtiğini rivayet eder:

Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:- "Bir mesele ile karşılaştığında ne yaparsın?" buyurdu.

Muaz:- 'Allah'ın Kitabı’nda olanlarla hüküm veririm." dedi.

Resûlullah:- "Şayet Allah'ın Kitabında bulunmazsa?"

Muaz:- "Allah Resûlü’nün Sünneti ile.." Resûlullah:- "Allah'ın Resûlü’nün Sünneti’nde de bulunmazsa?"

Muaz:- "Görüşümle ictihad ederim. Elimden gelen gayreti harcamadan geri kalmam."

Muaz der ki: Resûlullah göğsüme vurdu ve şunları söyledi: "Allah'ın Peygamberinin elçisini Allah ve Resûlü'nün razı olacağı şeylere muvaffak kılan Allah'a hamd olsun."
-Ebû Dâvûd, 3592; Tirmizî, 1327

 “Aşama Aşama Hadisler”

1- Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz’in yirmi üç yıllık nübüvveti süresince sürekli kendisine inen Kur’an ayetlerini ve o ayetleri açıklayacak nitelikteki hadisleri (ona ait sözleri) ashabına söylediği sabittir. Yirmi üç yıllık sürenin ardından büyük bir Kur’an ve Sünnet birikimi oluşmuştur.

2- Bizzat Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz, kendisine inen ayetleri ‘vahiy kâtipleri’ olarak bilinen sahabiler aracılığı ile yazdırdığı da bilinen bir gerçektir. Ancak hadisler için yani Kur’an dışında Peygamber aleyhisselama ait sözler için ilk etapta bizzat kendisi hadislerin yazılmamasını emretmiştir.

3- Kur’an ayetlerinin yazılması, hadislerin ise yazılmaması daha sonraki dönemlerde Kur’an’ın tek bir kelimesine bile zarar gelmeden saklanmasını, hadislerin ise korunabildiği kadarıyla bir sonraki kuşağa intikal etmesini doğurmuştur.

4-Hadisler de ise şöyle bir süreç vardır:Peygamber aleyhisselam ilk önce ashabın hadisleri yazmasını yasaklamıştı.

Bir görüşe göre yasaklama; hadisin Kur'an'a karışmasından korkulduğu zaman için söz konusu idi. Bu husustan emin olununca hadis yazmaya izin verildi.
Bir diğer görüşe göre hadisin aynı sahifede Kur'an'ı Kerim ile birlikte yazılması yasaklanmıştır. Maksat birbirlerine karışmamalarıdır. Böylelikle aynı sahifede her ikisini okuyanın şüpheye düşmesi önlenmek istenmiştir.

 Daha sonra Peygamber aleyhisselam hadislerinin yazılmasına izin verdiğini söyledi.

Hadislerin yazılmasına ruhsat veren, yazıldığını gösteren rivayetler çoktur. Bunlardan biri, yazdığı hadisler, kitap halinde sonraki nesillere intikal eden Abdullah İbni Amr radıyallahu anha aittir. Der ki:
“Ben Peygamber aleyhisselatu vesselamdan işittiğim şeyleri, ezberlemek arzusuyla yazıyordum. Kureyş beni menederek: 'Sen Resûlullah aleyhisselatu vesselamdan her duyduğunu yazıyorsun, hâlbuki Resûlullah aleyhisselatu vesselam bir insandır, öfke ve rıza, her iki hâlde de konuşur.' dediler. Bunun üzerine yazmaktan vazgeçtim. Ancak durumu da Peygamber aleyhisselatu vesselama arz ettim. Resûlullah aleyhisselatu vesselam parmağıyla mübarek ağızlarına işaret buyurarak:

'Yaz, Nefsimi elinde tutan Allah'a kasem ederim, buradan haktan başka bir şey çıkmaz.' dedi."-Ebu Davud,İlm,3-

Şu ayet-i kerime de aynı mealdedir:

O, kendisine vahyedilenden başkasını söylemez. 
-Necm Suresi 3 ve 4. ayetler-

Abdullah İbnu Amr radıyallahu anhın sistemli şekilde hadis yazdığını teyid eden bir rivayet de Ebu Hureyre radıyallahu anha aittir. Ebu Hureyre radıyallahu anh şöyle buyurur:
"Peygamber aleyhisselatu vesselamdan çok hadis (bilmede) Abdullah İbni Amr hariç, bana yetişen yoktur. O, beni geçer, zira o yazardı, ben ise yazmazdım."-Buhari,113-

"Benden hadis bildirin. Ama bana yalan isnat eden Cehenneme hazırlansın." 
-Müslim,7435-72/2; Tirmizi,2665-

"Burada olanlar, olmayanlara sözlerimi tebliği etsin, duyursun."
-Buhari,1741,4406-

Hadislerin yazılması hususunda ruhsat ifade eden rivayetler bundan ibaret değildir. Hafızasından şikâyet edenlere Resûlullah aleyhisselatu vesselamın:"Sağ elinizi yardıma çağırın.", "İlmi yazı ile bağlayın." gibi tavsiyeleri, bazı konuşmaların yazılı metnini isteyenlere yazılı verilmesi (Ebu Şâh'ın olayı-Buhari 112'de geçer), hepsi de hadisten ibaret olan uzunluğu birkaç satırdan birkaç sayfaya ulaşan ve sayısı üç yüzü bulan pek çok "mektup -yazılı vesika"ların varlığı Peygamber aleyhisselatu vesselamın, hadislerin yazılması hususundaki ruhsatına yeterli delillerdir. Sadece mektuplar değerlendirilse bile Hz. Peygamber aleyhisselatu vesselamın Kur'an'dan başka bir şeyin yazılmasına sistematik, ısrarlı bir muhalefette bulunmadığı, tam tersine, medenî hayatta yazının geniş çapta kullanılmasına büyük ehemmiyet verdiği anlaşılır.

5. Ashabı Kiram, hadisleri ezberlediler. Peygamber aleyhisselamdan duydukları tek bir hadisi öğretmek için yollara düştüler. Binlerce sahabi, bildiği hadisi on binlerce insana ulaştırdı. Bu ikinci nesil yani tabiin nesli, sahabiden öğrendikleri hadisleri ve onun paralelinde Kur’an’ı iyice hıfzettiler. Fakat bu nesilde de ciddi bir hadisleri Kur’an gibi yazma, kitaplaştırma hamlesi olmadı. Tek tük denecek gelişmeler oldu.

6. Hadislerin sadece dilden dile aktarılarak taşınması mü’minlerin endişelenmelerine neden oldu. Birinci sorun, hadis bilenlerden birinin ölmesi veya ihtiyarlaması bir kaynağın kaybolması sonucunu doğurdu. İkinci sorun da hadislerin yazılı bir belge hâline getirilmemiş olmasının tabi sonucu olarak ‘bu hadistir’ diyerek, hadis olmayan sözleri hadis gibi uyduran iyi niyetli veya kötü niyetli kimselerin yaptığı işler ortaya çıktı. Böylece uydurma hadis faciası korkuttu. Bunun yanında da, herhangi bir kasıt olmadan bir hadisin yanlış aktarılması ihtimali de sıkıntı veriyordu.

7. Müslümanların elindeki HADİS HAZİNESİ, Peygamber aleyhisselamın vefatından bir asır sonra ‘kaybolma ve içine hadis olmayanın karıştırılması’ tehlikesi ile karşı karşıya kalmış oldu. Kur’an için ise böyle bir tehlike yoktu. Çünkü Kur’an bir yandan yazılı nüshaları ile korunuyor bir yandan da Müslümanların büyük bölümü tarafından harflerine bile sadık kalınarak ezberleniyordu. Kimsenin bir harf ilave veya eksiltme yapamayacağı muazzam bir koruma altında idi.

8. Birinci asrın sonunda Raşid Halife Ömer bin Abdülaziz’in gayreti ile ilk HADİSLERİ YAZIP KORUMA ALTINA ALMA hamlesi başladı.

Ömer İbni Abdülaziz Medine valisi Ebu Bekr İbnu Hazm'a gönderdiği mektupta şöyle demiştir:

“Beldende Peygamber aleyhisselatu vesselamla ilgili rivayetleri araştır, topla ve yaz. Ben ilmin (hadislerin) yok olmasından ve âlimlerin tükenmesinden korkuyorum. Bu iş yapılırken sâdece Resûlullah aleyhisselatu vesselamın sünneti kabul edilsin. Âlimler mescid gibi herkese açık ve malum yerlerde oturup tedrisatta bulunarak ilmi yaysınlar, bilmeyenlere öğretsinler. Zira ilim gizli kalmadıkça yok olmaz.''
(İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/113-115.)

 Bu tarihten önce de tek tük yazan bulundu ise de ilk defa yazma girişimi devlet eliyle başlatılmış oldu. Ömer bin Abdülaziz, bu işin sonunu göremeden vefat etti ama İslam topraklarında bir HADİSLERİ YAZMA SEFERBERLİĞİ başlamış oldu. On binlerce ilim mücahidi mü’min, üç asra yakın bir zaman adeta bütün dünyayı bir medreseye çevirdi. Binlerce kilometrelik yollar defalarca kat edildi. Buhara’dan Yemen’e, oradaki yirmi hadisi bilen birinden o bildiği hadisleri öğrenmek için insanlar, binekli bineksiz, aç tok seferlere çıktılar. Bilen bildiğini öğretti, bilmeyen bilmediğini öğrendi. İnsanlık tarih yazdığından beri bugüne kadar öyle bir ilim hamlesi gerçekleştirememiştir. Binlerce kitap çıktı ortaya. Bu kitaplarda on binlerce PEYGAMBERE İZAFE EDİLMİŞ HADİSLER yazılıydı. Hadisler kaybolmasın diye endişe edilirken, bir hadis kütüphanesi kurulmuş oldu.

9. Hicretin üçüncü asrından itibaren ise, Peygamber aleyhisselama aittir denerek kitaplara yazılan bu hadislerin hangisinin ne oranda gerçek olduğunun irdelenmesi ihtiyacı belirdi. Bu sefer de hadisler üzerinde, Peygamber aleyhisselama ait olup olmama oranına göre bir değerlendirme hamlesi başlamış oldu. Âlimlerin bir kısmı hadis derlemeye çalışırken bir kısmı da derlenenlerin niteliğini araştırmaya koyuldu. Râviden, hadisi kimden duyduğunu, ona öğretenin kimden duyduğunu belgelemesi istendi. Hadis ilmiyle meşgul olanların yaşayışları, dindarlık ve dürüstlükleri, bidatle ilgilerinin bulunup bulunmadığı, özellikle yalan söyleyip söylemedikleri, hafızalarının zayıf olup olmadığı en ince ayrıntılarına kadar araştırıldı.

10. Muhaddisler, ilk asırlardan itibaren hadislerin korunması için ömür harcamış ve “isnad” ilmi sayesinde hadislerin “sahih”ini, “zayıf”ını, “mevzû”sunu ayırmışlardır.

Peygamber sallallahu aleyhi ve sellemin hadisleri kayıt altına alınırken bu Ümmet'e mahsus bu sistem de ilk defa ilim dünyasına kazandırılmıştır. Bir söz, son nakledeninden itibaren Peygamber aleyhisselama ulaşıncaya kadar kimin kime söylediği belgelenecek şekilde kayıt altına alınmış, bu sisteme de “isnad”-hadis senedi-adı verilmiştir. Kimin kimden duyduğu, isimler olarak belirlendikten sonra asırlar süren muhteşem bir çalışmayla da hadisleri birbirlerine nakledenlerin üzerinde biyografi çalışması yapılmıştır. Her birinin ilmî birikimi, aralarındaki buluşma şekli ve süreci incelenmiş, neticede bu kişiler arasındaki bilgi alışverişinin mümkün olup olmadığı, nerede ve ne zaman olduğuna varıncaya kadar büyük bir inceleme sonuçlandırılmıştır. 

Abdullah b. Mübarek 
(radıyallahu anh); “İsnad dindendir. Şayet isnad olmasaydı dileyen dilediğini söylerdi” demiştir.-Müslim.Mukaddime,bap 5,I-.

Ancak, hadisi ilk rivayet eden sahabi için bir araştırma yapılmaz. Çünkü sahabinin sözü muteberdir. Diğer isimler içinse tam bir araştırma yapılmıştır. "Rical Kitabı" adı verilen bu biyografilerin bulunduğu kitaplara müracaat edildiğinde, bu isimlerin her biri için uzun uzun bilgiler yazıldığı görülecektir.

 11. Neticede hadis ilminde sivrilmiş bazı âlimler, oluşturdukları kıstaslarla rivayet edilen hadisleri toplayıp kitaplaştırdılar. Yüzlerce hadis âlimi, yazılan kitaplar üzerinde çalıştı. Yapılan çalışmalar onlarca yıl sürdü. Eldeki kitapların sağlamlığı hakkında ciddi kanaatler oluştu. Ümmet'in ortak kanaati olarak güvenilirlik sıralamasına göre şu kitaplar sahiplenildi:

*Buharî'nin Sahih'i
*Müslim'in Sahih'i
*Ebu Davud'un es-Sünen'i
*Tirmizî'nin es-Sünen'i
*Nesaî'nin es-Sünen'i
*İbni Mâce'nin es-Sünen'i

 Bu listeye ALTI KAYNAK anlamına KÜTÜBİ SİTTE adı verildi. Bunların dışındaki eserler ise dışlanmış olmadı ama ileriki zamanda araştırılmaya devam edilmesi gereken eserler olarak görüldü. Bu altı kaynağın içinden ikisi BUHARİ ve MÜSLİM en öne çıkan kaynaklar oldu.

12.Buharî ve Müslim’deki hadislerin TAMAMININ sahih olduğu kabul edildi. Hadisin sahih olması ise, Peygamber aleyhisselama ait olduğunda tereddüt bulunmaması anlamına kullanılan bir kavram olarak ortaya çıktı. Peygamber aleyhisselama ait olduğunda şüphe bulunulan hadislere ise ZAYIF hadis dendi. Hiçbir şekilde Peygamber aleyhisselama ait olmayacağı kararı verilene ise MEVZU dendi.

13.Bugün elimizde bulunan hadisler satır satır incelenerek her biri hakkında hükümler verilmiştir.
Bir hadisin SAHİH olması, onu okuyan Müslüman'ın önünde itiraz edilemez bir bilginin bulunması anlamına gelmektedir. Acaba denemeyecek bir bilgi olarak sahih hadisle her konuda uygulama yapılır. Eğer hadisin anlaşılmasında bir sıkıntı varsa-ki bu tabii bir durumdur, zira hadisler nihayetinde Peygamber aleyhisselamın ilmini ve ona gelen vahyi yansıtmaktadır- o takdirde hadisleri açıklayan HADİS ŞERHİ kitaplarına müracaat edilir.
O şerh de şerh edenin itikadını, ilmi birikimini yansıtmaktadır.

14.Hadis, hadis ulemasının ZAYIF gördüğü bir hadis ise o hadisle itikat ve muamelat konularında amel edilmez. Çünkü zayıf hadis, yüzde yüz seviyesinde bir katiyet göstermez. Peygamber aleyhisselama izafe edilen bir sözle de "inanmak, muamele yapmak ağır bir sorumluluk getirmektedir. Bu tür zayıf hadislerle, ahlaki konularda, zühde ait meselelerde ve bireyselliği geçmeyen fezail konularında amel edilebilir. Bir zayıf hadisin hadis kitaplarında bulunması onu belge olarak göstermeye yeterli değildir. Buharî ve Müslim'in dışında hiçbir kitap, zayıf hadis bulundurmama garantisi taşımaz. Bunun için hadisleri, hadis ehlinin yorumlarıyla aktaran kitaplardan okumak en doğru olanıdır.

15. MEVZU olduğu tespit edilmiş bir sözün içeriği ne denli güzel olursa olsun o, Peygamber Aleyhisselam'a ait bir söz niteliği taşımaz ve asla onunla dinî bir hüküm çıkarılamaz. Ulema o tür sözlerin mücerret nakledilmesini bile hoş karşılamamıştır.

16. Hadis kitaplarının bütün dinî konuları ihtiva edecek ağırlıkta olduğu muhakkaktır. Mesleği din ilimlerinde ihtisaslaşma olmayanların, o konu yoğunluğunda istifade edecek şeyleri gözden kaçırmaları, hatta iyi niyetle de olsa hataya düşme ihtimali vardır. Herkesin okuyabileceği düzeyde yazılmış "Riyazü’s Salihin" adlı kitap bu açıdan yararlı bir kitaptır. "Riyazü’s Salihin"de 1900 hadis vardır. Bu kitabın iki yılda hatmedilecek şekilde ailece okunması kesinlikle tavsiye edilir. Bir evde hadis okumak, o evde Peygamber aleyhisselamı konuşturmaktır. O'nu görmeden, sahabilerin yaşadığı hazzı yaşamaktır.

Rıhle-ilim yolculukları

Sahâbe Efendilerimiz İslâm’ın hükümlerini Allah Resûlü’nden öğrenip kabilelerine tebliğ etmek için meşakkatli ilim yolculukları yapmıştır. 

Cabir bin Abdillah, Abdullah bin Üneys radıyallahu anhumadan tek bir hadis almak için bir aylık mesafeyi kat etmiştir. -Sahih-i Buhari, İlim, 19-

Cabir bu durumun arka planıyla alakalı şöyle demektedir: “Allah Resûlü’nün ashabından birinin -ilgili olduğum- bir hadisi bildiği haberi bana ulaşınca hemen deve satın alıp yol hazırlığına koyuldum. Bir aylık seyahatten sonra Şam’a vardım. O sahâbenin Abdullah bin Üneys olduğunu öğrenince (evine gidip) kapıcısına: Abdullah’a “Cabir’in kapıda olduğunu iletmesini” söyledim. O, Abdullah’ın oğlu Cabir mi diye (sordurunca) “evet” dedim. Bunun üzerine kapıya gelip boynuma sarıldı. Kendisine: ‘Bir hadis var ki onu senin Allah Resûlü’nden işittiğin haberi bana geldi. Onu dinlemeden ikimizden birinin öleceğinden korktum, bu yüzden geldim, dedim.-Abdulfettah Ebû Ğudde, Sâfâhât min Sabri’l-Ulema, Beyrut, 1997, Sh: 44-

Ebû Eyyüb radıyallahu anh Mısır’da ikamet eden Ukbe bin Amir radıyallahu anha Allah Resûlü’nden duyduğu bir hadisi sormak için gittiğinde ilk olarak Mısır emiri Mesleme bin Muhalled radıyallahu anhın evine uğrar, Ukbe’ye Ebu Eyyüb’un geldiği haber verilince aceleyle çıkıp (eve varır) onunla kucaklaşır. Daha sonra: “Seni buraya kadar getiren sebep nedir?” diye sorar. Ebû Eyyüb: “Allah Resûlü’nden dinlediğim, yeryüzünde ikimizden başka işiten kimsenin kalmadığı “müminin kusurunu örtmeyle” alakalı hadisi te’kiden (dinlemek için) geldim” der. Ukbe: “Evet Allah Resûlü’nü şöyle derken işittim” deyip, hadisi rivayet eder: “Kim dünyada bir müminin günahını örterse, Allah da ahirette onun ayıbını örter.” Ebû Eyyüb: “Doğru söyledin!” deyip, hiç vakit kaybetmeden bineğine yönelir ve Medine’ye hareket eder.-Ahmed, Müsned, V, 923-4; Tercümede esas aldığımız rivayet ve benzerleri için bkz. Hatib el-Bağdadî, er-Rıhle fî Talebi’l-İlim, Beyrut, 2006, s. 50 vd.-


Kesir bin Kays şöyle rivayet etmektedir: Dımeşk Mescidi’nde Ebu’d Derdâ (radıyallahu anh) ile oturuyordum. Biri ona yaklaşıp şöyle dedi: “Ey Ebu’d Derdâ! Buraya senin Peygamberden rivayet ettiğini duyduğum bir hadis için O’nun şehri Medine’den geldim.”


Ebu’d Derdâ: Bir ihtiyaç için gelmedin mi?

-Hayır.

-Ticaret için de mi gelmedin?

-Sadece o hadis için geldim. Bunun üzerine Ebu’d Derdâ şu hadisi rivayet etti:

“Allah Resûlü’nden işittim: ‘Kim ilim için bir yola girerse cennet yollarından birine girmiş olur. Melekler ilim talebesinin yaptıklarından razı olduklarından kanatlarını onlar üzerine sererler. Denizdeki balıklar dâhil gökte ve yerdekiler âlim için istiğfar ederler. Âlimin, abide üstünlüğü ayın diğer yıldızlara üstünlüğü gibidir. Şüphesiz âlimler peygamberlerin varisleridirler. Peygamberler miras olarak altın ve gümüş bırakmadılar. İlmi bıraktılar. Her kim onu tahsil ederse büyük bir nasip elde etmiş olur.”-Sünen-i Tirmizî, İlim: 20; el-Bağdadî, er-Rıhle, Sh: 17 vd.-

“Hadisler hakkında ilkelerimiz”
a- Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, Allah'ın kullar arasında onlar için tuttuğu örnek bir kuldur. O, örnektir. Hadisler de örnek kula ait bilgilerdir. Kur'an'ın yaşanabilir bir kitap olması için hadisler şarttır. Hadisler, her kafadan bir ses çıkmaması, herkese göre bir din olmaması ve bunun da Kur'an adına yapılmaması için gereklidir.

b- Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin yirmi üç yıllık konuşmaları, olaylara tepkileri, örnekliğini oluşturduğu eğitimi olarak bize ulaştırılan kültürün bütününü aktaran hadisler, bizim açımızdan bir dindir. Dinimizin ayrıntılarını bu hadislerden öğrenmekteyiz. Zira Kur’an’ımız, bir Müslüman için yeterli olacak düzeyde ayrıntı ve izah getirmemiş, izah ve ayrıntıya Peygamber aleyhisselama yani onun hadislerine bırakmıştır.

Müslüman olarak hadisleri sahiplenmemiz bir anlamda Kur’an’ımızın anlaşılmasını, uygulanmasını kolaylaştırma demektir. Hadisler olmadan ele alınan bir Kur’an, onu ele alanın aklına göre şekillendirilmiş Kur’an’dır. Çünkü hadisler, Allah Teâlâ’nın ‘açıklayıcı’ kimliği ile gönderdiği Peygamberinin açıklamalarından oluşmaktadır. Eğer bir hadis bize, sorunsuz bir şekilde ulaşmış ise teslim olmamız, Müslüman kimliğimizin bir şartıdır.

c- Hadislerin bize ulaşması ile, Kur’an’ımızın bize ulaşması aynı olmamıştır. Kur’an, tek bir harfinde bile sıkıntı olamadan bize ulaşmıştır. Bütün mü’minlerin imanı böyledir.


VE SON SÖZ....

Peygamber sözünün anlamı

Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem kendi adına ve kendi kültürünü yansıtarak konuşmamıştır. O, Allah adına konuşmaya yetkili bir ağızdır. Onun sözlerinin teyidi, Allah Teâlâ tarafından yapılmıştır.

Bunun için bir Müslüman, Peygamberi’nin sözlerine tereddütle yaklaşmaz. Müslüman, hadisi tam bir teslimiyetle karşılamadıkça iman açısından sıkıntının giderilmesi mümkün değildir. Hadisin işimize, menfaatimize uyması veya bizimle ters düşmesi,yaşadığımız çağa uzak kalması gibi gerekçeler bizim hadise karşı bakışımızı değiştirmemelidir.Yeter ki okuduğumuz veya duyduğumuz sözün ona aitliği konusunda bir tereddüt bulunmasın.

 Kur'an-ı Kerim'de Resûlullah sallallahu aleyhi ve selleme  itaat edilmesini, verdiği hükme rıza gösterilmesini, ona muhalefet edilmemesini isteyen, bunu yapmayanları tehdit eden yüzden fazla ayeti kerime vardır. 

"Aralarında hüküm vermesi için Allah'a ve Resûlüne davet edildiklerinde müminlerin sözü ancak «işittik ve itaat ettik» demeleridir. İşte bunlar asıl kurtuluşa erenlerdir."-Nur Suresi, 51.ayet-

“Allah ve Resûlü bir meselede hükmünü verdiği zaman, bir mü’min erkeğin yahut bir mü’min kadının artık işlerinde başka bir yolu seçme hakkı yoktur. Kim Allah’a ve Resûlüne isyan ederse, apaçık bir sapıklığa düşmüştür.” -Ahzab Suresi,36.ayet-

"De ki Allah'a ve Peygambere itaat edin. Eğer yüz çevirirseniz şüphesiz ki Allah kâfirleri sevmez."-Ali İmran Suresi,32.ayet-

Allahu Teâlâ, Resûlü’nü kendi ile beraber bildirirken şu ayetlerde de sadece Resûlü’nü bildiriyor:

"Resûlüme uyun ki, doğru yolu bulasınız!" 
-Araf Suresi,158.ayet-

"Resûl’e itaat eden, Allah’a itaat etmiş olur."
-Nisa Suresi,80.ayet- 

"İhtilaflarda seni hakem edip verdiğin hükmü tereddütsüz kabullenmeyen iman etmiş olmaz." -Nisa Suresi,65.ayet-

Sallallahu ve sellem ve ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Ve’l hamdüli’llahi rabbi’l âlemin.

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah-u Teala’dandır.


EN DOĞRUSUNU ALLAH azze ve celle BİLİR