30 Kasım 2015 Pazartesi

575.MUSHAF ve KURAN-I KERİM-Faruk Beşer

".... O, her okuyuşta insana başka bir şey söyler. Onu her elinize aldığınızda yeni bir manayı sanki yeni inmiş gibi taptaze dinlersiniz. 

Bu durum biraz da bilginin tabiatından kaynaklanır. Çünkü her bilgi yeni bir oluştur, her oluş da yeni bir bilgidir. Manasını biliyorsanız her okuyuşta Kuranı Kerim"den yeni bilgiler alacak ve yeniden var olacaksınız. Bu yeni varoluşunuzla okuduğunuzda siz artık önceki siz olarak değil, yeniden varolan siz olarak okuyacak ve önceki sizin görmediği ve anlamadığı şeyleri görüp anlayacaksınız. Bu durum sizi ikinci bir bilgilenmeye, bu bilgilenme ikinci varoluşa götürecek ve bu süreç böyle devam edip gidecektir.

Mushaf ise işte Allah"ın bu tabiattaki kelamının mürekkeple ve kâğıtla göze ve kulağa, yani alem-i şehadete gelmiş halidir. Kuranı Kerim"in elimize aldığımız bu hali Mushaftır. Mushaf, yani sahifelere/sayfalara dökülmüş Kelam-ı ilahi.

...sadece "Kuran" demek de edebe aykırıdır. Kuranı Kerim demek gerekir. Çünkü Allah"ın (cc) en büyük şiarı, yanı O"nu gösteren sembolü ve işareti Kuranı Kerim"dir ve O buyurur ki, "Allah"ın şiarlarına saygı göstermek kalbin takvasındandır".

Kuranı Kerim"de "Allah"ın şeairi/şiarları" dendiğine göre O"nun pek çok şiarı vardır. Yani görüldüklerinde O"nu hatırlatırlar. Kuranı Kerim"in en büyük şiar olduğunu söyledik. Kâbe bir şiardır, hacla ilgili bütün görüntüler ve eylemler birer şiardırlar. Camiler, minareler, sakal, sarık, türban… hep birer şiardırlar.

Bir zamanlar türbanın sembol, yani simge olduğu söylenirdi. Elhak doğrudur. Türban elbette bir simgedir yani şiardır. Allah"a inanmayı, O"nun emirlerine boyun eğmeyi, O"na saygıyı, iffeti şuurlara getirir. 

29 Kasım 2015 Pazar

574.Riyâzü's Sâlihîn'in Namaz Bölümü-3-ABDEST SONRASI DUA

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

8. Ömer İbni Hattâb radıyallahu anh'den rivayet edildiğine göre, Nebî sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

"Sizden biriniz güzelce abdest alır -onu tastamam yapar- sonra da: Eşhedü en lâ ilâhe illallâhü vahdehû lâ şerîke leh. Ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve resûlüh, derse, o kimseye cennetin sekiz kapısı açılır. O da dilediği kapıdan girer."Müslim, Tahâret 17. Ayrıca bk. Ebû Dâvud, Tahâret 65; Tirmizî, Tahâret 55; İbni Mâce, Tahâret 60

Tirmizî'nin rivayetinde şu ziyade vardır: "Allahumme'c'alnî mine't-tevvâbîn ve'c-alnî mine'l-mütetahhirîn" duasını da okur.

Açıklama:
Dinimizin bize öğrettiği en önemli prensiplerden biri, yapılan işi tastamam yapmak, baştan savma bir tavır içinde olmamaktır. Bu prensip, ibadetlerimizde daha da bir önem ifade eder. Çünkü ibadet, Allah'a O'nun istediği gibi kulluk etmek, böylece mânevî olarak kendisine yaklaşmaktır. Bu sebeple Resûl-i Ekrem Efendimiz'in konumuzla ilgili hadislerinde sıkça tekrarladığı noktaya bir kere daha dikkat etmemiz gerekiyor. Onun, abdest alan kimseden bahsederken, "abdestini güzelce alan", "abdestini yerli yerince alan", "dört başı mamur abdest alan, abdestini tastamam alan" gibi nitelemelerde bulunduğunu görürüz. Bu sadece abdestle ilgili olarak değil, diğer ibadetlerde de sıkça rastladığımız bir hatırlatmadır. Şu halde ibadetler başta olmak üzere, bütün davranışlarımızda dört başı mamur hareket etmeyi öğrenip, bunu hayat tarzı haline getirmemiz gerekmektedir. Çünkü ibadetlerini tam ve kâmil olarak yapmayan, baştan savma kabilinden geçiştiren bir kimsenin, hayatın diğer alanlarında ciddî davranması ve düzenli olması beklenemez. Allah ile muamelesi düzgün olmayanın, insanlarla münasebeti de düzenli olmaz.

Bütün şartlarına ve edeplerine riayet ederek abdest aldıktan sonra kelime-i şehâdet getirilmesi, üzerinde görüş birliği olan sünnete uygun bir davranıştır; bunun müstehaplığında bütün âlimler müttefiktirler. Tirmizî'nin rivayetinde: "Allahumme'c'alnî mine't-tevvâbîn ve'c'alnî mine'l-mütetahhirîn: Allahım! Beni tövbe edenlerden ve temizlenenlerden kıl" duasının yapılması da yer almaktadır ki, bu da yerine getirilmesi ve uyulması istenilen uygulamalardan biridir. Abdestin sonunda kelime-i şehâdet getirilmesi, işlenilen işin ihlasla ve sırf Allah için yapılan bir davranış olduğuna, görünen ve görünmeyen pisliklerden uzuvları temizledikten sonra, kalbin de şirkten ve riyadan temizlenmesine işaret sayılır.

Hadisten Öğrendiklerimiz
1. Başta ibadetler olmak üzere, yapılan bütün işleri en mükemmel şekilde yapmaya özen göstermek iyi müslüman olmanın esasıdır.

2. Abdesti, farzlarına, vâciplerine, sünnetlerine ve edeplerine riayet ederek almak gerekir.

3. Abdest alan kimsenin, abdestini bitirince kelime-i şehâdet getirmesi ve sünnette tavsiye edilen duaları yapması müstehaptır.

http://www.namazzamani.net/

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"



Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR      

26 Kasım 2015 Perşembe

573.Riyâzü's Sâlihîn'in Namaz Bölümü-2-KÜÇÜK GÜNAHLAR ve ABDEST

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

5. Ebû Hüreyre radıyallahu anh'den rivayet edildiğine göre, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

"Müslüman -veya mü'min- bir kul abdest alır ve yüzünü yıkarsa, gözleri ile bakarak işlediği her günah abdest suyu -veya suyun son damlası- ile yüzünden çıkar. İki elini yıkadığında, elleriyle tutarak işlediği her günah abdest suyu -veya suyun son damlası- ile ellerinden çıkar. Ayaklarını yıkadığı zaman, ayaklarıyla yürüyerek işlediği her günah abdest suyu -veya suyun son damlası- ile ayaklarından çıkar. Neticede o mü'min kul günahlardan temizlenmiş olur."
Müslim, Tahâret 32. Ayrıca bk. Tirmizî, Tahâret 2

Açıklama:

 "müslim" veya "mü'min", "su" veya "suyun son damlası" gibi ihtimalli ifadeler, hadisi nakleden ravinin, hangisini duyduğu konusundaki tereddüdünden ileri gelmektedir. Daha sonraki raviler de bunu aynen tereddütlü şekilde naklederler. Bu durum, râvilerin hadis rivayetinde ne derece hassas ve güvenilir kişiler olduklarını göstermesi açısından önemlidir.

Öncekilerde olduğu gibi bu hadiste de affedileceği belirtilen günahların küçük günahlar olduğunu bir kere daha hatırlamalıyız. Esasen "hatîe" veya çoğul şekliyle "hatâyâ" sözü, genel olarak küçük günahları ifade eder. Böyle olmasa bile, bu ve benzer hadislerde affedileceği beyan olunan günahlar hep küçük günahlar olarak anlaşılmış, aksinin Kur'an ve Sünnet'in büyük günahlarla ilgili naslarıyla çelişeceği kabul edilmiştir. Günahlar bir cisim olmadıkları için vücuttan çıkmaları söz konusu olmaz. Bu ifade mecâzî bir anlatım olup, onunla kastedilen günahların affıdır.

İnsan herhangi bir günah işlediği zaman, o bir veya birden çok uzuvla ilgili olabilir. Her uzvun işlediği günahlar söz konusudur. Meselâ bakılması haram olan bir şeye bakmak gözün günahı, dinlenilmesi câiz olmayan haram ve yasak sözleri dinlemek kulağın günahı, küfür ve kötü söz söylemek dilin günahı, dokunulması haram olana dokunmak veya alınması haram olanı almak elin günahı, haram bir mahalle yürümek ayağın günahı olmaktadır. Bizim inancımıza göre bütün uzuvlar insana verilmiş bir emanettir. Onları en güzel şekilde kullanmak ve emanete ihanet etmemek gerekir. Kişi hangi uzvuyla bir günah işlemişse, o uzuv, hesap gününde kişinin aleyhinde şahitlik yapacak ve ondan şikâyetçi olacaktır. Hadisimizde gözün, elin ve ayakların zikredilmiş olması, bunlar dışındaki uzuvlarla işlenen günahların abdestle affolunmayacağı anlamına gelmez. İnsanın en çok kullandığı ve günahların en çok işlenildiği uzuvlar bunlar olduğu için özellikle zikredilmişlerdir. Nitekim bundan önceki hadislerde bütün vücudundan, hatta tırnak altlarından günahların çıkacağı ifade buyurulmuştu. Netice itibariyle abdestle küçük günahlardan temizlenen mü'min, en büyük ve en önemli ibadetlerin başında gelen namaza, Allah'ın huzuruna çıkmaya hazır hale gelir. Eğer büyük günahlardan uzak durmuşsa tertemiz olur. Çünkü namaz ibadeti iki namaz arasında işlenen birtakım küçük günahlara keffârettir. Günahlardan korunmuş olan kişi kazandığı sevaplarla cennetteki makamını yükseltir. Fakat bundan daha öncelikli olarak, dünyada örnek bir mü'min olmanın haklı gururunu taşır. İşte bütün ibadetlerimizin hedefi iyi insan, iyi mü'min ve kullukta örnek müslüman olabilmektir.

Hadisten Öğrendiklerimiz

1. Abdest, insanı maddî kirlerden temizlemesi yanında, mânevî kirlenme olan günahlardan da arındırır.

2. İnsan, her uzvunu Allah'ın rızasına uygun işlerde ve yollarda kullanıp, bilerek ve kasıtlı olarak günah işlemekten sakınırsa, yaptığı ibadetler, bilmeyerek yaptığı hatalarına ve küçük günahlarına keffâret olur.

3. Abdestte, şayet ayağında mest yoksa, ayakları da mutlaka yıkamak gerekir.

4. İbadetlerimizin görülen ve bilinen faydaları yanında, bir çok manevî hikmetleri olduğu unutulmamalıdır.

http://www.namazzamani.net/

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"



Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR      

25 Kasım 2015 Çarşamba

572.Riyâzü's Sâlihîn'in Namaz Bölümü-1-ABDEST

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim


Riyâzü's Sâlihîn'den Namaz ile ilgili hadisleri kendime not olarak çıkardım sizinle de paylaşacağım inşallah.

1. Ebû Hüreyre radıyallahu anh şöyle dedi:

Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'i:

"Şüphesiz ki benim ümmetim, kıyamet gününde, abdest izlerinden dolayı yüzleri nurlu, elleri ve ayakları parlak olarak çağırılacaktır. Yüzünün nûrunu artırmaya gücü yeten kimse bunu yapsın"
buyururken işittim.Buhârî, Vudû' 3; Müslim, Tahâret 35

Açıklama:
Hadisin metninde geçen "gurr" kelimesinin dilimizdeki karşılığı, atın alnındaki sakar yani beyazlıktır. İnsan için kullanıldığında nurlu yüz anlamına gelir. "Muhaccel" de atın ayaklarındaki seki yani beyazlıktır. Bu da insan için kullanıldığında el ve ayak gibi uzuvların parlaklığı anlamındadır. Hadisimiz, abdestten dolayı yüzde oluşan nurluluğu ve ellerle ayaklardaki parlaklığı beliğ bir teşbihle attaki bu hârikulâde güzelliklere benzetmiştir. Çünkü bu özelliklere sahip bir at, diğer hemcinsleri arasında hemen göze çarpar ve bakana sürûr verir.

Ebû Hüreyre'nin Müslim'deki rivayetinde, belirtildiğine göre hadisi ondan nakleden Nuaym İbni Abdullah, Ebû Hüreyre'yi abdest alırken görmüş ve imrenmişti. Bunun üzerine Ebû Hüreyre: "Ben Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'in böyle abdest aldığını gördüm" diyerek yukarıdaki hadisi nakletti.

Peygamberimiz'in 
sallallahu aleyhi ve sellem burada ümmetim diye nitelendirdikleri, özellikle abdest alıp namaz kılan ve ibadet ehli olup, örnek bir hayat süren müslümanlardır. İşte böyle olanlar kıyamet gününde ve mahşer yerinde:

- Ey yüzleri nurlu, elleri ve ayakları parlayanlar! Haydi cennete geliniz! diye çağırılacaklardır. Yüzün nurunu ve ellerle ayakların beyazlığını artırmanın yolu, onları farz olan yerlerin ötesine geçerek güzelce yıkamaktır. Bunun ölçüsü ellerde dirseklerin, ayaklarda da topukların yukarısına kadar yıkamaktır. Resûl-i Ekrem Efendimiz'in 
sallallahu aleyhi ve sellem de böyle yaptığı birçok sahih rivayette zikredilmiştir. Şârihlerden birçoğu, hadisteki "Yüzünün nurunu artırmaya gücü yeten kimse bunu yapsın" tavsiyesinin Ebû Hüreyre'nin sözü olduğu kanaatindedirler. İbni Hacer, bu hadisin Ebû Hüreyre ile birlikte on ayrı sahâbîden rivayet edildiğini ve"Yüzünün nurunu artırmaya gücü yeten kimse bunu yapsın"kısmını, Ebû Hüreyre'nin râvilerinden biri olan Nuaym'dan başka nakleden bulunmadığını, diğer sahâbîlerden gelen rivayetlerde bu cümlenin olmadığını söyler. Alî el-Kârî ise, kesin bir delil olmaksızın böyle bir iddiada bulunmanın doğru olmadığı kanaatindedir. Ona göre konuyla ilgili hadislerin ve bunlardaki teşvik unsurlarının çokluğu, bunun merfû yani Peygamber Efendimiz'e ait bir söz olduğunu gösterir.

Hadis, âdâb ve erkânına özen gösterek abdest alana Cenâb-ı Hakk'ın kıyamet gününde özel bir muamele yapacağını müjdelemektedir. Bu hadisi, abdestte ayakları yıkamanın farziyetinin delillerinden biri olarak kabul edenler de olmuştur. Çünkü yıkanmayan ayağın parlaması, istenildiği gibi temiz olması mümkün olmaz. Nitekim birçok sahâbî belki de abdesti öğretmek maksadıyla başkalarının yanında abdest almış ve Peygamber Efendimiz'den sallallahu aleyhi ve sellem öyle gördüklerini ifade etmişlerdir. Bunların hepsi de ayaklarını yıkamayı ihmal etmemişlerdir.


Hadisten Öğrendiklerimiz
1. Abdesti farzlarına, sünnetlerine, müstehaplarına ve edeplerine riayet ederek almak gerekir. Böyle yapmak müstehaptır.

2. Abdest, insanın yüzünü nurlandırır, el ve ayaklarını ağartır. Bu hem maddî hem manevî anlamda böyledir.

3. Allah Teâlâ, kıyamet gününde ve mahşer yerinde yüzü nurlu, el ve ayakları parlak olanlara özel muamelede bulunur. Çünkü bunlar sâlihler ve ibadet ehli mü'minlerdir.

4. Abdestte ayakları yıkamak asla terkedilmemelidir.

5. Muhammed ümmeti, diğer ümmetler arasında seçkin bir yere sahiptir.

Riyâzü's Sâlihîn'in Namaz Bölümü Hadis Rehberi  http://www.namazzamani.net/

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR      

23 Kasım 2015 Pazartesi

571.BOŞLUKTA KALMA- Nureddin YILDIZ

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

Allah Teâlâ’nın bizim için koymuş olduğu kanunlar vardır. Âdem aleyhisselamdan beri insanoğlunun karşılaştığı bu kanunları anlayanlar ancak, cennete girecek ameller yapabileceklerdir.

Rabbimiz bulutlarla yağmur yağdırmayı bir kanun olarak yarattığı gibi veya bir kadınla bir erkek evlenip bir araya geldiklerinde onlardan çocuk olabilir diye bir kanun yarattığı gibi, bu kâinatın tamamını kanunlarla idare ettiği bir sisteme oturtmuştur. Bu kanunlar bizim Müslümanlığımız için de uygulanır, insanlığımız için de uygulanır. İnsan olarak da, Müslüman olarak da bu kanunlara esiriz. Allah’ın herhangi bir kulunun muafiyeti yoktur. Şeytanın varlığı da bu kanunlardan bir tanesidir. Sadece ve sadece bir tek peygamberini Allah Teâlâ şeytana karşı koruma altına almıştır. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin üzerinde şeytanın etkisi olmamıştır, olamamıştır. Bunun dışında insan olup da “Şeytanla yüzleşerek, sürtüşerek ve şeytanı mağlup ederek cennete girmen gerekir.” denen kanundan kurtulan kimse yoktur; bu 
bir.

İki; Allah’a secde eden insan, melekleşebilecek kapasitenin sahibi insan demektir. Kadın ve erkeğiyle on beş yaşından sonra her insan göklere yükselebilecek ve uçup meleklerle boy ölçüşebilecek kudretle yaratılmıştır. İnsanın gücü, Levh-i Mahfuz’daki Kur’an’la buluşmaya muktedir bir güçtür. Şeytan ise racîm’dir( kovulmuş olan), mel’ûndur (Lanetlenmiş.) , hakirdir( hor görülen). İnsanın tırnağı kadar etmez. Şeytan, insanın idrarından daha basit, daha düşük ve çirkin bir konumdadır. Cennetteyken lanetlenmiş ve ebedi olarak bir daha cennete giremeyecek bir mahlûktur. Ateşten hor bir şekilde yaratılmıştır, tekrar ateşe dönecektir. Kendisi gibi bir ateş olan cehennem, şeytanı yakacaktır. Bu da ebedi bir kanundur.

Allah’ın üçüncü kanunu; şeytan barikatlarını aşabilenleri cennete koyacağı kanunudur. Şeytan güçlü değildir, cılızdır. Vesveseden başka hiçbir yeteneği yoktur. Sadece vesvese verebilir, tuzağa düşürebilir. Pazusu güçlü değildir, ağzı güçlüdür, vesvesesi güçlüdür. Evham verebilir ama enerji veremez. Böyle bir imkânı yoktur. Alkolünden, faizinden, zinasından, ahlaksızlığından, ana babaya isyanından vs. yeryüzünde Allah’ın haram ettiği şeylerden herhangi birisine veya bir kaçına yakalanalar, kesinlikle şeytanın vesvesesine ve aldatmasına karşı o tuzağa düşmüş kimselerdirler. Bunda bir tereddüdümüz yok. Hepimizin aslı insandır. Peygamberler çıkmış bizim aramızdan. Peygamber nesli bizim neslimizdendir. Allah’ın veli kulları bizim aramızdandır. Secde edip cennete girmek bizim kapasitemizde olan bir iştir. “Buna, bu kadar büyük hakikate rağmen nasıl bir bardak alkol kullanabilir bu insan?” diye sorduğumuzda fren sistemi bozulmuş bir arabanın bir insan tarafından nasıl itildiğini düşüneceğiz. 1250kg lık bir arabayı 80 kg lık bir insan nasıl iter? Boştayken iter. Boşluktaki bir aracı itebilirsin. Fren sistemi bozulmuş ya da karda kayan bir arabayı sen geri geri ya da ileri itebilirsin. Ama motor frenini kullanan bir aracı itemezsin sen. İnsan, Allah ile bağlarını kopardığı zaman boşluktadır. Onu şeytan ileri de iter, geri de iter. İleri nasıl iter? Yanlış yöne doğru sürükler. Geri nasıl iter? Yaptığı ibadetlerin bir işe yaramadığına inandırır. Vesvese budur.

Bu nedenle çocuk eğitirken, hocalar nasihat ederken, aile reisleri reisliklerini yaparken, bir vakıf idare edilirken; İslam’ı öğretmeden önce, namazın kılınma şeklini öğretmeden önce, Ramazan-ı Şerif’te orucu tutmayı öğretmeden önce orucu korumayı, Müslümanlık üzerinde kalmayı öğretmek gerekir. Şeytana boşluk için uygun olan vakit, bir dakikadır. O bir dakikayı bulup da imanından seni geri çevirdi mi, yetmiş sene nasıl yaşadığın önemli değil ki. Peygamber aleyhisselam Efendimizm buyuruyor: “Bir insan cennete girmek için yeterli bütün amelleri yapar, yapar, yapar. Cennetle arasında şöyle terliğin ayağa temas eden kayışı kadar bir mesafe kalır.” Yani on saniye sonra ruhu çıkacak ve böylece mü’min olarak cennete girecek bir sahneyi yakalar. “Sonra öyle bir an olur ki boşlukta bulunur, gafil bulunur ağzından Allah’ın gazabını çekecek, imanını yıpratacak bir kelime çıkar. O kelimeyle bütün geçmişi dökülür.” Çünkü boşlukta bulunmuştur. Zaten şeytan da o anı yetmiş senedir bekliyordur. O şeytanı beklemiyor ama şeytan onu bekliyor. Tam havalanıp Rabbi’ne doğru gidecekken boşluğa atar onu, bunun için de bir dakika yeterli. Bir Müslüman’ın yetmiş-seksen sene belki de yüz sene namaz kılıp, oruç tutup “Allah” dediği halde en sonunda “İslamiyet güzel ama faizsiz de nasıl yürüyecek bu işler? ne olur bundan?” deyip Allah’ın “Cehennem olur.” dediği şeye sen “Ne olur?” dedin mi şeytan seni boşluğa iki saniye içinde itti.Bunun için bir dakika bile Allah’tan kopmak, ölümdür. Bir saniyeliğine gafil bir cümle kullanamayız biz. Şeytanın hiçbir büyüklüğü yoktur. Dedikodudan başka bir iş beceremez şeytan. Sadece vesvese verir. Şeytan esasen zayıf yüreklidir, ödlektir. Cehenneme mahkûmdur. Cennetten kovulduğu için hiçbir umudu yoktur. Beş kuruş etmez bir niteliği vardır ama boşluktakine gücü yeter. Allah Teâlâ’nın huzuruna çıkıp da “Ben de senin kullarını cehennemlik yapıp senden intikam alacağım.” deme cüretini gösterdiği zaman yani “Mü’min kullarınla uğraşacağım.” dediği zaman Allah Teâlâ ona ne cevap vermiştir? “Böyle bir şey yapamazsın, mü’min kullarıma dokunamazsın.” dememiştir. “Benimle bağlarını koparmayan kullarıma dokunamazsın” demiştir. İhlas düzeyine yükselmiş mü’mine şeytan dokunamaz.

Mü’min, iman etti diye koruma altında değildir. Düğünde de, ticarette de, ziraatta da her yerde Allah ile beraber olma kıvamında olup boşlukta durmayan mü’mini, Ağrı Dağı da itemez, Everest de ezemez Allah’ın izniyle çünkü Allah onunla beraberdir. Ama boşlukta bulundun mu beş yüz ton da gelsen seni fırlatır atar. Şeytan kovulmuş bir mahlûktur. Lanetlenmiş, dışlanmış, itilmiş, cennete girme ihtimali ebedi olarak bulunmayan birisidir. Ama bir görevi var. Sınanmak için yaratılmış. Kim yolda kalacak, kim yoldan dışarı çıkacak bunu Allah, onunla test ediyor. Dolayısıyla şeytan kibrit gibidir. Yakar ama o olmadıkça da sen ısınamazsın. Yanmadan onunla beraberliğini korursan halıyı değil de, sobayı yakarsan ısınırsın. Ama kibritle halıyı tutuşturursan evini yakarsın. Melun şeytan da böyledir. Bu sebeple Müslümanlık politikamız; siyasetten, ticaretten, ziraattan, aileden, vakıftan, camiden tutun, her yerde boşta bulunmama üzerine kurulu olmalıdır. Mü’min olarak boşlukta bulunmayacaksın. Çünkü boşlukta bulunanın artık varlığı yoktur.

Mü’min Allah’a bağlılığını, Şeriat titizliğini, takva ve ihlâsını bir gün veya bir saat bırakırsa şeytan ona ondan sonra hayat boyu yapacağını yaptırır.Rabbimiz hepimizi imtihan için yarattı, şeytanı imtihan için karşımıza çıkardı. Bu şeytan, binlerce senedir fırsat kolluyor. Şeytanın bizlerle ilgili emelleri, binlerce yıllık emeldir. Yaratılan her insana ait kimlik “Bugün filanca insan yaratıldı.” diye onun önüne konuyor. Kadın hamileyken şeytan bunu biliyor. Şeytan bunu bilip eğitimine ve projelerine başlıyor, görevlilerine onunla ilgili şahısları ayarlıyor. Biz ne zannediyoruz şeytanı?

Kulluğunda bir dakika bile hakkın yoktur boşlukta bulunmaya yoksa kendini uçurumda bulursun.

Trafikte bir çakıl taşı, hızlı giden bir arabayı hurdaya çevirebiliyor. Bunu unutmayalım.

BOŞLUKTA KALMA Nureddin YILDIZ’ın 15.11.2015 tarihli (252.) Hayat Rehberi Dersi’nin özetidir.

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR 

21 Kasım 2015 Cumartesi

570.KİM KÂFİR?- Nureddin Yıldız

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

 İnsanlar,cennete girebilmek için, cehennemden kurtulmuş olmak için son nefeste ne yapacağını, nasıl gideceğini heyecanla, korkuyla, endişeyle bekliyor. Allah’ın büyük kulları, salih insanlar, ömürlerini seccade üzerinde geçirmiş, cihat meydanlarında defalarca ölümle burun buruna gelmiş insanlar bir kere olsun o son an korkusundan emin olamadılar.
“Ya son anda bir yanlış iş yaparsam?” diye ödleri patladı. Korkularından, amellerinin, sevaplarının, namazlarının yok sayılacağı korkusundan geceleri huzursuz geçirdiler.


 Hastanede “doktor ameliyatta imiş o gelinceye kadar sıra beklemeyin burada yazdım sana bir antibiyotik, git” diyemiyorsa cennet Allah’ın, cehennem Allah’ın, kendisine iman edilen Allah, imanı kabul eden veya etmeyen Allah, kullardan biri çıkıp “tamam, tamam ben sana kâfirlik reçetesi yazdım, sen kâfirsin” diyebilir mi? Kim kime kâfir diyecek; kim kime mü’min diyebilir? Sen de herkes gibi iman etmekle mükellefsin. Ve iman ölçülebilen bir şey değil ki. İman mü’minin yani iman eden insanın Allah ile kurduğu bir bağdır. Direk Allah’a bağ kurulduğu zaman zaten ona iman deniyor. Araya papazları sokup papaz onaylı, haham onaylı iman ettiğin zaman bizim dinimiz ona iman demiyor ki. İnsanların ya da mü’minlerin birbirlerine imanları ile ilgili karar açıklamaları çılgınlıktır. Bu, hastanede sıra bekleyen hastaların birbirlerine reçete yazmalarına benziyor. 
Şimdi her birimiz, her bir mü’min bu âlemi bitireceğini, Rabb’inin huzuruna mü’min olarak gidip gidemeyeceğini asla garantili bilmiyor! Ebubekir gibi bir insan, Ömer gibi bir insan -radıyallahu anhum cemian- o büyük adamlar bile son nefeslerinde -ki dünya hayatında büyük müjdelere Peygamber aleyhisselam garantili teminatlara muhatap oldukları hâlde- ne gözyaşları döktüler. “Ne mutlu sana Resûlullah aleyhisselatu vesselam senden memnundu, Ümmet’in yüzünü güldürdün. Ne mutlu, ne güzel gidiştir” diye kendisini teselli etmeye çalıştıklarında Ebubekir radıyallahu anh ne dedi: “Hiçbir şey istemezdim şöyle şöyle denk olsam yeter” dedi. Yani sevap da istemiyor. “Şöyle bir sıfır gidebilsem…” Yani bir imanı var, başka bir şeyi yok. “Razıyım sevap filan istemiyorum” diyor. Bu, mağarada Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ile beraber iki kişinin ikincisi olarak kalan insan! Yirmi üç yıl Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin etrafında dolaşmış insan bu. “Ebubekir’imi bana bırakın. Onunla tartışmayın” diye arkasına Peygamber aleyhisselamın savunmak için geçtiği bir insan bu. Bir kişi, bin kişi değil iman etmiş on binlerce sahabi olmuş insanın “bir tanesin sen Ebubekir” dedikleri övgülere layık olmuş bir insan ama ölüm nefesleri karşısına çıktığında son saniyeleri olduğunu anlayınca en büyük korkusu başını sarmış, “şöyle şöyle gitsem yeter, şöyle gitsem yeter” diyor. Yani yok, Ebubekir’in sevabı yok, günahı yok; bir Müslüman işte! “Bu kadar gitsem yeter” diyor. 

 Hoca olmak, hatta âlim olmak, müçtehit olmak hiçbir insana, kalplere hükmetme hakkı ve yetkisi vermez. Kalpler Allah’ın elindedir. Kimin kalbine imanın yerleştiğini kiminkine de yerleşmediğini sadece Allah tayin edebilir. Bu hakkı kimseye vermedi ki Allahu Teâlâ. Bu hakkın kimseye verilmediğini belgeleyen en büyük belgelerden birisi nedir biliyor musunuz? Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz Mirac’a çıkıp, cehennemde yanan kâfirleri, yanar vaziyette o âlemde gördüğü hâlde, münafıkların listesi onaylı bir şekilde önüne konduğu hâlde ashabına hiçbir zaman “şu adam münafıktır buna dikkat edin” demedi. Kimseyi deşifre etmedi. Bildiği hâlde ve bilgisi de öyle sıradan bir bilgi değil. Son bilgiyi biliyordu. Son kararı biliyordu. Buna rağmen bu olayı kimseye deşifre etmedi. Kimsenin kalp durumunu açtırmadı. Hatta münafıkların başı olan Abdullah Ubeyy İbni Selûl; melûn, münafık olduğuna dair yüzlerce belge bulunduğu hâlde cehennemi boylayıp Rabb’inin huzuruna bir münafık olarak gideceği zaman yine münafıkça bir politika izledi. İşi gücü Resûlullah sallallahu aleyhi ve selleme tuzak kurmak olduğu hâlde, Uhud Meydanı’nda: “ Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem bizi tuzağa düşürdü” deyip üç yüz kişiyi alıp geri çekilip ordaki perişanlığa sebep olan birisi olduğu hâlde, Medine’ye dönünce: “(Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellemi kastederek ashabı kastederek) Şu düşük adamları Medine’den atacağım, kim güçlü kim güçsüz görülecek” diyen münafık birisi olduğu hâlde son nefesinde pabucun pahalı olduğunu anlayınca çocuklarını gönderdi: “Muhammed cübbesini bana versin kefen yapayım onu” dedi. İman yok, kalp boş, elbiseye güveniyor. Peygamberin sallallahu aleyhi ve sellemin elbisesiyle kefen yapacak, melekler de ondan çekinip ona azap etmeyecekler. Efendimiz aleyhisselam cübbesini ona göndermeye meyledince ashabı itiraz etmişler: “Ne yapıyorsun ya Resûlullah bunun yaptığı hakaretler yeter! Ufak bir hakaret mi yaptı bize bu, Uhud’da perişan etti bizi ;olmaz ya Resûlullah bu kadar da olmaz” deyince buyurdu ki: “Benim cübbem ona fayda etmez mezarda ama bu ilişki sayesinde onun ailesini kazanırız” dedi. Öyle oldu nitekim. O cehennemi boylayınca geride kalan nesli iman ettiler. Bunun özeti; sosyal ilişki. Ama her hâlükarda Efendimiz aleyhisselam ayağa kalkıp “zındık, münafık Azrail’i aleyhisselam görünce mi aklına geldi benim cübbem” demedi. Dinde usul bu değil.
 Bir insanın ebedi cehennemde kalması demek olan kâfir hükmü, münafık hükmü -ki ebedi cehennem demektir bu- ancak Allah’ın verebileceği bir karardır. Hiçbir kurul “filancanın kâfir olduğuna karar veriyoruz” diyemez. Ellerinde böyle bir belge, açık bir ilan olmadığı sürece. Elbette doğan herkes kıyamete kadar Müslüman’dır diyecek de değiliz. Yeryüzü kâfir dolu. Bu iman eden kullar, Allah tanıyanlar hep azınlıktırlar. Böyle geldi böyle gidecek bu. Yani yoğunluk, kitleler küfür üzeredirler. Bunda bir sıkıntı yok. Ama namaz kılan veya hacca giden veya Kur’an okuyan ya da “ben Müslüman’ım” diyen bir insana onun üzerinden kâfir kararı vermek çok riskli. Zaten kâfirler belli ama Müslümanların caminin içindeki kâfir güruhunu oluşturma hakkı yoktur. Elbette,  Kur’an’da görüyoruz bir defa namaz kılanların içinde de kâfirlerin bulunması mümkündür. “vay o namaz kılanların hâline” diye Allahu Teâlâ kâfirleri anar gibi namaz kılanları anıyor. Bunda gizlenecek bir şey yok. Ama buna Allah karar verebilir. Allah bir kuluna: “Sen namaz kıldığın hâlde, oruç tuttuğun hâlde kâfirsin” der. Biz kullar olarak yüzeysel, dış görüntü ile karar verebiliriz. Dışarıdan gördüğümüz bizi ilgilendirir. Camiye gelmiş bir Müslüman, namaz kılmış bir Müslüman mü’mindir. Eğer mü’min olmadığını kendisi ilan ediyorsa, camiye Cuma Namazı’na gazetecilerin eşliğinde geliyor, çıkınca da: “Bu ne kadar güzel din canım bu dinden daha güzeli yok. Cuması yeter Müslümanlığın gerisi lazım değil. Kur’an’ın beş yüz ayeti fazla Kur’an’da” derse kâfir. Bal gibi kâfir! Yani onun keyfine dokunan, faizle vs. ile ilgili ayetleri beğenmiyor. Bunun Müslüman olduğunu söylemeye gerek yok. Ama bunun ötesinde bir insan filan seçimde oy kullandı, filan şirkete gitti, filan bankada hesabı var diye hiç kimseye küfür kararı verilemez. Faiz günahların en büyüklerindendir. Kumar Allah’ın ağır haramlarından “şeytan pisliği” dediği haramlardan bir tanesidir. Ne kumar oynayan ne faiz alıp veren veya banka sahibi olan mesela; on binlerce mudisi -bankaya para yatıran kimse- bulunan bir bankanın sahibi bile “faiz helaldir” demediği sürece ona kâfir demeyiz. Eğer derse ki: “ben Allah’ın faizle ilgili kararını kabul etmiyorum” derse velev ki onun bir kuruşu olmasın bankada o zaten kâfir. Ama iman, iman hele hele İmam Azam rahmetullahi aleyhin mezhebinden olan insanlar, onun içtihatlarını kendisine din olarak benimseyenler hiçbir zaman hatalardan dolayı, yanlış işlerden dolayı bir insana kâfir diyemezler. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin şu mübarek hadisini Buhari ve Müslim başta olmak üzere onlarca hadis kitabının her birinde bulunan şu hadis-i şerifi not olarak yazalım. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem buyuruyor ki: (Özet olarak beyan ediyorum) “Bir insan, bir Müslüman diğer Müslüman’a kâfir dediği zaman bu söz ortada kalmaz” diyor. “Ya gider o adamı bulur hakkaten kâfire kâfir demiştir o. Eğer o dediği şahıs kâfir değilse bu söz geri gelir, sahibini bulur, onda kalır” buyuruyor. Yani birisine kâfir diye hüküm vermek, onun kâfir olduğu kararını vermek, eğer yüzde elli de olsa yanlış bir kararsa bu olay, bu sözü söyleyenin kâfir olması demek oluyor. Müslüman’a kâfir demek kendin kâfir olma riski taşıman demektir.
Müslüman değil ki buna kâfir diyelim-demeyelim. Ama asıl sorun filanca filan tarikata girmedi diye, filanca filan tarikata girdi diye, filanca filan cemaattendir diye, filanca filan gruptandır diye, sırf senden değildir diye onu İslam’ın dışına atmaktır. Yahut da filanca çok günah işliyor mesela; zina ediyor, mesela; kumar oynuyor, mesela; insan öldürmüş. Bunların hiçbir tanesi dinden çıkmak, kâfir olmak değildir. Suçluluktur, günahkâr olmaktır. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem tam yüz tane insan öldürmüş birisini bile bize kâfir olarak tanıtmıyor. Ona bile Allah’ın rahmetini aradığı zaman, rahmet kapısının açık olduğunu bize söylüyor.
 Medine sokaklarında zina etmiş, Peygamber’in sallallahu aleyhi ve sellem sağlığında bu cürmü işlemiş Maîz radıyallahu anh Peygamber’in sallallahu aleyhi ve sellem sağlığında, Peygamber’in Medine’sinde cinayet işlemiş. Bu cinayet de zina cinayeti, korkunç bir şey! Ama Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’ın önüne gelip “beni temizle ya Resûlullah” deyip de hak ettiği ceza kendisine verildikten sonra ayıplanması, kınanması bile caiz olmayacak bir hâle geldi. “Tüh yazıklar olsun edepsiz” diye ona bağıran sahabinin dilini tuttu Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: “Ne yapıyorsun sen, ne yapıyorsun?” buyurdu. Peygamber aleyhisselam’ın savunduğu, “kınama bunu, nasıl kınarsın” dediği insan, Medine’de Cebrail’in aleyhisselam indiği Medine’de zina etmiş birisi idi. Ona bile kâfir muamelesi yapılmadı. İşte söylüyoruz üç kişiyle beraber Uhud’daki cepheyi dağıtan Abdullah Ubeyy İbni Selûl yalandan namaza geldiği için “ben de sizdenim, biz de cennete gireceğiz” dediği için Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem “kafası vurulasıca, melûn” diye onu teşhir etmedi. Medine’de zina etmiş bir kadına bile gelip “ben zina ettim, zina ettim diyorum sana ya Resûlullah anlamıyor musun, zina ettim diyorum sana” diye her gün gelip Peygamber aleyhisselama kalabalık bir kitlenin önünde zina ettiğini, en büyük cürmü işlediğini, itiraf eden birisine Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem kâfir muamelesi yapmadı. Suçlu muamelesi yaptı. Suç başka şey, küfür başka şey! Şimdi, başı açık bir kadına asla kâfir denemez. Bir kadının başı açık, başından başka yerleri de açık olabilir. İman edenler örtünürler. Mü’min kadın tesettürlüdür, ayrı bir konu. Ama tesettürlü olduğu hâlde yalan söylemiyor mu bu kadın? Tesettürlü olduğu hâlde kürtaj yaptırıp çocuğunu aldırmıyor mu? Tesettürlü olduğu hâlde gıybet etmiyor mu? Onlar nasıl suçsa açıklık da öyle bir suç. Birinin dozajı birinden biraz daha fazla ama ikisinin de adı suç, küfür değil. İçki içen erkek kâfir değildir. İçkinin haram olduğunu kabul etmeyen erkek kâfirdir. Aynı şekilde çıplak gezen kadın kâfir değildir. Çıplaklığa “Allah karışmasın” diyen kâfirdir. İki şey arasında çok fark var.

Biri Allah’ı ilah olarak kabul etmemektir. Öbürü de beceremeyip “hata ettim, şeytana uydum” diyen itirafçıdır. Allah’ın huzurunda herkes kusurlu, herkes itiraflı zaten. İtiraf edip hatasını kabul edenin işi kolay; inatlaşan, çağa vs. ayak uyduran herhangi bir anlayış insanı dinden çıkarabilir.

Kur’an’ı laiklik süzgecinden geçirmek, bu asrın bilmem ne şartından vesairesinden dolayı Kur’an’ın filtrelenmiş şekliyle Müslüman olmak küfrün derinliklerine batmaktır. Namaz kılmayan kâfir değildir. Açık gezen kadın kâfir değildir. Alkol tüketen kâfir değildir. Beş yıldızlı otellerde Müslümanların haram işlemelerine zemin hazırlayan, alt salonu alkol, üst salonu zina merkezi gibi kullanılan otelleri işletenler bunları helal görmüyorlarsa kâfir değildirler. 

“Ama bu çağda o oteller olmasa Avrupalıyı nasıl buraya çekeceksin” diyen ve otele hiç gitmemiş birisi kâfir olabilir. Biri esastan dinamitliyor kulluğunu, imanını; öbürü altı sağlam, kökleri var, imanı var üstte tahribat yapıyor. Düzelmesi, tevbe etmesi mümkündür. Kardeşler, Sigara içmek bütün dünyanın oy birliğiyle zarar, kötü dediği bir şeydir. Bunda bir sıkıntı yok. Ama sigara içen kâfir değildir. Sigara içene kâfir diyemeyiz. Eğer dersek o zaman, sigara içen ya da kömür sobasının yanında hafif oksit koklayan da kâfir o zaman, o da zehir kokladı. Kömür sobasının yanında oturdun sen de kâfirsin.
 Böyle basit değil.Bir insana kâfir demek korkunç bir şey! Ne demek kâfir?
 Bir; bu adam evli ise karısı otomatik boş oldu demek. Bu Müslüman’a kâfir dedin. Realitede doğruysa, gerçekten bu kâfir ise onun karısı boş olur.
 İki; adamın üç tane çocuğu var. O üç tane çocuğa babalık yapma hakkı yok.
 Üç; İslam diyarında hiçbir Müslüman’ın ona selam verme, komşuluk yapma hakkı yok. -Bir insana kâfir deyince karşımıza çıkan hükümler bunlar. “Ben kâfir derim gerisine karışmam kardeşim” diyemezsin sen. Başlattın, bitir bu dosyayı şimdi. Bitti mi? Yok.
 Dört; bu adamın Şeriat mahkemesinde yargılanıp İslam’dan geri döndüğü için katledilmesi lazım. -Nerede senin mahkemen?- Bitti mi? Bitmedi.
Beş; bu adama kâfir demek “sen on milyar, yüz milyar, on trilyon filan değil; ebediyen, ebediyen cehennemden çıkmayacaksın” demek. Sen on dakika girebilir misin cehenneme? Bir on dakika git bakalım nasıl orası da bu adamı sonsuza kadar orada bırakıyorsun? “Bu onu hak ediyor.” Hak etme uzmanı, karar verme uzmanı sen değilsin. Allah’ın yetkili savcısı mısın sen?  Bu bizim hakkımız değil! Biz nasıl mutlu oluruz? “Elhamdülillah bugün on kişi daha cehenneme soktum şükürler olsun, herkese nasip olmaz” bundan mı mutlu oluyorsun? Ümmet-i Muhammed’in azalması hoşuna mı gidiyor? “O günah işledi, o oy kullandı, bu yan tarafa baktı, bu filan ülkeyi ziyarete gitti, bu filancayla tokalaştı. Hele bu tam kâfir ondan iletişim kaptı.” Hayır! Biz bir Müslüman’da tıpkı bir insanda, hani fişe takıyorlar insanı son anlarında solunum desteği veriyorlar. Beyin hareketine destek veriyorlar. Doktor bakıyor: “Yani bunda hiçbir şey yok ama elektrik şokuyla biraz daha yaşıyor işte olsun” diyor. Ona “diri” deniyor yine, “öldü” denmiyor. İman da böyledir. Yüz tane çılgınlığı olur bir insanın bunlardan bir tanesinden iman kıvılcımı görebilirsin. Doksan dokuzunda gitti bu adam, kâfir oğlu kâfir olacak ama hâlâ “Allah” diyor. Hâlâ Allah diyor adam. Buna mü’min muamelesi yaparız.

Herkes girecek o sırata, herkes girecek. Bakalım kimi yıldırım gibi cennet tarafına geçecek, kimi de on santim yürümeden aşağı yuvarlanacak. Allah o gün kime yardım edecek, kime etmeyecek belli değil bu. Allah adına karar vermek, insanların dinlerini sonlandırmak, çılgınlık! Yüz yaşında da olsa, yüz on yaşında da olsa hasta hastaneye geliyor, doktor “meşgul etmeyin gencecik hastalar var burada” diyebiliyor mu? Beş yüz yaşında da olsa oraya alacaksın, insan muamelesi yapacaksın. İman da böyledir kardeşler! Son bir umut da olsa, son bir umut… Ebu Talip şu kadar sene “olmaz olmaz ben sana iman edemem” dedi, can çekişirken son saniyesinde bile Efendimiz aleyhisselatu vesselam bir umutla bekledi kapısında. İnsanların sadece bir kandil akşamı: “ Bu akşam alkol almayayım. Boşver ulan hep gâvurluk mu?” demesi bile bir iman alâmetidir. Yine adamın birisi Medine’de Resûlullah’ın sallallahu aleyhi ve sellem Cebrail aleyhisselam ile iletişimde olduğu günlerde- adamın birisi içki içmiş. Sarhoş sarhoş yakalanmış Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellemin önüne getirilmiş. Adamın ağzı damlıyor. Dönmüş Efendimiz’e sallallahu aleyhi ve sellem demiş ki: “Muhammed! Seni de Allah’ı da çok seviyorum” demiş. Sarhoş, kafası bulanık! Cezası verilmek, sopasını yemek üzere sürüklenirken sahabiden biri onu tekmeliyor. “Edepsiz bir de dediği lafa bak” diyor. Şimdi suçu var. Cezayı hak etmiş. Ve de o hâliyle gelmiş “seni çok seviyorum ya Resûlullah” diyor. Demek ki içerideki kaynar volkan henüz sönmemiş. Allah biliyor, Peygamber biliyor. Hem sahabi, pataklayacak onu, seksen sopa yiyecek, içki içtiği için -alkolün cezası seksen sopa- yiyecek o arada da o öyle dayak yiyeceği zaman “terbiyesiz herif” filan diye onu azarlıyorlar. Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem duyuyor,“Ne yapıyorsunuz duymadınız mı Allah’ı ve Peygamber’ini seviyorum dedi bu adam” diyor. “Be adam madem seviyorsun Medine’de içilir mi bu melânet” demiyor. Yüzde bir de olsa bir ihtimal var. Bu adam Allah’ı seviyor, Peygamber seviyor. Bir kandil “bu akşam kandil akşamıdır” diye akşamı içki içmemiş. Bir gün hayatında, cuma ezanını duyarken şarkı dinlediği radyoyu“Müslümanlar camiye gidiyor, biz bari burada şarkı dinlemeyelim” diyerek kapatmış. Kendisinin camiye gittiği yok. Bunu da iman alameti kabul etmek mecburiyetindeyiz.

“Bizim ana ilkemiz; mümkün olduğu kadar kimse gelip cennetten parsel almasın. Bize düşen yer çok olsun şimdi beş kişi daha iman etse, beş on dönüm de onlara verilse bizim bahçe küçülecek.” Böyle mi düşüneceğiz biz? Böyle mi düşüneceğiz? Yoksa “aman Allah’ım bir kişiyi daha şu ateşten kurtar” diye dua mı edeceğiz? Bizden önceki nesiller “aman bunlar iman etmesin, cennette yerimiz daralmasın” diye düşünseydi şimdi biz ne yapacaktık? Hiç kimse cehenneme bir insanın ebediyen düşmesinden mutluluk hissetmemelidir. Böyle şey olur mu? Resûlullah sallallahu aleyhi ve selleme: “bir Yahudi ailesinin beş- on yaşlarındaki çocuğu vefat edecek, çok ağır hasta” dediler. Efendimiz de sallallahu aleyhi ve sellem yanına birkaç sahabi aldı. Yahudi’nin evine gitti, oturdu. Baktı ki çocuğun durumu iyi değil. Dedi ki: “Yavrum baban bana iman etmiyor ama sen iman et. Durumun iyi değil sen kurtul yavrum” dedi. Efendimiz Yahudi çocuğuna nasihat etti. Çocuk da babasına döndü baktı. “Görüyorsun ne diyor Peygamber” ya da Muhammed onların lisanıyla. Yahudi de: “bu ki geldi bizim evimize böyle nezaket gösterdi dediğini yap yavrum iman et” dedi ama kendi iman etmemiş. Çocuk da: “tamam nasıl iman edeceğim” diye sorup iman etti. Ve birkaç dakika içinde de vefat etti. Çok güzel, kritik bir anda yetişmiş Efendimiz aleyhisselam. Çocuk iman etmiş hâliyle vefat edince ashabı kiramdan bu olayı nakleden sahabi diyor ki: “Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin gözleri yaş doldu. Çok mutlu oldu. Kalktı geri giderken buyurdu ki: “Bir insanın ebedi cehennemden kurtulmasına beni sebep ettiğin için sana şükrederim ya Rabb’i” Bütün insanlığı kurtarmak için gelmiş, etrafında on binlerce sahabi pervane gibi dönüyor, bir Yahudi’nin çocuğunun ebedi cehennemden kurtulmasına sevinç gözyaşı akıttı. 

Tekfir, büyük bir şeytan tuzağıdır. Bu kafa Allah rızası için, Allah’ın cennetine girmek için Allah’ın aslanı Ali’yi radıyallahu anh öldüren kafadır. Ali bin Ebi Talip radıyallahu anhın karşısına çıkanlar da Allah rızası için onu öldürdüler. Osman bin Affan radıyallahu anhı Kur’an okurken parça parça edenler de Allah rızası için yaptılar. Kafa o kafa! Bu ne biçim iman ki en büyük hedefi mü’min! Sende madem bu Cebrail aleyhisselam kadar büyük iman var. Sağın solun küfür diyarı dolu. Şöyle bir girsene küfrün içine bir görelim seni! Mü’minlere bir hayrın dokunsun. Kesinlikle mü’mini suçundan dolayı dinden atma hakkı hiçbir mü’minde yoktur. Tarihimiz çok müthiş, kaliteli örneklerle doludur. İşte Ebubekir radıyallahu anh, kendisini ne kadar garip görüyor Allah’ın önünde, bu bizim için bir örnektir. Ashabı kiramın bugüne kadar gelen uzantılarında yani onların peşinden giden Allah dostlarını görüyoruz, şöyle sabahlara kadar ibadet eden insanlar arasında, malını mülkünü Allah yolunda infak edenler arasında saçıp savurup kâfir orduları kuran yoktur hiç. Derdi Allah’ın rızası olan zaten onun bunun imanıyla uğraşmaya vakit bulamaz ki. 

Evet, realitede yani işin aslına dönüldüğünde camilerde de kâfirler var. “Vay o namaz kılanların hâline!” Kur’an öyle diyor zaten. İnsan camiye geldiği hâlde, Kâbe’nin etrafında dönerken bile bir müşrik olarak dönebilir. Bu mümkündür. Ama muayyen bir şekilde “bunu görüyorum bu tamam üstüne bas damgayı, at” ona bas, buna bas kurbanlık koçlar gibi üstüne işaret koyup satılmış koç diye ayrılmış gibi Müslümanları belgelemek yanlış, bu hak kimsenin hakkı değildir. Bu sadece Allah’ın hakkıdır. Çünkü iman ile ilgili nihaî karar kalplerde verilir. Kalplere de hükmeden Allahu Teâlâ’dır. Kulları kendi hâllerinde birilerinin kalbine nasıl muttali oluyorlar. Bir insan kendisi beyan ediyorsa “ben Müslüman değilim” diyorsa, ona bir şey demeye gerek yok zaten, adı üstünde belli. Bir de alenî küfür olan şeyler vardır. Mesela; namazı inkâr etmek. Mesela; Kur’an’ı kabul etmemek, “Allah şu işe ne karışıyor” demek! Bunlar, adı üstünde kâfir zaten yapacak bir şey yok.

 Ama özellikle, müçtehitlerin yani Ümmeti Muhammed’in büyüklerinin bireysel içtihatları, şahıs olarak “ben şöyle uygun görüyorum” demesi o içtihadı kabul etmeyenin kâfir olması demek değildir. Yani biz, İmam Azam Ebu Hanife rahmetullahi aleyhin izinden gitmek istiyoruz. Yani gittiğimizi iddia da edemeyiz. Böyle kaliteli bir Hanefî olmak da her baba yiğidin kârı değil. Diyelim hepimiz iyi Hanefîleriz. Yani ne demek bu? Ebu Hanife’nin içtihatları doğrultusunda Allah’ın rızasını kazanmaya çalışıyoruz. Hocamız odur. Dinimizi, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin bize bıraktığı emaneti bize o öğretti. Biz onun kulları değiliz, Allah’ın kullarıyız. Şimdi buna rağmen biz Ebu Hanife’nin içtihatları dışında kalan Ümmet’in geri kalan kısmını zındık, kâfir, münafık, fasık mı göreceğiz? Hayır! Peki, şimdi döndük bu tarafa. Ebu Hanife’nin imam olduğuna bütün ümmet bin iki yüz senedir şahittir. İmam bu adam! Diğer imamlar bile onun ilmi karşısında “çoluk çocuğuyuz bunun” diyorlar. Sen imam mısın, müezzin misin, cemaat misin o bile belli değil. Sen bir ilmihalden bir şeyler okumuşsun veyahut da mesela filanca zalim, kâfir grubun filan yerde yaptığı bir zulüm manzaraları, orada çocukları doğramaları vesaire seni etkilemiş, duygusallaşmışsın, bir de mesela filan ayeti Kur’an’dan okumuşsun Allah işte “zalimler şöyledir” diyor, tamam doğru. Sen şimdi bundan bir üretim yapıyorsun. Şimdi bu adam zalim, zalim! Allah zalimlere lanet ediyor mu? Ediyor. Zalimlerle olmayın, sadıklarla olun diyor mu? Diyor. Tamam. Sen bu adamların ürettiği telefonu kullandın. “Vay kâfir.” Nereden anladın bunun kâfir olduğunu? Görmedin mi bu adam zulmetti Müslüman çocuklarını doğradı, öldürdü. Güzel! Zalim mi? Zalim. Allah zalimlere lanet ediyor mu? Ediyor. Peki, “zalimlerle beraber olmayın, sadıklarla beraber olun” diyor mu? Diyor. Bu adam bu cep telefonunu niye bu firmadan aldı? Sen niye aynı telefondan kullanıyorsun? “Ben zaruretten kullanıyorum.” Mübarek dünyada zaruret sadece senin için mi geçerli? Evet, ben senin bu duygunu bireysel anlamda hürmetle karşılarım. Keşke her Müslüman, zalime karşı böyle dirençli olsa! Ama bu seni bağlar.

 Biz Allah’ın katî emirleri yorumlanamaz, sağa sola çekilemez emirlerinde kesin ölçü kabul ederiz. Allah “meleklere iman edin” diyor, biri çıkar derse ki “yok melek” o zaman ona kâfir gözüyle bakarız. Ama bunun dışında binlerce içtihat var. Yani yüzlerce âlimin, müçtehidin binlerce, on binlerce düşüncesi, fikri, öne sürdükleri belgeleri var. Bunlar bir içtihattır. Şurada Müslümanlar oturmuşlar filan diyardaki işkenceyi nasıl kaldıralım? Oraya nasıl gidelim? Biri diyor ki: “otomobille gidelim”. Öbürü diyor: “uçakla gidelim”. Öbürü: “yüzerek gidelim” diyor. Bunların hiçbiri ayet değil, hadis değil, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem sözü değil. Bunlar bireysel kanaatler. “Şuraya nasıl gidilir, buraya nasıl gidilir” sözünde nasıl “kimisi otomobille, kimisi yüzerek nasıl gideceksen git kardeşim, oraya git demek zorundayız biz” diyorsa birbirimizin kanaatlerini, dinden çıkarma gerekçesi hâline getiremeyiz. Hiç kimsenin kanaati -Ebu Hanife de başta olmak üzere, Ebubekir radıyallahu anh da dâhil olmak üzere- Allah’ın hükmü değildir, Peygamber aleyhisselamın hükmü değildir. Ebubekir radıyallahu anhı ve onun yüz yirmi bin arkadaşını “Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem böyle dedi” diyen sağlam kaynaklar olarak görüyoruz. “Peygamber sallallahu aleyhi ve sellemden sonra mini peygamberler olarak görmüyoruz onları biz.” Göremeyiz, böyle bir imanımız yok bizim. Cebrail aleyhisselam, Muhammed aleyhisselamdan başka kimsenin kapısına gelmedi. Ne Ebubekir radıyallahu anha geldi, ne Ali radıyallahu anha geldi, ne Ebu Hanife’ye geldi, ne de İmam Şafiî’ye geldi. O’nun yani Cebrail aleyhisselamın yön verdiği Peygamber aleyhisselamın dışındaki insanlar kanaat kullanırlar. Bu kullandıkları kanaatleri saygındır, muhteremdir. Hepimizi bağlayabilir. Ama bu nerede bağlar? Yapılacak iş, yol, yordam konusunda bağlar. Ebu Hanife’nin dediğiyle amel edersin. Allah’ın rızasını umarsın ama kafa doğrayamazsın. Bu tıpkı tıptaki gibi yani bir doktorun kanaati A ilacını kullanmaktır, öbür doktorun kanaati B ilacı yararlıdır, biri çıkıp da “kes kurtul bundan” derse onun ki çılgınlıktır. “Kes kurtul” yok. Alternatif ilacın varsa onu söyle deriz.

 Biz, bir Müslüman’ın küfür kokan, dinden çıkmayı sinyalleyen hatalarını önce “bilmiyor mu acaba” diye değerlendiririz. Vazifemiz o zaman “kardeşim sen Allah’ın bu husustaki hükmünü bilmiyor musun” demektir. “Bilmiyorum” derse elimize düştü o zaman mesul biziz. Hemen “gel kardeşim bunu acil öğrenelim, ehline gidelim” deriz. Hemen sen adama kalp ameliyatı yapma. Cerrah değilsin, bir şey değilsin. Götür, doktora götür hemen. Bir; cahillik riski taşıyor olabilir. Bu din dışına kaydığını gördüğün, Allah’ın cehenneminde ebedi kalacağını zannettiğin adam cahillikten mi bunu yapıyor?
 İki; bir zorlama altında mı bu? Bir incele bakalım. Birisi bunu ciddi bir şekilde ölümle tehdit ettiği için mi böyle düşünüyor? Bunu gider. Eğer zorlama altındaysa Ammar radıyallahu anh koca sahabi, şehit sahabi Ebu Cehil’in kırbaçları altında “tamam, tamam dediğiniz doğru Lat, Uzza ilahtır” dedi, oradan canını kurtardı geldi. “Ben ne ettim ya Resûlullah, ben battım, helak oldum” dedi. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem cevap vermeden Allah ayet indirdi: “Yüreği iman doluyken ağzından öyle sözler söyleyenler endişe etmesinler” dedi. Demek ki tehdit altında olabilir, bir abluka altında olabilir. Sen buradan bedava konuşuyorsun ama Yahudi, adamın hanımını, kızını kaçırmış ölümle tehdit ediyor olabilir. O da böyle demeçler verip namusunu kurtarmaya çalışıyordur. Yani ortada bir ihtimal var, bu ihtimali öğren. 
Üç; tevil mi yapıyor? Tevil yapmak ne demek; yani Allahu Teâlâ’nın böyle buyurduğunu ama anlamının şöyle olduğunu mu zannediyor acaba? Olabilir. Senin vazifen ne o zaman? Bu tevili düzgün hâle getirmek. Yani bu eğri yorumu, bu kafasına göre yorum yapan anlayışı düzeltmek. Nasıl düzeltmek? “Kardeşim biz mü’miniz, Allah’ın kitabına iman ettik, gel bu Allah’ın kitabı ne diyor, bir öğrenelim bunu. Sen doğruysan sen, ben doğruysam ben” demek. Mü’minlik budur. Şimdi bütün bunları bir kenara bırakıp eğri söz söyleyeni cehenneme yuvarlarsan sen bile dünyada kalmazsın. Senin de bir eğriliğin vardır. Nitekim Haricî denen fırka yani bu Ali bin Ebi Talib radıyallahu anhı öldüren güruh, namazlı niyazlı adamlar. Şimdi bir örnek verelim. Mesela; bunlar “hata işleyen kâfirdir” diye düşünüyorlar. Ve kâfiri öldürüyorlar. Ali radıyallahu anhı da zaten onun için şehit ettiler. “Günahkâr, bu fasık dünyaya çok” dediler, Ali radıyallahu anhı öldürdüler. Böylece dünya tertemiz oldu. Ali radıyallahu anh öldürülünce katili de hangi cennet umuduyla yaşadı bu dünyada merak ediyorum? Hangi cennet umuduyla? Bunların liderleri bunlara demiş ki: “Sabahleyin namazı filan yerde kılalım.” “Tamam” demişler. İşte diyelim ki filan mahalledeki mescitte kılacağız. O adam da yani liderleri oraya gideceğini unutmuş. Gitmiş öbür namaz kıldıkları yere. Oraya gidince aklına gelmiş. Ya biz yeni yerde randevu vermiştik. Koşa koşa gitmiş ama yetişememiş verdikleri saatte. Gelmiş, karşısına dikilmişler: “sen nerdeydin” demişler. “Namaza geldim” demiş. “Biz burada buluşacağız sabah namazında demedik mi?” “Dedik.” “Niye sen gelmedin?” “Ben işte şu mescitte buluşacağız zannettim.” “Kardeşim sen verdiğin sözde durmadın. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ne buyuruyor: “Sözünden cayan münafıktır.” Münafık, kâfir demektir.” Liderlerini öldürmüşler. Kural! Kural! Koyduğu kanuna kurban gitmiş. Bu sapıklık olunca sapıklığın varacağı yer burasıdır. Mü’min, merhametli insandır. Yani sen kardeşim iki tane komünist, dinsiz, Allah yoktur diyen iman etsin diye senelerdir adama yalvarıyorsun. Onun dükkânına gidiyorsun, “Ağabey etme, eyleme, görmüyor musun arıları, nasıl bal yapıyorlar? Görmüyor musun çiçekler baharda nasıl açtı? Gel işte şöyle et. Bir gün oruç tut vs.” diyorsun. Bir de sana “siz de doğru söylüyor olabilirsiniz ihtimal var” dese adam, uçacaksın o gün,  adamın kalbi ısınmaya başladı diye. Doğru, mü’min böyledir. Kardeşim, seninle beraber yirmi senedir namaz kılıyor bu adam biraz da buna merhamet göster! Yok, tarikatında şu var. Yok, o filanca fırkaya şöyle girdi. Bunları, yani kâfirden bir kırpıntı umuyorsun, bir dese ki: “Ramazan’da oruç fena değil ha var ya, çok sağlıklı sizin Peygamber’iniz iyi demiş bunu. Sağlıklı, çok perhiz de yapıyorsunuz.” “Ah bu iman edecek bak bu büyük alamet!” Bu on milyonda bir iman etme işareti. Onu umut sayıyorsun.“İman edecek bu” diyorsun, seviniyorsun. Öbür tarafta üç defa beş defa belki hac etmiş bir insanın o mum kadar eksikliğini bulunca “kâfir” diye koca bir soğuk damga basıyorsun üstüne, bir daha cennete girmesi mümkün değil! Bu çelişkidir. Müslüman’a da kâfir kadar muamele yap bari! Böyle, kâfire gösterdiğin merhameti biraz da Müslüman’a göster.

Üsame radıyallahu anhı bilmiyor muyuz? Adam korkusundan “iman ettim” dedi savaş esnasında. O da: “biraz önce nerdeydin sen kılıcı görünce iman ettin” deyip ikiye bölmüş onu. Normal mi? Normal! Zaten o, onu öldürecekti. Baktı ki kılıç ters döndü “eyvah” dedi “ben “lailaheillallah” diyorum” dedi. O da: “Benimle oynuyor musun?” dedi kesti onu. Resûlullah sallallahu aleyhi ve selleme de geldi bunu müjde etti. “Yutmadım numarasını” demeye getirdi. Efendimiz aleyhisselamın yüzü kıpkırmızı oldu: “Kalbini mi yardın onun, kalbini mi yardın, kalbini mi yardın, nerden bildin onu?” dedi. 

Sanane. Yüzeysel olarak diliyle “iman ettim” dedi bitti, kurtuldu adam. Kurtuldu adam. Sonra dönmüş: “Sen kıyamet günü o ‘lailaheillallah’ı nereye koyacaksın?” demiş. “Ne edeceksin adam onu sana getirdiği zaman kıyamet günü?” Allah kabul ediyor. Son anda da kabul ediyor. Sen ne karışıyorsun? Allah yüz kişiyi öldürmüş adamın cinayetlerini affediyor. Sen sigara içti diye adamı affetmiyorsun. Yok, tarikatında şu var. Yok, onlar filanca yerde şunu yaptılar. Biz birbirimizin cellâtları değiliz. Birbirimizin duacılarıyız. Islahı için dua ederiz. Madem onun yaptığı işleri kabul etmiyorsun daha güzellerini yap. 

 Ahmed bin Hanbel rahmetullahi aleyh Ümmet’in büyük adamlarından. Bildiğimiz gibi Müslüman idarede çok büyük işkenceler gördü. Kur’an üzerinde felsefi bir kavram kullanıyorlar. Kur’an şöyle midir –mahlûk- böyle midir diye. “Allah’ın kitabına karıştırmayın böyle şeyler sokmayın” dediği için yıllarca süren ve sonunda o gördüğü işkencelerden öldüğü hastalıklara yakalandığı işkenceler gördü. Sonra yönetim değişti, siyasi yönetim değişti normal bir İslami sistem kurulunca Ahmed bin Hanbel rahmetullahi aleyh rahat etti ama zindanlarda yediği kırbaçlardan dolayı da sakatlandı. Hastalandı bir defa. Sonra talebeleri, - Bugün burada ya da herhangi bir yerde dinlediğiniz on hadisten yedi tanesi ondan- rahmetullahi aleyh- geliyor. Böyle birisi. Dinimizin onda yedisi Ahmed bin Hanbel’e bağlıdır. Böyle büyük bir Allah dostu birisi- seni bu şekilde kırbaçlatanlar, zindanlarda çürütenler,öldü gittiler. Yönetimi kaybettiler manasında bir ikaz götürünce ona ayağa kalkmış: “Sakın öyle yapmayın” demiş. “Nihayetinde onlar da bizimle beraber lailaheillallah diyorlardı, Allah onlara da rahmet etsin” demiş. Hâlbuki bu, Allah onlara da rahmet etsin deyip rahmet dilediği insanlar en az Ahmed bin Hanbel rahmetullahi aleyh gibi yüz tane âlimin kellesini kopardılar. Kur’an’a felsefe sokmak istiyorlardı. Kur’an’la oynayacaklardı işte şu ayet uygun, bu ayet uygun değil diyeceklerdi, aslı oydu felsefenin onu Ahmed bin Hanbel tek başına göğüsledi Allah ondan razı olsun ve Ümmeti Muhammed’e berrak bir Kur’an bırakılmasına vesile oldu. Biz Ümmeti Muhammed olarak Ahmed bin Hanbel rahmetullahi aleyhi kırbaçlayanlara bırak kâfir demeyi Ahmed bin Hanbel’in ağzından rahmet okumuşuz. “Allah onlara da merhamet etsin” demişiz. 

 İnsanların kendi annelerine, kendi babalarına, kendi hocalarına gâvur gözüyle baktığı bir İslam diyarında Kâbe’nin ne kıymeti var ki? Yani hacca gidiyor. Kâbe’de izdiham var, tavaf edilemiyor. “Bunların çoğu müşrik, kâfir buraya gelmeseler de rahat tavaf etseydik” diyor. Bu, bir tuzaktır. Şeytan kimini şarapla aldatıyor kimini kumarla aldatıyor. Kimini faizle aldatıyor kimi âlimi de tembel tembel, hantal hantal oturtuyor. Kırk kitap yazmış ama kırk kişinin gönlüne girememiş. Âlim güya! O da öyle batmış. Kimimizi de başkalarının cennetten çıkarılması için çalıştırıyor. Bir mü’min, kırk kere ölür, kırk kere dirilir de cennete giremeyecek bir insan bulduğu için sevinmez hiçbir zaman. Bu Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem öyle bir Peygamber değildi. Bizim hedefimiz “aman bir kişi daha cennette olsun” hedefidir. Aman bir kişi daha cehennemlik olsun denir mi hiç? Bu nübüvvet davası değil ki. Yani nübüvvet, Peygamberlik yolu böyle bir yol değil ki. Biz Allah’ın cennetine doğru koşturmak zorundayız. Ama hesapsız, kitapsız değil tabi. Karakaşını beğendiğine cennete girsin demek de yanlış. Bizim, “filanca mü’mindir” demeye de hakkımız yok, filanca kâfirdir demeye de hakkımız yok. Tıpkı helali haram yapma, haramı da helal yapma hakkımız olmadığı gibi. Ne dediyse Allah, odur. Allah’ın ne dediğini de Peygamber’i sallallahu aleyhi ve sellem bize zaten öğretti. Kendilerinden din öğrendiğimiz, müçtehitlerimiz, imamlarımız onlar da bize bu yolu açtılar Allah onlardan razı olsun. 

 Allah kimseyi kimsenin bekçisi tayin etmedi. Herkes kendi hesabını verecek. Ama hepimiz cennete doğru koşturmak için görevliyiz.

KİM KÂFİR? Nureddin Yıldız Hocaefendi'nin 18.03.2012 tarihli (169.) Hayat Rehberi Dersi’nin özetidir.

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"


Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR      

20 Kasım 2015 Cuma

569.Din anlayışı kıyıya vurursa…Faruk Beşer


Dininimizi nasıl anlamalıyız... okumanızı tavsiye ederim.

....İslam'ın kaynağı ve bu kaynağı anlama yolları bellidir. Kaynak Allah'tır, O'nun gönderdiği vahiydir/Kitaptır. Kitabı anlama yolları ise belli: Hz. Peygamber'in Sünneti, yani onun bu Kitabı uygulama tarzı, Sahabenin Kitap ve Sünnetteki bazı ihtimalli bilgiler üzerinde ittifak ettikleri yorumları, yani İcma. Sonra da Kitapta ve onun açıklaması olan Sünnette bulunmayan meseleleri, onlarda olan ve anlaşılmasında akla da pay bırakılan meselelere kıyaslamak. İşte Usulü fıkıh dediğimiz disiplin de bize bu kaynakları ve bunlardan nasıl doğru bilgi alabileceğimizi öğretir...


...Aslında ölçüyü koyan Allah. “Kuran'ı Rahman öğretti. İnsanı yarattı, ona beyanı öğretti. Güneş de Ay da dakik bir hesaba tabidir. Otlar da ağaçlar da secde eder. Semayı yükselten de mizanı koyan da O. Mizanda haddi aşmayasınız diye. Mizanı adilce ve dosdoğru kurun, mizanda haksızlık etmeyin…” (er-Rahman 55/1-9). Mizan, mizan, mizan. Yani bütün mesele ölçü. Ölçü de elbette ölçülü/âdil olmak için vardır. Çünkü endazesi olmayanların ancak fantezisi olur. Ve nasıl tabiatta olan her şey dakik bir ölçüye tabi ise, sizin yapıp ettikleriniz de öyle ölçülü olmalıdır denmek isteniyor.

İmdi bir müslüman bu yolu izleyerek dini asıl kaynağından alıp anlama gücüne sahip olabilir ya da olamaz. Olabilirse biz böyle bir insana müçtehit deriz. Müçtehit ancak kendi anlamalarından sorumludur ve dini bu anlamalara göre yaşamak zorundadır. Ama müçtehitlik, kadın erkek her müslüman için prensipte mümkün olmakla beraber çok zor ulaşılır bir seviyedir. Hele de İslam'ın ahlakı ve hukuku ile bir bütün olarak yaşanmadığı bizim gibi toplumlarda çok daha zordur. Çünkü insan yaşadığı kültürün çocuğudur. Düşünceyi oluşturan zemin kültür kodlarıdır ve insan nasıl yaşıyorsa ancak öyle düşünebilir.

Bu dereceyi bütün olarak elde edemeyenler, etmeye çalışabilir ve elde edebildiğiyle yetinir. Ama haddini aşmaz, her şeyi bildiğini sanmaz ve iddia etmez. Bilmediğini ise “Ehli zikir”den sorar. Ehli zikir kısaca İslam'ı kaynağından bilen ve bildiğini yaşayan âlimlerdir demiştik, oturup tespih çekenler değil. Allah buyurur ki, “Bilmiyorsanız ehli zikirden sorun”. O halde asıl olan herkesin bilmesidir. Ama bu hiçbir zaman mümkün olamayacağı için bilemeyenler bilen ve yaşayanlardan sormak zorundadırlar. Biz Ebu Hanife'ye, İmam Şafiî'ye, ya da başka âlimlere bunun için sorarız.

İşte bugün İslam'ı anlamanın zorluğu tam da bu noktadadır....


Yazının tamamı için:


18 Kasım 2015 Çarşamba

568.FIKIH,İÇTİHAT,FETVA ve KAZA-Faruk Beşer

Dünkü yazının devamı...

...Bizi geri bırakan, ya da problemlerimizi halledilmez kılan şey fıkıh değil, fıkıhsızlıktır.... 

... fakih, bilgisini üstat ve kitap kadar da hayattan alan alimdir. Bunları biz çok uzun zamandır kaybetmiş olduğumuz için tekrar oluşturmamız da zaman alacaktır, ama mutlaka tekrar olacaktır. Çünkü düşüş başladığında engellenemediği gibi, yükseliş de başladığında engellenemez. Ve yükseliş başlamıştır.
Halihazır durumumuzdan fıkhı sorumlu tutanların yanılgılarından söz ediyorduk. Bunlardan biri de içtihat, fetva ve kaza kavramlarını birbirine karıştırmamızdır.

İçtihat ehlinden ve yerinde sadır olan bir anlama çabasıdır, bir görüş beyanıdır. Tarifteki iki kayıt önemlidir. Yani bir görüşün şeri anlamda içtihat sayılabilmesi için bunun ehli olan bir âlimden çıkmış olması ve hükmünü nasların (ayet ve hadislerin) zaten açıkça bildirdiği bir konuda değil, akla bırakılan şeri bir konuda olması gerekir.

Bir âlim hangi vasıfları kazanınca müçtehit olabilir? Bunun için usul kitaplarında pek çok şart zikredilir, ama usulü fıkhın zirvesini hala kimseye kaptırmayan Şatıbî bütün bu şartları iki kalemde toplar: Dinin kaynaklarının dilini, yani Arapça'yı çok iyi bilmek, makâsıdü'ş-şeria'yı, yani dinin/şeriatın maksatlarını, hedefinin ve amacının ne olduğunu kavramış olmak.

Şatıbî'nin dediğini şu ayetle de anlatabiliriz, “eğer bilmiyorsanız ehli zikirden sorun” (Nahl 16/43). 'Ehli zikrin' kim olduğunu Kur'an-ı Kerim'e dayanarak daha önce yazmıştım, kısaca Kitab'ı ve Sünnet'i iyi bilen ve bildiğini yaşayan âlimlerdir. İşte müçtehit budur. Ama müçtehidin ortaya koyduğu görüş, yani içtihat sadece kendisini bağlar, başka müçtehitler de başka içtihatlar ortaya koyabilirler.

O halde müminler muhtaç oldukları dini bilgiyi ya bizzat kendileri bilecekler, ya da mealini verdiğimiz ayete uyarak gidip ehline soracaklar.
Ehil olan müçtehitlerin her hangi birisine sorabilirler, ama onların söylediklerinin dışına da çıkamazlar. Demek ki, tek tek içtihatlar bireyleri bağlamaz, ama kişi müçtehit değilse onlardan her hangi birini almak zorunda olması bakımından ise bağlar.

İçtihatlar bir talebe bağlı olmadan ortaya konan serbest düşüncelerdir. Eğer içtihat bir ferdin talebi üzerine onun müşkülünü halletmek için ve ona özel söylenmiş olursa fetva adını alır. Birey her hangi bir müçtehidin fetvasına da uymak zorunda değildir. Beğenmezse gidip başka müçtehitten fetva isteyebilir. Ama kendi müçtehit olmadıkça onların hepsinin dışına da çıkamaz, onlardan birini alıp uygulamak zorundadır.

Kaza/kadâ ise.... 

 ....Biz önümüze problem olarak çıkan meselelerimizi ya usulüne uygun içtihatlarla halledeceğiz (inşaî içtihat), ya da önceki içtihatlardan uygun olanı bulup onu alacağız (intikaî içtihat).... 

17 Kasım 2015 Salı

567.FIKIH BİZE AYAK BAĞI MI OLUYOR?-Faruk Beşer

Fıkhın doğru anlaşılabilmesi ile ilgili çok bilgilendirici ve önemli bir yazı.Yine çok anlaşılır ve ve mükemmel bir şekilde açıklamış Faruk Beşer...


Diyorlar ki:
Fıkıhtan herkes istediği fetvayı bulabiliyor. Eğer fıkhî fetvalar olmasaydı mesela DAİŞ ve benzeri örgütler yaptıkları cinayetlere mesnet bulamazlardı. Bugün çok karmaşık hale gelen meselelerimizi fıkıh kitaplarına bakarak halletmeye kalkarsak karmaşanın içinden çıkamayız. O halde doğrudan Kuran'a dönmeli ve hayatımıza onunla yön vermeliyiz.
Yine diyorlar ki, bizler bugün fıkha takatinin üzerinde yükler yüklüyor ve ondan bütün meselelerimizi halletmesini bekliyoruz. Böyle yapmamız fıkha da haksızlık olur.
İlk bakışta doğru sanılan bu kanaat, içinde pek çok yanlışı barındırıyor.
Yanlışlar öncelikle fıkıhtan değil, bizim fıkıhtan anladıklarımızdan kaynaklanıyor. Daha önce de söylediğimiz gibi fıkıh aslında, müçtehitlerin kendi şartlarında anlayıp kayda geçtikleri, yazılı hale getirdikleri içtihatlar bütünü değildir. Fıkıh, hayatı Kuran ve Sünnet ışığıyla sürekli anlama çabasıdır. Ve demiştik ki, fıkıh kavramı Kuranı Kerim'de yirmi yerde geçer ve bu yirmi yerin tamamında da isim olarak değil, geniş zamanlı fiil (muzari) olarak yer alır. Bu durum fıkhın sürekli yenilenen bir anlama eylemi olduğuna, böyle anlaşılması gerektiğine işaret eder. Çünkü fiilin bu kalıbı sürekli yenilenmeyi (teceddüd) ifade eder.
Fıkıh alimleri/fukaha kendi zamanları için yapılması gerekeni yapmış ve düşündüklerini, anladıklarını yani içtihatlarını yazılı hale getirmişlerdir. Onların zamanında toplumsal gelişmeler de bu içtihatlara göre düzenlenmişti. Başka ne yapabilirlerdi?
Gerçek fakihler bütün içtihatların kesin değil, zannî bilgi ifade ettiğini ve içtihat denen zihni çabanın zamanla değişebileceğini anlamış ve ona göre davranmışlardı. Çünkü içtihat, yeterli donanıma sahip/ehil bir âlimin bütün gücünü kullanarak gerçekleştirdiği anlama çabasıdır ve manası açık nasla hükmü bildirilen bir konuda içtihat olmaz. Bu gerçekleri de genel fıkıh kuralı olarak şöyle ifade etmişlerdi:

" zaman değiştikçe içtihatların değişeceği gerçeği göz ardı edilemez ve nas (ayet ya da hadis) bulunan bir konuda içtihat olmaz" demek.


Buna fıkhın, moda tabirle, tarihselliği diyebiliriz. Demek ki fıkıh, yani anlama çabası, yani yorum tarihseldir. Oluştuğu zamanın ve mekânın şartlarından doğmuştur. O zaman ve o şartlar değiştiğinde fıkıh da değişmek zorundadır. Buna rağmen fıkhın birikimi olan içtihatlar önemlidir ve onlara bakmadan mesenin her boyutunu görebilmek de mümkün değildir. Eğer fıkhın/yorumun tarihselliğini göremezsek onu bütün olarak din zannederiz, hayat tıkanır ve biriler de bunun suçunu yorumda değil, Kuranı Kerim'de ararlar, onun dahi tarihsel olduğunu söyleme cehaletinde bulunurlar.


Şimdi başta sözünü ettiğimiz iddialara gelelim. Eğer bugün bazı gruplar kendi dar, hatalı ve ideolojik düşüncelerine destek olarak fıkıh kitaplarından fetvalar buluyorlarsa bu fıkhın değil, birinci derecede bu cahil insanların kendi hatalarıdır. İkinci ve bundan daha büyük hata ise, onların hatalarının fıkhın hatasından kaynaklandığını zanneden ehli ilmin yanılgısıdır. Oysa yapılması gereken şey yaşanmakta olan hayata Kitap ve Sünnet ışığıyla sürekli yön vermektir. Bunu yapamayanların kendilerini değil de fıkhı suçlamaları bir eksikliğin ve zaafın sonucudur.
Kaldı ki, keyfine göre fetva arayanlar fıkhı, hatta Sünneti bütünüyle devre dışı bıraksalar bile arzuladıkları fetvaları Kuranı Kerim'den de bulabilirler. Hz. Ali'nin Haricilerle görüşme yapmak üzere gönderdiği İbn Abbas'a dediği gibi, 'Onlara Kurandan deliller getirme. Çünkü Kuranın pek çok veçhi vardır'. Yani sen bir veçhini söylersin, onlar başka veçhini alırlar. 'Onlara Sünnetten, yani Hz. Peygamber'in uygulamalarından örnekler sun'....


Kaldı ki, hadi meselelerimizin çözümünü doğrudan Kuran'dan alalım desek bile senin anladığınla benim anladığım yine farklı olacak, farklı ayetleri delil tutacağız ve işte fıkıh yine ister istemez devreye girecek.....


Yazının tamamı için:

11 Kasım 2015 Çarşamba

565.DİN PAZARINDA-Faruk Beşer

Bir sözün ve fiilin küfür olması ile ilgili her müslümanın bilmesi gereken çok önemli bilgiler içeren bu yazıyı mutlaka okumanızı tavsiye ederim.

... "Bir kimseye kâfir demekle, bir fiilin ya da bir sözün küfür olması farklı şeylerdir". Bu şu demektir:

Zarurat-ı diniyyeden, yani dinden olduğu zorunlu olarak bilinen şeylerden birini inkâr küfürdür. Mesela; hırsızın elinin kesilmesi gayri insani bir uygulamadır, namaz kılmam ama kalbim temizdir, namaz dediğin şey yatıp kalkma değildir, duadan ibarettir, Allah yönetime müdahale etmemelidir, din ayrı devlet ayrıdır, kadınların başlarını örtmeleri diye bir şey yoktur gibi sözler ve inanışlar küfürdür. Ama bunlardan birisini söyleyen bir insana biz kâfir diyemeyiz. Çünkü Ehlisünnet, küfür sözleri ve fiilleri çok alakasız da olsa bir teville söyleyeni ve yapanı tekfir etmez. İmam Azam"ın şu sözü bu konuda ölçü kabul edilir: "Bir insanın dine girmesine sebep olan şey ne ise, dinden çıkmasına da ancak onun inkârı sağlar". Allah birdir ve Muhammed O"nun kulu ve Rasulüdür diye inanıp bunu diliyle söylemek bir insanın dine girmesi için yeterlidir. Dinden çıkmış hükmü verilebilmesi için de bu iki cümleden en az birini reddetmiş olması gerekir.

Ne var ki bu, işin zahiridir, insanlara göre olan yönüdür. Küfür eylemlerden birini yapan, Allah katında gerçekten dinden çıkmış olabilir. Bu biraz da niyet meselesidir. Ama biz onu bilemediğimiz için: "Biz zahirle hüküm veririz, kalplere muttali olan ise Allah"tır", der geçeriz.

Hasılı, dinin temel iman esaslarını açıkça reddetmeyen bir insana kâfir diyemeyiz. Ama bu küfür sözlerden birisini, ya da bunların benzerini söylemenin küfür olduğunu söyleyebiliriz. Bunlar farklı şeylerdir. Ama küfür anlamına gelen söz ve fiillerin kendileri için, bir şey söyleyemeyiz, adamın niyetini bilmiyoruz demek İslam"ı İslam olmaktan çıkarır. Adamın niyetini bilmiyoruz, onun küfrüne hükmedemeyiz ama bu söz küfürdür, bundan Allah"a sığınırız, diyebiliriz, demeliyiz. Ta ki, iman küfür sınırı belli olmuş olsun.

Günümüzde laik mahalle baskısı sebebiyle, âlimlerimiz bunu söyleme riskine girmiyorlar. Hatta iki adım sonra bunun zaten böyle olmadığına kendileri de inanıyorlar. Bu sebeple sapla saman birbirine karışıyor...

Yazının tamamı için..
http://www.yenisafak.com/yazarlar/faruk_beser/din-pazarinda-sapla-saman-birbirine-karisiyor-35828

9 Kasım 2015 Pazartesi

564.Kendi anlayışımızı ya da menkıbeleri sünnet yerine koymak-Faruk Beşer


..."İmam Rabbani der ki:

"İmana dair hakikatlerden tek birinin ortaya çıkmasını binlerce zevk, vecd ve keramete tercih ederim… Bütün tarikatların asıl hedefi iman hakikatlerinin ortaya çıkması olmalıdır…

"İslam"ın üç temel unsuru vardır: İlim, amel ve ihlas. Bu üçünü birden elde edemeyen kimse, İslam"ı anlamış olamaz. …Tasavvuf büyüklerinin elde ettikleri, tarikat ve hakikat, İslam hükümlerinin yardımcısıdır, onun sadece üçüncü unsuru olan ihlası kazanmaya yarar. Tarikata ve hakikate başvurmak, İslam"ı tamamlamak içindir. Yoksa İslam"dan başka şeyler elde etmek için değildir.

"Tasavvuf yolcularının, o yolculukta gördükleri, tattıkları, haller, vecdler, ilim ve marifetler, imrenilecek, istenilecek şeyler değildir. Hepsi, evham ve hayaller gibi gelip geçici şeylerdir…

"....bu halleri ve vecdleri, bir şey sanırlar. Hep bunları arzular ve yolda kalır, vehm ve hayalden kurtulamaz, İslam"ın kemâline kavuşamazlar".

İmam Şaranî de aynı şeyleri söyler: "Nasıl olursa olsun, keşifle değil şeriatla beraber olun. Çünkü keşif yanıltır...." 


Yazının tamamı için:

http://www.yenisafak.com/yazarlar/faruk_beser/kendi-anlayisimizi-ya-da-menkibeleri-sunnet-yerine-koymak-39358

8 Kasım 2015 Pazar

563.TUZLA YEMEĞE BAŞLAMAK SÜNNET MİDİR?

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim”
Bismillahirrahmanirrahim


Sahih hadis kaynaklarında yemeğe tuz ile başlamanın sünnet olduğuna dair bir hadis rivayeti yoktur.

İmam Gazzali, yemeğe tuz ile başlamanın güzel olduğunu belirtmiş, ancak bunu bir sünnet olarak değil, bir adap olarak zikretmiştir. (İhya, II/ Kitabu adabi’l-ekl/el-babu’l-evvel).

Yine Gazzali’nin belirttiğine göre, Hz. Ali (ra)

“Allah, yemeğe tuz ile başlayan kimseden yetmiş belayı / hastalığı defeder.” (age.)buyurmuştur.

Abdulkadir Geylanî’nin Gunye isimli eserinin tercümesinde geçen "Yemeğe tuz ile başlayıp tuz ile bitirmek sünnettir. Ekmekteki tuza niyet edince de bu sünnet yerine getirilmiş olur." ifadeler, hadis rivayeti değildir. Kendisi -eskiden beri devam eden müstahsen bir adet olduğu için- müstehap demiştir. Bu sebeple, onun ifadesini “Yemeğe tuz ile başlayıp tuz ile bitirmek sünnettir.” şeklinde tercüme etmek yanlıştır.

Özetle, tuz ile yemeğe başlamaya dair sahih bir hadis rivayeti bulunmamaktadır. Bununla beraber, Hz. Ali (ra) ve daha başka pek çok selef-i salihin tarafından kabul gören müstahsen bir adettir.

Sorularla İslamiyet


“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim”

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR