26 Mart 2015 Perşembe

456.KUR'AN-I KERİMİN VAHYİNİN İKİ KISMA DELALETİ-6-

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim


B. Kur'an-ı Kerîmin Vahyinin İki Kısma Delâleti[351]

Kur'an-ı Kerim, iki tür vahyin varlığına delâlet etmektedir; vahy-i metlûv ve vahy-i gayr-a metlûv

Ahkamın bir kısmı vahy-i metlûvden (Kur'an) bağımsız bir şekilde vahy-i gayr-i metlûv vaz'olunmuştur.
Acaba Cenab-ı Hakk'ın Peygamberine indirdiği vahiy, sadece Kur'an-ı Kerim'den mî ibarettir, yoksa bununla beraber Peygamber'e vahyedilen ancak Kuran gibi tilâvet olunmayan (gayr-i metlûv) bir vahiy de mi var?
Şuphesiz doğru olan yaklaşım ikinci şıkta belirtilen yaklaşımdır. Zira Kur'an-ı Kerim'in kendisi bu tür vahyin varlığına açıkça delâlet etmektedir. Şimdi buna delâlet eden ayetlerden bazı örnekler verelim.[352]

Örnek-1

"İnsanlardan bir kısım beyinsizler: Dönmekte oldukları kıblelerinden onları çeviren nedir? diyecekler. De ki: Doğu da batı da Allah'ındır. O dilediğini doğru yola iletir.
İşte böylece sizin insanlığa şahidler olmanız, Rasûlun de size şahid olması için sizi mutedil bir millet kıldık. Sen (arzulayıp şu anda) yönelmediğin kıbleyi (ka'beyî) biz ancak Peygambere uyanları, ökçeleri üzerinde gerisin geriye dönenlerden ayırdetmek için kıble yaptık. Bu, Allah'ın hidayet verdiği kimselerden başkasına elbette ağır gelir. Allah sizin imanınızı asla zayi' edecek değildir. Zira Allah insanlara karşı şefkatli ve merhametlidir.
(Ey Resul) Biz, senin yüzünün göğe doğru çevrilmekte olduğunu (yücelerden haber beklemekte olduğunu) görüyoruz. İşte şimdi seni razı olacağın bir kıbleye döndürüyoruz. Artık yüzünü Mescid-i Haram tarafına çevir.[353]


Bu ayetler iki önemli konuyu içermektedir:
a- Müslümanların ilk sıralarda yönelmekte oldukları bir kıblesi bulunmaktaydı. Sonra Peygamber 
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem) başka bir kıbleye yönelmekle emrolundu. Peygamber, birinci kıbleyi sevdiği ve temenni edip gözetlediği halde ikinci olan Beytu'l-Mukaddes'e yöneliyordu. Bu, ancak Peygamberin Allah'tan gelen ilahî bir emirle hareket etmesi durumunda mümkün olabilir. Nitekim Bakara-142. ayet te buna işaret etmektedir.

b- Birinci kıble de -ikinci kıble de olduğu gibi- Cenab-ı Hakk tarafından belirlenmiş ve farz kılınmıştır.

"Senin (arzulayıp da şu anda) yönelmediğin kıbleyi (kabeyi) biz ancak Peygambere uyanları, ökçeleri üzerinde gerisin geriye dönenlerden ayırdetmek için kıble yaptık. [354]


Görüldüğü gibi Cenab-ı Hakk, bu ayetle birinci kıbleyi belirleme işini kendisine izafe etmiştir.
Kur'an-ı Kerim'e baktığımızda birinci kıblenin belirlenmesiyle ilgili tek bir ayet-i kerimeye rastlamamaktayız. Binaenaleyh bu emir, vahy-i gayr-i metlûv ile nazil olmuş bir emirdir. Bundan dolayı bu hususu Kur'an-ı Kerim'de bulamamaktayız.[355]

Örnek-2


"Her hangi bir hurma ağacını kestiniz, yahut kökleri üstünde dikili bıraktınızsa işte (bunlar hep) Allah'ın izniyledir.[356]


Cenab-ı Hakk, kesme işinin kendi izniyle yapıldığını bildirmektedir. Bilindiği gibi bu ayet-i kerime, hurma ağaçlarının kesiminden sonra nazil olmuştur. Ayette zikredilen "kestiniz" ve "kökleri üstünde dikili bıraktınız" fiillerinde kullanılan geçmiş zaman kipi de buna delâlet etmektedir.

Cenab-ı Hakk, kesmeye ilişkin iznin bilfiil kesme eyleminden önce olduğunu bildirmektedir. Ancak biz, Kur'an'da hurmaların kesimine dair her hangi bir ayet bulamamaktayız. Burada sözkonusu edilen izin, kesme eyleminden sonra gelen izin olamaz. Zira, bir eyleme ilişkin izin, ancak o eylemden önce olabilir. [357]

Örnek-3

"Peygamber, eşlerinden birine gizlice bîr söz söylemişti. Fakat eşi, o sözü başkalarına haber verip, Allah da bunu Peygambere açıklayınca, Peygamber bir kısmını bildirmiş, bir kısmından vazgeçmişti. Peygamber bunu ona haber verince eşi: Bunu sana kim bildirdi? dedi. Peygamber 
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem)Bilen, herşeyden haberdar olan Allah bana haber verdi. [358]
Bu ayet-i kerimede Cenab-ı Hakk, Peygamber eşlerinden bazılarının söylenen gizli sözü başkalarına aktardığı hususunu Peygambere açıkladığını bildirmektedir. Cenab-ı Hakk'ın, Peygamberi hanımının ifadesinden haberdar kılması, Kur'an yoluyla gerçekleşmiş değildir. Çünkü Kur'an'da ne Peygamberin hanımına söyledikleri zikredilmiştir, ne de sözkonusu hanımının (r. anh) başkalarına aktardığı söz yer almıştr. Dolayısıyla bu bildirimin bir vahy-i gayr-i metlûv vasıtasıyla yapılmış olduğu kesinlik kazanmaktadır. [359]

Örnek-4

"Şuphesiz ki, onu (Kur'an'ı) toplamak ve onu okutmak bize aittir.[360]


"Kur'an'ı toplamak" onu dağınık ve düzensiz bir durumdan koruyacak düzenli bir şekle kavuşturmak demektir. Bu ise bir nevi tertible mümkün olabilir. Zira Kur'an Peygamber  
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'e bir defada inmiş değildir. Bu husus, bizzat Kur'an'ın şehadetiyle sabittir. Kur'an ayetlerinin tertibinde nuzul tarihine bakılmamıştır. Aksine Peygamber    (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)"falan ayeti falan yere koyun" diyerek ayetlerin yerlerini bildiriyordu. Nitekim Cenab-ı Hakk, Kur'an'ın cem'ini kendi zatına isnad etmektedir. Ancak Kur'an'da bu tertibi belirten ve tayin eden herhangi bir ifade bulunmamaktadır. Dolayısıyla Kur'an tertibinin vahy-i gayr-i metlûv ile yapılmış olduğu hususu kesinlik kazanmaktadır. Bu tertibin Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) 'in içtihadıyla yapılmış olduğu iddiası ayetin sarîh delâletine aykırıdır. Zira ayet-i kerimede toplama (cem') işi Cenab-ı Hakk'a izafe edilmiştir. Öte yandan böyle bir iddia hasmımızın bile kabul edebileceği bir iddia değildir. Zira onlara göre Kur'an dışında kalan sünnet ister içtihadı olsun, ister gayr-i içtihadı olsun hüccet olmaktan uzaktır. [361]

Örnek-5

"Allah sana Kitabı ve Hikmeti indirmiş ve sana bilmediğini öğretmiştir. Allah'ın lutfu sana gerçekten büyük olmuştur. [362]


"Ümmîlere İçlerinden, kendilerine ayetlerini okuyan, onları temizleyen, onlara Kitabı ve Hikmeti öğreten bir Peygamber gönderen odur. Şuphesiz onlar önceden apaçık bir sapıklık içindeydiler. [363]


"Andolsun ki, içlerinden kendilerine Allah'ın ayetlerini okuyan (kötülüklerden) kendilerini temizleyen, kendilerine Kitap ve Hikmeti öğreten bir Peygamber göndermekle Allah, mu’minlere büyük bir lütufta bulunmuştur. Halbuki daha önce onlar apaçık bir sapıklık içinde idiler.[364]


İmam Şafiî, Hikmet kelimesinin izahına ilişkin şunları kaydeder:

"Razı olduğum Kur'an alimlerinin şöyle dediklerini duydum: Hikmet, Allah Rasûlu'nün sünnetidir. [365]


Görünen o ki, ayetteki Kitap ve Hikmet kelimesi aynı manayı ifade etmemektedir. Nitekim Şafiî, ilk dönem sunnet inkarcılarına karşı bu ayete dayanarak istidlalde bulunmaktadır. Şafiî, hasmına hitab ederken şöyle demektedir:


Şafiî: Sözün tekrar olabileceği görüşünü tercih ettiğiniz taktirde [yani Kitab ve Hikmet kelimesinin aynı şeyi ifade edebileceğini savunduğunuz zaman] bunlardan hangisi daha uygun olur; Kitab ve Hikmetin iki ayrı şey olması mı yoksa tek şeyden ibaret olması mı?


Dedi ki: Bunların belirttiğiniz şekilde Kitab ve Sunnet gibi iki ayrı şey olması mümkün olduğu gibi tek şeyden ibaret olması da mümkündür.


Dedim: Bunların en doğrusu birinci şıktır. Nitekim Kur'an-ı Kerim de belirttiğimi teyid eden ve sizin söylediğinize aykırı düşen delâletler bulunmaktadır.


 Dedi: Nerede?

Dedim: Cenab-ı Hakk'ın şu sözü "Evlerinizde okunan Allah'ın ayetlerini ve hikmeti tilavet ediniz. (Ahzab, 34) [366]


Şafiî, bu ayet-i kerimeye dayanarak hikmetin de ayetler gibi okunan bir şey olduğunu söylemek istiyor. [367]


Bu söylediklerimizden ayrı olarak vahy-i gayr-i metlûvun varlığına delâlet eden iki delil daha aktarmak istiyoruz.


Bunlardan biri nubuvvetin varlığıdır. Şöyle ki: Nubuvvet, peygamberin (nebi) mucizeleri izhar ederek "ben peygamberim" demesiyle sabit olur. Yoksa nubuvvet iddiası olmadan sadece mucize izhar etmekle sabit olmaz. Zira harikuladelikler peygamberde olduğu gibi velî ve büyücülerde de olabilir. Peygamberin "ben peygamberim" sözü, nubuvvetin, vahy-i metlûvun ve bütün bir İslam'ın medarı olan bir vahy-i gayr-i metlûvdur.[368]


İkinci delil, Kur'an'ın kelamullah oluşudur. Zira bu, ancak Peygamber 
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'in nubuvvete delâlet eden mucizeleri eşliğinde Kur'anın kelamullah olduğunu bildirmesiyle sabit olabilir. İşte bu bildirim de vahy-i gayr-i metlûv kısmındandır. [369] Ve bununla vahy-i gayr-i metlûvun varlığı ve buna iman etmenin gerekliliği kesinlik kazanır. Aynı zamanda bu söz, Kitâb'ın subûtunun dayandığı ve sünnetin teşride mustakil olduğunu gösteren bir sünnet örneğidir.

Binâenaleyh nubuvvetin subûtu, Kur'an'ın kelamullah oluşu ve bütün bir İslam'ın varlığı, vahy-i gayri metlûvu kabule dayanmaktadır. Kur'an'ın hücciyeti, vahy-i gayri metlûvun huccciyetine bağlıdır. Dolayısıyla vahy-i gayri metlûvün olmaması durumunda ne nubuvvetten, ne Kur'an'dan ne de İslam'dan söz etmek mümkün olacaktır.


Kur'an'ın i'cazına gelince bu, ancak Peygamber 
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'in onun kelamullah olduğunu bildirmesinden sonra Kur'an ilahî kelam oluşuna delil olabilir. Aksi taktirde aklî bakımdan Cenab-ı Hakk'ın adetine aykırı olarak i'cazlı kelamını bazı insanların eliyle izhar etmesi caizdir.  

Bizim kanaatimize göre bu aklî bakımdan caizdir. Zira bu, şer'î açıdan caiz değildir. Ancak bu, Kur'anın nazil olup onunla tehaddi yapıldıktan sonra olması durumunda söz konusudur. Zira Kur'an ile tehaddî, Cenab-ı Hakk'ın benzer bir kelamı hiç kimsenin eliyle izhar etmemesini gerektirir.

Kur'an nazil olup onunla tehaddî yapılmadan önce bunun olması şer'î açıdan caizdir. Fakat bunun vaki' olduğu sabit değildir. Zira aklî ve şer'î açıdan caiz olan herşeyin vaki' olması gerekli değildir.


Buraya kadar kaydettiklerimizden, Cenab-ı Hakk'ın Peygamberine Kur'an dışında da vahiyde bulunduğu kesin olarak anlaşılmaktadır. Bu nevi vahye, vahy-i gayr-i metlûv denmektedir. Teşri' bakımından müstakil olan sünnet de bu kabildendir.


Bu aktardıklarımızdan, şu da anlaşılmış olmalı: Bazı oryantalistlerin vahyin metlûv ve gayr-i metlûv şeklindeki taksimini Yahudilikten İslam'a geçmiş bir düşünce olarak lanse etmeleri ya ayetleri ve ayet delâletlerini bilmemekten kaynaklanan bir durumdur ya da İslam'ı temelden silmeyi hedefleyen Yahûdî ve musteşrikçe bir emeldir.


Evet, bazıları şöyle bir mazeret ileri sürebilirler: "Sünnetin kısmen vahiy olduğu ve Allah katından indirildiği doğrudur. Ancak sünnetin bazı kısımları Peygamber 
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'in içtihadlarına dayanmaktadır. Peygamber'in içtihadında hata bulunma ihtimali mevcuttur. Dolayısıyla sünnetin içtihadî olan bu kısmıyla istidlalde bulunmak caiz değildir. Bu durumda sünnetin içtihadî olmayan diğer kısmıyla istidlalde bulunmak imkansız hale gelmektedir. Zira içtihadî olmayan kısımla istidlalde bulunmak için her iki kısmın ayırdedilmesi gerekmektedir. Ancak hiç kimse bu ayrımı yapamaz. Çünkü hiç kimsenin elinde bunu sağlayacak araçlar ve edatlar mevcut değildir. Dolayısıyla sünnete başvurmaktan ve sünnetle istidlalde bulunmaktan söz edilemez."

Bu iddiaya karşı cevabımız şudur: Bu mantığa göre Cenab-ı Hakk, ebedî dininin, daha önce tahrife uğramış dinlerde olduğu gibi yanlış ve batıl unsurlarla karıştırılmasına ve tanınmaz hale gelmesine musaade ederek onu orta yerde bırakmış olmaktadır. Halbuki Cenab-ı Hakk, geçmiş din mensuplarını bu konuda şiddetle kınamaktadır: "Ey Kitab ehli! Neden hakkı batıla karıştırıyorsunuz.[370]


Öte yandan bu iddia, İslam'la amel etme imkanını ortadan kaldırmakta ve dinin gönderilişini anlamsız kılmaktadır. İslam'a aidiyet hissi taşıyan hiçkimse İslam'ın bu tür yıkıcı kargaşalardan münezzeh olduğu konusunda en ufak bir şuphe duymaz. Yukarıda kaydettiğimiz ayet-i kerime de bu hususu teyid etmektedir. Zira önceki muharref dinlerin böyle bir nakısayla malûl gösterilmesi İslam'ın bundan beri ve uzak olmasını gerektirir. Saniyen, bu mesele peygamberlerin masumiyeti konusuyla İlişkilidir. Giriş kısmında ele aldığımız bu konuya tekrar atıfta bulunmak gerekirse: Alimler, Peygamber 
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'in içtihadda bulunup bulunmadığı konusunda farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Peygamber'in içtihadda bulunabileceğini savunanlar, Peygamber'in içtihadında hata olup olamıyacağı konusunda görüş ayrılığına düşmüşlerdir. Peygamber'in, içtihadında hataya düçâr olabileceğini söyleyenler, Peygamber'in hatalı içtihad üzere onaylanmayacağı konusunda görüşbirliği etmişlerdir. Zira hata üzre onaylanma durumu kat'î delillerle sabit olan peygamber masumiyetine aykırı olmakla beraber, bi'setin hikmet ve maksadına aykırıdır.

Binâenaleyh "Nebevî Sünnetin ya tamamı vahiydir, ya da bir kısmı vahiy bir kısmı da nebevî içtihada dayanıyor" deriz. Bu ikinci kısım da ya hatasızdır ya da Peygamberin vukuu muhtemel hata üzere onaylanması mümkün değildir, demek durumundayız.


Bu açıklamalar ışığında Sunnetin tamamının kat'î derecede huccet olduğu ve sabit olan bütün sunnetlerle amel etmenin vacib olduğu sonucu ortaya çıkar. [371]


[351] Burada vahy-i metlûvden maksat, tilavetiyle ibadet olunan ve hadis-i şerifte belirtildiği üzre okuyucunun her harfine karşı on hasene kazandığı vahiy, yani Kur'an'dır.
Gayr-i metlûv vahiy ise tilavetiyle İbadet olunmayan vahiydir ki bu da sünnettir. Yoksa [kelimenin sözlük anlamını esas alıp bu ıstüahî çerçevenin dışından baktığınız zaman] sünnet de tilavet olunan (metlûu) bir kaynaktır. "Evlerinizde okunan (tilavet olunan) Allah'ın ayetlerini ve hikmeti hatırlayın." Ahzab-34
[Ayetteki] hikmet ise İmam Şafiî'nin belirttiği ve kendisinden öncekilerden naklettiği üzre sünnet demektir. Nitekim selef-i salihîn de hikmeti, sünnet şeklinde tefsir etmiştir. Bu izaha göre mezkur ayet-i kerîme sünnetin de Kur'an gibi Allah katından inzal edildiğine dair kat'î bir delil olmaktadır. Zira her iki inzal aynı bağlamda ve aynı lafızlarla zikredilmiştir. Binaenaleyh hikmetin inzalinin, "demiri indirdik" (Hadîd-25) ayetinde geçen inzal kabilinden olduğunu söylemek doğru değildir. Sonuç itibariyle ayet-i kerimenin vahy-i gayri metlûve dair kat'î bir delil olduğunu söyleyebiliriz.
[352] Muhammed Salih Ekinci, Hüccet Değeri ve Tedvin Açısından Sünnet, Rağbet Yayınları: 143.
[353] Bakara, 142-144
[354] Bakara, 143
[355] Muhammed Salih Ekinci, Huccet Değeri ve Tedvin Açısından Sünnet, Rağbet Yayınları: 143-144.
[356] Haşr,5
[357] Muhammed Salih Ekinci, Huccet Değeri ve Tedvin Açısından Sünnet, Rağbet Yayınları: 145.
[358] Tahrim,3
[359] Muhammed Salih Ekinci, Huccet Değeri ve Tedvin Açısından Sünnet, Rağbet Yayınları: 145.
[360] Kıyame, 17
[361] Muhammed Salih Ekinci, Huccet Değeri ve Tedvin Açısından Sünnet, Rağbet Yayınları: 146.
[362] Nisa, 113
[363] Cuma, 2
[364] Al-i İmran, 164
[365] Şafiî, er-Risate, 78
[366] el-Umm, 7/251
[367] İmam Şafiî burada iki hususa dikkat çekmektedir:
1-Kur'ân'ın genel siyakı ve bütünlüğü çerçevesinde bakıldığında Kitapla birlikte zikredilen Hikmetin Sünnet olması gerekir. Cenab-ı Hakk, Kur'an'ın bir çok yerinde kendisine ve Rasûlü'ne itaati emretmektedir. Allah'a itaatin zikredildiği her yerde onun hemen akabinde Rasûlü'ne itaat zikredilmiştir. Hiç bir yerde sadece Allah'a itaat tek başına zikredilmemiştir. Buradan hareketle diyebiliriz ki Kur'an'da kendisine itaatin Allah'a itaat gibi farz kılındığı yegane merci Allah Rasûlüdür. Allah Rasûlü haricinde hiç bîr merci bu konumu haiz değildir.
Kitapla birlikte zikredilen Hikmet kelimesine gelince Arapçanm üslûp ve özelliği birbirine atfedilen İki kelimenin ayrı ayrı anlamlar ifade etmesini gerektiriyor. Buna göre normal durumda Hikmetin Kur'an'dan farklı bir şey olması gerekir. Kur'an'ın bütünlüğünü gözonüne aldığımızda Kur'an'da Kitapla birlikte ele alınan ve Kur'an gibi herkesten itaat edilmesi istenen tek kaynak Peygamber ve onu temsil eden Nebevî Sünnettir. 2-İmam Şafiî'nin bu açıklamalarını doğru anlamak için bunları hangi bağlamda îrâd ettiğine bakmak gerekir. Bu açıklamalar, Kitab'la birlikte zikredilen Hikmetten muradın Sünnet olduğunu; Peygambere inen vahyin Kur'an'la sınırlı olmadığını; Kur'an dışında da bir vahyin bulunduğunu ve bunun Sünnet/Hikmet ile temsil edildiğini ispat sadedinde yapılmaktadır. Başka bir ifadeyle İmam Şafiî, burada vahy-i gayri metlûvü ispat etmeye çalışıyor. Ancak o dönemlerde "vahy-i gayr-i metlûv" tarzında bir terimleşme henüz gerçekleşmiş değildir. Nebevî Sünnet bünyesinde İfadeye kavuşan vahiylerin bu ıstılahla ifade edilmesi daha sonraki dönemlere ait bir olaydır. İmam Şafiî birçok ayette Kitapla birlikte indirilip öğretildiği haber verilen Hikmetin, Nebevî Sünnet kapsamına girdiğini ve indirilen bu hikmetin de Kur'an gibi tilavet olunan bir şey olduğundan hareketle bunun da vahiy olması gerektiği sonucuna varıyor. Başka bir ifadeyle belirtmek gerekirse İmam Şafiî burada Hikmet/Sünnet için kullanılan "tilâvet" kelimesini onun da Kur'an gibi vahiyle indirildiğine dair bir karine olarak ele almaktadır. Tabii buradaki "tilavet"in sonraki dönemlerde terimleşen ve sadece Kur'an'a tahsis edilen tilavetten farklı olduğu gözardı edilmemelidir. Daha önce de belirtildiği gibi Kur'an haricinde vahyin varlığı nüzul döneminden itibaren bilinen ve kabul edilen bir husustur. Ancak bunun vahy-i gayr-i metlûv ismiyle isimlendirilmesi daha sonraki dönemlerde gerçekleşmiştir. Yanlış anlamaya meydan vermemek için bir hususa daha değinmek gerektiğini düşünüyorum. Sünnetin kısmen vahiy; kısmen vahyin onayından geçen nebevî içtihad olduğundan hareketle İmam Şafiî'nin buradaki açıklamalarına itiraz edilebilir. Ancak bu düşünce doğru değildir. Zira bu ifadelerde genel anlamda Sünnet kapsamına giren şeylerin tamamının vahiy olduğu belirtilmemektedir. Kitapla birlikte indirilen ve tilavet olunan sünnetin vahiy olduğu belirtilmektedir. Başka bir ifadeyle Kitapla birlikte zikredilen ve bir çok ayet-i kerimede Peygamber tarafından ta'lim edilmek üzere inzal edildiği haber verilen Hikmetin Sünnet olduğunu ve bunun da aynen Kur'an gibi vahye dayandığı belirtilmektedir. Dolayısıyla Şafiî burada Sünnetin vahiyle İnzal edilen kısmından bahsetmekte ve bunun hikmetle ifade edildiğini belirtmiş olmaktadır. Vahiyle inen bu kısma Sünnet demek ayrı; Sünnetin tamamına vahiy eseri demek ayrıdır. Nitekim Şafiî' usûlüne dair telif edilen eserlerde de bu doğrultuda açıklamalar yer almakta ve bu görüş Şafiî mezhebinin genel görüşü olarak kaydedilmektedir. Bkz. Ebu İs hak eş-Şirâzî, Şerhu'l-Luma', thk. Abdulmecid Türkî, Beyrut, 1988, 2/1091 -Çeviren
[368] Bunu daha net anlamak için vahyin ilk dönemlerine bakmak yeterlidir. İlk inen Kur'an ayetlerinde Peygamber (S.A.V)'in nübüvvetine dair bir beyan bulunmamaktadır. Ancak buna rağmen O, kendisinin Peygamber, kendisine nazil olan bazı vahiylerin de Kur'an vahyi olduğunu biliyordu. Bu hususlar, hadislerden de anlaşıldığı üzre Kur'an vahyi haricinde başka bir vahiyle -sonraki dönemlere ait bir ıstılahla belirtmek gerekirse- vahy-i gayri metlûv ile bildirilmiştir. -Çeviren-
[369] Peygamber (S.A.V)'in bütün beyan ve telkinleri Kur'an'la sınırlı değildi. Kur'an kapsamına girmeyen ve Kur'an olarak tescil edilmeyen beyanları da bulunmaktaydı. Kur'an vahyi olarak nazil olan ilahî hitaplar, Peygamber (S.A.V) tarafından ayrı tutuluyor ve Kur'an olarak kayda geçiriliyordu. Tabii bu da, inen sözkonusu ayetlerin Kur'an'dan olduğu şeklinde bir açıklama eşliğinde oluyordu. Yani Peygamber (S.A.V), Kur'an'da yazılacak olan vahiyleri, diğer vahiylerden ve beşerî tasarruflardan ayrı tutarak "onların Kur'an'dan olduğunu ve o çerçevede kayda geçirilmesi gerektiğini" açıklayarak Kur'an kapsamına dahil ediyordu. Tabii ki Peygamber (S.A.V), bu ayırımı yaparken yine bir vahye dayanarak hareket ediyordu. Yoksa Peygamber (S.A.V) veya sahabenin iiahî bir bildirim olmadan bir şeyin Kur'an'dan olup olmadığını bilmeleri mümkün değildir. İşte Kur'an'daki bütün sûre ve ayetler bu tarzda Kur'an dışı bir vahiyle (vahy-i gayr-i metlûv ile) Kur'an kapsamına dahil edilmişlerdir. Bunu bariz bir örnekle açıklamak gerekirse: Mesela Alak sûresinin nazil olan ilk beş ayetinin Kur'an vahyi kapsamına girip girmediği Kur'an'da yer almayan nebevî bir beyanla olmuştur. Peygamber ise bu durumu kendisine Kur'an haricinde gelen bir vahiyle bilmekteydi. -Çeviren-
[370] Âl-i İmran, 71
[371] Muhammed Salih Ekinci, Hüccet Değeri ve Tedvin Açısından Sünnet, Rağbet Yayınları: 146-152.


Devam edeceğim inşallah...

Şeyh Hasan Karakaya, Fıkıh Usulu/İslam-tr

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR      

23 Mart 2015 Pazartesi

455.SÜNNETİN HÜCCET DEĞERİ VE DİNDEKİ YERİ-5-

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim


I. Kur'an'a Göre Sünnetin Hüccet Değeri


A- Cenab-ı Hakk, Peygamberi Muhammed 
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem) 'ı Kur'an'ın Açıklayıcısı, İtaat Edilmesi Gereken Bir Örnek ve Ahkamı Teşri' Eden Bir Merci Olarak Gönderdi.

Sunnet-i nebevîyenin İslam'daki konumunu tesbit etmek istiyorsak, öncelikle sunnet-i nebevîyenin ve Rasûl-u Ekrem 
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'in Kur'an'a göre haiz oldukları konumu anlamak gerekir.
Kur'an-ı Kerim'i incelediğimizde Cenab-ı Hakk'ın hikmeti gereği Peygamber
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'e onun risaletiyle mutenasib birtakım sıfatlar ve özellikler bahşettiğini görmekteyiz. [335]


Kur'an'a Göre Peygamber'in Haiz Olduğu Özellikler:


1. Bunlardan biri Cenab-ı Hakk'ın Peygamberi, İnzal ettiği Kitab'ın açıklayıcısı kılmasıdır. Cenab-ı Hakk şöyle buyurmaktadır: "Biz zikri sana indirdik ki, İnsanlara kendileri İçin İndirileni beyan edesin. Umulur ki, düşünürler.[336]


Bu ayet-i kerime, Kur'an-ı Kerim'de insanlara muşkil gibi görünen ilahî muradı açıklama ve mucmel olarak varid olan hükümleri -ki bunlar Kur'an ahkamının önemli bir kısmını oluşturmaktadır- tafsil ederek beyanda bulunma ameliyesinin Peygamberin görevleri arasında olduğunu açıkça göstermektedir. Ayetteki "beyan" tilavetten ayrı bir şeydir. Bununla sözü daha açık bir ibareyle veya başka bir dille ifade etme kastedilmemektedir. Zira muhatablar fasîh Arapça konuştuklarından Kur'an'ı gayet iyi anlıyorlardı. Kur'an, onların diliyle ve onların kullandığı uslûb ve ifade teknikleriyle inmişti. Onlar bu anlamda bir beyana muhtaç değillerdi. Kur'an, ihtiva ettiği manalara açıkça delâlet ettiğinden ifade zaafı ve girifttik gibi belagata aykırı hususlardan uzaktır. Peygamber
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem) de Arapça dışında bir dil bilmediği için ayetteki beyan ile tercümenin kastedildiğini söylemek de mümkün değildir. Dolayısıyla beyan ile kastedilen şey tercümedir, denemez.

Bilakis ayetteki beyan ile kastedilen şey, insanların ihtiyaç duyduğu türden bir beyan olmalıdır. Bu da iki kısımdır:

a. Kur'an'da muşkil görünen murad-ı ilahi'yi açıklama anlamındaki beyan (beyanu'l-murad)dır. Zira bir söz belagatın zirvesinde olduğu halde irade olunan mana bakımından muşkil olup, insanların çoğuna kapalı gelebilir. Böyle durumlarda izah ve beyana ihtiyaç duyulur.


b. Namaz, zekat, oruç ve hac gibi ahkama ilişkin konularda Kur'an'da varid olan mucmel ifadeleri tafsil etme anlamındaki beyandır. Bu da sözkonusu mucmel hükümleri keyfiyet, zaman, adet, miktar, rükün, şart, âdâb ve diğer noktalar açısından açıklığa kavuşturmakla olur.

Bu ayet-i kerimeyle sünnetin önemli bir kısmının yani muşkil ayetleri beyan ve mucmel hükümleri tafsil eden kısmının huccet oluşu kesinlik kazanmış olmaktadır.[337]


Beyan, Cenab-ı Hakk'ın Peygamber'e tevdi ettiği bir vazife ve emanet ettiği bir görevdir. Binaenaleyh Peygamber
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'i bu görevden ve bu emanetten soyutlamak mümkün değildir. Keza -önemli bir kısmı- Kitab'ın beyanı niteliğinde olan sünneti reddetmek, Kitab'a iman vasfıyla bağdaşmaz. Bu, aynı zamanda Kitab'ı da reddetmektir.

2. Peygamber'e bahşedilen bir diğer özellik, onun bütün müslümanlar için uyulması zorunlu olan örnek insan (usvetun hasene) olmasıdır.


"Sizler için, Allah'a ve Ahiret gününe kavuşmayı uman kimseler için Allah Rasûlu'nde güzel örnekler vardır.[338]


Cenab-ı Hak, Peygamber'in kayıtsız şartsız bir şekilde güzel örnek olduğunu belirtmiştir. Bu, müslümanların söz, fiil ve davranışlardan oluşan bütün işlerde Peygamberi örnek edinmek ve ona uymakla emrolunduğunu gösteriyor. Aynı zamanda bu, sünnetin bütün kısımlarıyla Huccet olduğunun bir delilidir.


3. Peygamber'e verilen özelliklerden bir diğeri ona itaatin Allah'a itaat gibi vacib kılınması ve Allah'a yapılan itaâttan bağımsız olarak ayrıca zikredilmesidir,


"Biz her Peygamberi, Allah'ın izniyle itaat olunsun diye gönderdik. [339]


"Ey İman edenler, Allah'a ve Rasûlu'ne itaat ediniz. [340] 


"Kim Peygamber'e itaat ederse Allah'a itaat etmiş olur. [341]

"Kim Allah'a ve Rasûlu'ne itaat ederse (bilmiş olun ki) onlar Allah'ın kendilerine nimet verdiği Peygamberler, sıddıklar, şehidler ve salih kimselerle birlikte olacaktır. Onlar ne güzel arkadaştır.[342]


"Ey iman edenler, Allah'a itaat edin, Rasûlu'ne itaat edin ve sizden olan emir sahiblerine de... Şayet herhangi bir şeyde ayrılığa düşerseniz, Allah'a ve Ahiret gününe inanıyorsanız onu Allah'a ve Rasûlu'ne havale ediniz. Bu daha hayırlı ve akıbet itibariyle daha güzeldir. Sana ve senden önce indirilene iman ettiklerini sanan o kimseleri görmedin mi? Onlar tağutun vereceği hükümle muhakeme olmak istiyorlar. Halbuki onlar, onu inkar etmekle emrolunmuşlardı. Şeytan ise onları derin bir sapıklığa düşürmek istemektedir. [343]


Bu ayetler, Peygamberlerin sadece tebliğ ve ikna için gönderilmediğini bununla birlikte Allah'ın izni sayesinde itaat olunmak için gönderildiklerini açıkça göstermektedir. 


Bu ayetler, aynı zamanda yerine getirilmesi gereken iki tür bağımsız itaatin olduğunu; bunlardan birinin Kur'an'da yer alan ilahî emirlere itaat olduğunu, diğerinin ise Kur'an'da yer almayan ancak Peypamber tarafından tebliğ edilen emirlere itaat olduğuna da delâlet etmektedir.

Keza bu ayetler, insanların muhakeme ve çözüm için Peygamberin hayatında nebevi hüküm ve emirlerde ifadeye kavuşan, onun vefatından sonra da Kitap ve Sünnette varlığını sürdüren ilahî şeriata başvurmadıkça iman etmiş olamayacaklarını göstermektedir.


Bunlar, İslam'ın bedahetle bilinen açık esaslarındandır.


"Hayır, Allah'a yemin olsun ki onlar aralarında vuku bulan ihtilaflarda seni hakem kılmadıkça sonra da vereceğin hükmü gönül huzuruyla kabul edip teslim olmadıkça iman etmiş olamazlar. [344]


4. Cenab-ı Hakk'ın Peygambere bahşettiği özelliklerden biri de teşrî' yetkisidir.


"Yanlarındaki Tevrat ve İncil'de yazılı buldukları o elçiye, o ummî Peygamber'e uyanlar (var ya), işte O Peygamber, onlara iyiliği emreder, onları kötülükten meneder, onlara temiz şeyleri helal, pis şeyleri haram kılar. Ağırlıklarını üzerlerindeki zincirleri indirir. O Peygambere inanıp ona saygı gösteren, ona yardım eden ve onunla birlikte gönderilen Nur'a uyanlar var ya işte kurtuluşa erenler onlardır. De ki: Ey insanlar! Gerçekten ben sizin hepinize gönderilmiş olan göklerin ve yerin sahibi Allah'ın elçisiyim. Ondan başka tanrı yoktur. O diriltir ve öldürür. Öyle ise Allah'a ve ummî Peygamber olan Rasûlu'ne -ki O, Allah'a ve Onun sözlerine inanır- iman edin ve Ona uyun ki doğru yolu bulaşınız.[345]


Bu ayetler Allah ve Rasûlu'ne imanı içermekte, bununla beraber bu imanın gereği olan emir ve teşrî'de Peygambere ve sünnet-i nebevîyeye itaatin lüzumunu da ihtiva etmektedir. Zaten insanların nebevî davete ittiba etmeden hidayet bulmaları umulacak bir şey değildir.


Mezkur ayetler, aynı zamanda Allah Teâla'nın Peygamber'e bahşettiği teşrî' yetkisini de kapsamaktadır. Ayet-i kerimedeki
"O Peygamber, onlara temiz şeyleri helal, pis şeyleri haram kılar." ifadesi de bu manayı teyid eder. Allah'ın helal ve haram kılması ile Peygamber'in helal ve haram kılması arasında itaatin gerekliliği açısından hiçbir fark olmadığı halde yukarıdaki ayette "helal ve haram kılma" eylemleri Peygamber'e isnad edilmiş ve bu husus Peygamberin gerçekleştirdiği ameller cümlesinden addedilmiştir, Bundan dolayı bir başka ayet-i kerimede şöyle buyurulmaktadır:


"Peygamber size neyi verdiyse onu alın, size neyi yasakladıysa ondan da sakının. [346]


Bu ayet-i kerime, .şeriatın tek bir-kaynaktan, yani Peygamber 
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem)in ümmetine getirdiklerinden, alındığına işaret eder. Bunun Kuran veya Sünnet şeklinde olması bir şeyi değiştirmez. Zira ikisi de vahiy 'kaynaklıdır,[347]

"O (Peygamber) arzusuna göre konuşmadı; o (bildirdikleri) vahyedilenden başkası değildir. [348]


Pek çok örneğinden sadece birkaçını aktardığımız bu ayetleri gözönüne aldığımızda gerçek ortaya çıkmaktadır: Ne Allah Rasûlu'nün sünnetinden mustağni kalmak mümkündür ne de Kitabı, onun hamili ve taşıyıcısı olan Peygamber'den ayırmak mümkündür. Bundan dolayıdır ki, îmam Şafiî şöyle buyurmaktadır: "Allah'ın Kitabında yer alan farzları, Allah'ın emri olarak kabul eden, Allah'ın Peygamberinin sünnetlerini de kabul etmiştir. Çünkü Allah, kulları için, Peygamberine itaati farz kılmış ve onun hükmüne başvurmalarını istemiştir. Kim Peygamberin hükmünü kabul ederse Allah'ın emrini kabul etmiş olur, Zira Allah, ona itaati farz kılmıştır. [349]


Bu ayetlerin tetkikinden vardığımız kesin sonuç şudur: 


Allah Rasûlu (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'ne itaat vacibtir. Zira Allah'a itaat, Allah Rasulu'ne yapılan itaate bağlıdır. Vefatından sonra Allah Rasûlu'ne itaat, onun sünnetine ittiba etmekle mümkündür. Bundan dolayı ümmet fiilî olarak sünnetle amel etme konusunda fikir 'birliği (icma) etmiştir. Bu, kelam ümmetinin ilk günden itibaren anladığı bir husustur. Bundan dolayı İslam ümmeti, Peygamber(Sallallahü Aleyhi ve Sellem) döneminden beri, yaptığı teşrî' faaliyetlerinde ve çözdüğü problemlerde , Cenab-ı Hakk tarafından vaz'edilen bu rabbani metodu takib etmiştir.[350]

[335] Muhammed Salih Ekinci, Hüccet Değeri ve Tedvin Açısından Sünnet, Rağbet Yayınları: 137.
[336] Nahl, 44
[337] Bu açıklamalar ışığında "Ayetlerde geçen Peygamber (S.A.V)'e itaâttan maksat Kur'an'da yer alan ilahî emirlere itaattir." şeklindeki iddianın geçersizliği de anlaşılmış olmalıdır. Bu iddianın geçersizliğine dair deliller pek çok olmakla beraber biz bir kaç hususu aktarmakla yetineceğiz:
1-Böyle bir yaklaşım, Kur'an dili olan Arapcanın uslûb ve özelliğine aykırıdır. Zira Kur'an'da [ısrarla] iki müstakil merciye, Allah'a ve Rasulüne, itaat emredilmektedir.
2- Bu yaklaşım, genelde peygamberlere özelde . Muhammed (S.A.V)'e itaati emreden ayetlerin ruhuna aykırıdır. Zira ilgili ayetler sadece Allah'a itaati emretmemekte [bunun yanısıra] bizzat peygamberlere itaatin de emrediidiğine delalet etmektedir.
3- Şayet iddia edildiği gibi ayetler, Peygamber'e ve nebevî sünnete itaati emretmeksizin sadece Kur'an'a itaati emretmekle yetinmiş olsaydı -Sünnetin bağlayıcılık vasfını kaybetmesi nedeniyle- Kur'an, uygulanması imkansız bir kitap haline gelirdi. Kur'anî emirlerin önemli bir kısmı anlamını ve hikmetini kaybedip zayi olurdu. Zira hiç bir mükellefin bu [kapalı] emirleri uygulama imkanı olmayacaktı.
[338] Ahzab, 21
[339] Nisa, 165
[340] Enfal,20
[341] Nisa, 80
[342] Nisa, 69
[343] Nisa, 58-60
[344] Nisa, 65
[345] A'raf, 157-158
[346] Haşr,7
[347] Sünnet'in vahye dayanmayan (içtihadı) kısmı da vahyin onayına mazhar olduğu için vahye dayanan Sünnet mesabesindedir. Nitekim bu espiriden hareketle Hanefî usûlcüler Sünnetin bu kısmına "vahy-i bâtın" demişlerdir. [Bkz. İbni Hümam, et-Tahrîr, (İbni Emîr el-Hâc'ın şerhiyle birlikte) Beyrut, 1983, 3/295] Hatta Peygamberin tebliğe ilişkin konularda hataya maruz kalabileceğini söyleyen alimler bile Peygamberin hata üzere onaylanmayacağını belirtmişlerdir. Aksi takdirde başta Kur'an olmak üzere Peygamberin tebliğ ettiği bütün hususlar ve icra ettiği tasarruflar hatalı olma şüphesine maruz kalırlar. Bunun ise dinin ibtâliyle eşanlamlı olduğu izahtan varestedir, -çev.-
[348] Necm, 3-4
[349] er-Risâîe, 23
[350] Muhammed Salih Ekinci, Hüccet Değeri ve Tedvin Açısından Sünnet, Rağbet Yayınları: 137-143.


Devam edeceğim inşallah...

Şeyh Hasan Karakaya, Fıkıh Usulu/İslam-tr

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR      

21 Mart 2015 Cumartesi

454.İSLAMDA SÜNNETİN YERİ (Sünnetin Delil Oluşu)-4-

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim


İslâm dininin temel iki kaynağından birincisi Allah Teala'nın Cebrail aracılığıyla Muhammed 
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem) 'e gönderdiği Kur'an-ı Kerim, ikinci kaynağı ise, Kur'an'ı bize açıklayan Rasulullah'ın sünnetidir.

İslâm Ummeti, Kur'an'ın birinci, sünnetin de ikinci kaynak olduğu hususunda ittifak etmiştir. Ancak bir kısım şaz mezhebler ve marjinal fırkalar, Rasulullah'ın sünnetinin İslâm dininin ikinci kaynağı olması hususunda ortaya bazı tutarsız şüpheler atmışlardır. İslâm düşmanları da bu şüpheleri değerlendirerek islâm ümmetinin düşünce ve inançlarını bulandırmaya çalışmışlardır.


İslâm'ın devlet nizamı olduğu zamanlarda, bu yüce dini iyi bilen, ona yöneltilen saldırılara cevap verecek yetenekte olan alimler, sünnetin İslâm'ın ikinci kaynağı olduğuna gölge düşürmek isteyenlere kafi derecede cevap vermişler ve kalpleri hasta olan bu insanlara gereken ilmî delilleri zikretmişlerdir.


Ne yazık ki, birinci dünya savaşından sonra müslümanlar tamamen mağlub olmuşlar ve İslâm dini yürürlükten bütünüyle kaldırılmıştır. İslâm alimleri, darağaçlarına çekilmiş, hapishanelere doldurulmuş, çeşitli terör ve despotluklarla susturulmuşlardır. İşte böyle bir dönemde tekrar şaz görüşler yeniden hortlamış, marjinal kalan fırkalar meydanları boş bulmuşlardır. Bunların eski hastalıkları yeniden depreşmiş ve bunlar, çeşitli yollarla cahil kalan müslümanları peygamberlerine ve onun hadislerine karşı kışkırtmaya girişmişlerdir.


Bu gibi kimselerin halini muşahade eden alimler, İslâm ümmetinin birlik ve beraberlik içinde olmasına şiddetli bir ihtiyaç bulunduğu bir çağda bu gibi kimselere cevap vermekten ise vermemeyi tercih ettikleri olmuştur. Fakat onlar, bunu idrak edememiş, bu husustaki iddialarına yenilerini de ilave etmekten geri durmamışlardır. Bu insanlar, şunu iyi bilmelidirler ki. bu davranışlarıyla önce müslümanlar nezdinde Rasulullah'ın itibarını silmeye, daha sonra da ona gelen vahyin değerini düşürmeye hizmet etmektedirler. Diğer taraftan bunlar müslümanlar arasında ayrılıklara, sebep olacak meseleleri gündemde tutmaya çalışan ve emperyalist emeller doğrultusunda ilmîlik kisvesi altında faaliyet gösteren oryantalistlerin amaçlarına, belli bir oranda da olsa, katkıda bulunmaktadırlar.


İslâm'ın çerçevesi dışına çıkan kadîyanilik, behailik, dürzilik, nusayrilik, raftzilik ve benzeri fırkalar da önce hadislere şüphe sokarak işe başlamışlar, daha sonra ise haşa Allah'ın bir beşere hulul edeceği(gireceği) İnancına kadar varmışlardır.

İşte İslâm'dan ayrılan bu gibi mezhep ve fırkaların durumuna düşmemek için, sorumsuzca davranışlarımızdan vazgeçmemiz, bir şey hakkında konuşuyorsak onu iyice incelememiz ve insaf ölçülerini elden kaçırmadan onun hakkında fikir beyan etmemiz gerekir. Zaten tarih boyunca da sünnete gölge düşürmek isteyen fırkalar ya tamamen İnkıraza uğramışlar veya kabuklarına çekilerek felsefi tartışmalarla kendilerini tatmine çalışmışlardır. Pratikte İslama ve müslümanlara herhangi bir şey sunmamışlardır. 


Hadislerin delil oluşuna şüphe sokmak isteyenlere bir hatırlatma olmak üzere şunların kaleme alınması uygun görülmüştür.


Sünnet Şeriatin İkinci Kaynağıdır:

Kur'an, sünnet, sahabelerin davranışları ve aklı selim, sünnetin, İslâm'ın ikinci kaynak olduğunu ifade etmektedir.

1. Kur'an-ı Kerim'de Sünnetin Şer'i Delil Olduğuna Dair Beyanlar:

Kur'an'da bir çok âyet Rasulullah'a 
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem) itaat edilmesini emretmekte, O'na karşı gelmeyi yasaklamaktadır. Bir kısım âyetler, Allah'a ve Rasulüne itaati birlikte İfade buyururken, diğer bir kısım ayetler Rasulullah'a itaat etmeyi yalnız olarak zikretmişler, böylece Rasulullah'a İtaatin ayrı bir özelliği olduğunu beyan etmişlerdir.

Diğer bir kısım âyetler de Rasulullah'ın sünnetinin vahiy olduğuna işaret etmişlerdir.


Konu ile ilgili olan âyetleri şöylece sıralamak mümkündür:

a. Allah'a ve Peygamberine İtaati Birlikte Emreden Ayetler:

"Ey iman edenler! Allah'a itaat edin. Peygambere itaat edin. Sizden olan idarecilere de. Eğer aranızda herhangi bir şey hakkında anlaşmazlığa düşerseniz onu Allah'a ve Peygamberine götürün. Eğer Allah'a ve ahiret gününe iman ediyorsanız (bunu böyle yapın) Bu daha hayırlıdır. Netice olarak daha güzeldir.”[50]

Görüldüğü gibi âyetin başında "Allah'a itaat edin. Peygambere itaat edin" buyrularak "itaat edin" emri iki defa zikredilmiştir. Aslında Allah'a itaat peygambere itaat demektir. Buna rağmen itaat emrinin iki kez zikredilmesi, "Kur'an'da zikredilmeyip sadece sünnette zikredilen hükümlere uymak gerekmez" şeklindeki vehim ve kuruntuları bertaraf etmek ve Rasulullah'ın hiçbir kimse için sabit olmayan müstakil ve özel bir İtaat edilme hakkına sahip olduğunu beyan etmek içindir. Kur'an gibi veciz bir kitapta itaat emrinin tekrarı, gözden kaçırılmamalıdır.


Yine âyet-i kerimenin devamında: 

"Eğer aranızda herhangi bir şey hakkında anlaşmazlığa düşerseniz onun hükmünü Allah'a ve Peygamberine götürün" buyurulmaktadır.


Elbetteki anlaşmazlık konusu olan meseleyi Allah'a götürmekten maksad, Allah Teala'nın kitabı olan Kur'an'a başvurmaktır. Akıl sahibi hiç bir kimse, "Bundan maksat meseleyi bizzat Allah'ın kendisine götürmektir" diye bir iddiada bulunamaz. Meselenin hükmünü Rasulullah'a
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem) götürmekten maksat ise, Rasulullah hayatta iken bizzat kendisine götürmek, vefatından sonra da sünnetine başvurmaktır. 

Rasulullah'ın vefatından sonra "sünnetinin hakemliğini kabullenmemek" âyetin geniş kapsamlı manasını delilsiz olarak daraltmaktır, ilmi olmayan ve İslâm'ın ruhuna ters düşen bir davranıştır. Çünkü bu iddiaya göre, Kur'an'ın bu emri, sadece Rasulullah'ın yirmiüç yıllık peygamberliği dönemi için geçerli olur ki, bu da "Kur'an'ın hükümlerinde esas olan kıyamete kadar baki olmasıdır" esasına ters düşmekte ve Rasulullah'ın Kur'an'ı uygulama pratiği olan sünnet hazinesini hiçe saymaktır. 

Böylece âyetin cümle ve kelimelerinden sünnetin şer'î bir delil olduğu açıkça anlaşılmaktadır. Yeter ki onu düşünüp anlayacak akıllar bulunsun.

Başka bir âyette: "Ey Muhammed! De ki: "Allah'a itaat edin, Peygambere itaat edin. Eğer yüz çevirirlerse Peygamber sadece kendisine yüklenilen yükümlülükten sorumludur. Sizler de size yüklenilen yükümlülükten sorumlusunuz. Eğer Peygambere itaat ederseniz, hidâyete kavuşmuş olursunuz. Peygambere düşen, ancak tebliğ etmektir"[51] buyurulmaktadır. 


Görüldüğü gibi bu âyette de peygambere İtaat ayrı bir emir olarak zikredilmiş ki, Peygamberin de özel bir itaat hakkı bulunduğu vurgulansın. Ayrıca Peygambere itaatin hidâyete eriştireceği zikredilmiş ve böylece Rasulullah'ın zatının ve sünnetinin mu'minlerin rehberi olduğu beyan edilmiştir.

Bu âyette dikkati çeken diğer bir husus da şudur: 
"Peygambere itaatin insanları hidâyete ulaştıracağı" vadiyle "peygambere düşen ancak tebliğ etmektir" fermanının yanyana zikredilmesidir. Bu da göstermektedir ki, "Peygambere düşen ancak tebliğ etmektir" ifadesinden maksad: 
"Peygamber, sapanların ve isyankârların yaptıklarından sorumlu değildir" demektir. Yoksa bundan maksad "Peygamber ancak Allah'ın emirlerini tebliğ eden bir postacı niteliğindedir. Onun sünnetinin şer'î hiçbir değeri yoktur" demek değildir. Eğer böyle olsaydı Allah'a itaatin emredilmesi yeterli olurdu. Ayrıca Rasulullah'a itaat etme emri yersiz ve anlamsız bir uzatma sayılır ve Rasulullah'a itaatin hidâyete ulaştıracağı vadi gerçek dışı bir vaad olurdu. Haşa Allah Teala böyle bîr vâdden munezzehtir

.
Diğer bir âyette "Allah ve Rasulü, bir şey hakkında hüküm verdiği zaman herhangi bir mümin erkeğin ve mumin bir kadının kendi işlerinde başka hükmü seçme hakları yoktur. Kim Allah'a ve Rasulune isyan ederse, şubhesiz ki o açıkça sapmıştır"[52] duyurulmaktadır.


 Bu âyetteki: "Allah'ın verdiği hükümden" maksat O'nun bize gönderdiği Kur'an'daki hükümlerdir. "Rasulullah'ın (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) verdiği hükümlerden maksat ise, "Hayatta iken hakemlik yapıp verdiği hükümler ve beyan ettiği emir ve yasaklardır."

"Rasulullah'ın bu hükümlerine sadece o hayatta iken uymak gereklidir. Vefatından sonra onun hükümleri bizî bağlamaz" diyebilir miyiz? Bunu söylemekle delilsiz bir iddiada bulunmuş olmaz mıyız? Böyle bir iddia ne derece doğru olur? Bugün Rasulullah'ın sünnetini kabul etmeyen bir insan onun hangi hükmünü kabullenmiş olur?
Allah Teala birçok âyetinde, kendisiyle birlikte Peygamberine itaat edenleri övmekte onların mertebelerinin yüksek olacağını ve kurtuluşa ereceklerini belirtmektedir. "Kim Allah'a ve Peygamberine itaat ederse, İşte onlar Allah'ın kendilerine nimet verdiği peygamberler, sıddıklar, şehitler ve salih kimselerle beraberdirler. Onlar ne güzel arkadaştırlar”[53]


Şayet Rasulullah'a 
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem) itaatin bir anlamı olmasaydı, onu Allah'a itaatle birlikte zikretmenin manası ne olurdu? Rasulullah'a itaat, sünnetini almamızı gerekli kılmaz mı? Rasulullah'ın sünnetini reddederek ona itaati hiçe sayanlar, bu âyetler karşısında ne cevap vereceklerdir?
Yine şu âyetlerde: 
"Kim Allah'a ve Rasulüne itaat eder, Allah'tan korkar ve O'ndan çekinecek olursa, işte onlar kurtuluşa erenlerin tâ kendileridir. "[54] "Aralarında Peygamberin hükmetmesi için Allah'a ve Rasulüne davet edildikleri zaman müminlerin sözü ancak "işittik ve itaat ettik" olur. İşte bunlar kurtuluşa erenlerin tâ kendileridir."[55]
"Allah'a ve Peygambere İtaat edin ki merhamet olunasınız"[56] buyurulmaktadır.

Âyetlerde Allah'tan korkmanın; Allah'a ve Rasulü'ne itaatle olacağı, muminlerin Allah'ın ve Rasulü'nün hükmüne çağırılmaları halinde "işittik ve itaat ettik" diyecekleri belirtiliyor. "Ben sadece Kur'an'a İtaat ederim, hadisler beni bağlamaz" diyenler, takvaya nasıl erişebilirler ve mümin olma sıfatını nasıl muhafaza edebilirler?
Allah Teala diğer bir çok âyet-i kerime'de de kendisiyle birlikte Peygambere itaat etmeyenleri kınamakta ve onları küfürle vasıflandırmaktadır:
"Ey iman edenler! Allah'a ve Rasulü'ne itaat edin. Davetini işittiğiniz halde peygamberden yüz çevirmeyin."[57]
"De ki Allah'a ve Peygambere itaat edin. Eğer yüz çevirirseniz şubhesiz ki Allah kâfirleri sevmez."[58]


Peygamberin sünnetini reddedenler bu âyeti çok iyi düşünmeli ve felsefi cedellerden vazgeçmelidirler.
"Ey iman edenler! Allah'ın Rasulü sizi kendinize hayat verecek şeylere davet ettiği zaman Allah'ın ve Rasulünün davetini kabul edin. Bilin ki Allah kişi ile kalbi arasına girer ve O'nun huzurunda toplanacaksınız. "[59]

b. Yalnız Rasulullah'a İtaat Etmeyi Emreden Âyetler:


"Namazı dosdoğru kılın, zekatı verin ve Peygambere itaat edin ki, merhamet edilesiniz."[60] Sünneti red eden, bu itibarla Peygambere itaati hafife alan insanlar, bu âyeti düşünüp kendilerine acısınlar ve nasıl bir tavır takındıklarını iyice gözden geçirsinler.
"Eğer Peygambere itaat ederseniz hidâyete erişmiş olursunuz..."[61] "De ki: Eğer Allah'ı seviyorsanız bana tabi olun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın..."[62] 


Âyetin ifadesine göre Allah'ın sevgisine erişmek, Peygambere uymakla tahakkuk ediyor. Temelsiz felsefelere ve akli cedellere uymakla değil.

"Peygamber size ne verdiyse onu alın. Size neyi de yasakladıysa ondan da kaçının. Allah'tan korkun. Şüphesiz ki, Allah azabı pek şiddetli olandır. "[63] 


Her ne kadar bu âyet ganimet mallan hakkında inmişse de âyette geçen "ne verdiyse" ifadesi genel bir anlam taşıdığından Rasulullah'ın ümmetine verdiği her emir ve yasağı kapsamakta ve sünnetin delil olduğunu göstermek için yeterli görülmektedir. Çünkü Rasulullah'ın ümmetine bahşettiği en değerli hediyesi sünnetidir.
Nitekim İbn Cureyc ve Abdullah b. Mes'ud, bu âyeti umumi manada tefsir etmişler, emir ve yasağının müslümanları bağladığını söylemişlerdir.


Bir gün Abdullah b. Mes'ud:
"Allah Teala dövme yapan, dövme yaptıran, tüylerini alan, güzellik için dişlerinin arasını törpületen ve Allah'ın yaratma şeklini değiştiren kadınlara lanet eder" demiştir. Onun bu sözü, Esedoğullarından Ummu Yakub isimli Kur'an'ı çok iyi okuyan ve anlayan bir kadına ulaşmış kadın da İbn Mesud'a gelerek "İşittiğime göre sen şöyle ve şöyle olan kadınlara lanet okumuşsun" demiştir. Abdullah bin Mesud da o kadına şu cevabı vermiştir:
"Niçin ben, Rasulullah tarafından lanetlenen ve Allah'ın kitabında da hükmü bulunan kimseleri lanetlemeyeyim" Kadın: "Ben Kur'an'ın iki kapağının arasında bulunan bütün âyetleri okudum. Böyle bir lanetleme bulamadım." demiş, Abdullah bin Mes'ud da "Eğer okumuş olsaydın onu bulurdun. Sen Allah Teala'nın "Peygamber size ne verdiyse onu alın. Size neyi yasakladıysa ondan da kaçının" âyetini okudun mu? diye sormuş, kadın: "Evet okudum" demiştir. Bunun üzerine Abdullah: "Kadınların bunları yapmalarını Rasulullah yasaklamıştır" demiştir.[64]


Görüldüğü gibi İbn Mes'ud, bu âyeti "umum İfade eden bîr âyet" olarak genel anlamda tefsir etmiştir. Ve Rasulullah'ın buyurduğu veya yasakladığı her şeyin âyetle zikredilmiş gibi hüküm İfade edeceğini söylemiştir.


"Ayetlerimize İman edenler o kimselerdir ki, okuyup yazması olmayan ve Allah'ın elçisi olan Peygambere uyarlar. Peygamber onlara iyiliği emreder, kötülüğü men eder. Temiz şeyleri onlar için helal, murdar şeyleri de haram kılar. Onların üzerlerindeki ağır yükleri ve kendilerini bağlayan bağları kaldırır... "[65]


Ayette zikredilen temiz şeyleri helal kılma ve murdar şeyleri haram kılma fiilleri Rasulullah'a izafe edilmiştir. Elbetteki bunun bir anlamı vardır. O da sünnete uymanın gerekliliğini belirtmektedir.


"... o Peygambere uyun ki doğru yola eresiniz."[66] 


Peygambere uyma, sünneti kabullenme dışında nasıl mümkün olacaktır. Bundan başka bir yol var mıdır? 
Allah Teala diğer bazı âyetlerinde de Peygambere itaat etmenin son derece önemli olduğunu beyan ederek ona itaatin Allah'a itaat sayılacağını, onun hakemliğini kabul etmeyenin mu'min olamayacağını bildirmiştir. "Kim Peygambere itaat ederse şüphesiz Allah'a itaat etmiş olur. Kim de yüz çevirirse, Biz seni onların üzerine koruyucu olarak göndermedik"[67]


Peygamberin 
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem) söylediklerine uymadan ve yaptıklarını yapmadan ona itaat edilmesi hiç mümkün müdür? Bu da sünnetin şer'î bir hüccet olduğunun açıkça bir delili değil midir?

"Rabbine yemin olsun ki, aralarında çıkan anlaşmazlıklarda seni hakem, seçip sonra da verdiğin hükme içlerinde bir sıkıntı duymadan tam bir teslimiyetle boyun eğmedikçe iman etmiş olamazlar."[68]


Bu âyette, Rasulullah'ı hakem seçmeyenin mü'min olamayacağı beyan edilmiştir. Rasulullah'ın hakemliğini sadece sağlığına tahsis etmek, bu âyeti dar bir çerçevede yorumlamak olmaz mı? Sırf sünnete karşı çıkmak için bir zorlama sayılmaz mı?
Rasulullah'a uymayı emreden diğer âyetler de göz önünde bulundurulduğunda şu gerçek ortaya çıkmaktadır: Rasulullah'ın hakemliği hem hayatta iken hem de ölümünden sonra geçerlidir. Vefatından sonra sözleri ve fiilleri alınarak hakemliği kabul edilmiş olur. Âyette Rasulullah'ın hakemliğinin sadece hayatı boyunca geçerli olduğuna hiçbir işaret olmadığı gibi, Kur'an'ın genel ifadesi, onun hakemliğinin ölümünden sonra da devam ettiğini gerektirmektedir. Bu da ancak sünnetine uymakla olur.


Kur'an-ı Kerim mücmel bir kısım farzlar ve genel kaideler getirmiştir. Bu mucmel farzların tafsilatını ve genel kaidelerin detayını ancak Rasulullah'ın açıklamasıyla bilmek mümkündür. 


Mesela Allah Teala; "Ey iman edenler! Oruç size farz kılındı..."[69] "Namazı kılın, zekatı verin..."[70] "Ey iman edenler! Sözleşmeleri yerine getirin..."[71] buyuruyor. Allah Teala bunların nasıl yapılacağını öğretmeyi Peygamber efendimize bırakmıştır. O halde Peygamber'in sünneti olmadan bu emirlerin nasıl yapılacağını bilmek mümkün değildir. Nitekim Allah Teala; "... Sana da Kur'an'ı indirdik ki, insanlara vahy edilenleri açıklayasın..."[72] buyurmuştur.
Ayetler Rasulullah'ın sünnetinin de Allah tarafından bir vahiy olduğuna işaret etmektedirler. "O arkadaşınız (Rasulullah) kendi arzu ve hevasından konuşmaz. Onun konuştuğu gönderilen vahiyden başka bir şey değildir. "[73]
"... Allah sana kitab ve hikmeti indirmiş, ve sana bilmediğin şeyleri öğretmiştir. Allah'ın sana olan lütfü büyüktür."[74]
"... Allah'ın üzerinizdeki nimetini ve size indirdiği Kitabı ve hikmeti hatırlayın. Allah bununla size öğüt verir. Allah'tan korkun ve bilin ki Allah her şeyi çok iyi bilendir."[75]


Bu iki âyette, indirildiği ifade edilen "Kitap"tan maksadın Kur'an-ı Kerim olduğu muhakkaktır. "Hikmet"ten maksat ise, birçok alime göre Rasulullah'ın sünnetidir. Bu itibarla sünnetin de "vahy-î gayri metluv" olduğu beyan edilmiştir. Zira hikmetin lügat manası, bir şeyi tam yerine koymak ve bir işi icap ettiği gibi yapmaktır. Rasulullah'ın sünneti de bizlere dinin nasıl tatbik edildiğini öğrettiği için ona hikmet denilmiştir.


"... Şuphesiz ki sen, dosdoğru bir yola iletiyorsun."[76] 


Âyette doğru yola iletme işi Rasulullah'a isnad ediliyor. Bu da gösteriyor ki Rasulullah'ın söz ve fiillerinin İslâm şeriatında önemli bir yeri vardır. Şayet Rasulullah'ın sözü dinlenmeyecek ve fiilleri işlenmeyecek olursa, onun insanlara doğru yolu göstermesi nasıl gerçekleşmiş olabilir?

[50] Nisa, 59
[51] Nur, 54
[52] Ahzab, 36
[53] Nisa, 69
[54] Nur, 52
[55] Nur, 51
[56] Ali İmran, 132
[57] Enfal, 20
[58] Ali İmran, 32
[59] Enfal, 24
[60] Nur, 56
[61] Nur, 54
[62] Ali İmran, 31
[63] Haşr, 7
[64] Buhârl, Kit. Libas, bab: 82, 84, 85, 87; Müslim, Kit. Libas: bab: 120 hn. 2125; Ebû Dâvûd; Kit. Terecciil bab: 5, hn. 4169; Tirmizi, Kit. Edeb, bab: 33 İm. 2782; İbn Mace, Kit. Nikah, bab: 52 hn. 1989
[65] Araf, 157
[66] Araf, 158
[67] Nisa, 80
[68] Nisa, 65
[69] Bakara, 184
[70] Bakara, 43
[71] Maide, 1
[72] Nahl, 44
[73] Necin, 3-4
[74] Nisa, 113
[75] Bakara, 231
[76] Şura, 52


Devam edeceğim inşallah...

Şeyh Hasan Karakaya, Fıkıh Usulu/İslam-tr

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

20 Mart 2015 Cuma

20 MART CUMA GÜNEŞ TUTULMASI ve KUSUF NAMAZI

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim


Ay'ın yörünge hareketi sırasında Dünya ile Güneş arasına girmesiyle gerçekleşen güneş tutulması, 20 Mart Cuma  İstanbul'da 10.52'de parçalı tutulma şeklinde başlayacak. 11.56'da maksimum seviyeye ulaşacak tutulma, 13.02'de sona erecek.

Güneş ve ay tutulmasını Allah Teâlâ’nın kudreti dahilindeki olaylardan biri olarak görmeliyiz. Tam anlamıyla hikmet ve neticelerini bilemesek de kul olarak böyle bir olayı Rabbimizin mülkünün büyüklüğü, kudretinin sınırsızlığı olarak anlarız.

Güneş tutulmasına, KUSÛF, ay tutulmasına da HUSÛF adı verilir.

Gerek güneş tutulması ve gerekse ay tutulması vuku bulduğunda namaz kılmak müekked sünnetlerdendir. Yani Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemden bizzat sabit olan ve emredilen sünnet namazlardan biridir.

Bu namazlar, beş vakit namaz kılan herkes için sünnettir. Ancak farz değildir.
Ezan ve ikametleri yoktur. İlan edilerek insanların toplanması ile kılınır.
Cemaatle veya tek olarak kılınabilir.
Hanefi mezhebi imamlarının tespit ettiği şekli sabah namazının iki rekat sünneti gibidir. Diğer içtihatlara göre bazı farklılıklar varsa da bu şekilde eda edilmesi pratik olması bakımından uygun olur .
Güneş tutulmasında kıraat gizli olur.
Cuma namazı gibi hutbe irad edilmesi şart değildir.
Güneş tutulduğunda kılınan namazın cemaatle kılınması sünnet olandır. Yeri de şehrin büyük camisidir.

KÜSUF  NAMAZI NASIL KILINIR?

 Peygamberimiz (s.a.s.), oğlu İbrahim’in öldüğü gün güneş tutulması üzerine şöyle demiştir: 
“Ay ve güneş Allah’ın varlığını ve kudretini gösteren alametlerdir. Bunlar hiç kimsenin ölümünden veya yaşamasından/doğmasından dolayı tutulmazlar. Ay veya güneş tutulmasını gördüğünüz zaman, açılıncaya kadar namaz kılın, dua edin” (Buhari, Küsuf, 1, 15; Müslim, Küsuf, 5). Hz. Peygamber (s.a.s.)’in kendisinin de güneş tutulduğunda mescide giderek namaz kıldığı rivayet edilmiştir (Müslim, Küsuf, 3-5).

Küsuf namazı, nafile namazlar gibi ezansız, kametsiz ve hutbesiz olarak, en az iki rekat olmak üzere, gündüz, cemaatle kılınır. İmam her rekatta normal namazlara göre daha uzun, Ebu Hanife’ye göre gizli, İmameyn’e göre açıktan Kur’an okur. Namazdan sonra imam ayakta kıbleye karşı veya cemaate dönük şekilde oturarak güneş açılana kadar dua eder. Cemaatle kılınmadığı durumlarda bu namaz tek başına da kılınabilir. Kerahet vakitlerinde küsuf namazı kılınmaz 
(Merginani, el-Hidaye, I, 88; Kasani, Bedai’u’s-sanai’, Beyrut, 1982, I, 280-282; İbn Nüceym, el-Bahr er-Raik, II, 181). 

Şafii mezhebine göre ise, kerahet vakitlerinde küsuf namazı kılınabildiği gibi, kılarken de her rekatında iki rüku yapılır. Her bir rükudan sonra Fatiha okunur. Namazdan sonra da cuma ve bayram hutbesi gibi hutbe okunur (Nevevi, el-Mecmu’, Daru’l-Fikr, ts. , V, 44-53; İbn Rüşd, Bidayetü’l-müctehid, Mısır, 1395/1975, I, 210-213).


KÜSUF VE HUSUF NAMAZLARI HAKKINDA HADİS-İ ŞERİFLER

Abdullah bin Amr -radıyallâhu anh- şöyle anlatıyor:

Peygamber Efendimiz'in zamân-ı saâdetlerinde güneş tutulmuştu. Zât-ı Risâletleri kalkıp insanlara namaz kıldırdılar. Kıyâmda o kadar çok kaldılar ki, âdetâ rükûya varmayacak da hep ayakta duracak zannedildi. Sonra rükûya vardılar ve uzun müddet başlarını kaldırmadılar. Arkasından doğruldular, fakat mûtadın üzerinde ayakta durdukları için secde etmeyecekleri intibâını verdi. Nihâyet birinci secdeye vardılar. Lakin başlarını secdeden hiç kaldırmayacakları zannediliyordu. Daha sonra doğrulup oturdular. Bu oturuşları da uzun sürdü. Mübârek başlarını kaldırmayacakmışcasına kapandıkları ikinci secdeye vardıklarında, acı acı nefes alıp veriyor ve göz yaşları dökerek ağlıyordu:

"Yâ Rabbî! Ben aralarında olduğum müddetçe ümmetime azâb etmeyeceğini bana vâdetmedin mi?! Yâ Rabbî! Onlar sana tevbe ve istiğfâr edip yalvardıkları müddetçe ümmetime azâb etmeyeceğin husûsunda bana söz vermedin mi?! İşte bizler kapına geldik senden affımızı diliyor ve sana yalvarıyoruz!"


Bu minval üzere iki rek'at namaz kılıp bitirince 
güneş bütün parlaklığıyla gözüktü. Arkasından Hz. Peygamber minbere çıkarak ashâbına vecîz bir konuşma yaptı. Konuşmasında Allâh Teâlâ'ya hamd ü senâ ettikten sonra şöyle buyurdular:

"Güneş ve ay Allâh'ın varlık ve birliğine delâlet eden alâmetlerden sâdece ikisidir. Şâyet bunlar tutulursa, duâ edin, Cenâb-ı Hakk'a yönelip ona ilticâ edin, Allâh'ın büyüklüğünü hatırlayın, namaza durup Allâh'ı zikretmeye koyulun ve sadaka verin..." (Bkz. Buhârî, Küsûf, 2, 4)

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

16 Mart 2015 Pazartesi

453.DİNİ KAYNAK OLARAK SÜNNETİN DERECESİ-3-

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim


Sünnet-i seniyye Kur'an'dan sonra gelmekte ve İslâm'ın ikinci kaynağını teşkil etmektedir. Çünkü:


a. Hadisler Kur'an-ı Kerim'i açıklar mahiyettedir. Bu itibarla birinci kaynak Kur'an-ı Kerim, ikinci kaynak ise onu açıklayan Sünnet'dir.


b. Peygamber efendimiz 
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem) Muaz b. Cebel'i Yemen'e gönderdiğinde aralarında geçen şu karşılıklı konuşma, Sünnet'in ikinci kaynak olduğunu açıkça ortaya koymaktadır.

Muaz b. Cebel, Rasulullahla aralarında şu konuşmanın geçtiğini rivayet eder: Rasulullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem):

- "Bir mesele ile karşılaştığında ne yaparsın?" buyurdu. Muaz:
- 'Allah'ın Kitabında olanlarla hüküm veririm" dedi. Rasulullah:
- "Şayet Allah'ın Kitabında bulunmazsa..."Muaz:
- "Allah Rasulunun Sünneti ile.." Rasulullah:
- "Allah'ın Rasulunün sünnetinde de bulunmazsa" Muaz:
- "Görüşümle ictihad ederim. Elimden gelen gayreti harcamadan geri kalmam."


Muaz der ki; Rasulullah göğsüme vurdu ve şunları söyledi:
"Allah'ın Peygamberinin elçisini Allah ve Rasulünün razı olacağı şeylere muvaffak kılan Allah'a hamd olsun."[37]

Sünnette Kur'an-ı Kerim'de Zikredilmeyen Hükümler Var mıdır?

Kur'an-ı Kerim ile karşılaştırıldığında Sünnet'in hükümlerinin üçe ayrıldığı görülür.


1.Kur'an-ı Kerim'de Bulunan Hükümlerin Aynısını İfade Eden Hadisler.

Bunlar, Kur'andaki hükümleri pekiştirme mahiyetindedir. Namaz, oruç, zekat ve haccın farz olduğunu açıklayan hadisler bu türdendir.

2. Kur'an-ı Kerim'in Getirdiği Hükümleri Açıklar Mahiyetteki Hadisler.                          


a. Mucmel olan âyet-i celileleri açıklayanlar. Namazın şeklini öğreten ameli sünnetler bu kabildendir.


b. Genel olan bir hükmü özelleştiren hadisler. Mesela;
"Biz Peygamberler topluluğu miras bırakmayız, bıraktıklarımız sadakadır."[38] hadis-i şerifi Nisa Sûresi 11, 12 ve 176. âyetlerde zikredilen miras hükümlerine Peygamberler için bir özellik getirmektedir.


c. Mutlak olan bir hükmü kayıtlayan hadisler: "Vasiyet malın üçte biri için geçerlidir. Üçte biri de çoktur”[39] hadis-i şerifi "Bu paylar ölenin borçları ödenip vasiyeti de yerine getirildikten sonra hak sahiplerine verilir...”[40] Âyet-i celiledeki mutlak vasiyyete üçte bir kaydını getirmektedir. Böylece terekenin üçte birinden fazlasını vasiyyet etmek geçersizdir. Ancak mirasçı kabul ederse; üçte birinden fazlasını yerine getirir.

3.Kur'an-ı Kerim'de Bulunmayan Yeni Hükümleri Kapsayan Hadisler. 

Bu husus âlimler arasında ihtilaflıdır.
A. Bir kısım âlimler; hadis-i şeriflerin Kur'an-ı Kerim'de bulunmayan yeni hükümler getirdiği kanaatindedir. Bunlar, delil olarak şu meseleleri ileri sürmüşlerdir.
a. Vahşi olmayan eşeklerin etinin haram oluşu.
Enes (r.anh) der ki; Peygamber Efendimiz  
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem) geceleyin Hayber'e geldi. O, geceleyin bir kavme varınca sabah olmadan savaşı başlatmazdı. Sabaha kadar beklerdi. Hayberliler, omuzlarında kürekler olduğu halde evlerinden dışarı çıktılar. Rasulullah'ı görünce; "İşte Muhammed (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) ve beşli ordusu" dediler.  Bunun üzerine Peygamber Efendimiz (s.a.v.) ellerini kaldırarak; "Allahu Ekber, Hayber harab oldu. Biz bir topluluğun mıntıkasına indiğimizde uyarılanların sabahı ne kötü olur" dedi. Biz eşekler yakaladık, onların etini pişirdik. Peygamber efendimizin bir davetçisi şöyle bağırdı: "Allah ve Rasulü eşek etlerini yemeyi size yasaklıyor" Bunun üzerine kaplar dökülerek içindekilerle beraber kırıldı."[41]

Hadis-i şerifin ifade ettiği bu hüküm yeni bir hükümdür. Çünkü Kur'an'da eşek etleri ile ilgili herhangi bir hüküm yoktur.


b. Her yırtıcı hayvanın ve leş yiyen pençeli kuşun etinin haram olması hükmü: 


Rasulullah
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem)"Her köpekdişi olan yırtıcı hayvanın yenilmesini yasakladı.”[42]

Diğer bir rivayette; "Rasulullah 
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem) köpekdişi olan her yırtıcı hayvanın ve leş yiyen pençeli kuşun yenilmesini yasaklamıştır"[43] buyurmuştur. 

Görüldüğü gibi bunların haram olması, hadis-i şerif ile beyan edilmiştir.


c. Altın ve ipeğin erkeklere haram oluşu:
Ali (r.anh) der ki: Rasulullah
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem) sol eli ile ipeği sağ eli ile de altını tuttu. Ellerini bunlarla birlikte yukarı kaldırdı ve şöyle buyurdu: "Bu iki şey ummetimin erkeklerine haram, kadınlarına helaldir,"[44] Altın ve ipeğin haram olduğuna dair birçok rivayetler mevcuttur.[45]

d. Tek bir şahid ve davacının yemin etmesiyle hüküm verme: 
Mesela, Allah Kur'an-ı Kerimde "Ey iman edenler! Belirli bir vadeye kadar birbirinize borçlandığınız zaman onu yazın... Erkeklerinizden iki de şahid tutun" [46]buyuruyor. Sünnet, tek bir şahidin şehadetiyle birlikte yemin etmesinin Kur'an-ı Kerim'de zikredilen iki şahidin yerini tutacağını beyan etmiştir.

B. Diğer bir kısım âlimler ise; hadislerin getirdiği her hükmün aslının Kur'an'da mevcut olduğunu söylemişlerdir.
Bunlar, hadislerin getirdikleri ve yeni oldukları zannedilen hükümlerin;

a. Kur'an-ı Kerim'de aslı bulunan hükümlerin neticeleri ve teferruatı mahiyetinde olduklarını belirtmişler ve: "Bu teferruatın Kur'an'daki asıl hükümlere tabi oldukları gizlidir" demişlerdir. Mesela Kur'an-ı Kerim'de "...Süt anneleriniz ve süt kız kardeşleriniz size haram kılındı"[47] asıl hüküm zikredilmiş, Peygamber efendimiz de bunun detayı mahiyetindeki "soydan dolayı haram olanlar süt emmeden dolayı da haramdırlar”[48] hadis-i şerifini buyurarak evlenmenin haram oluşu bakımından soy, yakınlık derecesiyle süt emme yakınlığı derecesinin aynı olduğunu bizlere bildirmiş ve yukarıda geçen âyetteki asıl hükmün teferruatını beyan etmiştir.

b. Yahut, hadislerde zikredilen ve yeni oldukları zannedilen hükümler, Kur'an-ı Kerim'de aslı bulunan iki hükümden birinin kapsamına giren ve girdiği açıkça belli olmayan hükümlerdir. 
Mesela Allah Teala: "Peygamber onlara temiz şeyleri helal, murdar şeyleri ise haram kılar"[49] buyurmuş. Sünnet ise yabani olmayan eşekleri, yırtıcı hayvanları, leş yiyen pençeli kuşları murdar olan şeylere ilave etmiş, kertenkele ve toy kuşunu da helal şeylere dahil etmiştir.


[37] Ebû Dâvûd, Kit. Akdiye, bab: 11, hn. 3592; Nesei, Kit. Kudah, bab: 11; Tirmizî Kit. Ahkâm bab: 3, hn. 1327; Darimi, Kit. Mukaddime bab: 30; Musned İmam Ahmed c. 5, sh. 230, 236, 242
[38] Buhârî Kit. Hums, bab: 1, Kit. Fedail, bab: 12, Kit. Meğazi bab: 14, 17. Kit. Nefe-kat bab: 3, Kit. Feraid bab: 3, Kit. îtisaın bab: 5; Müslim Kit. Cihad bab: 49, 52, 54, 56 hn. 1757, 1758; Ebu Dâvûd Kit. İmara bab; 19, hn. 2963, 2967; Tirmizî, Kit. Siyer bab: 44, hn. 1608, 1610; Nesei Kit. Fey'İ bab: 9, 16; Muvatta İmam Malik Kit. Kelam bab: 27; Müsned İmam Ahnıed, c. I, sh. 4, 6, 9, 10, 35, 47, 48, 49
[39] Buharı Kit. Cenaiz bab: 37. Kit. Vesaya bab: 2, 3 Kit. Menakıb bab: 49, Kit. Nefa-kat bab: 1, Kit. Marad bab: 13, Kit. Deavat bab: 43, Kit. Feraid bab: 6; Müslim Kit. el-Vasiyye bab: 5, 7, 8, 10 hn. 1628; Ebû Dâvûd Kit. Vesaya bab: 2, hn. 2864. Tirmizî Kit. Cenaiz bab: 6, hn. 975, Kit. Vesaya Bab: 1, Nesâî Kit. Vesaya bab: 3; îbn Mace Kİt. Vesaya bab: 5, hn. 2708; Muuatta İmam Malik Kit. Vasiyye bab: 5
[40] Nisa, 11
[41] Buhârî Kit. Cihâd bab: 130. Megazi bab: 38; Kit. Zebaih bab: 28. Ayrıca bakınız Muslim Kit. Sayd bab: 23, 25, 26, 27, 30, 31, 34, 37. hn. 1407, 1937, 1939, 1940, 1802, 56l, Kit. Nikah bab: 30; hn. 1407; Neşet Kit. Sayd bab: 31; İbn Mace Kit. Zebaih bab-. 13, hn. 3192, 3193, 3194, 3196; Darimi Kit. Edahi bab: 21, 22. Ayrıca bkz. Tirmizî Kit. Nikah bab: 29, hn. 1121. Müsned İmanı Ahmed c. II, sh. 21, 102, 143.
[42] Buharı, Kıt. Zebayih bab: 29, Kit. Tıb bab: 57; Müslim, Kit. Sayd bab: 12, 15, hn. 1932, 1933: Ebû Dâuûd Kit. Er'mıe bab; 32, hn. 3802; Nesei Kil. Buyu, bab: 79: Tir-mizîKit. Sayd bab: 11, hn. 1474; İbn Mace Kit. Sayd bab: 13, hn. 3232, 3233; Muvatta İmam Malik, Kit. Sayd, bab: 13
[43] Muslim, Kit. Sayd, bab: 16; hn. 1934; Ebû Dâvûd, Etime bab: 32 hn: 3803, 3804, 3805, 3806; İbn Mace Sayd bab: 13; hn. 3234
[44] İbn Mace Kit. Libas, bab: 19, hn. 3595, 3596; Nesei Kit. Zineh bab: 40
[45] Bkz. Baharı, Kit. Libas bab: 30; Müslim Kit. Libas 3-23, hn. 2066, 2067, 2068, 2069, 2070, 2071, 2072, 2073, 2074, 2075; Tirmizî, Kit. Libas, bab: 1, hn. 1720; Nesei; Kit. Zineh, bab: 40
[46] Bakara, 282
[47] Nisa, 23
[48] Buharı Kir. Şahadat bab: 7, Kit. Nikah, bab: 117, Kit. Hımış, bab: 4;Müslim Kİt. Rıdaa, bab: 2, hn. 1447; EbûDâuâd, Kit. Nikah bab: 4, hn. 2055; Tirmizî, hn. 1147; İbn Mace Nikah bab: 34, hn. 1937; Darimi, Nikah bab: 48; Muvatta Kit. Rıdaa bab: 1, 2; Müsned İmam Ahıned, c. I, sh. 275, 290...
[49] Araf, 157


Devam edeceğim inşallah...

Şeyh Hasan Karakaya, Fıkıh Usulu/İslam-tr

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR