30 Haziran 2014 Pazartesi

***RABBİMLE ARAMDAKİ SIR

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

Oruçla Rabbimiz cc bize, açlığı bizzat tattırıyor ve bir ay boyunca ve bir günün uzunca bir bölümünde imsak ile iftar arası normal zamanda helal olan yiyecek ve içecekleri, sırf Allah rızası için kendi kendimize yasak ederek, fedakarlıkta sınırlarımızı görmemizi sağlıyor.

Bir Müslüman’ın Rabbine karşı samimiyetinin sonucunu en doğru gösteren oruçtur herhalde. Çünkü oruçlu olduğunuzu sadece siz ve Rabbiniz bilirsiniz.

 Oruç kulun Rabbine sunduğu en özel amelidir. Rabbinizle aranızdaki bir sır gibi. Zaten sevgili peygamberimizde sas buyur muyor mu? “Cenab-ı Hak buyurdu ki ‘Kulumun her ibadetinin sevabı bellidir, ama oruç ibadetinin sevabını zatımdan başka kimse bilemez. Zira kulum oruç tutarak sırf benim için dünyevi istek ve arzularını terk etti. Ben de bunun ödülünü mahşer günü açıklayacağım’”. Sırrı korumanın ödülüne bakar mısınız? Demek ki sadece Mevla ile paylaşırsan O da Peygamberine dahi açıklamadığı, sana özel mükafatını sadece seninle paylaşıyor.


Alimler demişler ki;Mizanda kul haklarını öderken aldığımız tüm zekat,namaz,hac gibi ibadet sevaplarını hakkına girdiğimiz kişilere vereceğiz ne yazık ki ama Rabbim cc bir tek oruç ibadetini kendine saklıyacak ve asla onu kimseye vermiyecek.Çünkü o aramızdaki "sır" ve onun sevabını bize saklıyacak.Bu ne güzel bir müjde!  Demek ki şunu anlamalıyız:Ramazan orucu dışında da kazalarımızı bitirip çokça nafile oruç tutarsak bu "sırrı" korumuş olacağız.Diğer bütün ibadetlerimizi kul hakkına girdiğimiz kişilere versek bile tek bir "oruç" ibadetiyle cennetine girmeyi umabileceğiz inşallah.

Ö.Döngeloğlu

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"


Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

29 Haziran 2014 Pazar

***ÖZLEMİŞTİM SENİ..HOŞGELDİN!!

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

Ve geldin.. Ne kadar özlemiştim seni.Geldin ve kimbilir ne güzellikler,ne hayırlarla geldin...


Aslında Ramazan-ı Şerif insanlığa oruçtan önce Cenab-ı Hakkın son mesajı olan Kuranı-Kerim’i getirmiştir. Zira oruç müminlere hicretin 2. yılında farz kılınmıştır. Oysa Kuran’ın inmeye başlaması, nübüvvetin başlamasıyla eş zamanlıdır. Yani insanlığa son peygamberi hediye olarak getiren kutlu zaman dilimi de yine bu muhterem ay ramazan-ı şerifdir.

 Her Ramazan-ı Şerifin gelişi bizleri adeta mübarek kitabımız Kur'an'ın indiği zamana Hira-Nur dağının eteklerine götürür ve diri diri toprağa gömülen kız çocuklarının, insanlığın incinmiş onurunun iade edildiği ve Hz.Bilallerin, Ammarların, Sümeyyelerin, Zinnurelerin (R.A.) hasretle bekledikleri Resulullah (S.A.V.)’a kavuştukları havayı teneffüs ederiz adeta biz de.



Elbette ki Ramazan-ı Şerifin en belirgin özelliği oruç tutma ayı oluşudur. Oruç tutmak aslında haramlara karşı kulun elini tutmasıdır, dilini tutmasıdır, nefsinin arzularını tutmasıdır, kısacası oruç tutmak kişinin kendini tutmasıdır. İmsakle ağzını kapatan kul, aslında der ki “Ya Rab, işte senin için helal olan yiyecek ve içeceklere, oruçlu iken eşime yaklaşmaya, tüm kötü söz ve fiillere bedenimi kapattım. Nasıl ki iftar, imsakin bir ödülüdür, dünyada bulunuşumuzun ödülünü de cennet eyle…

Hayırlı Ramazanlar..

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"


Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

24 Haziran 2014 Salı

345.KÜÇÜK NOTLARIM (17) Hak mı? Halk mı?

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim


Âhireti dünyada öne al, ikisini birden ka­zanırsın. Dünyayı âhiretten öne alacak olursan ikisini de kaybeder­sin. Ve bu, sana bir ceza olur. Emir almadan nasıl dünya ile uğra­şırsın? Dünya ile kalbini meşgul etmezsen, Allah sana yardımcı olur. Başarı ihsanı sana gelir. Bir şey alacak olursan içinde bereket bulu­nur. İman sahibi, hem dünyası hem de âhireti için çalışır; dünyası ise yalnız sözle olur. İhtiyacı kadar bağlanır ve o kadar alır. Kanaat sahibidir. Bir yolcu ne kadar azık alabilirse, o da o kadar alır. Çok al­maz, çünkü yolculuğa mâni olacağına inanır. Cahilin, bilgi yoksulu adamın bütün derdi dünyadır. Bilgi sahibinin, bütün cehdi öbür âlemdir; sonra Mevlâ!

Önünde bulunan bir parça ekmek nasıl yeniyor ve nereden ge­liyor? Nefsin ona nasıl bakıyor? Onu almak için gayret sarf ediyor mu? Vermeyecek olsan seni yıkıyor mu? Bunlara dikkat et. Nefsini kırmaya güçlü olmalısın. 


Hak yolunda doğru olanlar birbirlerini tanırlar. Her biri ayrı ay­rı yerlerde olsalar bile, doğruluklarını ve iyiliklerini anlatır ve anla­şırlar.

Ey Hak’tan ve O'nun doğru kullarından kaçan, yüzün halka dö­nük, Hakk'a şirk koşmaktasın. Bu hâlin ne zamana kadar devam edecek? Onların nasıl yararını bulacaksın? Onların elinden bir şey gelmez; ne zarar, ne de yarar. Ne vermek, ne de almak. Onlarla sair kuru varlık arasında fark yoktur. Bir taşın karşısına geçip korku ve emniyet beklemek iman sahibine yakışmaz.

Şah birdir, güçlüğü bir olan verir, fayda yine O'ndan gelir, ha­reket ettiren ve durduran O'dur. Sana sataşacak biri varsa yine O'n­dan gelir. Emrinde çalışana O gönderir; veren, alan yine O 'dur. Yaratan ve doyuran Allah, Aziz’dir, Celil’dir. O ezelî ve ebedî bir varlık­tır. Yaratılmışlardan önce O'nun varlığı vardı. Babanızdan ve ananız­dan, güvendiğiniz zenginlerin varlığından önce O gelir. Yer ve sema­nın, ayrıca onların üstünde ve boşluğunda olan her şeyin yaratanı O'dur. “O'na benzeyen yoktur, bizzat gören ve işiten O'dur.” (eş-Şûrâ, 42/11)

Bildiği ile amel edene Hak tarafından kapı açılır. Bu kapı kalp yönünden açı­lır; Hakk'a oradan varılır. Bu, bildiği ile iş tutanın hâlidir. Dedikodu ile gününü gün eden, bu hâlden mahrumdur. Sen böyle yaptıkça, bilgini dünya uğruna harcadıkça, eline bir şey girmez. Dıştan iyi gö­rünse bile, içi bozuk olur. Allah, kullarından herhangi birine hayır dilerse bilgi verir; bu bilgiden sonra amel ve ihlâs nasip eder; iyilik verir, kendine yaklaştırır, irfan nasip eder, kalp bilgilerini öğretir, sırları çözdürür. Bunu yalnız o kula yapar. Bu hâlde başkasının iştiraki yoktur. Artık o kul sevilmiştir. Musa Peygamber gibi yalnız Hak varlığın malı olur. Hak Teâlâ, Musa Peygamber’e şöyle buyurdu: “Seni zatım için seçtim.” (Tâhâ, 20/41)

Yani, Benden başkası seni meşgul edemez. Şehvet duyguları, ge­çici tatlar ve zevkler seni Benden alamaz. Yer ve gök Benim katımda söz sahibi olamazlar. Cennet seni doyuramaz, ateş seni korkutamaz. Mülkün sende kıymeti yoktur, yokluk seni düşündüremez. Hiç bir bağ seni, Benden çekemez. Benden başkası seni meşgul edemez. Her­hangi bir şekil seni eğlendiremez ve Bana perde olamaz. Hiç bir yara­tığın Bende hakkı yoktur. Tabiî istek ve şahsî duygular burada yer alamaz.



"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

21 Haziran 2014 Cumartesi

344.RABBİMİZİN cc 21.NASİHATI

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

Yüce Allah (c.c) şöyle buyurmaktadır: "Ey âdemoğlu!

Ölüm senin tüm sırlarını açığa çıkaracak, kıyamet seninle ilgili bütün haberleri verecek ve azap yüzündeki perdeyi yutacaktır.

Bir günah işleyeceğinde, günahın küçüklüğüne değil, onunla kime isyan ettiğine bak! Sana az bir rızk verildiğinde, rızkın azlığına değil, onu sana kimin verdiğine bak!

Küçük günahları hafife alma; çünkü sen Allah'a hangi günahla (affedilmeyecek ve azabı hak edecek) isyanı yaptığını bilemezsin. Benim tuzağımdan emin olma; zira benim imtihanım senin için, bir karıncanın karanlık bir gecede bir kaya üzerindeki yürüyüşünden daha gizlidir. Ey âdemoğlu!

Bir isyan ettiğinde benim gazabımı hatırlayıp günahtan el çektiğin oldu mu?


Sana emrettiğim gibi farzlarımı yerine getirdin mi?

Miskinlere malından verdin, sana kötülük eden kişiye iyilik ettin mi?

Sana zulmedeni bağışladın mı?

Senden akrabalık bağını koparanla sen ilgilendin mi?

Sana ihanet edene sen insaf ettin mi? Seninle küs olanla konuştun mu?

Çocuğuna edep verdin, komşunu kendinden razı ettin mi?

Âlimlere dinin ve dünyan hakkında sorular sordun mu?

Şüphe yok ki ben, sizin görünüşlerinize ve dış güzelliklerinize bakmam ancak kalplerinize bakarım.(1)

İşte bu sıfatlar kimde varsa ben ondan razı olurum."

(1)
Resûlullah (s.a.v) şöyle buyurmuştur: "Şüphesiz Allah (c.c) sizin cisimlerinize ve suretlerinize bakmaz. O ancak kalplerinize bakar (ve sizi ona göre değerlendirir)." Bk. Müslim, Birr; 33, ibn Mâce, Zühd, 9; Ahmed b. Han-bel, Müsned, 2/285, 359. 


Rabbimizin 104 Kitaptaki Öğütleri (Meva'ız-i Kudsiyye)

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"


EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

16 Haziran 2014 Pazartesi

343.RABBİMİZİN cc 20.NASİHATİ

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

Yüce Allah (c.c) şöyle buyurmaktadır: "Ey insanlar!

Tedbir gibi güzel geçim, halka zarar vermekten kaçınmak gibi vera', edepten daha yüce bir muhabbet, tövbe gibi şefaatçi, ilim gibi ibadet yoktur.

Yine haşyet gibi dua, sabır gibi zafer, tevfik gibi saadet, akıldan daha güzel bir süs ve hilimden daha cana yakın bir arkadaş yoktur.

Ey Âdemoğlu! Vakitlerini bana ibadet etmeye ayır ki, kalbini zenginlikle doldurayım, rızkını bereketlendireyim ve vücuduna rahatlık vereyim.

Beni zikretmekten gafil olma! Gafil kaldığın takdirde kalbini fakirlikle doldurur, vücudunu yorgun ve halsiz kılar, göğsünü dert ve gama salarım. Ne kadar ömrün kaldığını görebilsen, düşünü kurduğun emellerden gönlünü çekerdin. Ey âdemoğlu! Sana bahşettiğim afiyet sayesinde bana kulluk etmeye güç buldun. Benim özel yardımımla, sana farz kıldığım ibadetleri yerine getirebildin. Benim rızkımı yiyerek bana karşı yaptığın isyana kuvvet buldun. Benim dilememle, istediklerini istiyorsun. Dilediğin her şey benim irademledir. Benim nimetimle ayakta duruyor, oturuyor ve dönüyorsun.

Benim korumam sayesinde geceliyor ve sabahlıyorsun. Benim ihsanım içinde yaşadın ve nimetim içinde dönüp durdun. Verdiğim afiyetle güzelleştin. Lâkin ardından beni unutup başkalarını hatırında tuttun. Neden benim hakkımı ve şükrümü eda etmedin?"


Rabbimizin 104 Kitaptaki Öğütleri (Meva'ız-i Kudsiyye)

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"


EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

13 Haziran 2014 Cuma

342. PEYGAMBERİMİZ sas NELERDEN ALLAH-U TEALA'YA SIĞINIRDI?

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

Herkesin korkuları vardır. Ürktüğümüz, olmasın diye içimizden dualarla önünü kesmeye çalıştığımız .
Bazen başarırız. Takdir öyle uygun görür. Bazen dualarımıza rağmen endişelerimizi aşamayız. Tabii ki bütün bu noktalarda tek sığınağımız, dualarımızda yöneleceğimiz yer ve makam yüce Rabb'imizdir. Ondan gayri kimin gücü yeter, güç yetirilemeyen şeylere.


Herkesin kendisine ait özel korku ve endişeleri olabilir. Bunların bir kısmı hepimiz için genel olan korkulardır. Bir kısmı ise kişiye göre değişen özel korkulardır.

Dini hayatımızla ilgili sırları belirleyen Peygamberimiz de yaşamı boyunca bazı endişelerden yüce Allah'a sığınmıştır. O, korkularından güvende olmaya, emin olmaya gayret ederdi. Bunu yaparken "Allah'ım, falan veya filanca şeyden sana sığınırım" diyerek endişelerini sıralardı.

 Efendimiz sas nelerden Allah'a sığınırdı:


1- Allah'ım! Hazineleri senin kudretinde olan her türlü hayrı isterim ve hazineleri senin kudretinde olan her şerden sana sığınırım. (Hâkim)
Peygamberimizin sas bu yalvarışı, az cümleyle çok şey anlattığı en güzel yakarışlardandır. Her türlü iyilik de, kötülük de yüce Allah'ın izniyle değil midir? Öyleyse bilmediğimiz her kötülükten O'na sığınmak ve sınırlarını bilmediğimiz her iyilik için de O'na yönelmek en doğru olanı değil mi? Allah cc şerri yaratır, ama şerrin kullanılmasından razı olmaz. İyiliği de yaratır ama iyiliğin kullanılmasından razı olur.


2- Allah'ım! Kötü günden, kötü geceden, kötü saatten, kötü arkadaştan, evimin yakınındaki kötü komşudan sana sığınırım. (Tabarani)
Günün ve gecenin bizatihi kötüsü olmaz. Ama gelecek gece veya gündüzlerin hangisinin kötü şeylere gebe olduğunu sadece yüce Allah bilir. Peygamberimiz sas bu anlamda gece ve gündüzün şerrinden Allah'a sığınmıştır.


3- Allah'ım! Hilekâr dosttan sana sığınırım. O (sözde) dost ki, bana dost bakışıyla bakar! Halbuki kalbiyle her an beni kontrol eder. Benim iyi bir iş yaptığımı görürse onu örter. Benim kötü bir işimi ve hatamı görürse hemen etrafa yayar.
Dostlar üç türlüymüş. Birincisi gerçek vefalı dost: İyi ve kötü günde yanınızda olur, siz yüceldiğinizde sevinir, düştüğünüzde üzülür. İkincisi, menfaat için yanınızda olan dosttur: Vefasızdır. Siz iyi olduğunuzda yanınızdadır, düştüğünüzde uzağınızdadır. Üçüncüsü ise yukarıdaki hadiste anlatılan dosttur: Hilekârdır, münafık ruhludur.


4- Allah'ım! Faydasız ilimden, kabul olmayan amelden, karşılık görmeyen duadan sana sığınırım. (Müslim, Zikr, 73; Ebu Davut, Vitr, 32; Nesai, Daavat, 68; Nesai, İstiaze,13; Müsned, ibn Hibban, Hâkim)
İhlas, yani takva olmazsa gerçek ilmin de, amelin de, duanın da fayda sağlaması mümkün değildir. Bir de faydasız olan ama bazılarınca ilim olarak tarif edilen sihir, kehanet ve büyücülük gibi uğraşlar vardır. Bunlardan da Allah'a sığınmak lazım.


5- Allah'ım! Fakir düşmekten, yoksulluktan, zillete düşmekten sana sığınırım. Allah'ım başkasına zulmetmekten ve başkası tarafından zulme uğramaktan da sana sığınırım. (Ebu Davut, Vitr, 32; Nesai, İstiaze, 14; İbn Mace, Dua, 3; Ahmed, Müsned,2/305)
Hz. Peygamber, zengin değildi. Bazen üç ay boyunca evinde çorba pişmezdi. Yamalı elbise giydiği olurdu. Ama fakirliği övmezdi. Belki, başkasının hakkını yiyerek zengin olmak yerine fakirlik daha iyidir derdi. Bu nedenle de başkasına muhtaç olacak seviyedeki fakirlikten Allah'a sığınacak kadar kaçınırdı.

6- Allah'ım! Beni -gözümü açıp kapatacak kadar- kısa bir an bile nefsimle baş başa bırakma. Bana verdiğin iyi şeyleri benden geri alma.
 Nefsinize güvenmeyin. Heva ve heveslerinize aldanmayın. Boş kuruntular peşinde koşmayın. Sonu belli olan bir hayat için kendinizi yitirmeyin. 

Evet, bazen insan yönünü kaybediyor. Günahlar dengesini bozuyor. İşte o an "Allah'ım! Sana Peygamberimizin sığındığı gibi sığınırım" demekten başka çare var mı?

N.Hatipoğlu

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"


Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

10 Haziran 2014 Salı

***HAZİRAN 11-12-13 GÜNLERİ ORUÇLUYUZ!

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim


Eyyam-ı Biyz adı verilen ve kameri ayların 13, 14, ve 15. günleri yarın başlıyor.Bu sünneti yerine getirmek isteyenler 
Yarın(11 Haziran Çarşamba), 12 Haziran Perşembe ve 13 Haziran Cuma günlerini oruçlu geçirmeliler.

Ayrıca 11 Haziran Perşembe akşamı berat kandili. Dolayısıyla gündüzünü ve ertesi gününü oruçlu geçirmek güzeldir. 

Allah kabul etsin.

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

8 Haziran 2014 Pazar

341.DİN KİMİN EMRİNDE ?

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

Dini ve dünyayı batılılar gibi anlama hastalığına tutulalı beri, kimi müslümanların İslâm hakkında tuhaf ve yabancı fikirler üretmeye, şimdiye kadar rastlanmamış yorumlar yapmaya başladığını görüyoruz. Batılıların kendi geçmişlerinde Hz. Musa ve Hz. İsa a.s.'ın tebliğ ettiği dine reva gördüğü muameleye, bugün bir kısım müslümanlar da kendi dinlerini reva görme sevdasındalar.

Bugün Hıristiyanlık hakkında bizzat hıristiyanlar tarafından üretilmiş muhtelif bakış açıları var. Bunun sebebi, dinlerini keyfi yorumların tahribinden koruyacak mekanizmalardan mahrum bırakmış olmaları. Mesela İnciller'in Afrikalılara göre farklı, Avrupalı ve Amerikalılara göre farklı yorumlarından söz edilmektedir. Keza kadınlara ve erkeklere, zencilere ve beyazlara göre değişen İncil yorumları bulunduğunu yine bizzat Batılılar söylüyor. Katolik, Protestan, Ortodoks mezheplerinin İncil yorumları arasındaki farklılıklar zaten malum. Adeta her hıristiyanın kendine mahsus bir Hıristiyanlık anlayışı var.

Bir din nasıl bu hale gelir?
Hayatı kendi istek ve çıkarları doğrultusunda şekillendirme hastalığına müptela olan Batılı insan, nasıl tabiatı, dünyanın yeraltı ve yerüstü zenginliklerini, uzayı, hatta diğer insanları, bu arzunun gerçekleşmesi amacıyla kullanılacak birer araç olarak görüyorsa, onun gözünde dinin de bundan farkı yoktur. Ona göre din, insana yine insanın istediği biçimde hizmet etmelidir.

“Her şey bizim için” diyen Batılı insan, İncil'i bunun için tahrif etmiştir. Beşeri arzularına uymayan ilâhi öğretilerin kiminin yerini değiştirmiş, kimini çıkarmış ve yerine kendisine uyan hükümleri koymak suretiyle aslından uzaklaştırmıştır. Bunun üzerine bir de, “ben böyle anlıyorum” keyfiliği eklenince, Kur'an'ın “hevâyı ilâhlaştırmak” dediği durum ortaya çıkmıştır.

Tevrat'ın başına gelenler de bundan farklı değildir. Gerçi Yahudilik “evrensellik” iddiası olmayan, sadece belli bir ırka (İsrailoğulları'na) ait olduğu kabul edilen bir din olması sebebiyle, Hıristiyanlık'ta olduğu kadar fazla sayıda “serbest” yorumun nesnesi olmamış. Fakat Yahudi ve Samirî Tevratları arasında bulunan altı bin civarındaki farklılık ve modernist Yahudilerin din yorumlarının klasik Tevrat yorumları ile taban tabana zıt olması, bu dinin de beşer arzularına göre tahrif edildiğinin en önemli göstergelerindendir.

Müslümanlara ne oldu?
Kutsal kitabı tahrif edilmiş bütün dinlerin başına gelen bu durumu anlamak ve izah etmek mümkündür. Zira dini kendi menfaati doğrultusunda anlamak ve kendisine hizmet ettirmek gayesindeki insan için bunda şaşılacak bir durum yoktur.

Peki, Kur'an her türlü tahrif ve müdahaleye karşı ilâhi koruma altında iken, ona bağlı olduklarını söyleyenler, kendi dinleri ve kitapları hakkında saçma sapan yorumları nasıl normal karşılayabiliyorlar? Nasıl oluyor da Kur'an'da yer almayan, Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz'den nakledilmeyen, Sahabe'nin tanımadığı ve ilk nesillerin yabancı olduğu bir din telakkisi, kendisine böyle yaygın bir biçimde yer bulabiliyor?

Bu sorunun cevabının izini, çok basit şekliyle, müslümanlara benimsetilmek istenen bir kısım slogan cümlelerde sürebiliriz. Günlük hayatta belki çoğumuzun düşünmeden kullandığı bu kalıpların, zaman içinde din anlayışımızı belirleyen değer yargılarına dönüştüğünü fark etmek, çoğu kimse için ne yazık ki mümkün olmuyor.

Söz gelimi, “İslâm kolaylık dinidir” dediğimiz ve bunu genel bir kaide haline getirdiğimiz zaman, insan için güçlük arzeder gibi görünen her dinî hükmü, bize kolay geleniyle değiştirme yolunda ilk adımı atmış oluruz.

Yahut, “İslam hoşgörü dinidir” gibi bir ifadeyi, sınırsız bir mutlaklık çerçevesinde kabul edip dilden dile yaydığımızda, dinimizin hiçbir olumsuzluğa itiraz etmediği, hiçbir çirkinliği reddedip dışlamadığı gibi bir anlayış, yavaş yavaş kendisine yer bulmaya başlar.

Mecelle'de yer alan “zamanın değişmesiyle hükümler de değişir” maddesi bir başka örnektir. Bu hükmü de herhangi bir kayıt ve şarta bağlamaksızın mutlaklaştırdığımızda, bütün hükümleri değişime maruz kalan bir dinin ortaya çıkması kaçınılmaz olacaktır.

Aslında bu örneklerde zikredilen tesbit cümleleri, temel birer dinî prensiptir. Problem şurada ki, bunlar, kendileriyle aynı öneme sahip diğer dinî prensiplerle bir bütün oluşturacak tarzda ele alınmadığı zaman, tek başlarına her türlü art niyetli yoruma zemin teşkil etmektedir.

Dinî hükümlerin özelliği
Vahyin son ve tahriften korunmuş biricik temsilcisi olma hüviyetini kıyamete kadar sürdürecek olan İslâm dininin bütün hüküm ve öğretileri, kendi içinde pek çok sır ve hikmet barındırır.

Modern zamanlarda İslâm'ın insan menfaatlerine ne kadar uygun bir din olduğunu ispatlama gayreti alabildiğine yaygınlaştı. Namaz, oruç gibi ibadetlerin insan sağlığı ve zekât, sadaka gibi ibadetlerin toplumsal hayat üzerindeki olumlu etkileri üzerinde uzun uzun duruluyor. Dinî hükümleri topluma benimsetme maksadıyla yapılan bu yorumlar, ibadetlerin zamanla başka niyet ve maksatlarla yapılmasına yol açabileceği için son derece tehlikelidir. Namaz kılmak üzere hazırlanan bir kimse, “namaz kılmalıyım, çünkü bedenime faydası var” diye düşündüğünde, niyet değiştiği için kıldığı namazın sevabından mahrum kalma tehlikesiyle yüz yüzedir. Bu durum bütün ibadetler için geçerlidir. Dinimizde niyetin önemi buradan gelmektedir. Buharî'nin, el-Cami'u's-Sahih isimli ünlü eserine, “Niyet hadisi” diye bilinen rivayetle başlaması da bu bakımdan son derece manidardır.

Burada üzerinde durmak istediğimiz asıl nokta, meselenin bir başka veçhesidir. Din bir bütündür ve ancak kendisine teslim olanları kemâle götürür. Mecelle'de “Mevrid-i nassda içtihada mesağ yoktur” (Hakkında açık ve kesin ayet-hadis bulunan meselede şahsî yorum ve içtihad yapılmaz) şeklinde ifade edilen kaidenin de anlattığı gibi, delâleti ve sübutu kesin nasslar dinin özünü oluşturur ve bunlar yoruma kapalıdır. Dinin hedef ve maksatları da, bu nassların bildirdiği hükümler ideal tarzda hayata aktarıldığında gerçekleşir.

Huzura temiz çıkmak
Konuyu bir örnekle açacak olursak; nasıl ki zekâtın zenginlerin malını temizleme özelliği varsa, bir takım suçlara verilen cezaların da temizleme özelliği bulunduğu bir vakıadır. Zekâtı verilmeyen mal/servet nasıl manen kirli ise, bazı günahları işleyen kimseler de, o suçlara verilen cezalar vasıtasıyla temizlenmedikleri sürece manen kirlidirler.

Bu gerçek doğrultusunda şunu söylememiz gerekir: Servet sahipleri, (eda etme şekli, miktarı, zamanı, ödeme yerleri gibi unsurlarıyla) zekâtı iptal edip yerine başka bir şey koymaya kalktığında, servetini temizlemiş olmayacağı gibi, herhangi bir suç işleyen kimse de, dinin öngördüğünden farklı bir muameleye tabi tutulduğunda, o suçun günahından temizlenmiş olmayacaktır.

Mâ'iz b. Mâlik r.a. hadisesini hatırlayın: Kendisi zina ettiği zaman Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz'e gelmiş ve “Ya Rasulallah, beni temizle!” demişti. Zira biliyordu ki, işlediği suçun/günahın kirinin temizlenmesi ancak İslâm'ın ona tayin ettiği karşılığı görmekle mümkündür. Ve o müstesna şuur haliyle biliyordu ki, ahirete temizlenmiş olarak gitmek, bu dünyada hayatını kirli olarak sürdürmeye bin kere tercih edilir.

Dinimiz, işlenen her günahın bir kir olduğu gerçeğinden hareketle, insanın kalben ve ruhen bir kir yumağı haline gelmemesi için, her günaha karşılık bir temizlenme tarzı öngörmüştür.
Bilhassa “had cezası” dediğimiz cezalar, büyük günahlara karşılık birer temizlenme vasıtası olarak konmuştur. Hayatını, yüzü ahirete dönük olarak yaşayan mümin için bu büyük bir şanstır.

Hilafeti döneminde Hz. Ömer r.a.'a içki içen birisi getirilmişti. Hastalıktan ayakta duracak takati olmayan bu suçluya ceza vermek istediğinde, orada bulunanlar şöyle dediler: “Ey Müminlerin Emiri! Bu adam zaten hasta. Eğer ona şimdi ceza verirsen ölebilir. Cezasını iyileşene kadar ertelesen?”

Bu teklife Hz. Ömer r.a. şöyle karşılık verdi: “Sorumluluğunu taşıdığım insanların ahirete temizlenmemiş olarak gitmesinin hesabını verememekten korkarım. Eğer cezasını çekerken ölürse, ahirete temizlenmiş olarak gidecektir ki bu hem kendisi, hem de benim için en hayırlı olandır.”

Kim kimi kandırıyor?
Dinî hükümleri maslahat, zamanın değişmesi, kolaylaştırma gibi bahanelerin ardına sığınarak hevâlarına göre değiştirmek isteyenler, suç ve günahların oluşturduğu kiri ve uhrevî cezayı küçümseyen bir gaflet haline düşmüşlerdir.

Yahudilerin zina etmiş bir yahudiyi Efendimiz s.a.v.'e getirerek cezasını vermesini istediklerini anlatan rivayet, pek çok hadis kaynağında yer almıştır. Ebu Davud ve daha başka hadis imamlarının bu olay hakkında zikrettiği bir detay konumuz açısından önemlidir: Buna göre yahudiler, Tevrat'ta evli iken zina edenlere verilecek cezanın ne olduğunu biliyorlardı. Ancak çok ağır buldukları bu cezayı uygulamamanın bir yolunu arıyorlardı. Kendi aralarında şöyle konuştular: “Haydi şu Peygamber'e gidelim. Eğer Tevrat'takinden daha hafif bir ceza uygularsa hem arkadaşımızı kurtarmış oluruz, hem de ahirette bize ‘Tevrat'taki cezayı niçin uygulamadınız?' diye sorulursa, suçu onun üzerine atarız.”

Ahirete kirli gitmemenin yollarını arayan o yahudilerin yaptığı neyse, İslâm'ın bir takım hükümlerini çağa uymadığı gerekçesiyle değiştirmenin peşinde olanların yaptığı da odur. Bu zihniyetin temsilcileri, Kur'an ahkâmı hakkında cahiliye dönemi inkârcılarıyla aynı ruh halini paylaşıyor. Onlar da Kur'an'ın bir takım hükümlerini hevâlarına uygun bulmadıkları için, “Bundan başka bir Kur'an getir veya bunu değiştir.” (Yunus, 15) demişlerdi.

Bütün mesele, din dediğimiz ilâhi öğretiyi nasıl anladığımız noktasında düğümleniyor. İnsanoğlu ya ona teslim olup kurtulacak, ya da onu değiştirmeye kalkışıp, kendi arzusuyla ebedi hüsrana hüküm giyecek...

E.Sifil

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"


Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

4 Haziran 2014 Çarşamba

340.İSLÂMDA FIKHİ MEZHEPLER TARİHİ:9-Re´y Üzerindeki İhtilâflar

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

Re´y üzerindeki ihtilâf, re´yin aslı ve metodu hakkındadır. Bazı İslâm hukukçuları, îslâmi hükümlerin ancak nâss´lardan alınaca­ğını ileri sürmüşlerdir. Bunların başında Dâvud ez-Zâhiri gelir. On­dan sonra İbni Hazm el-Ehdelüsi gelmektedir. O, Zahirî Mezhebi´nin ikinci İmamı sayılmaktadır. O, bu mezhebi tedvin etmiş, mezhebin kurucusu Davud´tan daha çok şiddetli davranmış ve ileri gitmiştir.

Re´y ile içtihadı kabul eden İslâm hukukçuları çoğunluğu teş­kil ederler. Hattâ nass bulunmayan yerlerde, hükme esas teşkil et­mek üzere re´y ile ictihad hakkında icma´ derecesine yaklaşan bir ittifak hâsıl olmuştur.

Bundan dolayı İslâm hukukçularının çoğu; «Re´y´i tanımayanların muhalefetlerinin hiçbir değeri yoktur. Re´y´in değeri hususunda onlara itibar etmeksizin icmâ´ hâsıl olmuştur. Çünkü re´y´i tanıma­yanlar İslâm hukukçuları zümresine dahil değildirler» demişlerdir. Fakat bu hüküm üzerinde de tartışılabilir.

Re´y´i kabul edenler, onun metodunda ihtilâfa düşmüşlerdir. Ba­zıları, re´y ile içtihadın metodu kıyastır, demişlerdir. Yukarıda da geçtiği gibi kıyas, hakkında nass bulunmayan bir meseleyi, arala­rında hükmün sebeb-i vücudu olan ortak illetlerden ötürü hakkın­da nass bulunan bir meseleye göre halletmektir. Şiîler´den İmamiyye mezhebi kıyas´ı tanımaz; fakat bu mezhep bilginleri, re´yi, nass bulunmadığı takdirde mücerret akim hükmü olarak görürler. On­lara göre nass Kur´an-ı Kerim, Peygamber (S.A.)´in ve İmamların sözlerini içine alır. Onlar, nass bulunmayan yerlerde mücerret akıl ile hüküm verirler. Bu hükümlerinde de aklın kabul edeceği mas­lahatı esas olarak alırlar. Çünkü akıl, maslahata uymayan zararlı şeyleri caiz görmez. Aklın maslahatı gördüğü şeyde şüphe edile­mez. O halde akılla hüküm, gerçekte akim kabul ettiği maslahata göre hükmetmek demektir.

Kıyas´ı, re´y ile fetva vermek hususunda bir prensip olarak ta­nımayanların karşısında Şâfiîler´i görüyoruz. Şafiîler´e göre fetva verirken esas tutulan herhangi bir re´y metodu, kıyas´tan başka birşey olamaz. Çünkü şer´î bir hüküm, ya nass ile veya nass üzerine kıyas yoluyla olur. İmam Şafiî, fıkhını tamamen nassa bağlamakta­dır. Zira O´na göre fakih, hükmüne esas teşkil edecek bir nass bula­mazsa bu hükme benzeyen ve hakkında nass bulunan meseleleri araştırır ve nass ile sabit olan hükme göre karar verir.

Hanefîler, Şafiîler´in bu yolunu benimsemişlerdir. Fakat onlar re´y ile ictihad kapısını daha çok genişletmişler ve istihsan prensi­bini koymuşlardır. Istihsan; örf, zaruret veya sabit bir nassa bağla­nabilen maslahat gibi hususlardan dolayı kıyas kaidelerine muhalif olarak hüküm vermektir.

Malikiler, Zeydiler ve Hanbelilerin bir kısmı, re´y´in mânâsını genişleterek kıyası, istihsanı ve masalih-i mursele´yi de kabul etmiş­lerdir. Masalih-i mursele İslâm Şeriati´nın amaçlarına uygun olan umumi menfaatlardır. Herhangi bir maslahat hakkında müsbet ve­ya menfi özel bir nass bulunmazsa o, bu metoda göre değerlendiri­lir. Fakat bu hususta nass´ların hükümleri dışına çıkılmaz. Fakat kıyasta olduğu gibi belli bir nassa bağlanmak ve meseleyi o nassa göre halletmek durumu yoktur. Bilâkis burada muhtelif nass´larla meydana çıkan maslahatları araştırıp buna göre fetva ve hüküm vermek gerekmektedir. Bu prensibi kabul edenler Ömer, Ali, Osman (R.A.) gibi büyük sahabilerin yolundan gitmişlerdir.

Re y hususundaki ihtilaf konularından biri de, nass bulunan bir yerde re´y´in değeri meselesidir. Hakkında delâlet bakımından ke­sin olan mütevâtir bir nass bulunan herhangi bir meselede re´yin yeri yoktur. Bu hususta ittifak edilmiştir. Fakat nass, âhad hadis­ler gibi zannî olduğu zaman, kıyasla bu nâss´lardan hangisinin ter­cih edileceği tartışma konusu olmuştur. İslâm hukukçuları bu du­rumda, re´y kıyas´a dayanıyorsa ve kıyas´ın illeti bir nass´la tesbit edilmişse kıyasla hadis arasında mukayese yapılmasını, eğer bu ha­dis hiçbir kıyas şekli ile bağdaşmıyorsa, kıyas´ın tercih edilmesini ittifakla kabul etmişlerdir. Şayet kıyas´ın illeti bir nass ile tesbit edil­memiş ve âhad hadis de bütün kıyas şekillerine aykırı ise böyle bir meselede anlaşmazlık çıkmıştır. Bu durumda bir kısım îslâm hukukçuları hadisi tercih etmişlerdir. Çünkü nass bulunan yerde icti­had yapılmaz. Re´y´e başvurmak, nass bulunmayan bir konuda hü­küm vermek için zarurîdir. Bu görüş Ebu Hanîfe, Şafiî ve Ahmed b. Hanbel´den rivayet edilmiştir.

Bazı Hanefîlere göre hadîsi rivayet eden Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Mes´ud ve Zeyd b. Sabit gibi bilgin sahabilerden biri ise hadis tercih edilir.  Fakih olmayan bir sahabî ise kıyas tercih edilir. Fakat mesele, bazı kıyas şekillerine uygun, bazı kıyas şekillerine de aykırı düşerse hadis tercih edilir. Çünkü hadis bu takdirde mutlak olarak kıyasa aykırı düşmemiştir. Bu gö­rüş Ebu Hanife´ye nisbet edilmekte ise de, O´nun görüşünü yukarı­da belirttik.

Bazı İslâm hukukçularına göre, fıkıh kaideleri ile bağdaşmak suretiyle kıyasın sebebi kesin olup onu tesbit etmek hususunda bir­çok hüküm mevcutsa kıyas tercih edilir. Nass bulunmadığı halde, kesin olarak re´y veya kıyasla sabit olan bir hükmü farzetmek, Şe­riatın kaynaklarını ve amaçlarım bilen kimse için sübûtu imkansız bir şeydir. Zaten böyle bir hüküm bulunursa, Zahiriler hariç, bütün fakihler re´y´i tercih ederler.

Malikilere göre, re´y´i, Medînelilerin ameli destekliyorsa hadis reddedilir. Zira, onu Peygamber (S.A.)´e nisbet etmek doğru olmaz. Eğer hadis, Medînelilerin ameline uygun düştüğü halde, re´y´e aykı­rı düşüyorsa durum incelenir: re´y, Kitaba ve Sünnete dayanan hiç­bir fıkıh kaidesiyle bağdaşmıyorsa hadis tercih edilir, durum böy­le değilse re´y tercih edilir.

Burada belirtmek isteriz ki, re´y´i hadîs´e tercih edenlere göre bu hadisin Peygamber (S.A.)´e nisbeti sahih sayılmamaktadır. Hat­tâ onlar böyle bir nispeti inkâr edip bu hadisi metin itibariyle de ŞAZ görmektedirler. Çünkü o, Şeriatın amaçlarından ve özel nass´larından alınan esas kaidelere aykırı düşmektedir. Onların böyle bir hadisin Peygamber (S.A.)´e nisbetini herhangi bir suretle tasdik edip dinî bir meselede kendi anlayışlarını, Peygamber (S.A.V)´e nisbeti sahih bir hadîs´e tercih ettiklerini asla düşünemeyiz. Çünkü kendi an­layışlarını Peygamber (S.A.)´in hadislerine tercih etmek isteyen birileri günümüzde türemiştir. Gerçi bunlar gibi bid´at ehli olan bir kısım kimseler İslâm tarihinde görülmekte ise de, büyük İslâm müctehidleri arasında bu türlü çarpık anlayış sahipleri asla mevcut de­ğildir.


M.Ebu Zehra

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"


Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

2 Haziran 2014 Pazartesi

339.EBEDİ KURTULUŞUMUZ İÇİN...

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim


İmam Rabbanî k.s. Hazretleri ebedi kurtuluş için dünyadayken üç şeyin elde edilmesi şart diyor. Bunlar ilim, amel ve ihlâs.

İlimden kasıt, kişinin kendisine lazım olacak kadar dinini öğrenmesidir. Bu, her mükellef (büluğ çağına ermiş, aklı başında) müslüman üzerine farzdır. Çünkü bilgisiz itaat olmaz.

Öncelikle müslüman, iman esaslarını (Akaid) Ehl-i Sünnet alimlerin bildirdiği gibi öğrenip, varsa inanç hususundaki şüphelerini gidermelidir. İmam Gazalî k.s. Hazretleri, bir insanın kalbine doğacak şüpheleri giderecek kadar ilim öğrenmesinin de farz olduğunu söyler.

Öyledir. Çünkü inanç noktasında bozuk görüş ve şüphe taşıyan kişi tehlikede demektir.  O nedenle Ehl-i Sünnet alimlerin inanç esaslarıyla ilgili eserlerini okuyup, ârif zatların sohbetlerinden istifade etmelidir. Ki böylece yanlış bilgilerden ve şüphelerden kurtulmak mümkün olsun.

Kur’an-ı Kerim’de: “Eğer bilmiyorsanız bilenlere sorun.” (Nahl, 43) buyurulur.

İman esasları meselesini hallettikten sonra dini nasıl yaşayacağımız meselesi, yani Fıkıh gelir. Bu ilim, İslâm dininin ibadet, insanlar arası her türlü iş ve işlemler (muamelât) ve ceza hukukuna ait hükümlerini kapsar. Neyin helal neyin haram olduğunu fıkıh sayesinde öğrenir, alışveriş ve ticarette, evlenmede boşanmada islâmî ölçüleri onun sayesinde biliriz. Her müslümanın bu ilimden kendisine lazım olacak kadarını öğrenmesi farzdır.

İlim, gereği gibi elde edilmediği taktirde uhrevi kurtuluşun teminatlarından biri eksik demektir. Bu yüzden Allah Rasulü s.a.v., ilimden bir mesele öğrenmeyi, bütün varlığı ile dünyadan hayırlı görmüştür.

Diyelim ilmi elde ettik. Yani akaidimizi düzelttik, lüzumu kadar fıkıh bilgisi öğrendik. Tasavvufî bilgi de edindik. Yeterli mi? Elbette değil! Çünkü sırada “amel” var. Yani öğrendiklerimizi hayata geçirmek, uygulamak.

İlmin lazım olacağı yer işte tam burasıdır. Çünkü ahirette tek geçerli akçe iyi işlerdir (salih amel). Kul öbür alemde onunla üstünlük bulur. Nitekim Hz. Ömer r.a. demiştir ki: “Dünyanın izzeti mal ile, ahiretin izzeti de salih ameller iledir.”

Ayrıca Kur’an-ı Kerim, Rabbine kavuşmayı uman kimsenin salih amel işlemesini ve ibadetlerinde hiç kimseyi Rabbine ortak koşmamasını öğütlemekte (Kehf, 110); O’na, mümin olarak salih ameller işlemiş olduğu halde ulaşanlara en yüksek dereceler ile içinde temelli kalacakları, Adn cennetlerini müjdelemektedir. (Tâhâ, 75-76)

Şu halde asıl olan bilmek değil, bildiğini uygulamaktır. Bu, işin en mühim kısmıdır. Öğrenilen bilgiyi taviz vermeksizin yapmaya, yapılanı da devam ettirmeye çalışmak önemli bir iştir. Kişi bildiğiyle amel ettiği sürece Allah Tealâ ona bilmediklerini öğretir. Hadis-i şerifte buyurulmuştur ki:

“Bildiği ile amel eden kimseye Yüce Allah bilmediğini öğretir ve amelinde onu muvaffak kılar da cenneti hak eder. Buna karşılık bildiği ile amel etmeyen kimse hem bildiğinde şaşar hem de amelinde muvaffak olmaz ve böylece cehennemi hak etmiş olur.”

Yalnız Allah rızası için yapmak
Ebedi kurtuluşumuzu temin edecek olan üç altın kuralın en önemli ayağı ise ihlâstır.

İhlâs, ibadet ve davranışları gösteriş (riya) ve her türlü ikiyüzlülükten (nifak) uzak olarak sadece Allah için yapmaktır.

Allah’a ortak koşmanın (şirk) büyük ve küçük diye iki kısma ayrıldığına dikkat çeken alimlerimiz, riya ile nifakı küçük şirk alt başlığı altında zikreder.

Ameline riya ve nifak karıştıran kimse için bir hadis-i kudsîde şöyle buyruluyor:

“Ben, ortağı olmaktan uzak olanların en uzağıyım. Kim benim için amel eder ve başkasını da bu amele katarsa/ortak ederse hissemi o ortağıma devrederim.”

Ayrıca Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz’in buyurduğu üzere, “Amelinde şirk edene, ‘Kim için amel ettinse mükafatını ondan al!’ denir.”

Bunlar gösteriyor ki ameli amel yapan ondaki ihlâstır. İhlâs niyette bulunur. Niyetin yeri ise kalptir. Kulun ameli niyetinin içtenlik ve samimiyeti nisbetinde değer kazanır. Aynı namazı yan yana kılmakta olan iki kişiden birini diğerine üstün kılan, niyetlerindeki samimiyettir. Sevgili Peygamberimizin “Ameller niyetlere göredir.” sözü buna işaret eder.

Niyetin kendisi de bir tür amel sayılır. O ancak Cenab-ı Hakk’ın hoşnutluğu gözetildiğinde ihlâsa kapı açar. İhlâsla yapılan az bir amel, ihlâsı tam olmayan amelden kat kat üstündür. İhlâs kıymetsiz görünen bir ameli dahi çok kıymetli hale getirir.

İhlâsı elde etmek, riyadan korunabilmek zor diyerek ibadet ve amelleri terk etmek doğru değildir. Bu şeytanın bir oyunudur. İmam Gazalî k.s. böyle birini, efendisi tarafından temizlesin diye verilen buğdayı “Nasıl olsa tertemiz yapamayacağım, iyisi mi bu iş kalsın.” diye düşünen hizmetçinin haline benzetmiştir. Oysa bir şeyin tamamı elde edilemiyor diye hepsi terk edilmez.

İhlâs nasıl elde edilir?

İmam Rabbanî k.s. Hazretleri buyuruyor ki: “İlim ve amele nisbetle ruh mesabesinde olan ihlâsı elde etmenin yolu, tasavvufu öğrenmekten geçiyor. Çünkü bu yolun amacı nefsin kötü huylarını iyiye çevirmektir. Nitekim İmam Gazalî k.s. Hazretleri de tasavvufu, nefse karşı mücadeleyi öne almak, kötü huyları atmak, diğer her şeyle kalbî ilişkiyi keserek olanca gayretle Allah’a yönelmek olarak tanımlar.


Dinimiz İslam

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR