26 Aralık 2013 Perşembe

236.İMAN-KÜFÜR İLİŞKİSİ

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim


Arapça bir kelime olan küfür, inkâr ve yalanlama anlamına gelmektedir. Borçlu borcunu kabul etmeyip onu inkâr ederse Arapça “kâferanî” yani inkâr etti denir. Mümin red ve inkâr etmeksizin, bir farzı terk ederse günahkâr olarak isimlendirilir. Eğer, farzları inkâr ederek terk ederse, bu takdirde kâfir ve Allah’ın farzlarını inkâr eden kimse diye isimlendirilir.
Ebû Hanife’ye göre Allah Hz. Âdem’in soyunu insan olarak yaratmış, onlara akıl vermiş, hitap etmiş, imanı emredip, inkârı yasaklamıştır. İnsanlar da O’nun Rab olduğunu kabul etmişlerdir. İşte bu, insanların imanıdır ki onlar bu fıtrat üzerine doğarlar. Daha sonra inkâra sapanlar bu fıtratı değiştirip bozmuş olur. İman ve tasdik eden de bu fıtratında sebat etmiş olur. Allah, kullarından hiç birini iman veya inkâra zorlamamış, onları mümin veya kâfir olarak yaratmamıştır. Onları bir birey olarak yaratmıştır.( Ebû Hanîfe, el-Fıkhü’l-Ekber, s. 72)Diğer bir ifadeyle Allah insanları iman ve küfür özelliği olmadan yaratmış, sonra onlara hitap ederek emir ve yasaklarını bildirmiştir. İnkâr eden; kendi fiili, hakkı kabul etmemesi ve Allah’ın yardımını kesmesiyle inkâra sapmıştır. Aynı şekilde iman eden de kendi fiili, ikrarı, tasdiki ve Allah’ın yardımı ile iman etmiştir.
İnsanlar, Yüce Allah’ı bilme ve tasdik etmeleri bakımından mümin, inkâr etmeleri yüzünden de kâfir olurlar. Allah’ın birliğini ve O’nun katından gelen şeyleri tasdik edip Allah’ın kulu olduklarını kabul edince, iman ve küfrün ne anlama geldiğini bilmeseler bile imanın iyi, küfrün de kötü bir şey olduğunu anladıklarında kâfir olmazlar. Meselâ kendisine bal ile acı bir madde verilen birisi her ikisini tattığında balın tatlı, diğerinin de acı olduğunu anlar. Acı ve tatlının isimlerini bilmediğinden dolayı bunları da bilmiyor denemez. İşte iman ve küfür isimlerini bilmeyen de böyledir. İmanın iyi, küfrün de kötü şeyler olduğunu bilen kimsenin Allah’ı bilmediği söylenemez.(Ebû Hanîfe, el-Âlim ve’l-Müteallim, s. 38)
Kalpler de olanı bilen Allah, insanları kalplerindeki şeylerden dolayı, mümin ve kâfir diye isimlendirmiştir. Biz de insanların, söyledikleri tasdik, tekzip, kıyafet ve ibadetleri ile mümin veya kâfir olduğunu söyleyebiliriz. Meselâ, tanımadığımız halde mescitlere gelen, kıbleye dönerek namaz kılan kimseleri gördüğümüzde onların mümin olduğunu söyler, kendilerine de selam veririz. Bununla birlikte onların gerçekte Yahudi veya Hıristiyan olmaları da mümkündür. Aynı şekilde Hz. Peygamber devrinde de dilleriyle iman ettiklerini söyleyen münafıkları, ashap mümin olarak kabul etmiştir. Hâlbuki onlar, Allah tarafından bilinen kalplerindeki inkâr ve yalanlamadan dolayı kâfirdirler. İşte bundan dolayı kâfir olmaları mümkün olduğu halde, insanların açığa vurdukları iman alâmetleri sebebiyle onların mümin oldukları söylenebilir.
Şekil ve kıyafetleriyle müminlere benzemeyen bazı insanlara da, kâfirlere benzeyen özellikleri gösterdikleri için kâfir diyebiliriz. Eğer bilinenin aksine bunların, Allah’a imanları ve namaz kılmak gibi bir ibadetleri varsa onlar Allah katında mümindirler. Fakat bizim onları kâfir olarak bilmemizden dolayı Allah bizi cezalandırmaz. Çünkü Allah bizi, kalplerde bulunanı ve gizli niyetleri bilmekle sorumlu kılmamış, amellerine göre onlara, mümin dememizi, ona göre sevip sevmememizi istemiştir. Zira kalplerde gizli olan şeyleri ancak Allah ve Allah’ın kendisine vahy ettiği peygamberler bilir. Kirâmen Kâtibin melekleri bile, insanların açığa vurdukları amelleri yazmakla görevlidir. Bu sebeple vahiy olmadan, kalplerde olanı bildiğini söylemek, Allah’ın ilmine sahip olduğunu iddia etmektir. Kalplerde ya da onun dışında, Allah’ın bildiğini, kendisinin de bildiğini söyleyen insan, büyük bir günah işlemiş, cehennemi hak etmiş, inkâra kaymış olur.
( Ebû Hanîfe, el-Âlim ve’l-Müteallim, s. 30.)

Günümüzdeki küfür ilk dönemdeki inkarla aynı olduğu gibi bu günün münafıklığı da ilk dönemin münafıklığıyla birdir. Aynı şekilde bugünün İslâm’ı da ilk dönemin İslâm’ıdır. İlk münafıklık, kalple inkâr ve yalanlama, dille tasdik eder gibi görünme ve ikrar olarak tanımlanmıştır. Benzer özellikleri taşıyanlar için bu günde durum aynıdır. Yüce Allah, münafıkları, “İkiyüzlüler sana gelince: “Senin şüphesiz Allah’ın Peygamberi olduğuna şahadet ederiz” derler. Allah, senin kendisinin peygamberi olduğunu bilir; bunun yanında Allah, ikiyüzlülerin yalancı olduklarını da bilir” ( Münafikun 63/1)şeklinde anlatır. Burada Allah’ın münafıkları yalanlaması, onların dedikleri şeyin yalan olmasından dolayı değil, dilleri ile açıkladıkları gibi, ikrar ve tasdik durumunda olmamalarıdır. Aynı şekilde Yüce Allah onlarla ilgili “İnananlara rastladıkları zaman, “İnandık” derler, elebaşlarıyla baş başa kaldıklarında, “Biz şüphesiz sizinleyiz, onlarla sadece alay etmekteyiz” derler,”( Bakara 2/14)buyurmaktadır. Yani onların, Hz. Peygamber ve ashabına, dilleriyle ikrar ve tasdiki açıklamak suretiyle alay ettiklerini belirtmektedir.
Nimetleri inkar konusuna gelince; nimetlerden herhangi birini inkâr edip onun Allah tarafından verilmediğini söyleyen kimse Allah’ın nimetlerini inkar etmiş olduğu gibi O’nun katında da kâfir olur. Yüce Allah “Onlar Allah’ın nimetlerini hem bilirler, hem de inkâr ederler,”(Nahl 16/83)buyurmaktadır. Yani inkarcılar gecenin gece, gündüzün de gündüz olduğunu, sağlık, zenginlik, rahat ve bolluğun nimet olduğunu bildikleri halde bunları asıl sahibi olan Allah’a değil, taptıkları şeylere nispet ederler. Böylece onlar, nimetlerin hiçbir benzeri olmayan Allah’tan olduğunu inkâr etmişlerdir.

Korku ve ümit konusuna gelince; korku ve beklenti iki durumdan biriyle söz konusu olur. Bir kimseden beklentisi olan ya da korkan kimse, onun Allah’ın izni olmadan kendisine zarar veya fayda vereceğini düşünürse o kişi kâfir olur. Bunun dışında, bir kimse hayrı Allah’tan beklediği ya da Allah’ın kendisini başkalarının eline düşürüp bir şeyi vesile kılarak vereceği beladan endişe duyduğu için korkarsa bu kimse kâfir olmaz. Çünkü baba, çocuğunun kendisine faydalı olmasını, kişi hayvanının kendisini taşımasını, komşusunun kendisine iyilik etmesini, devlet başkanının kendisini korumasını bekler. Bu durumda kâfirlik bahis konusu olmaz. Çünkü gerçekte beklentiler Allah’tandır ki kendisine çocuğu ve komşusundan yararlandırmasını, içtiği ilaçtan şifa vermesini, Allah’tan bekleyen kimse kâfir olmaz.

İnsan bazen Allah’ın kendisini kötü şeylerle imtihan etmesinden korkup kaçar. Meselâ, Allah’ın peygamber olarak seçtiği Hz. Musa Allah ile arasında bir elçi olmadan “Beni öldürmelerinden korkuyorum”(Şuara 26/14)demişti. Hz. Peygamber (s.a.v.) de mağaraya gizlenmişti. Bu durumlar onlar için kesinlikle inkar olmaz. Aynı şekilde insan vahşi hayvanlardan, yılan ve akrepten, evinin yıkılması, sel afeti ile zararlı yiyecek ve içeceklerden korkar. Bütün bunlardan korkan kişi şüpheli bir durumla kafir olmaz.
Müminin gerçekte Allah’tan başka hiçbir şeyden daha çok korkmaz. Zira mümin Allah’tan gelen kötü bir belaya uğradığı, ağır bir şekilde hastalandığı zaman bunu ne kötü yaptın Allah’ım demeyi içinden bile geçirmez. Tam aksine Allah’ı daha çok zikreder. Bu musibetin yüzde biri, bir kraldan gelmiş olsa onun zulmünü güvendiği insanlara söylemekten çekinmez. Mümin ise gizli, aşikâr, her yerde Allah’ın emrini gözetir. Hükümdarların emirleri gizli, açık, her yerde gözetilmez. Meselâ, bazen bir müminin soğuk bir gecede gusletmesi gerekir, hoşuna gitmese de uykusundan kalkıp sırf Allah’tan korktuğu için yıkanır. Aynı şekilde aşırı sıcakta, susuzluktan yandığı halde orucunu tutar. Hiç kimsenin olmadığı yerlerde bile Allah’ın emrini gözeterek sabreder, feryat etmez. Oysaki herhangi birisi sadece hükümdarın huzurunda bulunduğu sürece ondan korkar, uzaklaşınca korkmaz.

Ebû Hanife’ye göre: Eğer birisi başına gelen bir musibet karşısında bu Allah’tan mı yoksa benim kazancım mı, bu durum Allah’ın beni müptela kıldığı şeylerden değildir derse “Sana ne iyilik gelirse Allah’tandır, sana ne kötülük dokunursa kendindendir”(Nisa 4/79) ve “Başınıza gelen herhangi bir musibet ellerinizle işlediklerinizden ötürüdür,”(Şura 42/30) ayetlerine göre o kimse kafir sayılmazsa da tevilde hata etmiştir. Zira Allah “Allah insan ile kalbi arasına girer,”(Enfal 8/24) buyurmaktadır ki ayetin manası Allah müminle küfür, kâfirle iman arasına girer, demektir.( Ebû Hanîfe, el-Fıkhü’l-Ebsat, s. 47)
İman esaslarına inanan, fakat İsa ve Musa peygamber mi yoksa değil mi? diyen kimse de kâfir olur. Aynı şekilde kâfir cennete mi, yoksa cehenneme mi gider, bilmem, diyen kimse de: “İnkar edenlere cehennem ateşi vardır,”( Fatır 35/36)ayetinden dolayı kâfir olur. Bir kimse kâfiri kâfir olarak bilmem, derse o kâfir gibidir. Eğer kâfirin son gideceği yer neresi olduğunu bilmem derse O, Allah’ın kitabını inkâr etmiş ve kâfir olmuş olur.( Ebû Hanîfe, el-Fıkhü’l-Ebsat, s.51)Ben cennetliğim diyen ya da kendisinin cehennem ehli olduğunu söyleyen kimse yalan söylemiştir, o bunu bilmiyor. Cehennem ehli olduğu konusunda o Allah’ın rahmetinden ümit kesmiştir. Zira mümin imanı sebebiyle cennete giren, işledikleri sebebiyle ateşte azap gören kimsedir. (Ebû Hanîfe, el-Âlim ve’l-Müteallim, s. 18)

Ebû Hanife’ye göre: “De ki: “Gerçek Rabbinizdendir.” Dileyen inansın, dileyen inkâr etsin,”( Kehf 18/29)ayeti vaid ifade ettiği için istersem iman ederim istersem etmem diyen kişi yalancı olur. Çünkü Yüce Allah: “Hayır; şüphesiz bu Kuran bir öğüttür. Dileyen kimse öğüt alır. Allah dilemeksizin öğüt alamazlar”( Müddesir 74/54,55,56)ve “Allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz,”(İnsan 76/30) buyurmaktadır. Ne var ki bunu diyen kimse ayeti reddetmediği için kafir olmasa da ayetin tevilinde hata etmiş olur.Bununla birlikte insan tevhid ilminin inceliklerinde bir güçlükle karşılaşırsa, bunu öğreneceği bir âlim buluncaya kadar Allah katında doğru olana inanması gerekir. Böyle bir alimi arayıp bulmakta gecikmesi caiz değildir. Bu konuda tereddüt edilerek beklemek doğru değildir, bu sebeple tereddüt ederek beklerse, kâfir olur.( Ebû Hanîfe, el-Fıkhü’l-Ekber, s.77)Aynı şekilde Allah’ın yarattığı bir şeyi inkar edip bunun yaratıcısını bilmem diyen kimse sanki o şeyin Allah’tan başka yaratıcısı vardır, demiş olacağından“Allah her şeyin yaratıcısıdır...( Enam 6/102)ayetine göre o kişi kafir olur. Aynı şekilde Allah’ın bana namaz, oruç ve zekâtı farz kıldığını bilmiyorum diyen kimse de “Namazı kılın, zekâtı verin”(Bakara 2/43,83, 110) ve “Oruç size sayılı günlerde farz kılındı,”(Bakara 2/183) ayetleri gereği o kimse kâfir olur. Eğer bu ayetlerin Allah tarafından indirildiğine inanıp tevil ve tefsirini bilmiyorum derse o kimse kâfir olmaz.

Ebû Hanife şöyle söyler: Benim kâfir olduğuma şahadet eden kimse bana göre yalancıdır. Ne var ki onun benim hakkımda yalan söylemesi, benim de onun hakkında yalan söylememi helâl kılmaz. Zîra Allah “Bir topluluğa olan öfkeniz sizi adaletsizliğe sürüklemesin; adil olun; bu, Al-lah’a karşı gelmekten sakınmaya daha yakındır.,”( Maide 5/8)buyurmaktadır. Onun kendisiyle ilgili söylemiş olduğu yalanın, doğrulanmasının benim için gerekli olmadığını söylerim. Çünkü o, kendisinin eşek olduğunu söylese, benim doğrudur, demem gerekmez. ( Ebû Hanîfe, el-Âlim ve’l-Müteallim, s. 35)Ancak Allah ile bir ilgisi olmadığını söyler veya ben Allah ve Resulüne inanmıyorum dediği halde kendisinin hala mümin olduğunu söylerse ben ona kâfir derim. Aynı şekilde Allah’ın birliğine ve Allah katından gelen her şeye iman eden kimse, kendisi için kâfir bile dese, ben ona mümin derim.( Ebû Hanîfe, el-Âlim ve’l-Müteallim, s. 36)


Netice itibariyle Ebû Hanife’ye göre küfür, inkar ve yalanlama olarak tanımlanır. İnsanlar başlangıçta iman ve küfür vasfı olmadan yaratıldığından Allah hiç kimseyi iman ve küfre zorlamamıştır. İman ve inkar insanların kendi fiilleriyle gerçekleşir ancak bunlarda Allah’ın yardım etmesi veya yardımını kesmesi söz konusu olabilir. İman ve küfür kavramlarını bilmeyen birisinin, imanın iyi küfründe kötü bir şey olduğunu anlaması yeterlidir. İnsanların kalplerinde olanı Allah’tan başkası bilemeyeceğinden dolayı iman ve inkar konusunda insanların söylediklerine, kıyafet ve ibadetlerine göre hüküm verilebilir. Buna göre mescide gelip namaz kılanın mümin olduğu söylenebileceği gibi şekil ve kıyafet bakımından inkarcılara benzeyen kimselere de kafir denebilir. Hüküm zahire göre verildiğinden bu kişilerin gerçekte Allah katında farklı bir durumda olmaları herhangi bir sorumluluk gerektirmez.
İman, küfür ve nifak terimlerinin anlamları zamanla değişmez. İlk dönemlerde iman, küfür ve nifak nasıl tanımlandıysa günümüzde de aynıdır. Nimetlerin Allah tarafından verilmediğini söylemek, Allah’ın izni olmadan herhangi birisinin kendisine fayda veya zarar vereceğine inanmak kişiyi inkâra götürür. Kuran’da zikredilen peygamberlerden ya da kafirin cehenneme gideceği gibi hakkında açık ayet bulunan konulardan şüphe eden kişi kafir olur. Herhangi bir şeyin yaratıcısının Allah olduğunu ya da namaz ve oruç gibi ibadetlerin farz olduğunu inkar eden de kafir olur. Allah ve Resülü’ne inanmadığını söylediği halde ben müminim diyen kimseye kafir, aynı şekilde iman esaslarına inandığı halde kendisinin kafir olduğunu söyleyen kişiye de mümin denebilir. Tevhit konusunda bilmediklerini öğrenmek gerekir, bu konuda tereddüt ederek beklemek de inkara sebep olur.

Ebû Hanîfe, el-Fıkhü'l-Ekber

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

24 Aralık 2013 Salı

235.ALLAH cc İMAN ile AMELİ AYIRMIŞTIR

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

Ebû Hanife’ye göre iman ve amel birbirinden ayrı şeylerdir. Müminin çoğu zaman bazı amellerden sorumlu tutulmaması buna delil gösterilir ki bu durumda müminden iman gitti denemez. Mesela adet gören bir kadın, namaz kılmakla sorumlu olmadığı halde ondan imanın muaf olduğu veya ona imanı terk etmesi gerektiği söylenemez. Allah’ın, oruç tutmayı bırakıp daha sonra kaza etmesini emrettiği kişiye imanı bırak, sonra onu kaza et denilmesi ise caiz değildir. Aynı şekilde fakirin zekât vermesi gerekmez demek caizken fakirin iman etmesi gerekmez demek ise caiz değildir.(
Ebû Hanîfe, el-Vasiyye, s. 87.)

Din; aslı itibariyle değişim ve dönüşüme uğramazken dinî hükümler ise zamanla değişebilir. Allah bazı insanlar için helâl kıldığı şeyleri bazılarına haram edebilir, bazılarına yapılmasını emrettiği şeyleri başkaları için yasaklayabilir. Şeriatlar, farz kılınan şeyler olduğu için çok ve çeşitlidir. Eğer din Allah’ın bütün emrettiklerini yapıp yasaklarından kaçınmak olursa bu durumda Allah’ın emirlerinden birini terk eden veya yasakladığı şeylerden birini yapan kimse, Allah’ın dininden çıkıp kâfir olmuş olur. Böylece kâfir olan kişi ile Müslümanlarla arasında gerçekleşen nikâhlanma, miras, cenazesinin ardından gitme, kestiklerini yeme gibi işler ortadan kalkmış olur. Oysaki Allah, müminlere iman ve dini kabulden sonra farz ve haram olan şeyleri emretmiştir: İnanan kullarıma söyle, namazı kılsınlar”;(
 İbraim 14/31) Ey inananlar, size kısas farz kılındı”;(Bakara 2/178) “Ey inananlar, Allah’ı çok anın...,”(Ahzab 33/41) ayetleri bu konuyu açıklamaktadır.

 Eğer farz kılınan şeyler iman olsaydı, bu amelleri işleyinceye kadar Allah kullarını mümin olarak görmezdi.

Allah cc, iman ile ameli ayırmıştır, “İnanıp yararlı iş işleyenler..”;(
Asr 103/3) “Hayır, kim iyilik yaparak imanıyla bütün varlığını Allah’a teslim ederse..”;(Bakara 2/112) “Kim de mümin olarak ahireti diler ve onun için ...”(İsra 17/19) ayetlerine göre iman amel değildir. O halde müminler imanlarından dolayı namaz kılar, oruç tutar, zekât verir, hacceder ve Allah’ı zikrederler. Müminler farzları yaptıklarından dolayı iman etmiş değillerdir. Şu halde farz ve ameller iman ettikten sonra ortaya çıkar. Bu durum, üzerinde borç olan bir kimsenin hâline benzer ki borçlu önce borcunu kabul edip sonra öder. Önce borcunu ödeyip, sonra bunu kabul etmez. Borcunu kabullenmesi ödemesinden dolayı değil aksine ödemesi borcunu kabul etmesinden dolayıdır. Aynı şekilde köleler, efendilerinin kölesi olduklarını bildiklerinden dolayı hizmet ederler, yoksa hizmet ettiklerinden dolayı onların kölesi olduklarını kabul etmezler. Başkalarının işinde çalışan pek çok insan vardır ki onların kölesi olduklarını kabul etmezler. Bunların çalışmaları da köle olduklarını kabul anlamına gelmez. Köleliği kabul ettiği halde çalışmayan birisinin çalışmaması, köleliğini kaldırmaz.( Ebû Hanîfe, el-Âlim ve’l-Müteallim, s. 18)

Ebû Hanife’ye göre şirk diyarında yaşayıp icmali olarak İslâm’ı kabul eden, fakat farzları ve amelleri bilmeyen, Yüce Allah’ı cc ve imanı kabul ettiği halde İslâm’ın ve imanın gereklerinden herhangi bir şeyi bilmeyip amel etmeden ölen kimse de mümindir. Herhangi bir amele riya karıştığı zaman, o amelin sevabını yok eder. Aynı şekilde kendi amelini üstün görmek (ucüb) de böyledir. Mürcie gibi, iyilikler kabul edilmiş, kötülükler de bağışlanmıştır, denemez. Bununla birlikte kim şartlarına uygun, ayıp ve kusurlardan uzak amel işler ve onu inkâr ve dinden dönme gibi şeylerle boşa çıkarmayıp dünyadan mümin olarak ayrılırsa Allah onun amelini kabul edip zayi etmez ondan dolayı da sevap verir.(
Ebû Hanîfe, el-Fıkhü’l-Ekber, s. 74)

Yapılan iyilikleri üç şey boşa çıkarır:
Birincisi, Allah’a ortak koşmaktır. Bu konuda Allah, “Kim imanı inkâr ederse, amelleri boşa gider,”(
Maide 5/5) buyurmuştur. İkincisi, bir kimseyi azad etmek, sıla-i rahimde bulunmak, Allah rızası için sadaka verdikten sonra kızdığından dolayı ya da iyilik yaptığı kimseyi minnet altında bırakmak için bunu başa kakma durumudur. Böyle durumlarda o kimsenin sevabı yüzüne çarpılır. Zîra Yüce Allah “Sadakalarınızı, başa kakma ve eza etmekle boşa çıkarmayın,”(Bakara 2/264) buyurmaktadır. Üçüncüsü, başkalarına gösteriş yapmak için, iş yapmaktır. Gösteriş için yapılan salih ameli Allah kabul etmez. Bu üç günahın dışındakiler, iyilikleri yıkıp boşa çıkarmazlar. 

Yüce Allah Hz. Muhammed’i (s.a.v.) göndermeden önce, insanlar Allah’a şirk koşuyorlardı. Hz. Muhammed sas, insanları İslam’a davet etti. İslâm’ı kabul eden mümin, şirkten uzak, malı ve canı haram olması gibi Müslümanların haklarına sahip oldu. Hz. Peygamber’in sas bu davetine uymayıp İslâm’ı terk eden kişi imandan çıkarak kâfir oldu, onun canı ve malı helal sayıldı. Allah’ın kitap ehli olanlar için verdiği, cizye alınıp dinlerinde serbest bırakılmaları hükmü dışında kalanlardan ise Müslüman olma veya öldürülmeleri dışında bir şey kabul edilmez. Bundan sonra da iman ve tasdik edenler için farzlar emredilmiştir. Böylece bu farzları imanla birlikte işlemek de amel oldu. Yüce Allah pek çok ayette “İnanıp, salih amel işleyenler(
Bakara 2/25,82,277) ve “Kim Allah’a iman eder ve iyi işler yaparsa(Talak 65/11)buyurmuştur. Şu halde amel olmadan da tasdik olabileceğinden ameli yapmayan kişi tasdiki terk etmiş olmaz. Böyle olsaydı tasdiki olmayanlar, imandan uzaklaşıp eski halleri olan şirke dönmüş olurlardı.

Aynı şekilde, tasdik bakımından birbirinden az veya çok farklı olmayan insanlar amel konusunda birbirinden farklı olabilir. Bu durum da tasdik ve amelin farklı şeyler olduğunu göstermektedir. İnsanlara emredilen farzlar farklıdır. Ancak sema ehli ile peygamberlerin dini aynıdır. Bunun için Yüce Allah “Allah Nuh’a buyurduğu şeyleri size de din olarak buyurmuştur. Sana vahy ettik; İbrahim’e, Musa’ya ve İsa’ya da buyurduk ki: "Dine bağlı kalın, onda ayrılığa düşmeyin.” buyurmuştur.(
Ebû Hanîfe, er-Risâle, s.81)

Ebû Hanife’ye göre Allah’ı ve peygamberlerini tasdikle meydana gelen hidayet farz olan amellerdeki hidayetle aynı değildir. Yüce Allah’ın kitabında da belirttiği gibi kişi tasdiki dolayısıyla mümin olurken farzların bir kısmını bilmediği için de cahil diye isimlendirilmektedir. Hâlbuki cahil olan kişi bilmediğini öğrenebilir. Dolayısıyla Allah ve Resulünü tasdiki bırakan ile cahil kişi bir olmaz.
 “Musa: “O işi kasten yaptımsa sapıklardan biri sayılırım.”Şuara 26/20)Yani cahillikle işledim demektir ki bu durum Allah’ın kitabında mümin için zâlim, günahkâr, asi, ve hatalı denildiğini göstermektedir. Nitekim Hz. Yakub’un oğulları, babalarına “sen, hala eski şaşkınlığındasın”(Yusuf 12/95)derken “sen hala eski küfründesin,” anlamını kastetmemişleridir. Eğer onların mümin olduklarını, haklarında Müslümanların hükümlerinin icra edileceği iddia edilirse, doğru söylenmiş olur. Onların kâfir olduklarını söyleyen bidatçi olup Hz. Peygamber ve Kuran’a muhalefet etmiştir. Bundan başka ehli bidatten, doğruyu kabul etmeyenlerin dediği gibi onun ne kâfir ne de mümin olduğunu söylenirse, bu düşünce de bir bidat olup Hz. Peygamber ve ashabına karşı bir muhalefet oluşturur. (Ebû Hanîfe, er-Risâle, s. 82)

Netice itibariyle
kıble ehli olanlar mümindir, yapmadıkları herhangi bir farzdan dolayı imandan çıkmaz. İmanla birlikte Allah’a itaat edip farzları yerine getiren kimse cennetlik, imanı ve ameli terk eden kimse ise kâfir ve cehennemlik olur. İmanı olduğu halde, farzlardan bazısını terk eden kimse de günahkâr mümindir. Bu kişinin azap görmesi de bağışlanması da Allah’ın dilemesini bağlıdır. Eğer Allah ceza verirse günahından dolayı azap eder, günahını, bağışlarsa onu affeder. Ebû Hanife burada nakli ve akli deliller kullanarak iman ile amelin farklı şeyler olduğunu ispat etmektedir. İman dinin bütün emirlerini yerine getirmek olarak tanımlanırsa o zaman her hangi bir ameli terk eden kafir olur. Farzlar ve ameller imandan sonra geldiğinden amellerini işlemeyen kişi tasdiki terk etmiş olmaz. Zira Kuran’da müminle ilgili zalim, günahkâr ve asi sıfatları kullanılırken onlardan iman vasfı kaldırılmamıştır.


Ebû Hanîfe, el-Fıkhü'l-Ekber

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.


EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

23 Aralık 2013 Pazartesi

234.İMANDA İSTİSNA

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

Ebû Hanife’ye göre inanan bir kimsenin ben gerçekten müminim demesi gerekir. Çünkü mümin imanından şüphe etmez. Bu durumda onun imanı meleklerin imanı gibi olur. Amelde kusur etmiş olsa da gerçekten mümindir.(1)Eğer bir kimse, ben inşallah müminim derse, ona “Şüphesiz Allah ve melekleri Peygamberi överler: Ey inananlar! Siz de onu övün, ona salat ve selam getirin.”( Ahzab 33/56.)âyeti gereğince, eğer müminsen ona salâvat getir, değilsen getirme, denir. Yine Yüce Allah şöyle buyurur: “Ey inananlar! Cuma günü namaz için ezan okunduğu zaman Allah’ı anmaya koşun; alım satımı bırakın; bilseniz, bu sizin için daha iyidir.”(Cuma 62/9)

Sahabeden Hz. Muaz (r.a) da, kişinin Allah hakkında şüphesi, onun bütün iyiliklerini boşa çıkarır, demiştir.( 
 Ebû Hanife, el-Fıkhü’l-Ebsat, s. 62)Kendisine sen Müslüman mısın? diye sorulan kişi, bilmiyorum, derse, ona bilmiyorum sözünün doğru mu, yanlış mı olduğu sorulur. Eğer doğru derse şöyle denir: Dünyada doğru olan ahirette doğru değil midir? Eğer buna evet derse ona kabir azabına, suale, kadere, hayır ve şerrin Allah’tan olduğuna inanıyor musun?” diye sorulur. Buna da evet derse ona sen mümin misin?” diye sorulur. Eğer hala bilmiyorum derse, o zaman da ona bilemeyesin, anlayamayasın, kurtuluşa eremeyesin, denilir.( Ebû Hanîfe, el-Fıkhü’l-Ebsat, s.63) Eğer kendisine, sen mümin misin, diye sorulan kimse, Allah daha iyi bilir derse , o kimsenin imanında şüphe vardır. Bununla birlikte imanında böyle şüphe olan kimseye münafık denemez.(2)

Şüphenin zıddı olan yakin ifadesi ise bir şeyi kesin olarak, şek ve şüphe etmeden bilmek demektir. Bundan dolayı kelime-i şahadeti söyleyen bir Müslüman herhangi bir günah işlemiş de olsa Allah, kitaplar ve peygamberler hakkında şüpheye düşmez. Bir musibet anında bazen sürçme ve feryat olabilir ya da düşmandan korkabiliriz. Bu durumda iken Allah ve Allah katından gelen şeyler hakkında bizde herhangi bir şek ve şüphe olmaz. Bize göre, kendi halimiz ne ise, başkalarının durumu da öyledir.(
Ebû Hanîfe, el-Âlim ve’l-Müteallim, s. 20.)
Netice itibariyle İmam-ı Azam Ebû Hanife’ye göre imanda istisna olmaz. Bir kimse ben gerçekten müminim demeli, iman konusunda inşallah müminim, Allah daha iyi bilir gibi şüphe ima eden ifadelerden kaçınmalıdır.


Ebû Hanîfe, el-Fıkhü'l-Ekber
(1) Ebû Hanife buna Hz. Haris’in hadisesini delil gösterir. Hz. Peygamber nasıl sabahladın deyince Haris gerçek bir mümin olarak sabahladığını söyler. Resülullah imanının hakikati nedir deyince Haris, gündüz susuz gece uykusuz kalarak dünyadan vazgeçtiğini sanki Allah’ın arşını, cennetlik ve cehennemlikleri gördüğünü söyler. Hz. Peygamber de sas ona doğru yaptığını Allah’ın kalbini nurlandırdığını ifade eder. Bkz. Buhari, “Zekat”, 1; Müslim, “İman”, 15. bkz. Ebû Hanife, el-Fıkhü’l-Ebsat, s. 52.

(2)Ebû Hanife burada Hz. Muaz ile Haris’in hadisesini nakleder: Özetle Muaz vefat edince onun tavsiyesi üzerine Haris Kufe’de İbn Mesud’un yanına gelir. Namaza başlamadan önce kendisine sen mümin misin diye sorulunca Haris evet diye cevap verir. İbn Mesud ise bu durumun kendisinin cennetlik olduğunu söylemek olduğunu belirtir. Haris ona Hz. Peygamber döneminde insanların mümin, kafir ve münafık olmak üzere üç grup olduğunu İbn Mesud’un bunlardan hangisinde olduğunu sorar. O da gizli ve açık her durumda mümin olduğunu söyleyince Haris o halde niçin şüphesiz müminim dediğinden dolayı kendisini kınandığını sorar. İbn Mesud’da bu benim sürçmemdir der, bkz. Ebû Hanîfe, el-Fıkhü’l-Ebsat, s.51-52.


"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

22 Aralık 2013 Pazar

233.İMANIN ARTMASI VE EKSİLMESİ

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

Eğer Hanefi mezhebindenseniz imanla ilgili vereceğim yazıları mutlaka okumanızı tavsiye ederim. Daha önce 2 yazıda imamız Ebu Hanife'yi kısaca tanıtıp itikadımızın nasıl olması gerektiği ile başlangıç yapmıştık ben de okumaya devam ettikçe size bu bilgileri aktarmaya çalışacağım inşallah.

Ebû Hanife’ye göre iman artmaz ve eksilmez. Zira imanın artması küfrün azalmasını; eksilmesi de küfrün artması anlamına gelir. Bir şahsın aynı anda hem mümin ve hem de kâfir olması mümkün olmaz. Mümin gerçekten iman eden, kâfir de gerçekten inkâr eden kimsedir. Yüce Allah “İşte gerçekten inanmış olanlar bunlardır”(Enfâl 8/4.) ve “İşte onlar gerçekten kafir olanlardır,”(Nisâ 4/151)buyurduğu için imanda şüphe olmaz. Asi de olsa Hz. Muhammed’in sas ümmeti olan kimseler gerçekten mümin olup, kâfir değiller-dir.(Ebû Hanîfe, el-Vasiyye, s. 87.)

Gökte ve yerde olanların imanı, iman edilmesi gereken şeyler bakımından artmaz ve eksilmez,(Ebû Hanîfe, el-Fıkhü’l-Ekber, s. 74.)ancak yakin ve tasdik yönünden artar ve eksilir. İnananlar, iman ve tevhit konusunda birbirlerine eşittirler. Ancak amel bakımından birbirlerinden farklıdırlar.(Ebû Hanîfe, el-Fıkhü’l-Ekber, s.75.) Daha geniş bir ifadeyle bütün müminler; marifet, yakin, tevekkül, muhabbet, rıza, korku, ümit ve iman konularında birbirlerine eşittirler. Ancak imanın dışındaki hususlarda birbirlerinden farklı olabilirler.Mesela bizim imanımızla meleklerin imanları aynıdır. Çünkü biz, Allah’ın birliğini, Rab olduğunu, kudretini ve ilâhî katından gelen her şeyi, meleklerin ikrar ettikleri,( Ebû Hanîfe, el-Âlim ve’l-Müteallim, s. 19.)peygamberlerin de tasdik ettikleri gibi tasdik ettik. Bundan dolayıdır ki, bizim imanımız, meleklerin imanı gibidir. Çünkü biz, meleklerin görüp inandıkları, Allah’ın akıllara hayret veren ayetlerinin hepsine görmediğimiz halde tamamen iman etmiş bulunuyoruz.

Ebû Hanife’ye göre iman, inanılması gereken hususlar açısından artmaz ve eksilmez ama yakin ve tasdik yönünden artıp ve eksilebilir. İnanan herkes iman ve tevhit bakımından eşit olsa da amel bakımından farklı olabilir.


Ebû Hanîfe, el-Fıkhü'l-Ekber

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"


Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

19 Aralık 2013 Perşembe

231.DİNİMİZE HİZMET EDELİM

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

Allahü teâlânın bize nasıl muamele etmesini istiyorsak, biz de Onun kullarına öyle davranmalıyız. Eğer Onun kullarına zulmedersek, O da bize ceza verir. Eğer Onun kullarını affedersek, O da bizi affeder. Onun kullarına ihsan ve iyilikte bulunursak, O da bize mutlaka ihsanda ve iyilikte bulunur.

İnsanların zaruri ihtiyaçlarını karşılamak, Cenab-ı Hakk’ın en çok sevdiği iyiliktir. Bugün insanların en çok dine ihtiyacı var. Günümüzde yapılacak en önemli hizmet, İslamiyet’e hizmettir. Bu da,  Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarından çevremizdekilere vermek,dinimizi bildiğimiz kadarıyla anlatmakla olmalıdır.

İnsanların dünyalık ihtiyaçlarına yardım etmek çok kıymetli bir iyiliktir. Ama bunu bir kâfir de yapabilir. Yapılan bu iyilik,  bir an için kişiyi rahatlatır. Sonsuz olan ahireti ne yapacak? Sadece bu iyiliği yaparsak, aynı iyiliği yapan kâfirden iş olarak ne farkımız kalır?  Bugün her insanın en büyük ihtiyacı, ateşten kurtulmasıdır. 


İnsanın, bir kendisi için yaptığı ibadetler var, bir de sebep oldukları var. İnsan, kendisi için yaptığı kusurlu ibadetin, Allah katında makbul olup olmadığını bilemez. Ama bir kişinin kurtulmasına, bir kişinin hidayetine sebep olmak, bir kişinin gıyabında duasını almak, riyasız, gösterişsiz, kibirsiz olacağı için, çok makbuldür.


M.A.Demirbaş

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"


Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

230.TEVEKKÜL

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

Tevekkül, meşrû sebeblere yapışarak, bütün işleri Allahü teâlâya ısmarlamak, Ona güvenmek, teslim olmak anlamındadır. Kalbin, her işte Allahü teâlâya îtimâd etmesi, güvenmesi demektir. Muhammed Bâkî-billah hazretleri buyuruyor ki:

"Tevekkül, sebebe yapışmayıp, tembel oturmak değildir. Çünkü böyle olmak, Allahü teâlâya karşı edepsizlik olur. Müslümanın meşrû olan bir sebebe yapışması lâzımdır. Sebebe yapıştıktan ve çalışmaya başladıktan sonra tevekkül edilir. Allahü teâlâ sebebi, istenilen şeye kavuşmak için, bir kapı gibi yaratmıştır. Bir şeyin hâsıl olmasına sebeb olan işi yapmayıp da, sebepsiz olarak gelmesini beklemek, kapıyı kapayıp pencereden atılmasını istemeye benzer ki, edebsizlik olur. Allahü teâlâ ihtiyâçlarımıza kavuşmak için kapıyı yaratmış ve açık bırakmıştır. Bizim vazifemiz, kapıya gidip beklemektir. Sonrasını O bilir."

Ebû Saîd-i Harrâz hazretleri, sebeplere yapıştıktan sonra her şeyi Allahü teâlâdan bekler ve;

"Tevekkül, kalbin Allah'a güvenmesidir" buyururdu.

İmâm-ı Gazâlî hazretleri, Mesrûk bin el-Ecdâ hazretlerinden alarak şöyle bir hâdise nakletmektedir:

"Çölde yaşayan bir bedevînin bir merkebi, bir köpeği, bir de horozu vardı. Horoz kendilerini sabah namazı için uyandırır, köpek bekçilik yapar, merkeb de yüklerini taşırdı. Bu bedevi, tevekkül sahibi, her şeyi hayra yoran bir kimseydi. Bir gün tilki, horozu alıp götürür. Âile fertleri üzülse de; 'Belki hakkımızda hayırlısı budur' der. Bir müddet sonra kurt merkebi parçalar ve yine 'Belki hayırlısı budur' der. Bir müddet sonra köpek de ölür ve adam yine; 'Belki hakkımızda hayırlısı budur' der. Bir sabah kalktıklarında görürler ki, etraflarındaki komşular, eşkıyâlar tarafından esir alınıp götürülmüşler. Gece komşuların hayvanları gürültü yaparak yerlerini belli edince, eşkıyalar da onların yerlerini kolayca tesbit ederler. Bunların hayvanı olmadığı için, eşkıyalar karanlıkta bunları fark edemezler ve böylece de kurtulurlar. Adamın dediği gibi, bunların hakkında hayırlısı, hayvanların ölmesi imiş. Allahü teâlânın gizli lütuflarını ve ihsânlarını bilen ve O'na tevekkül eden; O'nun işinden râzı olur, şikâyetçi olmaz."

Hamdûn-ı Kasâr hazretlerine;

-Tevekkül nedir? diye sorulunca;

-On bin dinar paran olsa, bir dinar da borcun olsa, bu borcun üzerinde kalmasından ölmeden önce emin olmamandır. Aynı şekilde on bin dinar borcun olsa, bunu ödeyecek hiçbir şey de bırakmasan, Allahü teâlânın o borcunu ödeyecek bir vesile vermesinden ümid kesmemendir, buyurmuştur.

Ahmed bin Hanbel hazretlerinin yevmiye ile çalışan bir işçisi vardı. Akşam talebesine;

-Bu işçiye ücretinden fazla ver, diye tenbih eder. Talebe, o işçiye, ücretinden fazla para verir fakat işçi almaz ve gider. Ahmed bin Hanbel hazretleri talebesine;

-Arkasından yetiş ve ver, şimdi alır buyurur. Gerçekten de o işçi verilen fazla parayı alır. Talebesi, bunun sebebine Ahmed bin Hanbel hazretlerine suâl edince;

-Ücretini almadan önce, böyle bir fazlalık hatırından geçiyordu. Şimdi ise bu düşüncesi kalmadı. Alması tevekkülünü bozmayacağı için aldı cevabını vermiş ve;

"Tevekkül, bütün işlerinde Allahü teâlâya teslim olmak, başa gelen her şeyi O'ndan bilip katlanabilmektir" buyurmuştur.

Bişr-i Hafî hazretleri buyuruyor ki:

"Allahü teâlâya tevekkül ettim diyen kimsenin; cenâb-ı Hakk'ın, kendisi hakkındaki muâmelesine, yâni takdîr ettiği şeylere, başına gelen sıkıntı ve musîbetlere de râzı olması lâzımdır. Aksi takdirde, yalan söylemiş olur."

Netice olarak tevekkül; sebeplere yapıştıktan sonra, Allahü teâlâdan başkasına güvenmemek ve O'ndan başkasından korkmamaktır. Ebû Yâkûb Nehrecûrî hazretlerinin buyurduğu gibi:

"Gerçek tevekkül sâhibi, her şeyi Allahü teâlâdan bekler, başkasına eziyet ve sıkıntı vermez. Başına gelen belâ ve musîbetlerden dolayı kimseden şikâyetçi olmaz. Mahrum kaldığı şeyler sebebiyle de kimseyi kötülemez. Çünkü o, hayrın da, şerrin de, Allahü teâlâdan olduğuna îmân etmiştir." 


O.Ünlü
"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"


Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.


EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

18 Aralık 2013 Çarşamba

229.AHİR ZAMAN- Video


“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"

Bismillahirrahmanirrahim




"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

17 Aralık 2013 Salı

DÜŞMANA KARŞI OKUNACAK DUALAR

Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabb'il âlemin. Ve sallallahu ve selleme ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmaîn.

Dualara geçmeden önce beni çok etkileyen, Rabbimizin apaçık ifade ettiği çok önemli ve yaşadığımız sürece bizim düsturu’l-amelimiz olması gereken bir kanunundan bahsetmek istiyorum. Aşağıdaki ayet bu kanundan bahsediyor:


“Ey iman edenler, eğer siz Allah’ın dinine yardım ederseniz, Allah da size yardım eder ve ayaklarınızı sabit kılar.” (Muhammed, 7)

Sıkıntımız her ne konuda olursa olsun;ister bu bir düşman olsun veya herhangi bir müsibet ;eğer biz dinimize uygun yaşarsak ,O’nun dinine yardım ederek şeriatını hayatımıza geçirirsek  en umutsuz anlarda bile Allah'ın yardımının yetiştiğini görebiliriz.


 Peki 
Allah'ın yardımından ne zaman mahrum kalırız?  Biz Müslümanlar müslümanca yaşamadığımız ve O'nun dininden uzaklaştığımız zaman  Allah'ın yardımı gelmez.

Hz. Ömer radıyallahu anh buna işaretle, ordu komutanına gönderdiği bir mektupta aynen şöyle der: “Sakın düşmanınızın yaptığı fiilleri yapmayın! Siz, ancak takvanızla galip gelirsiniz. Eğer siz günaha girerseniz unutmayınız ki düşmanınız adet olarak ve hazırlık olarak sizden üstündür. Takva zırhına bürünün ve Allah’tan korkun!”

 Düşmanlarımıza karşı dua edeceğiz ama duayla birlikte en güçlü silahımız olan Allah-u Teala'nın dinine yardım ve onu yaşama ve yaşatmayla O'nun bize ayette vaadettiği yardıma kavuşacağız biiznillah.



*** Bir şeyden korktuğu ve telaş  ettiği zaman

Sevban radıyallahu anh diyor ki: Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem bir şeyden korktuğu zaman:


" Huvallah, Allahu rabbi laşerike leh."


 "O Allah'tır, Allah benim Rabbimdir, şeriki (ortağı) yoktur." İbn Sünni, 337. 


***Amr bin Şuayb babasından, dedesinden rivayetle diyor ki: Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem bize korku duası olarak şunları öğretirdi:


 "Euzu bikelimatillahit tammeti min gadabihi ve şerri ibadihi, vemin hemezatiş şeyatini ve enyahdurun"


 "Gazabından, kullarının şerrinden, şeytanların rahatsız etmelerinden ve bana sokulmalarından Allah'ın noksansız kelimelerine sığınırım."


 Abdullah bin Amr bunları aklı yeten çocuklarına öğretirdi. Aklı yetmeyenlerin de yazar boyunlarına asardı. Tirmizi, Daavat, 3401.



*** Bir toplumdan korktuğu zaman okunacak dua

 Ebu Musa'l-Eş'ari radıyallahu anh diyor ki: Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem bir toplumdan korktuğu zaman şöyle derdi:

" Allahümme inna nec'alüke fı nuhurihim veneuzu bike min şururihim"

 "Allah'ım, onların yüreklerine korku düşür. Onların şerlerinden sana sığınırız." Ebu Davud, Salat, 1537.

*** Ayrıca düşman karşısında Kureyş sûresini okumanın uygun olacağını söyleyen âlimlerde vardır.

***Düşmana Galip Gelmek İçin Dua

Bu duayı bizzat Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi vesellem)  yapmıştır;

 "Allâhumme munzile'l-kitâbi serî'a'l-hisâb, ihzimi'l-ahzâb. Allâhumehzimhum ve zelzilhum."

 "Ey Kitâb'ı indiren ve hesabı çabuk gören Allah'ım! Düşmanları hezimete uğrat. Allah'ım! Onları perişan et ve sars." (Nevevî, el-Ezkâr: 188)


 
*** Tehlike karşısında okunacak dua 

Bir gün Resulullah (sallallahu aleyhi vesellem) Hz. Ali'ye (radyallahu anh), - Ey Ali! Sana bir takım kelimeler öğreteceğim. Bir tehlike ile karşı karşıya geldiğinde bunları oku, dedi. Hz. Ali (radıyallahu anh) -Tamam, ya Resulullah! Canım sana feda olsun, diye karşılık verdi. Resulullah ona şöyle dedi: -Bir tehlike ile karşı karşıya geldiğinde de ki:

 "Bismillâhirrahmânirrahîm ve lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâhi'l-aliyyi'l-azim."

 "Rahman ve rahim olan Allah'ın adıyla... Güç, kuvvet ve kudret yalnız yüce ve her şeyden büyük olan Allah'a mahsustur."

 -Kişi bunu söylediğinde, Allah Teala onu her türlü bela ve musibetten korur. (İbnü's-Sünni, Amelü'l-Yevm ve'l-Leyle,nr. 336) 


 
*** Bela ve korku sırasında düşmana karşı 

Hadis-i Şerifte açıklanan şu dua okunabilir:

 “Euzü bikelimâtillahittammâti min şerri mâ haleka” duasını okuyana, o yerden kalkıncaya kadar, hiçbir şey zarar veremez.) [Müslim]

***Allah, Hu, Melik’ün, Semi’un, Kadir’ün, Kerim’ün, Halim’ün, Latif’ün, Alim’ün, Muin’ün, Sadık’un 
Evliyaullah bu ism-i şerifi düşmanlarının yanında okuyan kişinin hasmına galip geleceğine ve ondan ancak hayır göreceğini söylemiştir.

***"ya celiylül mütekebbirü ala külli şeyin fel adlü emruhu vessidku ve'dühü ya celiylü"
Çokça zikreden kişi muradına nail olur ve Allah cc zor işleri o kişiye kolay eder,sözü dinlenilen çok heybetli birisi haline gelir,insanlardan kimsenin bir zararı dokunamaz ayrıca şeytanlar o kişiye yaklaşamaz.


***Bütün kötülüklerden ve zalimlerden korunma ve hacet duası:

*Bu dua hakkında Peygamber Efendimiz  (sallallahu aleyhi vesellem) şöyle buyuruyor:

 "Her kim beş vakit namazın ardından şu 10 kelimeyi okursa ALLAHu Teala kendisine karşılık verici ve kifayet edici olarak bulur."

"HASBİYALLAHU Lİ DİNİ.

HASBİYALLAHU LİMA EHEMMENİ.

HASBİYALLAHU LİMEN BAĞE ALEYYE.

HASBİYALLAHU LİMEN HASEDENİ.

HASBİYALLAHU LİMEN KÂDENİ Bİ SUİN.

HASBİYALLAHU İNDEL MEVT.

HASBİYALLAHU İNDEL MES'ELETİ FİL KABRİ.

HASBİYALLAHU İNDEL MÎZAN.

HASBİYALLAHU İNDES-SIRAT.

HASBİYALLAHU LÂ İLAHE İLLA HU.ALEYHİ 

TEVEKKKELTÜ VE İLEYHİ ÜNÎB..." (Hakimi Tirmizi 2/14,
Suyuti,Dürrül Mensur 2/390Kenzul Ummal 3/155)

Manası:
"Dinim için ALLAH bana yeter. Mühim işlerim için ALLAH bana yeter. Bana karşı azanlar için ALLAH bana yeter. Hasedçilere karşı ALLAH bana yeter. Bana kötü hile yapanlara karşı ALLAH bana yeter. Ölüm anında ALLAH bana yeter. Kabir sualinde ALLAH bana yeter.

Mîzanda ALLAH bana yeter. Sıratta ALLAH bana yeter. ALLAH'dan başka hiç ilah yoktur. Ben O'na dayandım ve ancak ona yönelirim."

***Allahım kuvvetsiz ve çaresiz kaldığımı, halk nazarında hakir görüldüğümü ancak sana arz eder Sana şikayet ederim. Ey merhametlilerin en merhametlisi olan Allah! Herkesin hakir görüp de dalına bindiği, çaresizlerin Rabbi ancak Sensin. Benim Rabbim de ancak Sensin. Sen, beni kötü huylu, yüzsüz bir düşman eline düşürmeyecek kadar merhamet sahibisin.


***Ey Rabbimiz, bizi inkarcılar için bir imtihan aracı kılma. Bizi onlar karşısında yenik düşürerek onların iyice azgınlaşmasına sebep kılma. Bizi zalimlerin baskı ve işkenceleriyle yüzyüze getirme. Altından kalkamayacağımız çetin belalarla bizi imtihan etme. Sana kulluk görevimizi hakkıyla yerine getiremedik. Bizi bağışla. Hiç kuşkusuz Sen tüm varlıklar üzerinde mutlak otorite sahibisin, hakimsin. Sonsuz ilim ve hikmetinle her konuda en mükemmel hükmü verir, yaptığın herşeyi yerli yerince yaparsın.

***Allah'ım! Sen'den bizi belalarına uğratmadan kendine yaklaştırmanı istiyoruz. Kaza ve kaderinde bize, bizi incitmeden lütufkar davran. Bizleri kötülerin şerrinden, facirlerin tuzağından koru. Bizleri dilediğin şekilde ve dilediğin gibi himayene al. Senden din, dünya, ahiret hususunda af ve afiyet istiyoruz. Sen'den bizleri iyi amellere ve amellerde de ihlasa muvaffak kılmanı istiyoruz.

***Ya Rab!,izzetinle düşmanlarıma galip getir beni, mağlup ettirme, ezdirme. Rahmetinle kardeşlerime sevdir beni muhabbetimizi arttır,eksiltme.

***Allah'ım! dünya ve ahirette işlerimizi üstlen, bizleri nefislerimizin ve yarattıklarından kimsenin eline bırakma.

***Ey Rabbim! beni bu mücadelemde yalnız bırakma, yardımcısız bırakma. Bana katından tevhid sancağını omuzlayacak hayırlı bir nesil, güvenilir bir dost ihsan eyle. Ben ailemi, müminleri, malımızı, mülkümüzü Sana emanet ediyorum.


***Rivayetlere göre Karia Suresini okumayı adet edinenler, tehlikelerden emniyette olurlar.

Bu sure-i celileyi iki tarafın arasını bulmak için okunduğu vakit Allahü Tealanın izni ile araları düzelir, barış hasıl olur.




Karia Suresi okunuşu;

 Bismillahirrahmanirrahim El kâriah. Mel kâriah. Ve mâ edrâke mel kâriah. Yevme yekûnun nâsu kel ferâşil mebsûs. Ve tekûnul cibâlu kel ıhnil menfûş. Fe emmâ men sekulet mevâzînuh. Fe huve fî îşetin râdiyeh. Ve emmâ men haffet mevâzînuh. Fe ummuhu hâviyeh. Ve mâ edrâke mâhiyeh. Nârun hâmiyeh. Sadakallahü’l-Azim.

Sallallahu ve sellem ve ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Ve’l hamdüli’llahi rabbi’l âlemin.


Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah-u Teala’dandır.



EN DOĞRUSUNU ALLAH azze ve celle BİLİR

16 Aralık 2013 Pazartesi

227.EVLADIN HAKLARI

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

Evladın, ana-baba üzerindeki hakları:
1- İleride, çocuk annesiyle kötülenmemesi için, evladına anne olacak kızın
 saliha olmasına dikkat etmelidir.

2- Çocuğa iyi isim koymalıdır. Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
(Çocuğa güzel bir ad koymak, evladın baba üzerindeki haklarındandır.)[Beyheki]

3- Çocuğu güzel terbiye etmelidir. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
(Çocuğu güzel terbiye, evladın babasındaki haklarındandır.) [Beyheki]

(Evladınıza ikram edin, onları edepli, terbiyeli yetiştirin!) [İbni Mace]

(Çocuğu terbiye etmek, torunlara sadaka vermekten daha sevaptır.)[Tirmizi]

4- Çocuğa karşı şefkatli davranmalıdır. Peygamber efendimiz aleyhisselam, torununu öperken birisi görüp, (Ya Resulallah, benim on çocuğum var, hiç birini öpmem) dedi. Ona, (Merhamet etmeyen merhamet bulamaz) buyurdu. (Buhari)

Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
(Çocuklarınızı çok öpün, her öpmenizde Cennetteki dereceniz yükselir.) [Buhari]

(Çocuk kokusu Cennet kokusudur.) [Taberani]

5- Çocuklara beddua etmemelidir. İbni Mübarek hazretleri, çocuğunu şikayet edene, (Çocuğa beddua ettin mi?) dedi. O da, evet deyince, (Çocuğun ahlakını sen bozdun) buyurdu.

6- Çocuklara iyilik etmelidir. Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
(Evladınıza ikram edin, nasıl ana babanızın sizde hakkı varsa, evladınızın da sizde hakkı vardır.) [Taberani]

7- Çocuğu helal gıda ile beslemelidir. Haram gıdanın etkisi çocuğun özüne işler, çocukta uygunsuz işlerin meydana gelmesine sebep olur. Hadis-i şerifte (Yiyip içtikleriniz helal, temiz olsun! Çocuklarınız, bunlardan hasıl olur)buyuruldu. (R.Nasıhin)

8- Babanın, çocuklarına ilim, edep ve sanat öğretmesi farzdır.
Önce, Kur'an-ı kerim okumasını öğretmelidir. Sonra imanın ve İslam’ın şartlarını öğretmelidir. Yedi yaşından itibaren namaz kılmaya alıştırmalıdır. Dünya ve ahirette kurtuluş ilimledir.

Her Müslüman, çoluk çocuğuna ve emri altında bulunanlara dinini öğretmekle sorumludur. Bir hadis-i şerif meali:
(Hepiniz, bir sürünün çobanı gibisiniz. Çoban sürüsünü koruduğu gibi, siz de evinizde ve emriniz altında olanları Cehennemden korumalısınız! Onlara Müslümanlığı öğretmezseniz, mesul olursunuz.) [Buhari, Müslim, Tirmizi, Ebu Davud, İ.Ahmed, Taberani]

Bir âyet-i kerime meali de şöyledir:
(Ey iman edenler, yakıtı insan ve taş olan Cehennem ateşinden kendinizi ve çoluk çocuğunuzu koruyun.) [Tahrim 6]

 Bir hadis-i şerif meali:
(Çocukken öğrenilen şey, taş üzerine kazılan nakış gibi kalıcıdır. Yaşlandıktan sonra öğrenmeye kalkması ise, su üzerine yazı yazmaya benzer.) [Hatib]

Bu bakımdan çocuklarımıza ilk önce, dinimizin emir ve yasaklarını ve Kur’an-ı kerimi öğretmeliyiz. Daha sonraya bırakmamalıyız. (Helekel-müsevvifun)hadis-i şeriftir. Anlamı ise, (Hayırlı işlerinizi hemen yapın. Yarına bırakmayın, yoksa helak olursunuz) demektir. Hayırlı işlerin birincisi ve en önemlisi çoluk çocuğuna dinimizi öğretmektir. Her Müslümanın bu birinci görevi hemen yapması, yarınlara bırakmaması gerekir.

9- Ahnef bin Kays hazretleri buyurdu ki:
(Çocuklar için zorluklara katlanmalı, onların ayakları altında yumuşak yer, başları üstünde gölge olmalıyız! Onlara sert davranmayalım ki bizden uzaklaşmasınlar. Bizden usanıp ölümümüzü beklemesinler. Uygun isteklerini yerine getirmeli, hiddetlenirlerse teskine çalışmalıyız!)

10- Çocuklar arasında adalete riayet etmelidir. Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
(Hediye verirken çocuklarınız arasında eşitliğe riayet ediniz!) [Taberani]

11- Baba, yapmayacağını zannettiği emri çocuğuna söylememelidir. Söyleyip de onu itaatsizliğe sürüklememelidir. Salih zatın birisi, oğlundan hiçbir şey istemezdi. Sebebi sorulunca, (Bir şey istediğim zaman, oğlumun bana karşı gelmesinden korkarım. Karşı gelince, Cehenneme müstehak olur. Ben de oğlumun ateşte yanmasına razı olamam) buyurdu. Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
(Şunlar, saadet alametidir: Saliha hanım, itaat eden çocuklar, salih arkadaş.) [Hakim]

Çocuğun da hakkı var
Bir adam, Hazret-i Ömer’e, oğlunu şikayet eder. Hazret-i Ömer, bu kimsenin oğluna der ki:
- İmandan sonra birinci vazifemiz ana babanın kalbini kırmamaktır. Onlar ne kadar kötü olsalar da, yine her şeyin üstünde hakları vardır. Onların kalbini kıranın ibadeti kabul olmaz. Müslüman doğmamıza ve Müslüman yetişmemize sebep olan ana babamızın kalbini kırarsak Cennete nasıl gireriz? Onlar bize hakaret etse de, yalvararak gönüllerini almamız lazımdır. Müslüman ana babamız, bizden razı olmadıkça, Allahü teâlânın sevdiği kulu olmak çok zordur.

Çocuk Hazret-i Ömer’e der ki:
- Ya Emir-el-müminin, söylediklerini aynen kabul ediyorum. Fakat çocuğun ana babası üzerinde hiç mi hakkı yoktur?

Hazret-i Ömer buyurdu ki:
- Evet çocuğun da hakkı vardır. Evlenirken çocuklarına anne olacak kızı veya kadını iyi aileden seçmesi, çocuğa güzel bir isim koyması ve dinini öğretmesi gerekir.

Çocuk, Hazret-i Ömer’e şöyle cevap verdi:
- Babam, bana terbiye nedir öğretmedi. Anam ise, zenci bir Mecusinin kızı idi. İsmimi “Karaböcek” koymuş ve Allah’ın kitabından bana bir harf bile öğretmedi. Maalesef dinim hakkında hiçbir şey bilmiyorum.

Hazret-i Ömer, çocuğun babasına dedi ki:
- Gelmiş bir de bana oğlunu şikayet ediyorsun; halbuki sen onun hakkını çiğnemiş ve o sana kötülük etmeden, sen ona kötülük etmişsin.


Dinimiz İslam

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"


Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.


EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

15 Aralık 2013 Pazar

226.ARALIK 16-17-18 GÜNLERİ ORUÇLUYUZ

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim



Eyyam-ı Biyz adı verilen ve kameri ayların 13, 14, ve 15. günleri yarın başlıyor.Bu sünneti yerine getirmek isteyenler 
Yarın(16 Aralık Pazartesi)17 Aralık Salı ve 18 Aralık Çarşamba günlerini oruçlu geçirmeliler.

Her hicri ayın 13, 14 ve 15. günlerinde oruç tutmak sünnettir. Nitekim Hz. Hafsa (ra) diyor ki:

«Dört şeyi Resûlüllah (asm) Efendimiz hemen hemen hiç terketmedi diyebilirim: Âşûrâ orucu, Zilhicce'nin ilk on gününün oru­cu, her ayın 13, 14, 15. günlerinde oruç ve bir de sabah farzından ön­ce iki rek'at namaz...» (Ahmed bin Hanbel, Nesâi)

Hadiste geçen günler, Hicri Takvime göre Kameri ayların 13, 14 ve 15. günleridir. Sabah kılınan sünnet ise, sabah namazının sünnetidir.


Allah kabul etsin.

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"


EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

14 Aralık 2013 Cumartesi

225.EBEVEYNİN EVLATLARI ÜZERİNDEKİ HAKLARI

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"

Bismillahirrahmanirrahim

Baba ve annenin evladı üzerindeki 10 hakkı :

1- Baba veya anne yemeğe muhtaç olursa evlatları onları yedirip içirir.

2- Baba veya annenin giyinme ihtiyacı varsa evlat onları giydirir.

3- Baba veya anneden birisinin hizmete ihtiyacı varsa evlat o ihtiyaçlarını karşılar.

4- Baba veya anne evlatlarını bir iş için çağırınca evlat onlara cevap verecek, koşturacak.

5- Baba veya anne bir iş istediğinde evlat o işi yapmaya gayret edecek. Buradaki tek istisna baba veya annenin İslam'a zıt bir işi istemeleridir. Baba veya anne İslam'a aykırı bir şey isterlerse evlat bunu yapmayacak.

Mesela evlatlarından günah işlemelerini içki içmelerini, namazı terk etlerini, gıybet yapmalarını isteseler evlatlar bunu yapmayacak.

6- Evlat baba ve annesine adıyla seslenmeyecek.

Bu saygısızlık olarak görülmüştür.

Baba ve annesine en güzel gelen şekilde seslenecek.

7- Evlat, baba veya annesiyle yumuşak konuşacak. Baba veya anneye çirkin ve ağır söz söylenmeyecek.

8- Baba veya annesiyle yürürken onları saygın yerde tutacak. Hatta önlerinde yürümeleri bile hoş görülmemiştir.

9- Evlat kendisi için istediği iyi şeyleri baba ve annesi için de istemelidir. Kendisi için uygun görmediği şeyleri baba ve annesi için de uygun görmeyecek.

10- Evlat baba ve annesi için bağışlanma duasını bol bol yapacak.

Hz. Nuh'un (a.s.) dediği gibi  "Rabbim bana ve anne ile babama mağfiret et (Nuh, 28) veya Hz. İbrahim'in dediği gibi  "Rabbimiz bana, baba ve annem ile müminlere hesap günü mağfiret et."diye dua etmeli.


Dinimiz İslam

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"


Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.



EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

11 Aralık 2013 Çarşamba

223.AMA ÇOCUK BİR DAHA GÖRMEK İSTEMİYOR!

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

http://www.youtube.com/watch?v=VmSHlL2ZrV4


"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

10 Aralık 2013 Salı

222.EBU HANİFE'NİN VASİYETİ:İslam'ın amentüsü

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"

Bismillahirrahmanirrahim


İslam'ın amentüsünü bir de İmam-ı Azam'dan okuyalım:

Vasiyet, bir İslam geleneğidir. İnsanlara istikamet üzere nasıl yaşanılabileceğini gösteren Peygamberler, dünyadan ayrılırlarken geride bıraktıklarına “müstakim” olarak kalmayı vasiyet ettiler. Onlar, sadece vasiyet etmekle kalmadılar, vasiyetin kabul görmesi için de yoğun gayret sarf ettiler. Nitekim çocuklarına “Müstakim” olarak yaşamayı vasiyet eden Yakub’un (a.s.), son sözü “Benden sonra kime ibadet edeceksiniz?”(
 Bakara(2): 133.) cümlesi olmuştu.
Allah Resulü’nün (s.a.v.) ahir ömürlerinde irat ettikleri “Veda Hutbesi” de bütün ümmetine hitap eden genel bir vasiyettir. Efendimiz (s.a.v.) “Veda Hutbesi”nde yirmi üç yıllık risalet hayatında vaz’ edilen esasları öz bir şekilde ve son defa telkin ettiler.
Sahabe ve Tabiun devri alimleri de vasiyet geleneğine uydular. Dar-ı Beka’ya hicret ederlerken talebelerine “Mustakim” kalmalarını öğütlediler. Selef-i salihinden günümüze ulaşan vasiyetler içerisinde en dikkat çekenleri ise Ebu Hanife’ye (r.a.) ait olanlarıdır. İmam-ı Azam’ın (r.a.) birçok vasiyeti vardır. Bunların bir kısmı şahsa özeldir, bir kısmı da bütün talebelerine hitap etmektedir. Özel vasiyetlerinin en meşhurları Oğlu Hammad’a, Ebu Yusuf’a ve Yusuf b. Halid es-Semti’ye hitaben kaleme alınmıştır. Söz konusu metinler her ne kadar şahsa özel olsalar da, bir evladın/öğrencinin hayata bakışını ve eşyayı algılama biçimini müşahhas bir çerçevede ortaya koymakta ve müslümanca yaşamanın esaslarını anlatmaktadır. Bu itibarla özel formatta olmalarına rağmen genele hitap etmektedirler. Ebu Hanife’nin (r.a.) bütün talebelerine hitaben kaleme aldığı “vasiyet”i ise bir akide manifestosudur. “Vasiyet”, Ehl-i Sünnet’in dolayısıyla da İslam’ın amentüsünü açık ifadelerle insanların zihnine taşımaktadır.

İşte o vasiyet:

Arkadaşlarım, kardeşlerim iyi biliniz ki Ehl-i Sünnet ve Cemaat mezhebi 12 hususiyet üzerine kurulmuştur. Kim bu hususiyetler doğrultusunda yaşarsa ne bidatçi ne de heva sahibi olur. Efendimiz Muhammed (s.a.v.)’in şefaatine nail olabilmeniz için Ehl-i Sünnet’in bu temel esaslarına sıkı sıkıya bağlanın.

Birinci Hususiyet


İman, dil ile ikrar ve kalp ile tasdiktir. Tek başına ikrar iman kabul edilmez. Çünkü, tek başına ikrar iman addedilse idi münafıkların tamamı mümin olurdu. Aynı şekilde sadece kalbin idrak etmesi (tasdik) de iman olmaz. Eğer bu durum tek başına yeterli olsa idi, Ehl-i Kitab’ın tamamı mümin olurdu. Halbuki Allah Tela dilleriyle ikrar eden münafıklar hakkında şöyle buyurmaktadır; “Allah o münafıkların hiç şüphesiz yalancılar olduklarına şahadet eder.”(
Münafıkun(63): 1.) Ehl-i Kitap hakkında ise varit olan ayet şöyledir; “Kendilerine kitap verdiklerimiz Peygamberi oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar.”(Bakara(2): 146.)
 Ne var ki bunu kabullenip dilleriyle ikrar etmezler.

İman ne artar ne de eksilir. Çünkü imanın azalması ancak küfrün artması ile; artması da ancak küfrün azalması ile tasavvur edilebilir. Bu durumda, bir kişinin aynı anda mümin ve kafir olması nasıl mümkün olur?!

Mümin, gerçek anlamda inanan, kafir de hakiki manada inkar edendir. İmanda şüphe olmaz. Tıpkı küfürde olmadığı gibi. Bu bağlamda Cenab-ı Hakk şöyle buyurmaktadır: “İşte onlar gerçekten mümindirler.” (
 Enfal(8): 4.)ve “İşte onlar gerçekten kafirdirler.” ( Nisa(4): 151.)

Efendimiz Hz. Muhammed’in (s.a.v.) ümmetine dahil olan günahkarların tamamı gerçekten mümindir, kafir değillerdir.

Amel imandan ayrı, iman da amelden farklıdır. Şöyle ki: Amel mükellefiyetinin mü’minden kalktığı birçok zaman vardır. Fakat bu durumda imanın ondan gittiği söylenemez. Allah Teala, hayızlı kadını namaz kılmaktan muaf kılmıştır. Böyle bir kadın için Allah onun kalbinden imanı çıkarmıştır ve ona imanı terk etmeyi emretmiştir denemez. Şeriat o kadına; “Orucu bırak, sonra tutmadığın günleri kaza et” der. Kadına; “İmanı terk et, sonra kaza edersin” denmesi caiz değildir.(1) İman’ın amelden farklı olduğunu daha müşahhas bir şekilde anlamak için şöyle bir örnek verebiliriz: “Fakirlerin zekat vermesi gerekli değildir.” denebilir. Fakat “Fakirlerin iman etmesi zorunlu değildir.” denemez.

Hayır ve şerrin takdiri Allah’tandır. Eğer birisi hayır ve şerrin takdirinin Allah’tan başkasına ait olduğunu iddia ederse Onu (c.c.) inkar etmiş olur. Onun tevhit inancı da batıl olur. Her şeyin en iyisini Allah Teala bilir.

İkinci Hususiyet


Ameller, farz ibadet, fazilet ve masiyet olmak üzere üç çeşittirler. Farz ibadete gelince o, Allah’ın dilemesi, rızası, takdiri, yaratması ve “Levh-i Mahfuz”da yazması ile olur. Fazilet de Allah Teala’nın emrinden dolayı yapılmaz. Fakat Onun dilemesi, muhabbeti, rızası, takdiri, pürüzsüz yaratması ve “Levh-i Mahfuz”da yazması ile olur. Masiyet de Allah’ın emri gereği olmaz. Fakat muhabbeti, rızası, muvaffak kılması olmaksızın dilemesi, kazası, takdiri, hoşnutsuzluğu, ilmi ve “Levh-i Mahfuz”da yazması ile gerçekleşir.

Üçüncü Hususiyet

Allah Teala sınırsız kudret makamı olan arşı bir mekana istikrarı olmaksızın hükmüne aldı yani hakimiyeti altında tuttu. Hiç bir şeye muhtaç olmaksızın arşı ve ondan başka şeyleri korur. Eğer kendinden başka yaratıklara muhtaç olsa idi, kainatı yaratmaya ve idare etmeye kadir olamazdı. Ona cisim isnat edenlerin iddia ettiği gibi bir yere oturmaya ve yerleşmeye zorunlu olsa idi, arşı yaratmadan önce de böyle olurdu. Allah Teala bundan pek yüce ve münezzehtir.

Dördüncü Hususiyet


Kur’an-ı Kerim Allah Teala’nın yaratılmayan (gayr-ı mahluk) ezeli kelamı, vahyi ve tedricen indirdiği Kitabıdır. O, ne zatının aynıdır, ne de değildir. Bilakis o, gerçek sıfatıdır. Kur’an Mushaflarda yazılan, dillerde okunan kalplerde mekan edinmeksizin korunan kelamdır. Mürekkep, kağıt ve yazı mahluktur. Çünkü bunlar kulların filleri ile alakalıdır. Yazılar, harfler, kelimeler ve ayetler insanların anlamak için onlara ihtiyaç duyduğu Kur’an’a delalet eden şeylerdir. Allah Teala’nın kelamı zatı ile kaimdir. Manası ise, söz konusu şeylerle anlaşılır. Kim Allah’ın kelamı mahluktur derse kafir olur. Allah Teala kesintisiz bütün zamanlarda ibadet edilendir. Kelamı ise ondan ayrılmaksızın okunan, yazılan ve kalplerde korunandır.

Beşinci Hususiyet


Allah Resulü’nden (s.a.v.) sonra bu ümmetin en üstünü Ebu Bekr-i Sıddık, sonra Ömer, sonra Osman, sonra Ali dir (r. anhum). Zira efdaliyetin sıralamasına işaret eden ayette Allah Teala şöyle buyurmaktadır: “(İman ve amelde) öne geçenler (Ahirette de) öne geçenlerdir. İşte onlar (Allah’a) yaklaştırılmış kimselerdir. Onlar naim cennetlerindedir.”[
Vakıa(56): 10-12.]

Hayırda önde olanlar Allah katında da en üstün olanlardır. Onları, müttaki her mümin sever; asi münafıklarsa onlara buğz eder.

Altıncı Hususiyet

Kul, ameli, ikrarı ve tasdiki (marifeti) ile mahluktur. Bütün bu ameliyelerin faili mahluk olunca onun fiillerinin de evleviyetle mahluk olması gerekir.

Yedinci Hususiyet

Allah Teala, mahlukatı güçleri olmadığı halde yaratmıştır. Çünkü onlar zayıf ve acizdirler. Cenab-ı Hakk onları yaratan ve rızıklarını verendir. Nitekim O şöyle buyurmaktadır: “Allah sizi yaratan, sonra size rızık veren, sonra sizi öldürecek ve daha sonra da diriltecek olandır.”[
 Rum(30): 40.]

İlim ve malı helal yoldan kazanmak helal, haram yoldan temin ise haramdır.

İnsanlar üç kısımdır: İmanında samimi olan mümin, küfründe ısrarcı olan kafir ve nifakında iki yüzlü davranan münafık. Cenab-ı Hakk mümine ameli, kafire imanı, münafığa ise ihlası farz kılmıştır. Nitekim “Ey insanlar! Rabbinize karşı gelmekten sakının.”[
 Nisa(4): 1.] ayet-i kerimesinin her üç grubu içine alacak şekilde açılımı şöyledir: “Ey iman edenler! Ameli Salih işleyerek rabbinize itaat edin.”, “Ey Kafirler! İman edin.” ve “Ey Münafıklar! Samimi olun.”

Sekizinci Hususiyet

İsteğe bağlı olan fiillerde kulun aksiyon sahibi olması için gerekli olan güç yani “İstitaa”, yapılacak olan “fiil” ile beraberdir. Ne ondan önce ne de sonradır. Eğer “İstitaa” fiilden önce olsa idi o takdirde kul ona muhtaç olduğu anda Allah’tan müstağni olurdu. Bu ise şu ayete aykırıdır: “Allah müstağnidir. Sizler ise muhtaçsınız.”(
Muhammed(47): 38.)
 Eğer “İstitaa”, fiilden sonra olsaydı fiil, güç-kuvvet yokken gerçekleşmiş olacağından muhal olurdu.

Dokuzuncu Hususiyet

Mukimin bir gün bir gece, yolcunun da üç gün üç gece mestler üzerine mesh edebileceğini kabul etmek, bu şekilde rivayet edilen hadisten dolayı vaciptir. Bu hükmü inkar edenin küfründen korkulur. Zira ilgili hükmü bildirilen hadisler tevatüre yakın derecededir.[2]

Seferde namazları kısaltmak (azimet)[3] ve oruç tutmamak (ise) ruhsattır. Konu ile ilgili ayeti kerimeler şöyledir: “Yeryüzünde sefere çıktığınız vakit namazı kısaltmanızdan dolayı size bir günah yoktur.”[
 Nisa(4): 101.], “Sizden kim hasta, ya da yolculukta olursa, tutamadığı günler sayısınca başka günlerde oruç tutar.”[ Bakara(2): 184.]

Onuncu Hususiyet

Allah Teala kaleme yazmasını emretmiş, kalem: “Ne yazayım ya Rabbi!” demiştir. Cenab-ı Hakk: “Kıyamete kadar olacak şeyleri yaz.” buyurmuştur. Şu ayet-i kerime de bu manayı teyit etmektedir: “İşledikleri her şey kitaplarda kayıtlıdır. Küçük, büyük her şey satır satır yazılmıştır.”[
 Kamer54): 52-3.]

Onbirinci Hususiyet

Günahkarlar için kabir azabı olacağında en ufak bir şüphe yoktur. Münker ve Nekir’in suali haktır.[
Ebu Davud] Cennet ve cehennem de haktır ve ahalisi için önceden yaratılmışlardır. Nitekim Cenab-ı Hakk müminler hakkında o cennet; “Müttakiler için hazırlanmıştır.”[ Ali İmran(3): 133], cehennem de; “Kafirler için hazırlanmıştır.”[ Bakara(2): 24.] buyurmaktadır. Allah Teala cennet ve cehennemi sevap ve ceza için yaratmıştır. Mizan da haktır. Zira Cenab-ı Hakk şöyle buyurmaktadır: “Kıyamet günü için adalet terazileri kuracağız.”[ Enbiya: 47.] İnsanın dünyada yaptığı amelleri içeren kitabı okuması da haktır: “Oku kitabını! Bu gün hesap sorucu olarak sana nefsin yeter.”[İsra(17): 14.]

Onikinci Hususiyet

Allah Teala bu canları ölümden sonra müddeti elli bin yıl olan bir günde ceza, sevap ve hakların edası için diriltecektir. Nitekim O şöyle buyurmaktadır: “Şüphesiz Allah kabirlerde olanları diriltecektir.”[
 Hac(22): 7.] Müminlerin keyfiyet, benzetme ve yön olmaksızın Cenab-ı Hakk’a mülaki olmaları haktır. Büyük günah işlemiş olsa dahi cennet ehlinden olan her mümin için Efendimiz (s.a.v.) şefaat edecektir.

Hz. Aişe (r.a.), Hatice-i Kübra’dan sonra insanlık aleminin en üstün kadını ve müminlerin annesidır. O, zina iftirasından arındırılmıştır ve Rafizilerin hezeyanlarından uzaktır. Kim Ona zina isnadında bulunursa o zina eseridir.

Cennet ahalisi Cennet’te, Cehennem ehli de Cehennem’de ebedi kalacaktır. Çünkü Cenab-ı Hakk müminler için “İman edip amel-i salih işleyenler cennetliklerdir. Onlar orada ebedi kalacaklardır.”[
Bakara(2): 39.], kafirler için de “İnkar edenler ve ayetlerimizi yalanlayanlara gelince, işte onlar cehennemliktir. Onlar orada ebedi kalacaklardır.”[Bakara(2): 39] buyurmaktadır.


(1) Ebu Hanife’nin (r.a.) imanın amelden farklı olduğunu hayızlı kadının iman-amel ilişkisiyle örneklendirmesi tesadüf değildir. Böyle yaparak kadınların hasta oldukları günlerde ibadet etmemelerinin sahih hadislerle sabit olduğuna vurgu yapmaktadır.

Ebu Hanife’nin (r.a.) vasiyetini günümüz Müslümanları açısından vazgeçilmez kılan en önemli husus da onun ifadelerinin hem bir beyan hem de kadim sapık fırkalar ve modernist akımlar için bir reddiye niteliğinde olmasıdır. Nitekim modernist düşünceye sahip ilahiyatçılar kadınların özel hallerinde namaz kılıp oruç tutabileceklerini iddia etmektedirler. Halbuki bunun aksini söyleyen çok sayıda hadis-i şerif vardır. Ayrıca sahabeden de farklı yönde bir uygulama rivayet edilmemiştir. Efendimiz (s.a.v.) “Kadın hayız olduğunda namaz kılmayacak, oruç tutmayacak değil mi ya” buyurmuştur. (İmam Müslim’in uzun bir hadis içerisinde rivayet ettiği ifade “muttefekun aleyh”dir. Bkz. İbn Hacer, Buluğu’l-Meram, s. 45, H.no: 158; Zafer Ahmed et-Tahanevi, İ’lau’s-Sünen, Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut, 1997, I, 346.) Bu hadis, açık bir şekilde kadının namaz ve oruç ibadetlerini hayız müddetinde eda etmediğini bildirmektedir. Nitekim Hz. Muaze, Hz. Aişe’ye hayızlı iken terk ettikleri namaz ve oruçtan sadece orucu kaza etmelerinin hikmetini sorunca Aişe validemiz “Hz. Resulullah zamanında hayız olduklarını fakat kendilerine namazı bırakıp sadece orucu kaza etmelerinin emredildiğini (Künna nu’meru)” söylemiştir. (Ahmed, Müsned, VI, 232; Darimi, I, 233; Buhari, I, 421; Müslim, I, 265.) Sahabe kadınlarının özel hallerinden sonra namazı bırakıp sadece orucu kaza etmeleri, söz konusu durumda bu ibadetleri eda etmediklerini göstermektedir.

Fatıma binti Ebi Hubeyş, Efendimiz’e; “Ben istihaze kanı gören ve temizlenemeyen bir kadınım, namazı bırakayım mı?” diye sorduğunda Allah Resulü; “Bu ancak bir damar(dan hastalık sebebiyle gelen kan)dır. Hayız değildir. Hayzın geldiğinde namazı bırak” buyurdu. (Muhammed b. Ali b. Muhammed Şevkani, Neylü’l-Evtar, Daru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, 1999, I, 288.) Allah Resulü Abdurrahman b. Avf’ın nikahı altında bulunan Ummu Habibe’ye, ve kendisinden fetva isteyen Ümm-ü Seleme’ye hayız müddetleri içerisinde namaz kılmamalarını emretmiştir. (Şevkani, a.g.e., I, 290.)

[2] Ebu Hanife’nin talebelerinden Abdullah b. Mübarek; “Mestler üzerine mesh etmenin cevazında ihtilaf olmadığını” bildirmektedir. Tabiun ulemasından Hasan Basri ise 70 sahabinin “Allah Resulü’nün (s.a.v.) mestleri üzerine mesh ettiğini” rivayet ettiğini söylemektedir. (Muhammed b. Abdillah b. Kudame, el-Muğni, Beyrut, 1994, I, 211.) Sana’ni de mestler üzerine mesh etmeyle alakalı hadislerin mütevatir olduklarını belirtmektedir. (Abdulkerim Zeydan. el-Mufassal fi Ahkami’l-Mereti ve Beyti’l-Müslim, Beyrut, 2000, I, 142.)

Malum olduğu üzere tevatür için belirlenen ravi sayısı ictihadidir. Bu durumda şu kadar olmalıdır, aşağısı ya da fazlası tevatürü ihlal eder demek doğru değildir. Asıl olan, ilk üç tabakada (sahabi, tabii, tebe-i tabii) ravilerin yalan üzere ittifak etmelerinin imkansız oluşudur. Tevatürde ravi sayısının ne kadar olacağı içtihadi bir mesele olduğundan farklı rakamlar ortaya çıkmıştır. (Vehbe Zuhayli, Usulu’l-Fıkhi’l-İslami, Beyrut, 1998, I, 452) Bu da, dörtten başlar ve sırasıyla, beş, yedi, on, on iki,… olmak üzere yukarıya doğru devam eder. Fakat burada asıl olan ravilerin yalan üzere birleşmelerinin muhal olmasıdır. Öyle ki, tahdit edilemeyecek derecede büyük bir topluluk, her hangi bir gaye ile yalan üzere birleşilmesi mümkün bir hususta rivayette bulunsa, bu topluluğun haberi mütevatir olmaz. (Ali el-Kari, Şerh-u Şerh-i Nuhbeti’l-Fiker, Beyrut, ty, s. 163.) Bir haberin mütevatir olması için ravi sayısının 5 dahi olabileceği söylenirken mestler üzerine mesh hadisini 70 sahabi rivayet etmektedir. Bu da göstermektedir ki meselenin sübutunda şüphe yoktur. Manaya delaleti de açıktır. Bu durumda ortada “yakini bilgi” vardır. Ve onu kabul etmek “Zarurat-ı diniye”den addedilmelidir. İşte Ebu Hanife bunun için konuyu akaitle alakalı bir metnin içerisine dahil etmiştir.

[3] Hanefilere göre seferde 4 rekatlı namazları 2 kılmak “azimet”tir. Bütün Hanefi kitapları meseleyi bu şekilde zikretmektedir.


"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"


Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR